19 Ekim 2016 Çarşamba

Özgür Yaren: 'Taşrayı sadece sıkılacağımız bir yer olarak görmek arızalı bir durum'

Suriye'de yaşanan iç savaş nedeniyle, zorunlu göçün gündemde olduğu sığınmacıların trajedilerine her gün tanık olduğumuz bir dönem geçiyoruz. Türkiye'de özellikle 1950'li yıllarda Almanya'ya giden Türkiyeli işçiler sebebiyle göç olgusuyla karşı karşıya kalmıştı. Göç olgusunun izdüşümü kendisini sinemada da göstermişti. Hem Yeşilçam'da hem Alman sinemasında bu konuyu anlatan bir çok filmle karşılaşırız. Almanya'ya göç eden ailelerin üçüncü kuşakları ise kendi filmlerini çekmeye başlayınca ortaya çok daha farklı bir göçmen sinemasıyla karşılaşılır olmuştur. Bununla beraber Yeni Türkiye sinemasında son yıllarda sıklıkla karşımıza çıkan konuların başında taşra sıkıntısı gelmekte. Bağımsız sinemacıların taşraya olan bakışı ve taşrayı "sıkıntı" olarak tanımlamaları üzerinde tartışılmaya değer bir konu olarak görülüyor. Göçmen sineması üzerine doktora tezi yazan ve bu çalışmasını Altyazılı Rüyalar Avrupa Göçmen Sineması üzerine kitaplaştıran öğretim görevlisi Özgür Yaren'le göçmen sinemasının dünü bugünü, sinemada çok kültürlülük, melezlik ve taşra sıkıntısını, taşra sineması üzerine konuştuk.
Can Öktemer ve Özgür Yaren
- Altyazılı Rüyalar Avrupa Göçmen Sineması isimli kitabınızdan yola çıkarak genel olarak göçmen sinemasını nasıl tanımlarsınız?
Göçmen sineması bugünden baktığım zaman tarihin belirli bir evresinde ortaya çıkmış bir tür. Hatta bir alt tür gibi görülüyor. Bu alt tür lafı yanıltıcı olabilir, çünkü genellikle tür formel yani biçimsel özellikleri imler; ama burada belirli özelliklerin ortak olduğu bir grup filmin oluşturduğu bir alt tür söz konusu. Bu da kabaca II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa'ya doğru yönelen göç hareketlerinin bir kuşak sonrasında oradaki sosyal durumun karşılık bulmasıyla başlayan, ikinci ve üçüncü kuşağı da kapsayan yaklaşık 30 yıllık bir dönemi anlatıyor.
- Göçmen sinemasına yönelik ilk örnekleri Almanya özelinde görmekteyiz. Bu sinema sıklıkla göç alan ülkelerde mi belirdi ilk olarak?
Doğal olarak öyle gelişti. II. Dünya Savaşı sonrası göç, ilk başta çok planlı, programlı organize bir şekilde yapıldı. Karşılıklı antlaşmalarla işçiler gönderildi. Tabii geçici olması planlanıyordu ama daha sonra durum öyle olmadı. O meşhur laf vardır ya, "Biz işçi istedik, onlar insan gönderdiler." Gidenler insan oldukları için işin boyutu değişti. Sözleşmelerle sınırlayamadılar insanların hayatını. İşçi alım programları ilk defa Almanya'da başladı. Daha sonra diğer Batı Avrupa ülkelerinde de benzer antlaşmalar gerçekleştirildi. Tabii Fransa'daki durum Almanya'dakinden farklıydı. Fransa fazladan emeğe ihtiyaç duyunca, sömürgelerine göz çevirdi, gelen işçiler Fransa'nın eski sömürgelerinden, Kuzey Afrika ülkelerinden geldiler. Almanya'da durum öyle olmadığı için hemen hemen Avrupa'nın her tarafından özellikle Doğu Avrupa'dan, Akdeniz havzasından ve Türkiye'den göç aldı. Biraz daha parçalı bir hareketlilik yaşandı. Kısa bir süre sonra 60'ların sonuna kadar Batı Avrupa'da bu göç hareketleri sokakta görünür hale geldi. İlk başlarda giden göçmen işçiler, işyerlerinin onlara sağladıkları yurtlarda kalıyorlardı. Daha sonra zamanla toplumla karışmaya başladıkları anda doğal olarak daha görünü hale geldiler. Bu nedenle göçmen sinemasına dair ilk örnekleri Almanya'da ve İsviçre'de karşımıza çıktı.
La Haine-Mathieu Kassovitz
- İlk göçmen filmlerini kimler yapmıştı ve sorunu nasıl ele almışlardı?
İlk göçmen filmleri, göçmenler ya da onların çocukları tarafından yapılmadı. İlk göçmen filmleri "ev sahibi" ülkelerin sinemacıları, aydınları tarafından yapıldı. Bir toplumsal sorun çerçevesinde görülerek üretildi. Bir tür sınıf sorunu olarak ele alındı. O yüzden göçmen sineması bugünden baktığımızdan ilk dönemlerinde bir tür sosyal görevli perspektifine ve hatta biraz aydın vicdanına sahipti. Sakıncalı tarafları da var bu durumun. Nedir o sakınca? Bir kere toplumsal sorun olarak görünce ister istemez bu işten zarar gören kurbanlar olarak görmeye başlıyorsunuz gelen işçileri. Bu da bir tür uyuşmaz bir karşıtlık yaratıyor. Biz ve onlar var. Onlar geldiler emekleri sömürülüyor, kültürel çelişkiler yaşıyor, zorlanıyorlar. Böyle düşünmenin mantıksal sonucu: İki kültür bir arada yaşayamaz. Bugünden baktığımızda çok şey değişti Avrupa'da. Göçmenlik halen çok yakıcı bir problem olarak karşımızda. Onun yarattığı bir reaksiyon olarak reaksiyoner bir siyaset yükselişte. Reaksiyonerin Türkçe karşılığı gerici demektir. Gerici siyaset yükselişte, yani milliyetçi, şovenist, yabancı düşmanı bir siyaset yükselişte ve aslında aydın vicdanıyla, hümanizmle biçimlenen ilk dönem göçmen filmleriyle göçmen karşıtı siyasetin kabulleri çok farklı değil. İkisi de iki kültürün bir arada yaşayamayacağından yola çıkıyor. İlk filmler yabancıların kültürel zorluklar yaşadığını dile getiriyordu. Yeni kuşak reaksiyoner siyasetçiler daha farklı biçimde aynı önyargıyı dillendiriyorlar.
