Çok Bilmişler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Çok Bilmişler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Nisan 2012 Salı

Haftanın Çok Bilmişi #13 yerine Çocukların Ölümü Üzerine

Bu blog, sadece içimizde oluşan sözü söylemek amacıyla katkı sunabileceğimiz gönüllü bir mecra olduğu için, gündelik hayattaki yoğun tempoya arada yenik düşüyor. Üç haftadır olduğu gibi… Geride bıraktığımız bu süreç içerisinde, “Yine erkekler kazandı!” diyerek Mor Bülten ekibinin görevine son veren IMC TV’yi, Pozantı Cezaevi’nde yaşanan insanlık dışı olayların olmasına izin veren tüm kurumları, sonrasında işkence ve tacize maruz kalan çocukların başka bir cezaevine aktarılmasını “Yeni yuvalarına kavuştular” gibi yüzsüz bir başlıkla duyuran NTV’yi, Banu Güven’e “devletsever” reflekslerle yakışıksız biçimde saldıran Osman Gökçek ve insanları telefonlarını teşhir ederek yıldıracağını düşünen babası Melih Gökçek’i, adı üstüne bir bayram olan Newroz/Nevruz’u kutlamak için illa ki belirli bir gün dayatarak kan bulaştıranları, Özgür Gündem gazetesini, her ne kadar karar geri alınsa da kapatma cüreti gösteren mahkeme heyetini ve daha önce defalarca kez denenmiş ve başarılı olunamamış yöntemleri kamuoyuna yeni (!) Kürt politikası diye sunan hükümeti,  “haftanın çok bilmişi” seçemediğimiz için derin mahcubiyetlerimizle özür dileriz.


26 Mart-1 Nisan 2012- Ramazan Dağ’ı hatırlayanımız var mı? Daha 13 yaşındayken devlet tarafından öldürülmüştü. Peki ya Uğur Kaymaz (12), Ceylan Önkol (10), Elif Akın (10), Mehmet Uytum (18 aylık), Enes Ata (8), Seyfi Turan (11) veya Roboski’de ölen 19 çocuk? Ocak ayında yayınlanan rapora göre, sadece 2011’de, tam 50 çocuk “devlet eliyle”, 673 çocuk da “devlet önlem almadığı için” yaşamını yitirdi. Öldürülmeyen ama işkenceden geçirilen, yani devletin hayatlarını karartmaya çalıştığı onlarca çocuktan kaç tanesini hatırlıyoruz? Manisalı gençler, Pozantı Cezaevi’ndekiler veya Utku Çetin (6), Meltem Yılmaz (10), Melih Çalayoğlu (13), Gülhan Yılmaz (14), Özcan Beldek (14), Hasan Keskin (15), Ercan Özkan (15), İbrahim Koyuncu (16), Bilal Ateş (16), Gökhan Umut (16), Yaşar Serdar (17) ve sayısız diğerleri? Yok edilen çocuklara bir yenisi daha eklendi bu hafta sonu. Damla Orhan… 1 Nisan günü yapılan YGS öncesi evinde sınav stresinden dolayı kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti.

Bu yitirmelerin hepsi, öl(dür)meyi kutsayan ve başarının tek ölçütünü dörtten veya beşten seçmeli yüzlerce sorudaki net sayısına endeksleyen rekabet anlayışını pompalayan bir sistemin ürünü. “Bir torna tezgâhı” olan eğitim hayatına adım atan “milli” atletler olarak yetiştirilen ve tüm “tabiat” tarafından hiçbir zaman “çocuk” olması veya “çocuk” olarak yaşaması istenmemiş insanların kaybı, bize artık bu sistemin böyle yürümemesi gerektiğinin işareti değil mi? Sistemi sürekli değişen ama içeriğine bir türlü dokunamayan bir düzenin oradan oraya koşturan ve bu sırada hayatı kaçıran kurbanları, çocuklar… Cüneyt Yalaz’ın dediği gibi “her çocuk biraz eşkıya, biraz umut” olamıyor Türkiye’de. Önce aileden başlıyor her şey. Ya da çocuklarını maratona hazırlayan antrenörler mi desek? Meslek seçiminin kazandığı paraya endekslendiği bir norm sistemine sokuluyor çocuklar. Aldıkları “milli” haplarla önce umutları, sonra da isyanları törpüleniyor okulda. Nefes almadan, oyun oynamadan, gülmeden, ağlamadan, sokağa çıkmadan dersanelere koşturuluyorlar tatillerinde. Yuttukları hapların pekiştirilmesi veya “sınav sistemine göre şekillendirilmesi” sağlanıyor. Sonra devlet, kendi hükümranlığındaki ve özgür hareket etme, bilim üretme hakkı olmayan üniversitelere alıyor çocukları. Sürekli değiştiği için artık ismini karıştırdığımız, sayısını hatırlamadığımız envai çeşit sınava tabi tutarak... Yıpratarak, bir “yarış atı” gibi koşuya sürerek, ailenin, okulun ve maddi rantın boyutunun dağları aştığı dersanelerin baskı düzeneklerinin eline bırakarak, yalnızca “doğru şıkkı seç” diyerek…

