28 Şubat 2012 Salı

Haftanın Çok Bilmişi #8 yerine Bize Zulmeden "Erkeklik"


20-26 Şubat 2012- Türklük, milliyetçilik, ırkçılık… İstemesen de üstüne yapışan imtiyazlar silsilesine haiz bir kimlikten, kendi dışındakilerin hepsine nefret besleyen bir ideolojiye giderek daralan kümeler dizisi… Evrensel kümeleri olarak da erkeklik, hatta belki de en büyük derdimiz erkeklik… Geçtiğimiz hafta bulduğu her mecrada karşımıza çıktı yine. Önce belki bilerek, belki sehven bir seks işçisi yakıştırması ile Nur Serter aşağılanmaya çalışıldı bir dizide. Bir seks işçisine ismi verilerek aşağıladığını düşünmek ne kadar izansızlıksa, karşılığında bununla aşağılandığını düşünmekse o kadar büyük izansızlıktı. AKP milletvekillerinin yanı sıra, Sırrı Süreyya Önder ve Mazlum-Der de bu akıl tutulmasına kapıldı. Onlara göre, hayatın belki de en çileli yolundan yürüyen, çalışırken emeğini değil, bizzat kendi bedenini kiralayan ve toplumsal baskıya ve her türlü şiddete açık halde yaşamaya çalışan bu insanlar, ahlaksızdı…

Pazar günü Hocalı katliamının 20. yıl dönümü “kutlamaları” vesilesiyle Taksim’de düzenlenen bir mitingle bu kez en görünür ve köşeli haliyle çıkageldi erkeklik. Gerek tüm gazetelerde -ertesinde tüm toparlama çabasına rağmen Radikal gazetesi de bu günahın ortaklarındandır- ve billboardlarda, normal ilan ücretinin 10 katı para verilerek yapılan duyurudaki nefret dolu tavır, gerekse miting alanındaki ırkçı ve hakaret içerikli söylemler, mitingin adını andığı gün katledilen 613 insanı anmaktan çok daha farklı bir boyutta olacağının göstergesi gibiydi. Derdi, inkâra devam etmeyi bile bir yana bırakıp bir etnik kökeni toptan suçlu ilan etmekti.

O gün orada toplanan kalabalık Hocalı katliamını sözde vicdani bir tavırla anmaya çalışıyor gözükse de, asıl amaç 19 Ocak’ta Hrant Dink için biraraya gelen kitleye cevap vermek ve 1915 soykırımının koca bir yalan olduğunu göstermeye çalışmaktı. Bir üst kimlik olarak “erkek Türklük”, kendisine vurulan darbelerin intikamını almak için boy gösteriyordu Taksim’de. Bu zihniyet, Hocalı’da ölen sivillerin acısını paylaşmak ve herhangi bir vahşetin karşısında duruş sergileyeceğine, ölülerin üzerinden daha çok nefret ve ölüm isteyen bir tavır takınıyor ve katliamcıların eylemlerine ve günahlarına ortak oluyorlardı.

Eyleme çeşitli sendikaların, sivil toplum kuruluşlarının, parti örgütlerinin ve belediyenin de destek vermesiyle buradaki milliyetçi söylemi, resmi organlar ve sivil toplum örgütleri de bir anlamda onaylamış oldular. Bunun yanında, İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in “Hepiniz Ermenisiniz, Hepiniz Piçsiniz” pankartlarının ve beyaz bereleriyle katillere selam duranların, “Bozkurt Ogün, Bozkurt Çatlı” sloganlarının arasında “Bu kanın hesabı sorulacaktır” açıklaması ile devleti yüksek düzeyde ve en vahşi şekilde temsil ediyordu. Sonrasında da Başbakan, bu eyleme de, Bakan’a da sahip çıkmayı ihmal etmedi. Bundan birkaç ay önce, “zararlı sanatsal ürünlerin”, "terör örgütleri"ne yardakçılık olduğunu savunan Şahin‘in, AKP’nin devletleşen ve acımasızlaşan zihniyetinin katmerleyici bir dışavurumu oldu. Paradoksal biçimde (bizzat Başbakan tarafından) azınlık mülklerini geri veren iktidar partisinin, milliyetçi bir maske altında, azınlıkların devlet eliyle yapılan tarihsel mağduriyetleri karşısında, yüzsüzce başka kurbanların mağduriyetliğini kullanması, onlar adına büyük bir eksi olarak hanelerine eklenmiş oldu. Basının tavrı da, aynı şekilde ürkütücüydü: Sözcü ve HaberTürk gazeteleri attıkları başlıklarla mitinge destek veren şekildeydi. Hürriyet gazetesi ise yarı çıplak bir mankenin fotoğrafının yanında dev puntolarla ve İdris Naim Şahin’in açıklamalarına geniş yer vererek bilindik tavrını yinelemiş oldu. Van depremi, ardından Roboski katliamı, ardından en basitinden empati yoksunu yüzüyle yüzeye çıkan eril söylem, bu mitingle en üst noktasına çıktı.