- Kültürel entegrasyon meselesiyle Fassbinder gibi yönetmenler pek ilgilenmemiş gibi gözüküyor. Biraz daha sol tınılı, birlikte nasıl yaşacağız sorusu üzerinden değil de, emeklerinin sömürüsü üzerinden gitmişler sanki.
Evet ama onları suçlamamak lazım, henüz bu sorulara cevap aramak için erkendi onlar o filmleri çekerken. Çünkü henüz birlikte yaşayıp yaşayamayacağımız belli değildi. Sadece artan yabancı bir işçi nüfusu vardı. Bu nedenle onlardan filmlerinde böyle tavır almalarını beklemek biraz acımasızca olabilir. O zamanlar yaygın bakış açısı göçmenlik meselesini sorun görmekti. Bir sosyal görevlinin soruna yaklaşımı gibi "Bu yaraya nasıl pansuman yapabiliriz?" bakışı hakimdi. Daha sonra bu tutum değişti. Özellikle ikinci kuşaklar arasından çıkan sinemacılar kendi seslerini duyurmaya başladığında, sadece bu kurban ve ezilen kimliği içerisine sıkışmışlıktan bir parça kendilerini kurtardılar. Çok seslilik ortaya çıkmaya başladı. Dolayısıyla bu perspektif de değişmeye başladı.
Duvara Karşı-Fatih Akın
- Fassbinder ve benzer sinemacılarda ilk örneklerini gördüğümüz göçmen sineması Fatih Akın gibi yönetmenlerin ortaya çıkmasıyla birlikte daha bir melezleşti diyebilir miyiz?
Ona doğru evirilmeye başladı. Avrupa göçmen sinemasını asla Hollywood sinemasından ayrı düşünmemek lazım. 90'lı yıllarda gençlik filmleri, getto gençlik filmleri çok popülerdi. Özellikle Fransa'da başlamıştı. Fatih Akın'ın ilk filmi Kısa ve Acısız da öyle bir filmdir. Orada da göçmenler sesleri çıkmaz, edilgen kurbanlar değillerdi ama küçük suçlara bulaşan ve gettoya hapsedilmiş, hikaye içinde eylemler girişse de kendilerini kurtaramayan karakterlerdi. Sessiz ve edilgen kurban göçmen imgesinin yerini önce gettoda yaşayan, biraz da isyankar gençler aldı diyebiliriz.
- Önceki dönemle benzerlikleri sanırım bu karakterlerin yine alt sınıfa mensup olmaları.
Evet, yine alt sınıfa mensuplar. Kuşkusuz Avrupa'ya yönelik göç, sınıfsal bir hareketti. Önce işçiler geldiler. Afrika'da örneğin Hindistan'dan gelen esnaf göçmenler görürsünüz. Latin Amerika'ya gidin, orada Orta Doğu kökenli çoğunluğu Arap Hıristiyan bir ticaret diasporası görürsünüz. Onlar da esnaflık yapmaya gitmişlerdir. Ama Avrupa'ya göç daha kararlı bir şekilde işçi göçüydü. Dolayısıyla bu filmlerin her zaman bir sınıfsal geri planı oldu. Daha sonra çok kültürlülük tartışmasıyla birlikte göçmen karakterler de onların sınıfsal geri planları da dramatik bir biçimde çeşitlendi. Hikayeler sınıfsal geri planını biraz yitirdi. Bugün baktığımda göçmen sinemasının bir parantezi kapattığını söyleyebilirim. Çünkü artık Avrupa'da yaşayan göçmenlerin sorunları ya da çok kimlikli zenginlikleri etrafında dönen temalar bir tarafa bırakıldı. Bunların yerini henüz göçmeye çalışan yasa dışı göçmenler ve sığınmacılarla ilgili filmleri almaya başladı.
- Çok kimlikli, melezleşmiş filmler, sinemayı özellikle de Avrupa sinemasını bu anlamda nasıl değiştirdi?
 Bu biraz da 90'lı yıllarla gelen post modern dalga içinde geldi. Edebiyatta da benzer bir durum söz konusuydu. Kimliği sorgulayan, onun da ötesinden gerçekliği ya da gerçekliğin tek bir yorumunu sorgulayan post-modern anlatılar ortaya çıktı. Daha sonra kimliğin sabit insanın doğasına özgü bir şey olmadığı, bunun bir tür performans olduğu, değişebileceği dönüşüme uğrayacağı, siz ne kadar etiketlemeye çalışırsanız çalışın, o dönüşüme o evrime yetişemeyeceğiniz kabul görmeye başladı. Bu kimliğin akışkanlığı meselesi Avrupa göçmenliğiyle tam uyuştu. İşte bu da ilk göçmen filmlerinin o katı ikili dünyasının siyah ve beyaz sınırlarını yıkmış oldu. Bu filmler böylelikle sınıfsal ve kültürel ikilikleri yıkmış oldu. Şimdi tekrar bugüne gelecek olursak; bu tür ikiliklerin tekrar yeni baştan kurulmaya başladığını görüyoruz. Post-modernizm çok iddialı bir şekilde modernizmin altını oymak üzere ortaya çıktı. Geldiğimiz noktada tekrar kimlik meselesi belirleyici olmaya başlamış gözüküyor.
- Avrupa'da Suriyeli göçmenlerin sebebiyle yükselen yeni bir sağ, İslamofobik milliyetçi bir söylem var. Siz de "Göçmen Sinemasını Yeniden Düşünmek" isimli makalenizde yazmıştınız, Avrupa'nın çok kültürlü, demokratik yapısı başka bir yere doğru eviriliyor. Bu dilin sinemaya yansıması nasıl olacak sizce?
Bu aralar en çok sığınmacılarla ilgili filmler çekiliyor. Göçmenlerin, sığınmacılardan şöyle bir farkı var: Göçme işini başarıyla tamamlayıp geride bırakmış olanlara göçmen diyoruz. Sığınmacılar henüz sınırı geçmeye çalışıyorlar. Kaçak bir şekilde yasadışı yollarla sınırı geçmeye çalışıyorlar. Henüz toplumsal bir kategori olma sürecinin başındalar. Sığınmacının uyum sorunu hakkında konuşabilir miyiz? Geçiş aşamasında yani kelimenin tam anlamıyla sınırı geçiş aşamasındalar. Bir sınırdan diğer sınıra geçiş aşamasında olan bir gruptan bahsediyoruz. Bu çok kırılgan bir grup, görebildiğim kadarıyla filmlerin derdi en çok bu trajediler gibi gözüküyor. Bahsettiğiniz İslamofobi ve yabancı düşmanlığı filmlerde ortaya çıkar mı? Bunun için sanat sineması yerine ana akım sinemaya, televizyon dizilerine bakmak lazım.