Kalbi, bu sürece dayansa bile akıl sağlığı, bu “başarı eşittir para” şiarıyla kurulmuş düzene dayanamayan milyonlarca “yorgun genç akıl ve beden” var bu ülkede. Üniversite sınavında aldığı yaraları sarmaya çalışırken, aynı yırtıcı sistemin tepesine oturmuş ve öğrenciyle birlikte diğer meslektaşlarını öğütmeye çalışan akademisyenlerle uğraşarak üniversite hayatını geçiren birçok genç yürek çarpıyor. Bu sistemle birlikte arkadaşlarına rakip edilen insanlardan, “ötekiler” için “empati” beklemekse ancak boşa ümit etmek haline geliyor. Sistem, bir şekilde kendini temelden besliyor. Kendi acımasız düzenini besleyecek bir “ordu”yu, üniversite yolunda kendi kariyerini çizmeye çalışan insanları, yavaş yavaş iğdiş ederek yeniden var ediyor. Ailelerin, öğretmenlerin, okulların ve dersanelerin bir yönüyle beslediği bu insanlık dışı sistemin dikte ettiği rekabete dayanamayan çocuklarsa, “devlet dersinde öldürülen çocuklar”ın kanı elinden akan sistemin altında sessizce eziliyor. Biz ise sadece bu insanların çözmeye çalıştıkları saçma soruların zor mu, kolay mı olduğunu tartışıyoruz. Ama artık bırakalım “yaşasın çocuklar” ama Hovhannes Tumanyan’ın dediği gibi “yaşamasınlar bizim gibi…”


10 Mart 2012 Cumartesi

Haftanın Çok Bilmişi #9: Ataol Behramoğlu


27 Şubat-4 Mart 2012- Geçtiğimiz hafta da çok bilmiş adayları konusunda sıkıntı yaşamadık. 13 Mart tarihinde Sivas Katliamı davasının zaman aşımına uğrayacak olmasıyla bu topraklarda adaletin hiç de adil olmadığını bir kez daha görmemizi sağladı. Adıyaman’da Alevi ailelerinin kapılarının işaretlenmesi ve “çocuklar boyamış” gibi ancak bu ülkeyi tanımayacak insanların inanacağı bir açıklamayla geçiştirildi. İdris Naim Şahin ise geçen haftaki Hocalı mitinginde içindekileri yeterince dökememiş olacak ki, (sanki yaşamlarımız nefret söylemi, ırkçılık ve resmi yalanlardan arınmış, sağlıklı yürüyormuş gibi) “AKP’nin üşümesi halinde Türkiye’nin zatürre olacağını” söyledi. Hızını biraz daha alamazsa Güneş Sistemi’nin merkezini AKP olarak tanımlayacak İdris Naim Şahin’e, ne yazık ki, bir bere yollayamıyoruz. Fakat bakanımız 3. kez mansiyon ödülüne hak kazanarak, şimdiye dek “Haftanın Çok Bilmişi’nde en çok anılan kişi” olarak kendini önemli bir konuma yükseltiyor.

Ama geçtiğimiz hafta yaşanan en büyük hayal kırıklığını  “Bu aşk burada biter ve ben çeker giderim“ dizelerinin sahibi Ataol Behramoğlu’ndan geldi. CNN Türk’teki 5N1K programında Cüneyt Özdemir’e konuk olan Behramoğlu, 28 Şubat post modern darbesini “28 Şubat 1997’de askerler Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin o dönemdeki iktidarı tarafından başta eğitim olmak üzere yıkılmasına bozulmasına engel oldular.” sözleriyle destek vererek büyük bir şaşkınlık yarattı.  1980 darbesinde Barış Derneği’nin kurucusu olduğu için tutuklanarak Maltepe Askeri cezaevine kapatılan Behramoğlu’nun “Ben darbe iyidir, demokrasi kötüdür demiyorum. Asla böyle bir şeyi savunmuyorum. Ama gerekirse olabilir” diyerek 28 Şubat’ı desteklemesi içine düştüğü karmaşayı gösteriyor. Kendisinin zamanında mağduriyet yaşatmış askeri darbeyi bu gün savunacak duruma gelmiş. Mesleği şairlik olan Behramoğlu şairlerin sivil olduğunu unutuyor ve “Halk örgütlü değilse buna bir şekilde buna bir şekilde asker karar verebilir. Askerin yaptığına sivil toplum sahip çıkabilseydi, toplum bambaşka bir yere gidebilirdi” diyerek bütün demokratik çözümlere sırtını dönerek askeri çözümlere sığınıyor. Ayrıca kendi hayatını, soyut değerler üzerinden, kendisinden daha “iyi” düzenleyebilecek birilerinin olduğuna inanarak, Behramoğlu sadece içindeki karmaşayı göstermiyor; aynı zamanda elinin altından giden o arkaik Cumhuriyet ideallerinin paniği içinde bir sivil olarak kendi iradesini yok sayıyor.

Peki bu buhran sadece Ataol Behramoğlu’nda mı gözüküyor? Rutkay Aziz, Tarık Akan, Ferhan Şensoy gibi kimi aydınlarda, mevcut siyasi iktidarı ancak askeri yollarla defedebileceklerine inanıyorlar. Cumhuriyet güç birliği gibi artık adı bile antik kalmış oluşumların toplantılarında inatla korumayı çalıştıkları Kemalizm ve Cumhuriyetin tek partili anti demokratik dönemini yüceltiyorlar. 1980 darbesinin mağdurları olarak, mağdur oldukları anti demokratik düzenin tam kendisi oluyorlar. Ataol Behramoğlu’un yaptığı açıklamalarla düştüğü durumu görünce  Türkiye edebiyatının belki de en "sivil şairi" Ece Ayhan’ı bir kez daha anmak farz oluyor:

Bir Sivil Şairin Ölümü
Beyoğlu’nda. Sakızağacı Caddesi’nde, devletin hem dışında, hem de karşısında olarak, bir pezevengin ve bir orospunun oğlu olarak, biz de diyoruz ki:
“Şiir, şiirde kalmaz efendiler! Kalmamıştır da! Evet, bir şiirde dizgi yanlışı olabilir! Ama, baba düşüncede? Asla!“