Velev ki hepimiz seks işçiyiz veya piçiz. Devletin bize karşı olan yok etme güdüsü anlaşılır da, peki, bizleri, yani ötekileri, dünyanın her tarafında, komşularımız, eşimiz, dostumuz, akrabamız, yanı başımızdakiler nasıl bu kadar kolay aşağılıyorlar, öldürüyorlar veya öldürebilmeye hazır duruyorlar? Neden bu bizi yok eden “erkeklik”e sahip çıkıyor ve onu sürekli yeniden üretiyorlar? Bizce esas cevap verilmesi gereken soru budur. Bu sorulara, "ama" ile cevap vererek, bu zulmü edenleri meşru kılacak herkes için "çok bilmişlik" payesi belki de devede kulak...

21 Şubat 2012 Salı

Haftanın Çok Bilmişi #7: Egemen Bağış


13-19 Şubat 2012- Egemen Bağış, geçen hafta içerisinde azınlıkların ileri gelenleriyle yaptığı toplantıda, bir anlamda Türkiye’nin devlet geleneğini değiştiren bir mesaj verdi. Fakat attığı adım, devlet geleneğinden hiç de uzağa düşmedi. Salona toplanan azınlık gruplarına, KPSS’ye girmelerini salık vererek, bir anlamda “devletle bütünleşin” uyarısı yaptı. Cumhuriyet’le birlikte çok net olarak ortaya konan ve tüm sarihliğiyle Mois Kohen’in (Munis Tekinalp) hayal kırıklığıyla dolu hikâyesinden okunabilecek politika, azınlıkları, ne kadar Türkleşseler de, asla “vatandaş” olamayacağıydı. Bağış ise bu politikaya bir tutam “kapsayıcılık” katarak, politikayı, “vatandaş” olabilirsiniz ama “devletle bütünleşirseniz” haline çeviriyordu.

Hızını alamıyordu Bağış, “Bu ülkenin hiçbir vatandaşı diğerinden üstün değildir. Bu ülkeye vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes bu ülkenin değeridir” diyerek, “teori”de çok sağlam ama “pratik”te bir hayli zayıf olduğunu gösteriyordu. Hrant Dink Davası’nın hukuksuzlukları da bu ülkedeki “eşitlik”in bir sembolü (!) olarak hafızalara kazınmıştı, örneğin. Azınlık okullarının durumu, halen “yabancı” veya “şüpheli” olarak görülmelerinin birer nişanesi olan azınlık okullarındaki “Türk” müdür yardımcıları ve “milli” edebiyat, tarih ve coğrafya öğretmenleri, her gün bir yenisi zuhur eden nefret söylemi ve hatta nefret söyleminin temelini oluşturan ders kitapları, ülkedeki azınlıkların dış politikanın blöf aracı olması, devletin kendi kurucu anlaşmasının ilkelerini çiğneyerek hiç ettiği haklar, her “kritik” meselede “görüş” değil “biat” isteyen anlayış, kayıplarına ağlayan insanlardan bile esirgenen empati ve Gagavuzca, Ladino, Süryanice, Hemşince ve Ermenicenin de aralarında bulunduğu tehlikedeki 15 dil, ne kadar da eşit (!) olduğumuzun göstergeleri aslında.

Egemen Bağış’ın bu sorunlara çözümü de, Levent Yılmaz’ın onun için yazdığı “tersten enformatör” sıfatına çok uygun: “3 çocuk yapın!” Peki, siz o çocuklara, 1915’te katledilen büyük dedesi Artin’in, başkasına gelin giden ve zorla Müslümanlaştırılarak ismi değiştirilen büyük ninesi Ani’nin, Cumhuriyet’le birlikte Anadolu’dan zorla gönderilen akrabası Rena’nın, elindekini avucundakini almak için Varlık Vergisi’yle sırtına bindirilen yükü kaldıramadığı için çalışma kampına yollanan büyük amcası Mois’in, 6-7 Eylül’de dükkânı başına yıkılan müdavimi olacağı lokantanın sahibi Pandeli’nin, 1964’te çok sevdiği İstanbul’u terk etmek zorunda kalan amcası Niko’nun, dilini çocuklarına öğretemeyen dedesi Zekka'nın veya kimliğini gizlemenin acısını hep yüreğinde taşıyacak olan teyzesi Mıryanne’nin hikâyesini dürüstçe anlatabilecek misiniz? Belki de çocuk yaptıkça çoğalacağını zannettiğiniz azınlıkları devletle bütünleşmeye çağırarak, yani bir şekilde o şiddetli ateşin üstünde kaynayan aynı kazanda eriterek bir eşitlik sağlayabileceğini düşünüyorsunuz ama bilmiyorsunuz ki, “sefalette eşitlik olmaz.” 