- Dilerseniz biraz da Yeni Türkiye sineması üzerine konuşalım. 1990'lı ve 2000'li yıllar Türkiye sinemasında ana eğilimin "bastırılanın geri dönüşü" olarak tanımlanır ve bu dönemde Türkiye sinemasında daha önce pek işlenmemiş birçok konunun işlenmeye başlandığından bahsedilir. Siz genel olarak bu dönemi nasıl tanımlarsınız?
1990'lı yıllarda bu tip konularda utangaç çabalar vardı diyebiliriz. Onların çok daha güçlüsü 80 öncesi Yeşilçam'da Yılmaz Güney sinemasında vardı mesela. 1990'lı yıllar o anlamda bence dönüştürücü, devrimci olmadı. 2000'li yıllardan sonra belki bahsettiğiniz "bastırılanın geri dönüşü" gibi bir durum yaşandı. Bu dönemde çekilen filmlerin bazılarında Kürt sorunu, azınlık sorunu gibi konular gündeme gelmeye başladı. O da bu konuda birden bire aydınlandığımız için değil, bütün dünyada kimlik politikasının öne çıkmasıyla ve sınıf sorunun politik arenadan dışlanmasıyla mümkün oldu.
- Türkiye sineması 1990'lı yıllarda yaşanan olayları anlatabildi mi, yüzleşebildi mi? Bu olayların anlatısını politik sinema çerçevesinde kurabildi mi sizce?
Kuramadı, hatta onu bırakın Gezi eylemlerine dair bir film bile yapılamadı. Belli ki, bu konularda bir takım sorunlarımız var. Bu sorunların sadece sansürle ilgili olduğunu da düşünmüyorum açıkçası. Yaratıcılıkla alakalı olabilir.
- Türkiye'deki politik sinema için, halen dilini arayan bir sinema diyebilir miyiz?
Politik sinema denildiğinde aklıma iki şey geliyor. Özellikle 2000'lerden sonra ön plana çıkan ve kimlik meselelerine odaklanan sinema. Diğeri de onun özel bir varyasyonu olan Kürt sineması. Kürt sineması politik olarak daha aktivist bir yerde duruyor. Aslında ikisi de aynı soruna çözüm arıyorlar: Türkiye'de bastırılan kimlikler meselesine. Bir grup daha liberal bir çerçeve içerisinden arıyor, bir grup daha biraz aktivist ve milliyetçi bir çerçeveden yanıt arıyor. Politik sinema adına Türkiye'den görebildiğim en belirgin örnekler bunlar.
- Azınlıklar nostaljisi de var.
Bu aslında tek başına azınlıklarla ilgili olmayabilir. "Azınlık nostaljisi" Türkiye'de yaşadığımız genel kimlik problemliyle de alakalı olabilir. Türkiye'de öne çıkan baskın kimlik özelliklerinin bazılarımızın çok kabullenmek istememesiyle ilgili olabilir. Onun yerine ikame kimlikler arayışımızla ilgili olabilir. Daha çok Avrupalı olmaya çalışmamızla ilgili olabilir.
- 1990'lı yılların azınlık nostaljisi üzerine ve İstanbul'da giderek artan göç dalgaları sonucu İstanbul'un çehresinin değişmesi üzerine "Bize de Lozan kapsamında azınlık statüsü verilmeli" minvalinde yazılar çıkıyordu.
Türkiye'nin sunduğu baskın kimlikten dolayı ortaya çıkan huzursuzluğun bir nedeni de hayat tarzına ilişkin kaygılardır. O yüzden o yazıların söylediği şey çok absürt değil dertlerini anlayabiliyorum. Türkiye'nin sunduğu tabldot menüden huzursuzluk duyuyorsak, başka şeyler aramaya başlıyoruz. Bir yandan kişisel olarak da hikayemizi Avrupa'yla ilişkilendirmeye çalışıyoruz diğer yandan Avrupa'yla ilişkinin aracısı olduğunu düşündüğümüz azınlıkları özlüyoruz.
Bir Zamanlar Anadolu'da-Nuri Bilge Ceylan
- Son dönem Türkiye sinemasında sıklıkla karşımıza çıkan bir başka konu da "taşra sıkıntısı". Bu konuyla ilgili de çok fazla film üretiliyor. Siz genel olarak bu filmleri nasıl değerlendirirsiniz?
Taşrayı sadece içinde sıkıldığımız bir yer olarak görmek tuhaf, arızalı bir durum var. Sanki içinde yaşadığımız kentler, "kent özgürleştirir" deyişine çok uygun, buralarda özgürce hareket edebiliyoruz da, taşraya gittiğimizde Amerikan korku filmlerinde gördüğümüz o tekinsizlikle, sıkıntıyla karşılaşıyoruz. Halbuki öyle bir şey yok. Türkiye'de açıkçası kentlerle daha küçük yerleşim yerleri arasında çok dramatik farklılıklar olduğunu düşünmüyorum. Yerli filmler taşra sıkıntısıyla meşgul olmaktan kent hayatına ilişkin bir başka bir beylik temaya geçmeye vakit bulamıyorlar. Örneğin, Abbas Kiarostami filmlerinde olduğu gibi, kentlerin boğuculuğundan, sıkıcılığından, kalabalığından kaçmaktan ve daha basit bir yaşam arayışı için taşraya doğru yönelmekten bahseden pek yok. Bu biraz daha köklü ve eski bir fikir. Kentlerin çok karmaşıklaşmaya, kalabalıklaşmaya başladığı, sıkıcı, boğucu hale geldiği bireyi boğduğu endişesi ve buna çözüm olarak da daha basit bir dünya arayışı çok daha eski ve köklü bir fikir. Avrupa'da özellikle Almanya'da ve İsviçre'de başlayan 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyıl başına doğru uzanan çok daha köklü bir hareket. Kurtuluşu doğada, daha basit bir hayatta arama düşüncesi. Yerli filmlerde durum tam tersi, kentler daha yaşamaya elverişli alanlar, taşra ise daha boğucu bir yer. Bir kere kurtuluşu doğada aramak için, insanın çok kentli olması lazım. Taşrayı unutmuş olması lazım. Tamamen kent tarafından absorbe edilmiş olması lazım ki, taşrayı idealize edebilsin, romantikleştirebilsin, orayı huzur bulunan bir yer olarak görebilsin. Türkiye'de taşrayı mesele eden sinemacıların böyle bir derdi var. Onlar belki hala içlerindeki taşralıyı korudukları için taşrayı bu kadar romantize edemiyorlar, idealize edemiyorlar. Taşra deyince -belki biraz kaşımak lazım burayı- kendi kişisel hikayeleri, tarihleri akıllarına geliyor ve hatırladıkları şeylerden çok mutlu olmuyorlar. Geriye dönüp baktıklarında şimdiki hallerinden daha çok memnun görünüyorlar. Bu da tipik taşradan yeni gelmiş orta sınıf ideolojisi. Orta sınıflar -küçük burjuvazi- genelde daha yoksul olmadıkları için kendi hallerinden memnundur. Elbette bu iddia spekülasyondan ibaret; son dönem sinemamızdaki taşra sıkıntısı temasının yoğunluğunu, sinemacılarımızın taşralı olmasına bağlıyorum.