28 Şubat 2012 Salı

Haftanın Çok Bilmişi #8 yerine Bize Zulmeden "Erkeklik"


20-26 Şubat 2012- Türklük, milliyetçilik, ırkçılık… İstemesen de üstüne yapışan imtiyazlar silsilesine haiz bir kimlikten, kendi dışındakilerin hepsine nefret besleyen bir ideolojiye giderek daralan kümeler dizisi… Evrensel kümeleri olarak da erkeklik, hatta belki de en büyük derdimiz erkeklik… Geçtiğimiz hafta bulduğu her mecrada karşımıza çıktı yine. Önce belki bilerek, belki sehven bir seks işçisi yakıştırması ile Nur Serter aşağılanmaya çalışıldı bir dizide. Bir seks işçisine ismi verilerek aşağıladığını düşünmek ne kadar izansızlıksa, karşılığında bununla aşağılandığını düşünmekse o kadar büyük izansızlıktı. AKP milletvekillerinin yanı sıra, Sırrı Süreyya Önder ve Mazlum-Der de bu akıl tutulmasına kapıldı. Onlara göre, hayatın belki de en çileli yolundan yürüyen, çalışırken emeğini değil, bizzat kendi bedenini kiralayan ve toplumsal baskıya ve her türlü şiddete açık halde yaşamaya çalışan bu insanlar, ahlaksızdı…

Pazar günü Hocalı katliamının 20. yıl dönümü “kutlamaları” vesilesiyle Taksim’de düzenlenen bir mitingle bu kez en görünür ve köşeli haliyle çıkageldi erkeklik. Gerek tüm gazetelerde -ertesinde tüm toparlama çabasına rağmen Radikal gazetesi de bu günahın ortaklarındandır- ve billboardlarda, normal ilan ücretinin 10 katı para verilerek yapılan duyurudaki nefret dolu tavır, gerekse miting alanındaki ırkçı ve hakaret içerikli söylemler, mitingin adını andığı gün katledilen 613 insanı anmaktan çok daha farklı bir boyutta olacağının göstergesi gibiydi. Derdi, inkâra devam etmeyi bile bir yana bırakıp bir etnik kökeni toptan suçlu ilan etmekti.

O gün orada toplanan kalabalık Hocalı katliamını sözde vicdani bir tavırla anmaya çalışıyor gözükse de, asıl amaç 19 Ocak’ta Hrant Dink için biraraya gelen kitleye cevap vermek ve 1915 soykırımının koca bir yalan olduğunu göstermeye çalışmaktı. Bir üst kimlik olarak “erkek Türklük”, kendisine vurulan darbelerin intikamını almak için boy gösteriyordu Taksim’de. Bu zihniyet, Hocalı’da ölen sivillerin acısını paylaşmak ve herhangi bir vahşetin karşısında duruş sergileyeceğine, ölülerin üzerinden daha çok nefret ve ölüm isteyen bir tavır takınıyor ve katliamcıların eylemlerine ve günahlarına ortak oluyorlardı.

Eyleme çeşitli sendikaların, sivil toplum kuruluşlarının, parti örgütlerinin ve belediyenin de destek vermesiyle buradaki milliyetçi söylemi, resmi organlar ve sivil toplum örgütleri de bir anlamda onaylamış oldular. Bunun yanında, İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in “Hepiniz Ermenisiniz, Hepiniz Piçsiniz” pankartlarının ve beyaz bereleriyle katillere selam duranların, “Bozkurt Ogün, Bozkurt Çatlı” sloganlarının arasında “Bu kanın hesabı sorulacaktır” açıklaması ile devleti yüksek düzeyde ve en vahşi şekilde temsil ediyordu. Sonrasında da Başbakan, bu eyleme de, Bakan’a da sahip çıkmayı ihmal etmedi. Bundan birkaç ay önce, “zararlı sanatsal ürünlerin”, "terör örgütleri"ne yardakçılık olduğunu savunan Şahin‘in, AKP’nin devletleşen ve acımasızlaşan zihniyetinin katmerleyici bir dışavurumu oldu. Paradoksal biçimde (bizzat Başbakan tarafından) azınlık mülklerini geri veren iktidar partisinin, milliyetçi bir maske altında, azınlıkların devlet eliyle yapılan tarihsel mağduriyetleri karşısında, yüzsüzce başka kurbanların mağduriyetliğini kullanması, onlar adına büyük bir eksi olarak hanelerine eklenmiş oldu. Basının tavrı da, aynı şekilde ürkütücüydü: Sözcü ve HaberTürk gazeteleri attıkları başlıklarla mitinge destek veren şekildeydi. Hürriyet gazetesi ise yarı çıplak bir mankenin fotoğrafının yanında dev puntolarla ve İdris Naim Şahin’in açıklamalarına geniş yer vererek bilindik tavrını yinelemiş oldu. Van depremi, ardından Roboski katliamı, ardından en basitinden empati yoksunu yüzüyle yüzeye çıkan eril söylem, bu mitingle en üst noktasına çıktı.

Velev ki hepimiz seks işçiyiz veya piçiz. Devletin bize karşı olan yok etme güdüsü anlaşılır da, peki, bizleri, yani ötekileri, dünyanın her tarafında, komşularımız, eşimiz, dostumuz, akrabamız, yanı başımızdakiler nasıl bu kadar kolay aşağılıyorlar, öldürüyorlar veya öldürebilmeye hazır duruyorlar? Neden bu bizi yok eden “erkeklik”e sahip çıkıyor ve onu sürekli yeniden üretiyorlar? Bizce esas cevap verilmesi gereken soru budur. Bu sorulara, "ama" ile cevap vererek, bu zulmü edenleri meşru kılacak herkes için "çok bilmişlik" payesi belki de devede kulak...