19 Şubat 2012 Pazar

InRock Canlı Performans

InRock Canlı Performans @ Yolcu Bar ve InRock Röportajı

17.12.2011

Cem Malak - Bas Gitar
F. Fatih Korkmaz - Vokal
Kemal Ayvalık - Klavye
Süleyman Bağcıoğlu - Gitar
Barış Menküer - Davul
---
Tan Özaslan - Mastering
Sertan Şentürk - Kayıt

Uçak Kazasından Çıkan Şampiyon

Gabon ve Ekvator Ginesi’nin ev sahipliklerinde 28.’si düzenlenen Afrika Uluslar Kupası boyunca, tüm izleyicileri şaşırtarak finale kadar gelen küçük Zambiya’nın yaşadığı en kritik an belki de final maçının 69. dakikasıydı. Afrika futbolu deyince ilk akla gelen ülkelerden Kamerun, Nijerya ve Güney Afrika’nın yokluğunda herkesin işaret ettiği takım olarak gol dahi yemeden finale gelen Fildişi Sahilleri’nin futbolun beşiği Ada’yı kendisine hayran bırakan dev golcüsü Didier Drogba, Zambiya kalecisi Kennedy Mweene ile artık baş başaydı. Uzun adımlarla ceza sahasına girdiğinde Zambiyalı Chansa tarafından düşürülerek, ülkesine penaltıyı kazandıran Gervinho büyük bir sevinçle kaptan Drogba’ya sarıldığında, Kaptan’ın yüzündeki soğuk ifade bir şeylerin ters gittiğini hissettiriyordu. Kaptan topun başına geçti ve 94 Dünya Kupası finalinde Roberto Baggio’nun kaçırdığı penaltıyı andıran bir vuruşla topu direğin üstünden auta vurdu. Aynı 2006’da Mısır’la oynadıkları finalde yaptığı gibi…


Normal süresi 0-0 sonuçlanan maçta, uzatmalardan da gol çıkmayacak ve seri penaltı atışlarında 9. penaltılarda bu sefer Gervinho penaltıyı kaçırınca, 1974 Mısır ve 1994 Tunus’tan sonra üçüncü kez finale çıkan Zambiya, tarihinde ilk defa Afrika’nın şampiyonu olacaktı. Hem de Gabon’un başkenti Libreville’de, 27 Nisan 1993’te, 94 Dünya Kupası elemesi maçı için Senegal’e giden takımı taşıyan uçağın düştüğü yere yalnızca birkaç kilometre mesafedeki Angondje Stadı’nda… Kazadan uçaktaki 25 kişiden hiç kimse kurtulamamıştı. Yeni bir kadroyla elemelerde mücadele etmeye devam etmek isteyen Zambiya’yı, Gabonlu Jean-Fidel Diramba’nın reddetmesi üzerine, Gabon artık Zambiyalılar için “güvenilmez, sahtekâr” anlamına gelmeye başlamıştı. Motor arızası sebebiyle gerçekleştiği ortaya çıkan kaza için Zambiyalılar, Gabon ordusunu suçluyorlardı. Bu tarihten yaklaşık 19 yıl sonra, yine Gabon’da bu kez Afrika Kupası’nı, şans eseri o uçakta bulunmayan Afrika futbolunun en büyük isimlerinden Kalusha Bwalya, Chipolopolo (Bakır başlı kurşunlar anlamına gelen Zambiya takımının lakabı) adına kaldırıyordu. Saha içinde elden ele dolaşan kupa, Pazartesi günü Zambiya’nın başkenti Lusaka’ya turnuva boyunca takımı hiç yalnız bırakmayan ülkenin eski lideri Kenneth Kaunda’nın elinde indi. Afrika kıtasında siyahların hak mücadelesiyle özdeşleşen Nelson Mandela’nın Afrika Ulusal Konseyi’ne (ANC), baskı ortamında hiç çekinmeden kapılarını açan Kaunda, siyah Afrika adına bu kupaya en çok yakışan isimlerden biriydi hiç kuşkusuz.

Nüfusunun %40’ı yoksulluk sınırında yaşayan ve yaklaşık 600 bin AIDS yetimine sahip olan bir ülke için, aynı zamanda “futbolun en büyük filozoflarından biri olan” Liverpool’un efsanevi teknik direktörü Bill Shankly’nin dediği gibi, “futbol hayat memat meselesi değil, ondan çok daha önemliydi.” Takımın saha içindeki lideri ve turnuvanın “en değerli oyuncusu” Christopher Katongo’nun dediği gibi, bu kupayı kazanarak, Zambiya halkının acılarını biraz olsun dindirmişlerdi. Binlerce insanın gündelik hayatlarında giderek yeşeren sevinçleri, bu kupayla biraz daha büyümüştü. 1993’te bir kazayla kaybettikleri umutları, futbol sahasında taçlandırdıkları başarıyla dirilmişti artık. Kupayı kazandıktan sonra kendisine uzatılan mikrofonlara, turnuvanın yıldızlarından Emmanuel Mayuka, “Onların (1993 Zambiya’sının) yarım bıraktığı işi, biz tamamladık” diye haykırıyordu.