 - Yumurta filmindeki Yusuf karakteri de, kendi içindeki sıkıntıdan kurtulmak için taşrayla barışıyordu.
Öyle idi ama Semih Kaplanoğlu'nun o üçlemesinin tamamında Yumurta filminde de taşra yine boğucu, hiçbir şeyin olmadığı, eylemin söz konusu olmadığı mekanlardı. Filmin sonunda karakterin içsel kurtuluşunu orada bulması önemli değil, filmin bize nasıl evren sunduğu daha önemli. Nasıl bir taşra evreni sunuyor, ona bakmak lazım. Üstelik Semih Kaplanoğlu kendisini muhafazakar olarak tanımlıyor. Bu bakımdan onun belki taşraya daha yakın olması beklenir. Buna rağmen onun filmlerinde de taşra çok boğucu bir mekan olarak karşımıza çıkıyor. Bu da enteresan bulduğum bir durum.
Yumurta-Semih Kaplanoğlu
- Yozgat Blues'da farklı bir taşra yorumu sunuyordu; kurtuluşu büyük şehirde değil de taşrada arama fikri.
Orada kurtuluş önerisinde değildi Yozgat Blues. Burası da fena değil ya da şehirden pek farklı değil demek istiyordu. Bence taşra eşittir sıkıntı filmlerinin yanında daha sağduyulu bir örnek olarak karşımıza çıkıyordu.
- Taşra sıkıntısının seyri biraz enteresan bir şekilde ilerliyor sanki. Televizyonda büyük şehrin boğuculuğundan kaçıp, taşrayı bir ruhsal arınma olarak gösteriyor. Sinemada ise tam tersi bir durum var.
İşte demek ki böyle bir döngü var. Hepimiz taşradan kentlere göçüyoruz. Daha sonra kentlerden bunalıp tekrar taşraya uzaklaşmaya çalışıyoruz. Bu döngüyü tamamlamak için kentlileşmek gerekiyor. Çünkü 80'lere kadar uzanabilecek bir şehri terk edelim, Anadolu'da bir kıyı kasabasında -özellikle kıyı kasabası olacak- yaşayalım rüyası bütün kentli orta sınıflarda giderek yaygınlaşan bir eğilim. Demek ki, Kiarostami'de gördüğümüz ya da ondan öncesi, bir yüzyıl öncesine kadar gidebildiğimiz kurtuluşu, mutluluğu daha basit daha az karmaşık bir dünyada arama ideali boy göstermeye başlamış gözüküyor.
- Taylan Biraderler’in Vavien filmi taşra anlatıları içinde ilginç bir örnek olarak duruyor.
Vavien, Coen kardeşlerin filmlerini andırıyordu. O film bence çok özgün ve ayrıksı bir örnek.
- Onu ayrıksı kılan neydi?
Onu ayrıksı kılan, taşrayı ne bir kurtuluş hedefi ne de bunalım ve sıkıntı alanı olarak görmemesi. Daha nötr yaklaşması, orta sınıf kentliler için yapılacak iki şey var. Bir tanesi, taşra romantizasyonu- işte köklere, doğaya geri dönüş,- diğeri de yerli filmlerde çok sık yapıldığı gibi taşrayı boğuntu ve sıkıntı mekanı olarak portrelemek. Her iki durumda da bir mekan olarak taşraya yüklenmiş anlamlar var. Vavien'de böyle belirgin bir tavır yoktu, bu açıdan ayrıksı duruyordu diğer filmlere göre.
- Genel olarak taşraya dair olan imgemiz, sükuneti olan, sessizliği olan bir imgeydi, şimdi teknolojiyle birlikte o sessizlik bozulmuş gibi, motor sesiyle, araba sesiyle, peki bu nasıl anlatılabilir?
Aslında romantik düşlerin hedefi doğa olmalı. Bir de taşra var. Bu ikisi farklı şeyler. Taşrayı idealize ve romantize ederken aklımızda doğa olmalı. Kıyı kasabasına gitmek istiyoruz ya da ormana. Bir de taşra var ortalama bir büyük şehirden çok farklı değil. Ne mimari olarak fark var, ne de caddeler, dükkanlar, yaşam alanları açısından fark var. Kentlerle, taşra arasında ya da merkez taşra arasında çok fark yok artık. Çünkü merkezin taşralaşması gibi durum var.  Türkiye'deki kentler belki de daha boğucu. Kentlerde daha fazla gözlem altındasınız. "Kent özgürleştirir" deyişinin gerisinde, boyutun getirdiği bir tür anonimlik vardır. O anonimliğin arkasına saklanarak daha özgür davranabilirsiniz. Teoride dar bir cemaat yaşamın belirlediği kasabadaki gibi gözler her zaman üstünüzde değildir. Ama artık kentlerde her yerde kameralar var, güvenlik kaygısıyla. Sürekli gözetlendiğinizin farkındasınız. Ankara'da bir parkta yalnız başına kimseye, hiçbir güvenlik görevlisine rastlamadan yürümeniz mümkün mü? Türkiye'de şu durumda kentlerin özgürleştirici havasının olduğundan söz etmek mümkün değil. Taşra sıkıntı demek abes kaçıyor bu anlamda.
Yeraltı-Zeki Demirkubuz
- Buradan daha farklı bir yere geçelim isterseniz. Son dönem Türkiye sinemasında özellikle bazı yönetmenlerde Dostoyevski takıntısı görüyoruz. Hatta bu ilginin popüler kültüre sirayet ettiği ve Umut Sarıkaya karikatürlerinde bile görülüyor. Siz nasıl yorumlarsınız bu durumu?