21 Şubat 2012 Salı

Haftanın Çok Bilmişi #7: Egemen Bağış


13-19 Şubat 2012- Egemen Bağış, geçen hafta içerisinde azınlıkların ileri gelenleriyle yaptığı toplantıda, bir anlamda Türkiye’nin devlet geleneğini değiştiren bir mesaj verdi. Fakat attığı adım, devlet geleneğinden hiç de uzağa düşmedi. Salona toplanan azınlık gruplarına, KPSS’ye girmelerini salık vererek, bir anlamda “devletle bütünleşin” uyarısı yaptı. Cumhuriyet’le birlikte çok net olarak ortaya konan ve tüm sarihliğiyle Mois Kohen’in (Munis Tekinalp) hayal kırıklığıyla dolu hikâyesinden okunabilecek politika, azınlıkları, ne kadar Türkleşseler de, asla “vatandaş” olamayacağıydı. Bağış ise bu politikaya bir tutam “kapsayıcılık” katarak, politikayı, “vatandaş” olabilirsiniz ama “devletle bütünleşirseniz” haline çeviriyordu.

Hızını alamıyordu Bağış, “Bu ülkenin hiçbir vatandaşı diğerinden üstün değildir. Bu ülkeye vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes bu ülkenin değeridir” diyerek, “teori”de çok sağlam ama “pratik”te bir hayli zayıf olduğunu gösteriyordu. Hrant Dink Davası’nın hukuksuzlukları da bu ülkedeki “eşitlik”in bir sembolü (!) olarak hafızalara kazınmıştı, örneğin. Azınlık okullarının durumu, halen “yabancı” veya “şüpheli” olarak görülmelerinin birer nişanesi olan azınlık okullarındaki “Türk” müdür yardımcıları ve “milli” edebiyat, tarih ve coğrafya öğretmenleri, her gün bir yenisi zuhur eden nefret söylemi ve hatta nefret söyleminin temelini oluşturan ders kitapları, ülkedeki azınlıkların dış politikanın blöf aracı olması, devletin kendi kurucu anlaşmasının ilkelerini çiğneyerek hiç ettiği haklar, her “kritik” meselede “görüş” değil “biat” isteyen anlayış, kayıplarına ağlayan insanlardan bile esirgenen empati ve Gagavuzca, Ladino, Süryanice, Hemşince ve Ermenicenin de aralarında bulunduğu tehlikedeki 15 dil, ne kadar da eşit (!) olduğumuzun göstergeleri aslında.

Egemen Bağış’ın bu sorunlara çözümü de, Levent Yılmaz’ın onun için yazdığı “tersten enformatör” sıfatına çok uygun: “3 çocuk yapın!” Peki, siz o çocuklara, 1915’te katledilen büyük dedesi Artin’in, başkasına gelin giden ve zorla Müslümanlaştırılarak ismi değiştirilen büyük ninesi Ani’nin, Cumhuriyet’le birlikte Anadolu’dan zorla gönderilen akrabası Rena’nın, elindekini avucundakini almak için Varlık Vergisi’yle sırtına bindirilen yükü kaldıramadığı için çalışma kampına yollanan büyük amcası Mois’in, 6-7 Eylül’de dükkânı başına yıkılan müdavimi olacağı lokantanın sahibi Pandeli’nin, 1964’te çok sevdiği İstanbul’u terk etmek zorunda kalan amcası Niko’nun, dilini çocuklarına öğretemeyen dedesi Zekka'nın veya kimliğini gizlemenin acısını hep yüreğinde taşıyacak olan teyzesi Mıryanne’nin hikâyesini dürüstçe anlatabilecek misiniz? Belki de çocuk yaptıkça çoğalacağını zannettiğiniz azınlıkları devletle bütünleşmeye çağırarak, yani bir şekilde o şiddetli ateşin üstünde kaynayan aynı kazanda eriterek bir eşitlik sağlayabileceğini düşünüyorsunuz ama bilmiyorsunuz ki, “sefalette eşitlik olmaz.” 

15 Şubat 2012 Çarşamba

Haftanın Çok Bilmişi #6 yerine Bir Saldırı Üzerine


6-12 Şubat 2012- Türkiye’nin her haftasında olduğu gibi bu hafta da “çok bilmiş” adayları ziyadesiyle boldu. Ece Temelkuran’ı korumak adına içinden çıkılmaz çelişkilere düşen Nuray Mert ve Koray Çalışkan, bir yandan sokakta yaşamak zorunda kalan veya bırakılan gençleri, tüm dertlerinden muaf bir şekilde “madde bağımlısı” konuma indirgeyerek dışlayan ve bir yandan Cüneyt Özdemir’e “gazetecilik” öğretmeye çalışan Recep Tayyip Erdoğan bu isimlerden yalnızca birkaçı oldu. Fakat bu hafta “çok bilmiş”likten çok öteye giden ve kendisini “sol” olarak tanımlayan kamuoyu tarafından dahi yeterince ilgi gösterilmeyen vahim bir olay yaşandı: Aralarında Birgün gazetesi çalışanlarının da olduğu bir grup ÖDPli, EDP’yle alakası olmayan Gökhan Kaya’nın 8 Şubat’ta turnusol.biz’de yayınlanan “İki Melih, iki sefil…” yazısını bahane ederek, iki EDPli gence şiddetle saldırıldı. Bu, planlanmış bir şiddet eylemiydi!