Sevag Beşiktaşlıyan 

* Bu yazı, 16-22 Şubat 2012 tarihli Agos'ta yayınlandı.

16 Şubat 2012 Perşembe

Bakalım… Ne görüyoruz?

 Bu aralar hep Bandista’nın “İnkârın Şarkısı” kulağımda, “bir hikâye anlatmamız gerekiyorsa eğer, 1915’ten başlamamız lâzım” diyorlar. Bugün Türkiye’de yaşadıklarımızın dönüp dolaşıp dayandığı zihniyeti görmek istiyorsak, evet 1915’te başlayan ve hiç durmadan devam eden sürece bakmamız lâzım. Bunun için gündelik hayat kâfi, ne tarihçilere, ne de tarih kitaplarına ihtiyacımız yok. Hele de resmî tarih tezlerine karnımız gerçekten tok…

Ermenilerle ilgili bir mesele konuşulduğunda dile getirilen “canavar Ermeni diasporasından” bahsederken, dünyadaki Ermeni nüfusuna, yaşadıkları coğrafyalara bakalım, “yaratılan” diasporanın Türkiye’deki Ermenilerin akrabaları olduğundan bahsedelim biraz da.

20. yüzyılın başlarında, Anadolu’daki nüfusa, oradaki okulların seviyesine, öğrencilerinin isimlerine, farklı dillerde çıkan günlük gazetelerin çeşitliliğine bakıp, sonra dönüp bugün İstanbul’daki azınlık okullarının halini, öğrencilerin isim ve özellikle de soyadlarını, çıkan günlük gazetelerin garibanlığını görelim.

20 Kura Askerlik, Varlık Vergisi gibi zulüm politikalarından sonra bile, İstanbul’da çıkan farklı dillerdeki gazetelerde döne(bile)n siyasi tartışmalara, Nor Or gibi halen Ermenice tavır alan gazetelere bakalım. Sonra da dönüp, bugün sadece birileri Soykırım’la ilgili bir şeyler gündeme getirdiğinde söz hakkı “verilen” Ermenileri hatırlayalım.


Devletin (ve devletlu zihniyetin) Hagop Martayan’daki tahammülsüzlüğüne karşın, A. Dilaçar derkenki gururuna bakalım. Buna bakarken, neden “Hepimiz Ermeniyiz” diyemediklerinden bahsedelim.

Mütekabiliyetçi zihniyetleri gözden geçirelim. “Hepimiz Ermeniyiz” demeden önce ‘karşı’sındakinin “Hepimiz Mehmet’iz” deme bekleyişlerini görelim. Yaşanan “kötü olayları” kınayabilmek için, önce bir Ermeni’nin ASALA’yı kınayıp kınamadığını öğrenmekteki arzusunu görüp, bütün bunları söyleyip, kınadıkları takdirde yaşadıkları tatminin sebeplerine inelim.

Baştan sorunlu kardeşlik metaforunda, aynı zihniyetin üstlenmek için canla başla mücadele ettiği ve hep kafamıza kaktığı, hem büyük, hem de gerekirse “sapına kadar erkek” ağabey rolüne bakalım ve kardeşleri olmak için çırpınanlardan bahsedelim.

Sonucunda ne kalacak elimizde? Yapılan etnisite mühendislikleri, uygulanan zulüm politikaları, gelişiminin durdurulması başarılan kültürler, eşit olmayan yurttaşlıklar, söz almaya çalışan ama söz hakkı “verilmeyen” insanlar, hiçbir şeyin farkında bile olmayan bir sürü insanın yanında (çoğunluk), bu kokuşmuş zihniyete ve onun çürük tezlerine karşı mücadele eden bir kitle (azınlık). Bugüne kadar, bu zihniyetin birçok şeyi başardığı doğrudur, peki ya bundan sonra? Bunların hâlâ devam edebileceğine inanıyor musunuz? Bir gün tarih kitaplarının yaptıkları katliamları yazmayacağını düşünüyorlarsa, fena halde yanılıyorlar. Doğrudur, her şeyi daha geç konuşmaya başlıyoruz ama bir gün geliyor, konuşuyoruz işte! Şimdilik dimdik ayaktalar ya da öyleymiş gibi yapmaya çalışıyorlar ama unutmasınlar ki, “eğer hâlâ başınız dik yaşayabiliyorsanız, bu boğazınıza kadar boka battığınız içindir!”*