Biz de nedense Ruslarla aramızda ruh hali bakımından bir tür yakınlık olduğunu var sayıyoruz. Bunu da Dostoyevski romanlarından yola çıkarak yapıyoruz. Halbuki Dostoyevski gerçekçi bir romancı değil. Romanlarında gerçekçi bir portre de çizmiyor; çok daha öznel ve psikolojik anlatılar kuruyor. Onun romanlarını okuyarak o dönemki Rus toplumu hakkında sağlıklı bir bilgiye sahip olabilmek çok mümkün değil. Rus psikesi ile kendi ruh halimizin benzeştiği algısını Dostoyevski'ye ve onun çok da gerçekçi olmayan ateşli kahramanlarına borçluyuz. Dostoyevski neden Türkiye'de bu kadar popüler? Bu sorunun cevabını ben de çok merak ediyorum. Ama şunu söyleyebilirim. Dostoyevski dünyanın başka yerlerinde bu kadar popüler değil. Türkiye'de hiç kitap okumayan insanlar bile onu okuduklarını söylüyorlar. Demek ki bu kadar yaygın. Dostoyevski'nin anlattığı toplum 19. yüzyıl ortası. O tarihlerde Rusya'da reform çabaları var ama işte bir anlamda hızlı bir toplumsal dönüşüm, batılılaşma süreci var. Bunlar temel hatlarıyla buraya benziyor gibi gözüküyor ama bir yandan da aristokrasi var, serfler var, sosyalist hareketler var; öyle büyük bir benzerlik söz konusu değil. Biz Dostoyevski'den ilham alıyoruz. Nuri Bilge Ceylan'ın filmlerinde var bu etki, Zeki Demirkubuz da defalarca bunu belirtti. Öyle bir durum var. Kimse mesela Tolstoy'dan bahsetmiyor. Halbuki o daha büyük romancıdır. Edebi olarak karşılaştırmaktan bahsetmiyorum. Adlarını neon harflerle yazacak olsak Tolstoy'unki daha büyük yazılırdı. Bu tercihler benim için büyük bir gizem. Sabahattin Ali'nin Kürk Mantolu Madonna'sının neden bu kadar popüler olduğunu da kestiremiyorum mesela.
- Türkiye sinemasında özellikle Yeşilçam döneminde Halit Refiğ, Lütfü Akad gibi yönetmenlerin edebiyat uyarlamalarıyla daha yakın bir ilişki içinde olduğunu görüyoruz. Bugün için öyle bir durum pek yok gibi. Bir tek geçenlerde Kürk Mantolu Madonna'nın sinemaya uyarlanacağına dair bir haber gelmişti. Siz nasıl yorumlarsınız?
Yeşilçam furyalar halinde ilerliyordu. Bir yıl belli bir tür furyası doğuyor, birbirine çok benzeyen onca film üretiliyor, ertesi yıl yerini başka bir furyaya bırakıyordu. Belli ki alışkanlık hala ortadan kalkmadı. Yerli sinemada rağbet gören türler dönemsel olarak çok değişiyor. Kürk Mantolu Madonna uyarlaması tutarsa, bunun ardından edebiyat uyarlamaları ve dönem filmleri gelecektir. Galiba şimdilik bu komedi filmleriyle idare etmemiz gerekiyor. Bunlar bir furya halinde devam edecek. Bir süre daha en çok izlenen filmler hep sulu zırtlak güldürüler olacak. Güldürü filmleri de çok güncel ve popüler referansları olan filmler olacak. Aksan komedileri ve fars öğeleri, düşme kalkma, beden komiği olacak.
- Bunlarla birlikte II. Abdülhamit ya da Recep Tayyip Erdoğan'ın hayatının anlatıldığı Reis gibi daha farklı anlatılar da gelecek sanki.
Onlar da finansal destek buldukları için gelecekler. Ama işte bu filmlerin bir kültürel karşılığı olacak mı, bunu zaman gösterecek. Genellikle hesaplanarak üretilen filmler çok başarılı olamaz. Onların da kaderinin çok farklı olacağını sanmıyorum. Belki de oralardan bağımsız bir sinemacı çıkıp kendi ajandasını kurabilirse oradan bir çıkış yolu olabilir.

Can Öktemer

12 Ekim 2016 Çarşamba

Timur Erkman: 'Ankara'da Koman'ın heykeli kayboldu diye üzülen kimse yok'

Ankara'da bir süredir kent heykelleri birer birer ortadan kayboluyor. Bununla beraber yine Ankara kent belleğinde önemli yer etmiş bir çok tarihi bina yıkılıyor. Dolayısıyla bu durum kentin mekansal belleğinde çok ciddi tahribatlar oluşturmakta ve kent giderek kimliksiz bir hale dönüşmekte. Geçtiğimiz aylarda yine Ankara'nın önemli kent heykellerinden biri olan İlhan Koman'ın Seğmenler Parkı'nda bulunan heykeli ortadan kayboldu. Heykelin nasıl ortadan kaybolduğu, kimini zafiyeti olduğu hususunda belirsizlikler sürüyor. SHP'de Ankara Büyükşehir Belediyesi'nde genel sekreterliği yapmış ve 1992 yılında İlhan Koman'ın heykelinin Seğmenler Parkı'na konulması için büyük emek harcayan Timur Erkman'la, kaybolan heykelleri, eski Ankara'yı ve kent belleği üzerine konuştuk.
Can Öktemer ve Timur Erkman
- Seğmenler Parkı'ndan kaybolan İlhan Koman heykeliyle başlayalım isterseniz. Siz SHP'de o dönem Ankara Büyükşehir Belediyesi'nde genel sekreterlik yapıyordunuz. Heykelin yapım süreci nasıl olmuştu?