Savunulan pozisyonların her ne kadar solun “evrensel” tahayyülünde bir yere oturduğu düşünülse de, esas ve eleştiriye her daim açık olan, yapılanlarla ortaya konulan “tarihsel” pozisyonlardır. Bu bağlamda, kendini “solcu” olarak nitelemek, her zaman olumlu anlamıyla “muhalif” demek ve “doğru” pozisyonu almak değildir. Dolayısıyla, solcu veya devrimci sıfatıyla tanımlanmak, yapılanların sorumluluğunu üstlenmemek hakkını kimseye vermez. Bu yüzden, şiddetin, “sol içi” veya “devrimci” gibi bir sıfatla meşrulaştırılması ve haklı kılınması düşünülemez. Bir de, girişilen eylemin ardından nedamet getirmek bir yana, her şekilde “üste çıkmaya” çalışılıyorsa, bu, kelimenin en hafif anlamıyla aymazlığa delalettir. 

Türkiye “sol”unun birleşmesi umuduyla ortaya çıkmasından, “devlet”le bağı çok açık şekilde ortaya çıkan İP ile dayanışmaya giden uzun bir yol kat etti, ÖDP. Bu yolda kazandığı “milliyetçi ve devletçi” sıfatlarının yanı sıra, kendileri gibi düşünmeyen bir “solcu”ya, Roni Marguiles’e karşı girişilen şiddet eylemlerini “demokrasi”nin içinde sayarak birçok şeyi kaybettiklerini de ortaya koydular. Dahası, son olarak EDPli gençlere karşı yapılan saldırıdan sonra, “AKP, EDP'ye geçmiş olsun ziyaretinde bulunsun!” pişkinliğine başvurulması ve hatta saldırıların görüntüleri yayınlanacak haberinden sonra, “Galasına biz de gelelim” veya “Bu gala, daşlı gala” diyerek dalga geçilmesi ise aslında muhatap dahi alınmayacak bir seviyeye gelindiğini gösteriyor. Elbette ki, bu saldırı, tüm ÖDP ve Birgün kadrolarını bağlamaz, fakat daha önceki saldırılarda yaptıkları gibi sadece üzüntülerini sunmakla yetineceklerse, bu şiddete göz yumduklarını varsaymak hiç de yanlış olmayacaktır.

Bundan sonrası için tek ümidimiz, kamuoyunun büründüğü bu saçma suskunluk halinde sıyrılarak ses çıkarmasıdır.  Saldırıya maruz kalan tüm EDPlilere geçmiş olsun dileklerimizle…    

7 Şubat 2012 Salı

Haftanın Çok Bilmişi #5: Paul Auster


30 Ocak-5 Şubat 2012- Elbette ki, tinercilikten kurtardığı genç nesilleri “yetiştirmek”le meşgul olan Başbakan Erdoğan, değerli “filolog” Bülent Arınç ve pek muhterem “filozof” İdris Naim Şahin varken, Paul Auster’i eleştirmek bize düşmeyecektir. Fakat yine de Auster'in, gerçekleri hakkında bilgi sahibi olmadığı Şark’a attığı oryantalist bakışıyla “haftanın çok bilmişi” payesini hak ettiğini söylemeden edemiyoruz. Elbette ki, Auster “cahil” bir insan değil, fakat Kemalizme biçtiği “Osmanlı’dan yarattığı Cumhuriyet’le, Türkiye’yi modern dünyaya dâhil ettiği” rolüyle, Edward Said’ten aldığı ölümcül darbelerle artık esamesi okunmaması gereken Bernard Lewis gibi oryantalist bir kuşağın ayak izlerini takip ediyor. Ona göre, zaten “modern” dünyanın içinde olan Osmanlı, Şark’ın bir kahramanın zor kullanması olmadan asla “değişmeyecek” bir imparatorluğu. Onu değiştirmek, “modern” bir ulus-devlet haline getirmek için uygulanan şiddetten ve çekilen acılardan ya haberi yok, ya da Şarklıların zaten acı çekmesi gerektiğini düşünüyor. Aynı Bernard Lewis’in “Arapların kalın bir sopayla yönetilmesi gerektiğini” düşündüğü gibi… “Olağanüstü bir lider” diye nitelediği “kahraman”ın, bizzat kendisinin eleştirdiği anti-demokratik düzeni var eden ve halen yıkılamayan korporatist yapının kurucu babası olduğunu bilmiyor. Fakat bu bilgisizliğine aldırmadan, popülizm ve şirin görünmek adına konuşmaktan imtina etmiyor.

Aynı zamanda İsrail’i korurken dile getirdiği gibi düşünce özgürlüğünü sadece “hapiste olan gazeteciler” üzerinden okumayı tercih ediyor ve 2001 yılında, “1948’de Filistinliler katledilmiştir” diye tez yazdığı için reddedilen ve tezini baştan yazmak zorunda kalan Teddy Katz’ı, Filistinlilere uygulananın “etnik temizlik” olduğunu yazdığı için İsrail’i terk etmek zorunda bırakılan ünlü tarihçi İlan Pappe’yi ve İngiltere’deki bir grup akademisyenin İsrail’i bu yüzden akademik olarak boykot ettiğini unutuyor. Gazetecilerini hapsetmemiş olsa da, Gazze Şeridi’ni dünyanın en büyük hapishanesine çeviren bir ülkeyi, özgürlükler adına savunabiliyor. Gündüz Vassaf’ın da belirttiği gibi bu tutumu, duyarlı bir edebiyatçıdan çok ancak “oryantalist insan hakları savunuculuğu” sıfatını hak ediyor.          