Tamar Nalcı

*Dario Fo

15 Şubat 2012 Çarşamba

Haftanın Çok Bilmişi #6 yerine Bir Saldırı Üzerine


6-12 Şubat 2012- Türkiye’nin her haftasında olduğu gibi bu hafta da “çok bilmiş” adayları ziyadesiyle boldu. Ece Temelkuran’ı korumak adına içinden çıkılmaz çelişkilere düşen Nuray Mert ve Koray Çalışkan, bir yandan sokakta yaşamak zorunda kalan veya bırakılan gençleri, tüm dertlerinden muaf bir şekilde “madde bağımlısı” konuma indirgeyerek dışlayan ve bir yandan Cüneyt Özdemir’e “gazetecilik” öğretmeye çalışan Recep Tayyip Erdoğan bu isimlerden yalnızca birkaçı oldu. Fakat bu hafta “çok bilmiş”likten çok öteye giden ve kendisini “sol” olarak tanımlayan kamuoyu tarafından dahi yeterince ilgi gösterilmeyen vahim bir olay yaşandı: Aralarında Birgün gazetesi çalışanlarının da olduğu bir grup ÖDPli, EDP’yle alakası olmayan Gökhan Kaya’nın 8 Şubat’ta turnusol.biz’de yayınlanan “İki Melih, iki sefil…” yazısını bahane ederek, iki EDPli gence şiddetle saldırıldı. Bu, planlanmış bir şiddet eylemiydi!

Savunulan pozisyonların her ne kadar solun “evrensel” tahayyülünde bir yere oturduğu düşünülse de, esas ve eleştiriye her daim açık olan, yapılanlarla ortaya konulan “tarihsel” pozisyonlardır. Bu bağlamda, kendini “solcu” olarak nitelemek, her zaman olumlu anlamıyla “muhalif” demek ve “doğru” pozisyonu almak değildir. Dolayısıyla, solcu veya devrimci sıfatıyla tanımlanmak, yapılanların sorumluluğunu üstlenmemek hakkını kimseye vermez. Bu yüzden, şiddetin, “sol içi” veya “devrimci” gibi bir sıfatla meşrulaştırılması ve haklı kılınması düşünülemez. Bir de, girişilen eylemin ardından nedamet getirmek bir yana, her şekilde “üste çıkmaya” çalışılıyorsa, bu, kelimenin en hafif anlamıyla aymazlığa delalettir. 

Türkiye “sol”unun birleşmesi umuduyla ortaya çıkmasından, “devlet”le bağı çok açık şekilde ortaya çıkan İP ile dayanışmaya giden uzun bir yol kat etti, ÖDP. Bu yolda kazandığı “milliyetçi ve devletçi” sıfatlarının yanı sıra, kendileri gibi düşünmeyen bir “solcu”ya, Roni Marguiles’e karşı girişilen şiddet eylemlerini “demokrasi”nin içinde sayarak birçok şeyi kaybettiklerini de ortaya koydular. Dahası, son olarak EDPli gençlere karşı yapılan saldırıdan sonra, “AKP, EDP'ye geçmiş olsun ziyaretinde bulunsun!” pişkinliğine başvurulması ve hatta saldırıların görüntüleri yayınlanacak haberinden sonra, “Galasına biz de gelelim” veya “Bu gala, daşlı gala” diyerek dalga geçilmesi ise aslında muhatap dahi alınmayacak bir seviyeye gelindiğini gösteriyor. Elbette ki, bu saldırı, tüm ÖDP ve Birgün kadrolarını bağlamaz, fakat daha önceki saldırılarda yaptıkları gibi sadece üzüntülerini sunmakla yetineceklerse, bu şiddete göz yumduklarını varsaymak hiç de yanlış olmayacaktır.

Bundan sonrası için tek ümidimiz, kamuoyunun büründüğü bu saçma suskunluk halinde sıyrılarak ses çıkarmasıdır.  Saldırıya maruz kalan tüm EDPlilere geçmiş olsun dileklerimizle…    

12 Şubat 2012 Pazar

Batu Mutlugil: 'Rock hep vardı, hala var ve hep var olacak'

- 2005 yılında Milliyet’e verdiğiniz röportajda, gündüzleri tekstil işleri, geceleri ise müzikle uğraştığınızdan bahsetmişsiniz. O dönemleri biraz anlatabilir misiniz? Bu iki farklı dünyayı nasıl idare edebildiniz?

Ben 21 yaşımda, 2 çocuk babası oluverdim. Bu sorumluluk ağır bastırmıştı. Yaptığım müzik ise türü itibarı ile tam “Müslüman mahallesinde salyangoz satışı” durumuna uygundu. Diğer taraftan müzisyen olarak tarzımdan taviz vermemek için, “kelle” tabir edilen müzisyenlerden olamayacaktım. Bu ve bir sürü nedenden dolayı, gitarın yanı sıra öğrendiğim 4 dil sayesinde bir işe girdim ve tercüman olarak girdiğim firmada nasıl olduysa kısa zamanda kar ortağı oluverdim. Bir zaman ve 2 ortaklıktan sonra tek başıma olmam gerektiğini anladım ve hatırı sayılır bir tekstil firması sahibi oldum, her ne kadar ailem bu işi istemediyse ve desteklemediyse de.

Daha sonraları ticaretin benim etiğimin dışında cereyan edişini sindiremememden dolayı dönemin krizini de sebep görerek, arada gayet amatör ruhla başlattığım Mojo’ya yoğunlaşmayı yeğledim. Tekstil işi dibe giderken, Mojo yükseliyordu. Çok zor gelmedi bana…
Fotoğraf: Barış Benice

- Türkiye’de uzun yıllardır hâkim eğlence anlayışı, “eller havaya” üzerine. Sizin işletmeciliğini yaptığınız Mojo ise bu eğlence tarzına alternatif arayan Rock müzik dinleyicisi için temiz hava sahası görevi görüyor. Sizin Mojo maceranız nasıl başladı ve bugün geldiği noktadan memnun musunuz?