Koman heykeli 1992 yılında yapıldı. Ankara heykel konusunda oldukça zengin bir kent. Bunlar neye göre seçildi, nasıl yapıldı meselesi hep bir tartışma konusudur. Kent heykelleri konusu ilginç bir konu. Nasıl bir heykel koyacaksın? Burada halk beğensin diye popülizme de kayabilirsin. Yaygın olarak onlar beğensin, bu beğeni doğrultusunda heykeller yapılsın görüşü var. Değerli, çağdaş sanatçıların soyut eserlerini koyunca o kamuoyu tarafından pek kabul görmüyor nedense. Bizim dönemimizde, genç bir heykeltıraş arkadaşımız Eşber Karayalçın vardı. Bize heykeller konusunda danışmanlık yapıyordu. Bir de Estetik Kurul diye bir kurulumuz vardı. Orada çok değerli isimler vardı. Prof. Ekrem Akurgal vardı başında. ODTÜ'den hocalar vardı. Hadi Bara, Zühtü Müniroğlu gibi rahmetli de olsa önemli sanatçıların eserlerini sergilemek gibi düşüncemiz vardı. O dönem yaptığımız bazı heykeller mesela Otto Hajek'in heykeli eleştirilmişti. Dolayısıyla burada bir denge tutturmak lazım. Biz bu tip tercihleri estetik kurulun görüşleri doğrultusunda değerlendiriyorduk. Bir İlhan Koman heykelinin Ankara'da olmasının çok iyi olacağını düşündük. Ali Artun'dan fikir aldık, süreç öyle gelişti yani. Ankara Büyükşehir Belediyesi'nin çıkardığı Çevre ve Sanat Kitabında şöyle bir açıklama vardı Koman heykeline dair, dilersiniz oradan alıntı yapayım: "Koman, 1978 yılında bir tiyatro oyunu için maskeler yapmak üzere Paris'te bulunduğu sırada Abidin Dino'nun evinde kil figürler yapmış. İlhan Koman'ın diğer yapıtlarından çok farklı olan bu figürler bir masalın parçasıymış gibi düşsel yaratıklar. Bir bakıma düşlerini-düşlerimizi soyutla figüratif arasında heykele dönüştürmüş. Bu figürler, bir kaç yıl Abidin Dino'da kalmış, daha sonra Stocholm'e gelmiş. Ne yazık ki İlhan Koman'ı yitirdiğimiz 1986 yılına kadar bronza dökülmeleri mümkün olamamış. 1989 yılında Abidin Dino, Koman ailesi ve Galeri Nev'in çabalarıyla İsveç'ten İtalya'ya taşınan heykeller, Pietra Santa ustaları tarafından Giuseppe Belfiore atölyelerinde kusursuz bir dökümle son aşamalarına ulaşmışlar. Bronz dökümler 10 takımla sınırlanmış, 5 takım sanatçının ailesine ayrılmış. Bu figürlerden bir tanesi büyütülerek yine Pietra Santa ustaları tarafından bronza döküldü. Bu heykel 1991 yılının son günü Ankaralılara yeni yıl armağanı olarak, Seymenler Parkı'na yerleştirildi. Orjinal boyuttaki döküm heykellerden bir tanesi de Başkanlık Evi'nde bulunuyor." Şimdi Başkanlık Evi'nde bulunan heykelin son durumu nedir bilmiyoruz.
Koman Heykeli'nin açılışı
- Estetik Kurul başka ne gibi kararlar alıyordu?
Heykeller konusunda kararlar alıyordu. Bununla beraber kentin estetiğiyle alakalı her konuyu bu kurulda tartışıyorduk. Estetik kurulu oluşturan insanlar; konunun uzman isimleriydi. Mehmet Asatekin, Ziya Tanalı, Ragıp Buluç, Prof. Yüksel Öztan, Orhan Dinç, Mustafa Arslaner, Gönül Tankut, Coşkun Erkal, Prof. Ekrem Akurgal, Prof. Erhan Karaesmen, Teoman Erel, Önder Şenyapılı, Semih Günver, Prof. Leyla Baydar, Prof. Cevat Erder gibi çok önemli akademisyen, gazeteci ve sanat kültürü olan kişilerden oluşuyordu. Bu 15 kişi kendi alanlarında saygın ve yetkin kişilerdi. Bir de o dönem Sanart92 vardı. Hacettepe Sanat Tarihi hocası Prof. Günsel Renda, Prof. Filiz Yenişehirlioğlu vardı, onlar kurdukları dernek aracılığıyla plastik sanatlar üzerinde çalışmalar yapıyorlardı. Biz onlarla da işbirliği yapıyorduk. Onların yurtdışından sanatçılarla ilişkileri vardı. Prof. Raci Bademli, İmar Dairesi Başkanımızdı, o da bu konularda bilgili ve yetkin bir arkadaşımızdı. Bu konuları bilen ve iyi değerlendirmeler yapabilen birisiydi - maalesef çok erken kaybettik. Otto Hajek heykeli onun aracılığıyla konabilmişti.
- Peki, Estetik Kurul’daki olan kişiler hep aynı isimler miydi?
Aynı isimlerdi. Gerçi bizden sonra gelen Belediye'de Estetik Kurul devam etmedi. Bir daha da toplanmadı zaten.
- Otto Hajek heykelinin süreci nasıl olmuştu?
Onun süreci de şöyle oldu; yine Sanart'tan teklifler geliyordu, şunları yapalım diye. Bu önerileri de estetik kurulda değerlendirip karar veriyorduk. Bu heykelleri nitelikleri bakımından değerlendirirsen, sanatkarlarının hepsinin uluslararası arenada saygınlığı olan, niteliği olan isimler olduğu görürsün. Tabii o bir dönemdi, şimdi ise işler başka bir yere doğru gitti.
- Esasında sizin anlattıklarını çok uzak tarihler değil. Biz Koman heykelinin nereye konacağını tartışan, Estetik Kurulu olan, kent estetiği üzerine kafa yoran bir belediyecilik anlayışından "Tükürürüm böyle sanata" diyen, şehrin ortasına dinozorlar, devasa kol saatleri yerleştiren bir belediyecilik anlayışına nasıl geldik?
Ankaralılar başka türlü bir belediyecilik anlayışına sahip birini seçtiler. Seçilen belediye başkanının ilginç bir kent estetik anlayışı var, daha doğrusu öyle bir şeyi yok.
- Otto Hajek, İlhan Koman heykellerinin ilk başta herkesi memnun etmediğinden bahsettiniz. Peki dinozorlar, kol saatleri memnun ediyor mu sizce? Kimseden yüksek sesle bir itiraz duymuyoruz?
Yeterince itiraz olmuyor maalesef. Yine de halen Kızılay'da Taş Ankara heykeli var. Jorgen Haugen Sorensen'in heykeli var. Selim Turan'ın Kurtuluş Parkı'ndaki heykeli var. O Selim Turan'ın yaptığı son heykeldir. Sonra Azade Köker'in ve Meriç Hızal'ın heykelleri var. Mehmet Aksoy'un heykeli var, kendisi o, "tükürülen" heykelin sahibi malum. Bir de kendisi yine Altınpark'a çok güzel bir heykel yapıyordu ama o da yaptırılmamıştı, durdurulmuştu.
Mehmet Aksoy'un Altın Park'taki 'tükürülen' heykeli
- Melih Gökçek, Mehmet Aksoy'un heykeli için neden o ifadeyi kullanmıştı?
Müstehcen bulmuştu heykeli. Bir insanın bu heykelde müstehcenlik bulabilmesi için ayrı bir gayret göstermesi lazım. Altın Park'taki heykelde müstehcenlik buldu. "Tükürürüm böyle heykele" dedi, sonra söktürdü. Mehmet Aksoy Periler Ülkesi'nde diye bir heykel yapmak için Altınpark'ta bir atölye kurmuştu, bunu da durdurdu. Taşları getirmişti, atölyesini durdurttu. Azade Köker'in Altın Park'taki Tutku heykeli de müstehcen bulunmuştu. Sonra Mehmet Aksoy yargıya gitti. Heykeli yerine koydurttu. Şimdi heykelin çürümesini bekliyorlar.