30 Ocak 2012 Pazartesi

Haftanın Çok Bilmişi #4: Ece Temelkuran


23-29 Ocak 2012- Özellikle Türkiye’den taşındıktan sonra üzerine giymeye çalıştığı “beynelmilel entelektüel” sıfatını, işinden olduktan sonra yalnızca İngilizce yazılar yazarak ve söyleşiler vererek iyice köpürtmeye çalışan Ece Temelkuran’ın Guardian’a yazdığı “Turkish journalists are very frightened – but we must fight this intimidation” adlı yazısıyla ülkesini sarmış olan “zalim” düzenin mağduru “cesur gazeteci” portresi çiziyor ve kendisini, bu ülkenin “yapı”sının gerçekten kurbanlarından birisi olmuş Hrant Dink’le aynı kefeye koyarak, referandum döneminde pek bir kızarak sorduğu soruyu kendine sordurtuyor: “Siz ne zaman bu kadar zalim oldunuz?

Fakat Temelkuran’ın yazdıklarından aklımızda kalanları bir çırpıda döktüğümüzde hiç de şaşırtıcı bulamıyoruz bu yaptığını. Şemdinli’deki Umut Kitabevi’nin bombalanmasının ardından bölgeye giden Temelkuran’ın, bölgeyle ilgili yazılarda takındığı üstten bakışla, suları ve ekmekleri olmayan insanların anadilde eğitim istemesine veya bölgede var olan “uyuşturucu baronlarının” zalimliğiyle JİTEM’i kıyasladığı yazılarını hatırlıyoruz.

Hiç de sivil olmadığı ayan beyan ortaya çıkan bir topluluğun davetiyle, “milliyetçi hezeyanla” devletin sembollerini kuşanarak koşturdukları “Cumhuriyet Mitingleri”ni, resmi ideolojinin “Kurtuluş Savaşı güzellemesi” retoriğini kullanarak aklamaya çalışmış ve hatta Hrant Dink için yükselen tepki gibi “vicdanlı” bir tepki olduğunu yazmıştı. New Left Review’a yazdığı “Flag and Headscarf” yazısında, bu kez “milliyetçi sanılıyor ama değil” mealinde desteklediği Mitinglere “milliyetçi bir dalganın ürünü” diyerek çark etmesini ama “sanki ülkenin başka sorunu yokmuş gibi başörtüsünü meclise taşıdılar” diyerek bir özgürlük mücadelesine hangi taraftan baktığını da hatırlıyoruz. Hatta aynı yazıda, bayrağı milliyetçiliğin, başörtüsünü İslamcılığın sembolü olarak eşlemesini, yani devletle bir özgürlük sorununu aynı kefeye koyduğunu ve solun en sıkıntılı ezberlerini, “1980’in siyasal İslam’ın önünü açtığı” nakaratını tekrarlayarak “Ah zavallı ben! Bu cenderede, nerelere gitsem?” sorularını sorması da hâlâ hafızalarımızda. Temelkuran, elbette ki bu yazısında, vakti zamanında Cumhuriyet Mitingleri’ne sahip çıktığından bahsetmiyordu.

“Eğer örtülü olmadığım için taciz edildiğim yerde benim yanımda olup başını sadece beş dakikalığına açarlarsa ben de o zaman başörtüsü örteceğim onlarla birlikte” gibi garip bir ilinti kurarak, başörtüsü mücadelesine destek vermeyi, kendisinin de başörtüsü takması olarak zannettiğini dışarı vuracak kadar “sözünü sakınmayan” ve devletin bir zulmüne karşı verilen mücadeleye ancak şartlı destek verecek kadar da “cesur” bir gazeteciydi o. “Şeriat” tehdidini ve “İran oluyoruz” çığlıklarını abartılı bulan mutedil Kemalistlere, servis ettiği Malezya benzetmesi de takdire şayan “öngörü”sünün sonucuydu.

2010 yılında çıkan Muz Sesleri romanıyla, devrimlerini güya sonuna kadar desteklediği Orta Doğu’ya ve Araplara attığı oryantalist bakış halen raflarda duruyor.  Daha sonra, HaberTürk’te Tunus’u bildirirken veya meşhur “Sınıfsız Domates” yazısında bölgeye nasıl da tekinsiz ve aşağılayarak baktığını gözler önüne seriyordu. Aşağılama demişken, desteklediği için gazeteden kovulduğunu savunduğu Kürt halkına, “Doğulu abaza erkeklerden oluşan bir güruh” bakışını, Yazarlar Kahvaltısı’ndaki tartışmanın bir tarafı olan Bejan Matur’a yazdığı şu satırlarla dillendirmişti:

Ama toplantıya katılan şair Bejan Matur, herhalde Başbakan’ın yargıyla olan kavgası sebebiyle Alatlı‘ya karşı “doğru” tarafı tutmanın iyi bir hamle olacağını düşünmüş olmalı ki, “Ben halk jürisini yeğlerim” demiş. Kürt, kadın, bekâr, şair bir kadın için enteresan bir girişim. Doğulu biri olarak başına bir halk jürisiyle neler gelebileceğini bilmiyor olamayacağına göre herhalde başka bir hedefi vardı Matur‘un.

Son olarak, kendisini eleştirdiği için BirGün tarafından sansüre uğrayan Dağhan Irak’a önce, “Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olan bu günlerde” anlamına gelecek tepkisini belli etmiş ve bu olay üzerine istifa eden Irak’a, “Gazetecilik budur, genç arkadaşım. Bir yazının nerede olacağına editör karar verir” diyerek, sisteme ve hiyerarşiye ne kadar “karşı” olduğunu ve hatta mazlumun ve mağdurun yanında duran ne kadar “vicdanlı” bir gazeteci olduğunu ele güne göstermekten geri durmamıştır.