Mojo macerası benim Kerim Çaplı'ya zil ve trampet verilmemesine kızıp “sonunda bir bar açtıracaksınız” diye sitemimi, karşı kaldırımdaki genç bir işletmecinin “bu sözünü unutmazsın değil mi Batu abi?” diye cevaplaması ile başlayan bir ortaklık hikâyesidir. 16 yıl, dile kolay…

Mojo‘da tarza ve müzik kalitesine saygı, hep ekonominin önünde kalmıştır ama ne var ki, ideolojik direnç ekonomiden etkileniyor, hala kırılmasa da… Bir taraftan işletmeci olarak piyasaya uygun adım atmak isteseniz de, rock duruşunun ağırlığı size bir türlü izin vermiyor, tarzın dışına kaçmanıza. Asgarilerle azamileri hedeflemek zorlaşıyor.

- Disko Kralı’nda gitaristler gecesinde, yakın zamanda bir albüm yapacağınızdan bahsettiniz. Nasıl bir albüm yapmayı düşünüyorsunuz? Bize birazcık bu albümden bahsedebilir misiniz?

Sandığımdan daha ürkek ve yavaş adımlar atıyorum, albüm konusunda. Ticari bir hedefim olmadığından, kurgudan fazla içten ve “ben” olmalı diyorum. Fazla seçiciyim ve zor beğeniyorum, iş kendime gelince. Üzerinde fazla durduğum parçalarım ruhumda eskiyor zaman zaman. Aşk yerini alışkanlığa bırakırcasına sıkılıyorum ve vazgeçiyorum. Bazen stüdyoya girip bir kerede “ne çıkarsa “ diyesim geliyor. “Bu muydu yani?” dedirtmek de istemiyorum. Serde az da olsa “baba gibi” olması var hala. Bilmem…

- Blue Blues Band (BBB), Türkiye’nin yetenek ve kalite bakımından en önemli gruplarından biriydi. Hiç albüm çıkarmamış olmanıza rağmen, bugün hala Blue Blues Band’den bahsediliyor. O gruptan biraz bahsedebilir misiniz?

Blue Blues Band’in bence beğenilen tarafı, tüm elemanların, dönemler farklı da olsa, ruhlarında bir yandan 68’i ve genel olarak da 70’leri sindirmiş olmasıydı. O kadar uzun hikâyesinde, BBB yalnız iki çalışma yapmıştır. Bu iki çalışmada da, parçalardan fazla yiyecek, içecek, sigara ve muhabbete ağırlık vermişizdir. Sonuçta sahnede çalarak çalışmış oluyorduk ve bu nedenle de, parçalar orijinal tınısını kaybetmeden BBB yorumu oluşuyordu.
Bir garip durumdu ama çok güzeldi bunu yaşamak! Hep bir albüm konuşuldu ama sanırım, bugün ben nasıl albüm konusunda ürküyorsam, herkes o dönem öyle idi. Başkalarının parçaları bizim olmuştu. Yavuz, yine iki albüm çıkarıp bizi akladı.

- Birkaç sene önce Yuxexes dergisine, “İyi müzik, iyi müzisyenler ile yapılır” demiştiniz ve siz uzun yıllar Kerim Çaplı, Yavuz Çetin, Süleyman Bağcıoğlu ve Sunay Özgür gibi çok önemli müzisyenler ile beraber çaldınız. Siz neler söylemek istersiniz ismi geçen müzisyenler ile ilgili?

Blue Blues Band, bir cover grubuydu. Dünyanın en yetenekli müzisyenlerinin uğraşıp yaptıkları parçaları dinleyip çalıyor ve yorumluyordu. Bu durumda, eğer seçtiğimiz parçalar
iyi müzik idiyseler, biz çalanlar iyi müzisyenler olmalıydık, yoksa dinleyenler iyi müzik dinleyemezlerdi. Geyiğimtrak ama özgün bir anlatım oldu.

Kerim Çaplı solist, klavyeci, gitarist, basçı ve davulcu olarak üstün bir yetenekti. Sağlığı ve ekonomisi olaydı, çok güzel eserler bırakabilirdi. Yavuz çok değişik bir tınısı olan ve kalbi gitarın tellerinde atan bir yetenekti. Sesini iyi kullanan bir solistti. Sunay Özgür bence BBB’ye en yakışan basçı oldu. Hem yetenek, hem de karakter olarak. Zorladığı tevazuunun altında, çok güçlü bir kompozisyon ruhu vardır. Süleyman hiç BBB’den olmadıysa da (onun grubu Blues Express idi, şimdiki Karpuz ekibi  ) hakkı yenilmeyecek ve benim “bentlerin efendisi “ diye takıldığım duygu ve renk dolu tuşesi olan bir gitaristtir.