- Ankara'da son birkaç yıldır sadece heykeller değil, Ankara'nın simge yapıları da birer birer kayboluyor. Çubuk barajının oradaki gazino, hava gazı fabrikası gibi… Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Bunlar kayboluyor, evet. Burada ilginç bir yöntem uyguluyorlar, sessiz gidiyorlar. Birazcık itiraz geliyor. Ankara Mimarlar Odası Başkanı Tezcan Candan çok değerli çalışmalar yapıyorlar ama engel olamıyorlar. Şimdi mesela İller Bankası Binası'nın yıkılması bekleniyor. Binayı boşalttılar. Sonra Saraçoğlu Mahallesi var tehlikede olan. Bunlar erken Cumhuriyet döneminin tipik binaları. Çubuk'ta gazinonun yıkılmasının hiçbir gerekçesi yok. Yerine bir şey de yapmıyorsunuz. İller Bankası için diyorlar ya, yapılan camiin alanı diye. Keza Hajek'in heykeli için de aynı şeyi söylüyorlar. Bunlar Ankara'nın kent belleğinde yer etmiş önemli yapılar, bunları yıkmak düşünülmemeli bile. Neticede o camiler başka yerlere de yapılabilir.
Otto Hajek'in yıkılan heykeli
- Peki, insanların bu yıkıma bu kadar sessiz kalmasını nasıl yorumluyorsunuz?
İnsanlar seslerini yeterince çıkarmıyorlar ilginç bir şekilde. Bu Hajek heykeli konusunda da birkaç kişi dışında itiraz gelmedi. Gerçi birçok yerde itiraz gelmiyor. Mesela, Çiftlik'teki Merkez Lokantası'nın son durumunu biliyorsunuz. Orası yeni bir yapı oldu, içki yasak artık. Orman Çiftliği'nin ayrı bir havası, atmosferi vardı. O kadar değişmiş ki, orası ben tanıyamadım. Koca koca caddeler geçiyor filan.
- Ankaralının bu gelişmelere tepki vermemesi çok ilginç gerçekten. Bu noktada ne yapılabilir sizce?
Bir de şu var tabii. Memleket bu haldeyken heykelle mi uğraşılır görüşü de var. Onu söyleyenler de var, biz bunları söyleyince "Şu ortam heykelle uğraşılacak zaman mı?" diyen de oluyor. Ama itiraz edenler şunu unutuyor; bu ortam yüzünden heykeller kayboluyor, yapılar yıkılıyor. Bütün bunlar birbirini tamamlayan şeyler. Neticede "ortam" bizi başka yere götürmeye çalışıyor.
- Bir de burada kentli olamamanın yarattığı bir problem olduğunu düşünüyor musunuz?
Tabii, bu durumu da kabul etmek lazım. Ankara'da Hajek'in heykelini, Koman'ın heykelini benimseyip, bunlar yıkıldı, kayboldu diye üzülen çok kimsenin olduğunu sanmıyorum doğrusu. İlhan Koman kimdir kaç kişi biliyor? Koman kimdir, Selim Turan kimdir diye bir anket yapsak? Sonuçlar pek içi açıcı olmaz herhalde. Bir de Cumhuriyet'in kuruluş yıllarından sonra oluşturulan Ankara'nın bir kimliği vardır. Bu heykeller filan da o kimliği tamamlayıcı yönde girişimlerdi. Tiyatro, opera, müzik, resim, heykel, edebiyat olmak üzere Ankara'nın geçmişten bugüne şehir olarak sanatsal olarak temsili yönü, kimliği vardı.
Selim Turan'ın Sarı Kız heykeli
- Bu bahsettiğiniz dönem 50'li, yıllara kadar sanırım. Demokrat Parti'nin gelişiyle birlikte sanki bu yön İstanbul'a doğru kayıyor.
Evet, 50'li, 60'lı yıllara kadar gitti gitti, sonra birden bire bir iniş olduğunu görüyoruz. Yani o dönemde özel bir gayret vardı. Opera ve tiyatro tutmuştu, ağaç yeşermişti yani. Ankara'daki galeriler de çok değerliydi. Çok güzel sergiler vs. olurdu. Devlet Resim ve Heykel yarışması yapılırdı, oradan çok güzel eserler çıkardı. Şimdi de yapılıyor ama pek duyulmuyor maalesef.
- Biraz da eski Ankara'dan bahsedelim dilerseniz. Siz gençliğiniz nelere giderdiniz?
Sinemalara, konserlere, tiyatrolara giderdik. Sıhhiye'de Ankara Sineması vardı. Ulus Sineması’na giderdik, Büyük Sinema vardı, Büyük Çarşı’nın olduğu yerde. Büyük Sinema'nın perdesinin üstünde Turgut Zaim'in bir resmi vardı. Köylü kızlar dört tane. Geçen senelere kadar çarşının içerisinde bir dükkanın arkasında gözüküyordu onu orada bırakmışlardı. Geçenlerde baktım o da gitmiş.
- Kuzgun Acar'ın heykeli de çalındı.
Onun heykeli Kızılay Emek İş Hanı’nın tam cephesindeydi. Onun kaybolması daha eski tabii. Belediye'de çalışırken onu ciddi bir şekilde arattım. Ama bulunamadı. Hurdacıya gitmiş sanırım. Kuzgun Acar'la ilgili ilginç bir anekdot paylaşayım. Yüksel Caddesi'nde ve başka yerlerde kaldırım heykelleri vardır. O heykellerinin yapımını Eşber Karayalçın, genç heykeltıraşlarla organize etmişti. Bu meydan ve kaldırım heykelleri fikri kendisine Kuzgun Acar'ın bir heykelini yapmak düşüncesinden doğmuş. Kızılay'da, meydanda Kuzgun Acar heykelinin boşluğa bakarken tasarlamak istemiş. Anafikir oradan gelmiş ama sonra vazgeçmiş.
- O heykellerden bir tanesi de yok oldu birden bire.
Onlardan çoğu yok oldu. Bir de keçi heykelleri vardı onlar da gitti. Onları da çaldılar. Bir tanesi Eskişehir'de görüldü.
- Eskişehir'de Yılmaz Büyükerşen'in heykelcilik anlayışını nasıl görüyorsunuz?
Başarılı ve iyi gidiyor. Şimdi o çok önemli bir olay. Dengeyi bulabilmek. Figüratif heykeller daha çok kabul görüyor. Metin Yurdanur'un heykelleri gibi.