Bu sıraladığımız notlardan da anlıyoruz ki, Ece Temelkuran, devlete olan yakınsamasını sosyalizan bir maskeyle, hem yurt içine, hem de yurt dışına “muhalif” olarak yutturma derdinde. Bu haliyle bile kendisini, gerçekten vicdanlı ve cesur bir yürek olduğu için öldürülen Hrant Dink’e benzetmesi, en hafif tabiriyle o sarsılmaz kendine güveni nedeniyle muvazene yetisini tamamen kaybetmesi ve koca bir izansızlık örneği. "Acı çeken 3. Dünya yazarının sadece ülkesinin günahlarını anlatmak üzerine kariyer inşa etmesi..." diyerek 70’lerden kalma ve buram buram oryantalizm kokan bu cümleyle kendini tarif eden Ece Temelkuran’a, bu cümle bile yeterdi ya “çok bilmiş” dememize, neyse.   

23 Ocak 2012 Pazartesi

Haftanın Çok Bilmişi #3: Ertuğrul Özkök


15-22 Ocak 2012- Bu haftanın “çok bilmişi”ni seçmek, geçtiğimiz iki haftaya nazaran daha zor oldu. Kendi verdiği “örgüt yok, devlet var” kararının “içine sinmediğini” açıklayan Hrant Dink Davası Hakimi Rüstem Eryılmaz, “Hrant Dink cinayetiyle ilgili hükümetin payına düşen her şeyin yapıldığını” belirten Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve “ABD Büyükelçisi geldiği ve liberal şovuna dönüşeceği için” Hrant Dink’in cenazesine bile gelmedikten 5 yıl sonra lütfederek bu yılki anmaya teşrif ettikten sonra, Hrant Dink’in yaşarken yanında olan arkadaşlarıyla, bir avuç gönüllüden oluşan Hrant’ın Arkadaşları oluşumunu birbirine karıştıracak kadar cahil olan TKP ile sol.org, bu haftanın gözdeleriydi. Hele faşizmine mutat olduğumuz Türk Solu dergisinin, Hrant Dink “vatan haini” olduğu için, “ölümüne üzülmediklerini” yinelemeleri ise, “çok bilmişlik”in çok ötesinde bir tavırdı.

Ama biz seçimimizi, hiçbir şey olmamış gibi yüzsüzce Hepimiz Ermeni değiliz kardeşim diye bir yazı yazan Ertuğrul Özkök’ten yana kullandık. Bu ülkede yaşanan tüm yüz karası olaylarda medyanın rolüne dönüp baktığımızda karşımıza illa ki çıkan bir isim Ertuğrul Özkök. Ahmet Kaya’nın ölümüne giden yolu, yalan haberler, sahte fotoğraflar ve “Vay Şerefsiz” gibi alçakça başlıklarla açan kişi de; 30 canın yittiği 19 Aralık Katliamı’nı "Devlet girdi" manşetiyle duyuran kişi de; Merve Kavakçı, seçildiği gibi başörtüsüyle Meclis’te yer almak istediği için onu linç etmeye çalışan kişi de; 28 Şubat’ta medyanın yürüttüğü psikolojik harekatı yöneten kişi de; başörtüsü yasağına karşı verilen 411 oyu, “411 el kaosa kalktı“ manşeti ve yüzüne haberin özeti yapıştırılmış başörtülü bir kadın fotoğrafıyla veren kişi de ta kendisidir. Hepimizin bildiği gibi, Hrant Dink cinayetinin yolunu açan Sabiha Gökçen haberini önce köpürten, sonra da Genelkurmay’ın ültimatomunu büyük puntolarla veren gazete de Hürriyet’ti.

Özgeçmişinin köşe taşlarında bu haberler varken, Hrant Dink Davası’nın sonucuna “verilen tepkiyi haklı bulmasına” inanmamızı beklemesi ziyadesiyle acınası Özkök’ün. Hele ki, tam da cinayetin ertesinde, davanın sonucuna bire bir uyacak şekilde, “kahvedeki milliyetçi gençlerin münferit eylemi” mealinde bir yazı yazmışken… Bu samimiyetsizliğine, empati dolu bir sloganı yanlış bularak tüy dikmekten de geri durmuyor. Özkök’e hatırlatalım, o hâlâ Azgın Azınlık gibi nefret dolu manşetler atan “Türkiye, Türklerindir” gazetesinde yazıyor. Belleğimizde bıraktığı izler ziyadesiyle net. Bunlar hâlâ ortalık yerde dururken, “Ben Türk’üm diyerek, çoğunluk kimliğinin altında Hrant Dink cinayetinin peşini bırakmamak daha birleştirici bir tavırdır” diye akıl satmasını, “çok bilmiş” diyerek karşılayarak hakkında söylenecek güzel lafları, bu işin üstatlarına bırakıyoruz. Fakat yine de not düşelim, Özkök bir noktada haklı. Onun gibi devlet zihniyetlilerin “çoğunlukta” olduğu bir ülkede yaşamak, gerçekten de çok “ürkütücü”.          