- Rock müziği de her müzik gibi değişiyor ve kendini yeniliyor. Siz rock müziğini nasıl bir yolda görüyorsunuz?

Rock hep vardı, hala var ve hep var olacak. Ancak rockı tanımlamak gerek. Tam tanımlanamadığı için dallara ayrıldı: Blues Rock, Hard Rock, Pop Rock ve Rock’n’roll (salla ve yuvarla)… Rock’n’roll’daki rock zamanla bir “duruş” oldu ya da ben öyle tanımlamak istiyorum. Bu duruş ayrılan dallarda bazı grupları ve müzisyenleri diğerleri ile bir araya getiriyor. Yalnızca duruş olarak… Saçmalamaktan çekiniyorum, bu nedenle “işte budur” der, dururum: Led Zeppelin ve Dream Theater. Ayrı zaman, aynı duruş… Değişen yalnız notalar, ruh aynı. Duruşu olmayanlara değinmem dahi.

- Türkiye’de son yıllarda rock müziğe yönelik ilginin arttığı söylenir, fakat Disko Kralı’ndaki Gitaristler Gecesi’nde Türkiye’nin en önemli gitaristleri bir araya geldi ama o günkü seyirci, çalan müziğe karşı çok tepksizdi. Son dönem Türkiye rock müzik dinleyicisi, hakkında neler söylemek isterseniz? İyi müzikten anlayan bir dinleyici kitlesi var mı Türkiye’de?

Doğru konuşmak gerekirse, rockın ana dili İngilizcedir. Anglofon ülkelerdeki dinleyici bu nedenle istemeden şanslıdır. Denileni anlar ve müziğin içinde dinler. Bunun için bir zahmet etmezler. Biz İngilizce biliyorsak, onlarla aynı huşa geliriz; yani o dili öğrenmek zahmetine katlanmışızdır.

Zahmeti vermeyen veya veremeyen kitle de, kendi dilinde rock dinlemeyi tercih eder. İster istemez Anglofon ülkelerin müziği, kendi kültürlerini ve kısmen folklorünü yansıtır. “I just wanna make love to you” diyen bir grubun kitlesi, özellikle grup erkeklerden oluşuyorsa, kadın dinleyenleri bu ülkelerde sırıtıp, hoşlanıp, zevk alıp kırıtırcasına gurur duyup mutlu olabiliyor. Bunu biz de dinleyen ve anlayan kitle de kısmen idare ediyor. Çünkü o dile hakimsen, kısmen kültürünü de beynini de benimsiyorsun. Gel bu sözleri bundan fazla değil, 10 sene önce Açık Hava’da Türkçe söyle ve bak ne oluyor! Şimdilerde bile, belirli megapollerin dışında çoğunluğu eğlendiremezsin. Bu nedenle de, bizim dilimizde ama rock duruşuyla yapılmış popüler “rock” parçalar var. Kitle bunları zahmetsiz dinliyor. Sen şimdi gel, zahmet et, çöz bakalım, bu adamlar neden iyiler ama çoğunu tanımıyorsun ve ne tür müzik yaptıkları, bir tarafa bunu iyi yapıp yapmadıklarını ayırt et dersen seyirciye, işte iş o zaman zor! Bu dinleyicinin ilgisizliğinin kısmi izahı; yani sen bu durumda ilgilerini çekmek için o belki çoğunluğun bilmediği parçayı öylesine yorumlamalısın ki, bir şeyler katarak ilgilerini çekesin. Ben bazen blues çalarken, arasına “bahriye çiftetellisinden geçiş” koyuyorum, yarı kapalı gözler açılıp gülümseme başlıyor. Tanımak bu. Bilmediğini paylaşamazsın. Ama her ülkede olduğu gibi tabii ki, bizde de iyi rock dinleyicisi var. Amerika’daki grup sayısına dinleyiciyi böl, biz de fena sayılmayız rock gurubu sayısına göre…

- Son olarak, dönemlerde en çok beğendiniz grup ve gitarsitler kimler?

Beş grup ve beş gitarist sayayım, çünkü 70’lerin çoğunu seviyorum, uzun sürer:

Rolling Stones Beatles - Led Zeppelin Doors - ZZTop

Eric Clapton - Leslie West - Alvin Lee - Stevie Ray Vaughn - Joe Bonamassa

Bir de, tabii bu iki klasmanın çok çok üstünde bir isim var: Jimi Hendrix!

Rockça kalın...

Can Öktemer-Sertan Şentürk

8 Şubat 2012 Çarşamba

Burası bizim yurdumuz mu ki?