- Şimdi bu heykeller birer birer kayboluyor. Yeni doğan nesil bu heykellerden bihaber olarak büyüyecek, belleğinde böyle şeyler kalmayacak. Biz de yavaş yavaş unutacağız belki de. Bu noktada ne yapmamız lazım?
Tabii, her sanatçının değerli eserleri var. Her ekolden iyi eserler olabilir. Lakin oraya tutup abuk sabuk kol saati, kedi heykeli, dinozor, robot falan koymanın bir anlamı yok. Bu noktada bu işlerden anlayan, bu işlere kafa yoran insanların yönetime gelmesi veya ihtisasa saygı gösterilmesi gerek. Kent estetiği, sanatı önemli konular. Biraz bu konularda bilginiz, görgünüz olacak elbette. Ben her şeyi bilirim diye kendin yapmaya kalkmayacaksın. İşte dediğim estetik kurul bu noktada çok önemliydi. Bir de dünyadaki eğilimleri filan bileceksin. Bu konuda yeni uygulanan kent heykellerini takip edeceksin. Tabii yöneticilerin de biraz vizyonu olacak.
- Erken Cumhuriyet döneminde, şehir planlaması Jansen planı var meşhur, Tandoğan, Bahçeli, bunlar hesaplanılarak yapılmış.
Evet, gerçekten Atatürk ve çevresi, mesela Falih Rıfkı bu konuyla bire bir ilgileniyorlar konuyla. Bir de vizyonu olan insanlar. Nazilerden kaçan Yahudi mimarlarında katkısı çok büyük.
- Siz tabii eski Ankaralısınız.
Babam bürokrat, eğitimci. O Ankara'da hep milli eğitim bakanlığında çalışmış. Ben liseyi İstanbul'da Saint-Joseph'te okudum. Sonra Siyasal’a geçtim. Lakin doğum yerim İstanbul, Moda. Nüfusa kayıt olduğum yer de Beyoğlu. Ama köken olarak babam Erzurumlu, annem Erzincanlı. Babam Almanya'da tahsilini tamamlamış sonra gelmiş Milli Eğitim'de göreve başlamış. Onların dönemindeki kadrolar çok önemli, mesela Cevat Dursunoğlu diye çok önemli bir insan var. Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü yapmış. Ankara'da Konservatuar’ın kuruluşu, Paul Hindermith, Bela Bartok gibi müzisyenlerin ve Carl Ebert gibi tiyatro adamlarının getirilmesinde rolleri var. Ankara'da ciddi ve güzel sanatların yerleştirilmesi ve geliştirilmesi önemseniyor Cumhuriyet döneminde. Orada çok doğru adımlar atılmış. Konservatuar’ın kuruluşu, Musiki Muallim'in kuruluşu Cumhuriyet’le hemen hemen aynı döneme geliyor. "Kardeşim biz Kurtuluş Savaşı veriyoruz, ne işimiz var konservatuarla?" filan demiyorlar. Keza 19 Mayıs Stadyumu Başbakanlık binasından önce yapılıyor. İl Özel İdaresi yapıyor. Yani ortada henüz bakanlık binaları filan yok ama Ankara gençliğini spora teşvik etmek ve Ankara'da sporu geliştirmek isteniyor. 19 Mayıs Stadyumu mimari bir yarışmayla Paolo-Vietti-Violi'ye projelendirip yaptırılıyor. Yani ne kadar tuttu bu maya ne kadar tutmadı tartışılır elbet. Yani şimdi, Ankara Atatürk Bulvarı, kişiliği olan bir yerdi. Orası darmaduman oldu. Alttan tünel çıktı, duvarlar kuğu fayanslarıyla kaplandı. Yani bunun başka alternatifi yok muydu? Orası kişiliksiz bir hale geldi. Kızılay işte yine öyle gidiyor. Artık başka bir kent modeli ortaya çıktı.
19 Mayıs Stadyumu
- Bu noktada Ankara'yı eski haline dönüştürme şansımız var mı hala sizce?
Eski Ankara'yı eski haline dönüştürebiliriz elbet. Ama nasıl olacak, kim yapacak? Orman Çiftliği gitti mesela. Orası Ankara'nın kimliklerinden biriydi. İşte yine az önce saydık bir sürü bina gitti, yıkıldı. Etibank, Marmara Köşkü, Su Süzgeci, Çubuk Baraj Gazinosu, Havagazı Fabrikası, İmar İskan Bakanlığı, Danıştay binası yıkıldı. Bu binaların yerine Ankara'nın kimliğine uygun yeni binalar yapılamaz mıydı?
- Sizin bir de Paris'te bulunduğunuz bir dönem vardı. Ne zaman ve ne için gitmiştiniz Paris'e?
Paris'e 1968 yılının sonlarına doğru Devlet Planlama Teşkilatı’ndan eğitim için bursla gitmiştim. Enstitünün iyi, değerli bir eğitim kadrosu vardı. Benim gittiğim dönmede Paris'te 68 hareketi bitmişti ama kalıntıları vardı hala. Şöyle bir hatıram var orada. Biz şimdi tabii Ankara'da gitmişiz, sınıfta 68'den yeni çıkmış öğrencilerle birlikte kravatla filan oturuyoruz. Derste birden bire, hocaya "Yuh! Bunu söyleyemezsin!" filan demeye başladılar, biz ne olduğunu anlayamadık. Millet hocayı protesto edip sınıftan çıkıyordu. Biz de dersten çıksak mı, çıkmasak mı ikilemine düştük, ne yapacağımızı şaşırmıştık orada.
- Peki, yurtdışı örnekleriyle karşılaştığımızda onların belediyecilik anlayışları nasıl sizce? Onlar nasıl muhafaza ediyorlar kent dokusunu?
Bunları korumak zor bir iş değildi ki. Dünyanın en kolay işi mevcudu korumak. Hani şehrin yeni ihtiyaçları filan çıkıyor doğal olarak ama sen bunu eskiyi yıkarak yapma, başka bir yerde yap. Bu tutuculuk filan değil, bunları korumak mecburiyetimiz var. Değerli olan yerleri muhafaza etmek kadar kolay bir şey yok. Özel ihtisas da istemiyor ama bunları kafayı takıp, bunları kaldıracağım dersen o başka iş tabii. Burada önemli olan değerlerine sahip çıkmak. Sen bunları yıkıp yerine ne koyuyorsun hiç bir şey! Hiç bir şey üretmiyorsun, dinozor geliyor, robot geliyor. Niye yok? Onun cevabını bulmak önemli.
Can Öktemer - Karaca Yiğit Pehlivanlı