16 Ocak 2012 Pazartesi

Haftanın Çok Bilmişi #2: Hrant Dink Davası Savcısı Hikmet Usta


8-15 Ocak 2012- Bu ülkenin adalet terazisi daha en başından hilelidir. Mahkeme salonlarını aklınıza getirin. En yukarıda, devletin cisim bulduğu en büyük ikon, Mustafa Kemal… Onun hemen altında, karar verici mekanizma, hâkimler… Ve hemen yanlarında, esasında devlete karşı tek tek tüm vatandaşların hakkını savunması gerekirken, yanlış kurulmuş bir denklemle safı belirlenmiş “devlet”in savcısı… Önlerinde ve elbette ki daha aşağıda ise devletle kuşanmış bu salonun tüm ağırlığını üzerinde hisseden bir davalı/davacı… Hele bir de davalı veya davacının, bu devletin bir apparatusu/uzantısı olduğunu düşünün. “Adalet” adı verilmiş soyut kavramın, doğru yeri bulup doğru şekli almasının şansı ne kadardır? “Bu salondan adalet çıkar mı?”

Türkiye’deki çoğu dava gibi, Hrant Dink Davası’nın savcısı da, yukarıda çizilen tabloya denk düşüyor. Aslında, davanın bitmesine bir kala yaptığı açıklamalarla, biraz daha farklı olduğunu ortaya koyuyor. “Hrant Dink’in ‘soykırım’ demesine bile izin verilmediğini” söyleyerek, “fikir özgürlüğü” konusunda en absürt yöntemlerle Fransa’ya fırça atmaya çalışan devletlu zihniyete, çok değil, 6-7 yıl önceki geçmişi hatırlatıyor. “Terör örgütünün kaos planının parçası” diyerek, cinayetin “kandırılmış” bir grup milliyetçi genç tarafından değil, karmaşık ilişkiler ağının merkezinde yer alan sağlam bir “yapı” tarafından planlandığını işaret ediyor. Fakat konuşmak yetmiyor. Hele ki, davanın seyrini değiştirecek ve derinleştirecek yetkilere sahip bir savcıysa bu konuşan, bu cümleler ancak abesle iştigal etmekle yetiniyor. İnsanların aklına şu soru geliyor: Madem cinayetin, bir örgüt işi olduğunu biliyorsunuz, neden bu örgüt soruşturmasını sadece Trabzon’la sınırlı tuttunuz ve niye ihmalleri ve kasıtları apaçık ortada duran kamu görevlilerine karşı elle tutulur hiçbir ceza öngörmüyorsunuz?

Bunun da cevabını veriyor Sayın Savcı ve son duruşmada, “Cinayeti devletin eylemiymiş gibi değerlendirmek yanlıştır, çünkü bu, devleti katil ilan etmektir, bir garabettir!” diyerek, gönlünde yatan aslanı açıklıyor. Ferhat Kentel’in dediği gibi, bu toprakların geleneğidir, bu devlet “Dersim'de öldürür, darbelerde öldürür, darbeleri hazırlamak için hazırladığı provokasyonlarda öldürür, faili meçhullerle öldürür, Uludere'de öldürür ama ‘devlet adam öldürüyor’ diyemezsiniz, dedirtemezsiniz.” Bu geleneğin hiç şaşılmayacak şekilde devamı olduğu ve biz, adaleti tesis etmesini, canı yakılandan yana olmasını beklerken, o, bu zihniyeti somutlaştırarak, “devlet”inin tarihine bu derece vâkıf olduğu (!) için, bu haftanın “çok bilmiş”i Hrant Dink Davası savcısı Hikmet Usta…

9 Ocak 2012 Pazartesi

Haftanın Çok Bilmişi #1: Yılmaz Özdil

1-8 Ocak 2012- Elbette ki Yılmaz Özdil’e bu haftaki Sayın Kaçakçı yazısı üzerinden söylenecek en hafif tabir olacak, “çok bilmiş”. 35 insanın hayatı üzerinden yaptığı çirkin hayvan cinselliği benzetmesi ve ortada bu kadar yok olmuş can ve akan bu kadar kan varken, “vicdan”ını rafa kaldırarak yazdığı yazı üzerine söylenecek çok güzel laflar var. Bu kadar acı söz konusuyken, en azından susabilme izanına sahip olabilseydi, yazıda üzerimize boca ettiği insaniyetten yoksun fikirlere bile tahammül edebilirdik. İşe yaramaz ya, biz yine de, “haftada iki kereden ayda 15 bin lira kazanıyor” diye üfürdüğü kaçakçıların hayatının ne koşullarda geçtiğini, Yaşar Kemal’in sınır köylerinde yaşadıklarından, Fakir Baykurt’un, Bekir Yıldız’ın hikâyelerinden veya Uludere’ye taziye ziyaretine giden tanıklardan öğrenmesini tavsiye edelim. 

Ulus-devletlerin çizdiği muhayyel sınırların insanları akrabalarından, topraklarından, tarlalarından ve ihtiyaçlarından ayıramayacağı, idrakine sığmayacak olabilir. Çünkü o devletine, onun çizdiği sınırlara ve onun yarattığı ve refaha erdirdiği insan tipine tapıyor. Fakat bu ülke, “devlet dersinde” öldürülen “meçhul çocukların” altında yattığı “kara bir mermer”den başka bir şey değil. Ama bu mermere sahip olabilmenin büyüsüyle gözleri kör olan ve “kalbi kuruyan” Özdil’in hayatının tek gerçeği, her şeyiyle yine o “devlet” denen yapı. Bu gerçeğe olan güveni de onu “bildiğini” sanabilmesine ve bunu açıkça ve utanmazca dışarı vurabilmesine sebep oluyor. Bu da, Bülent Somay’ın belirttiği gibi en “tehlikeli” insan tipine dönüşmesine yol açıyor: “bilmediğini bilmeyen insan”…