Burası bizim yurdumuz değil ki, bizi öldürmek isteyenlerin yurdu.*

Hrant Dink cinayet davasının ya da nam-ı diğer “ilahi adalet komedyası”nın sonucu malum... Erhan Tuncel’in cinayetten beraat etmesiyle hemen tahliye edilmesinin ardından, bütün bunlar yetmezmiş gibi gazetelerdeki ve televizyonlardaki röportajları ve şu an “bilirkişi” gibi muamele görmesi de cabası... Sadece 3 hafta önce, kendisi hak ettiği yerde, sanık koltuğunda oturuyordu, oysa şimdi, örneğin HaberTürk’teki “özel röportaj”ında bir piyano önünde, varaklı koltuklarda oturuyor. Sorun Erhan Tuncel’in orada oturmasında değil, onu oraya oturtanlarda elbette. Medyada “Erhan Tuncel orada, bu şekilde nasıl röportaj verir?” diye soruldu mu, sorgulandı mı, eleştirildi mi? Tabii ki hayır.

Medya, bu aralar başka önemli işlerle meşgul. Bunları sormak, Hrant Dink davasında bundan sonra neler yapılabilir diye konuşmak yerine (üstelik de Hrant’ın Arkadaşları bunla ilgili 31 Ocak’ta bir basın toplantısı düzenlemişken), Hrant’ın Arkadaşları’nın liberal mi, solcu mu, Fethullahçı mı olduğuna, “cinayet davasını Ergenekon’a bağlamaya çalışırken aslında cemaatin cinayetteki rolünü örtbas eden bir rol” mü üstlendiğine karar vermeye çalışılıyor. Tabii ki, beyhude çabalar olarak değerlendirilebilecek bu tartışmada henüz bir mutabakata varılamadı. Kahretsin, kendi iktidar kavgaları içerisinde yine bir yere oturtamadılar bu insanları.

Öte yandan, Ece Temelkuran’ın içtiği çayları, nasıl da işsiz kaldığını, Hrant’ın paraziti olup olmadığını, “sinsi, ahlak dışı, zekâ seviyesi düşük” eleştirilere** nasıl da maruz kaldığını ve tüm bunlara Hrant Dink’in “mirası”nın nasıl kenar süsü olduğunu gazetelerde okumaya mecbur kalıyoruz.

Fransa senatosunda yine gözler… Soykırımı inkâr yasasıyla ilgili yapılan itirazların sonucu bekleniyor. Yaptırımlar ellerde hazır, rahat rahat koltuklara oturup sonucu beklerken, Gaziantep’ten bir vatandaş kalkıp Sarkozy, Ermeni diasporası (bu kelimeyi her yazdığımda Word’ün bana “kopuntu” kelimesini önerdiğini de eklemeliyim) ve Türkiye’deki beş Ermeni vakfına 1915 ile ilgili, suçlamalar içerisinde “kadınların karnını deşmek” bile olan bir suç duyurusunda bulunuyor ve işin kötüsü, savcı da bunu kabul ediyor. Bu haberle hiç ilgilenilmiyor, zaten itibar edilecek bir tarafı da yok. Ama zihniyetin vahameti de fark edilemiyor.

Bir taraftan, Samsun’da bir dergi, Hrant Dink’i öldüren tetikçi Ogün Samast’ı övebiliyor hâlâ. 24 Nisan 2011’de, Batman’da askerliğini yaparken öldürülen Sevag Şahin Balıkçı’nın, aslında, komutanın ailesine dediği üzere “trafik kazası gibi” bir kazanın sonucunda ölmemiş olduğu nihayet çıkıyor ortaya. Fakat Sevag’ın katili, görgü tanığının “Kıvanç silahı Sevag'a doğrulttu ve tetiğe bastı. Ailesi, Kıvanç lehine ifade vermemi istemişti” demesine rağmen, “oy çokluğuyla” tutuksuz yargılanabiliyor.***


Ölülerimizle dahi uğraşmak hiç vazgeçilmeyen bir eylem türü... Malatya’daki Ermeni mezarlığının üzerinde buldozerler gezebiliyor. Malatyalı Hayırsever Ermeniler Derneği’nin bağışlarıyla yapılan gasilhane, son dua yeri ve bekçi kulübesi yıkılıyor Belediye tarafından. Sonra “ama biz bekçi kulübesini yıkacaktık, işçiler yanlış anlayıp hepsini yıkıvermişler” minvalinde bir açıklama yapabiliyor Belediye. Sonra telafi edeceğini ve yeniden inşa edeceklerini açıklıyorlar ama ne… Kimseye sormadan, o buldozeri sokabildiler mi oraya bir kere? Evet, sokabildiler.

Şimdi söyleyin bana burası kimin yurdu? Bizle yaşamak isteyenlerin mi, yoksa bizi öldürmek isteyenlerin mi? Öldürmek istemeseler bile, öldürenlerin karşısında sus pus olanların mı?

Tamar Nalcı

* Tezer Özlü
** Kendisinin bu sıfatlarla dile getirdiği eleştiri, bu blogdaki “Haftanın Çok Bilmişi #4: Ece Temelkuran” yazısıdır. Takdiri sizlere bırakıyoruz.
*** Bir sonraki duruşma 13 Şubat 2012, Pazartesi günü Diyarbakır’da görülecek.