Futbol etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Futbol etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Kasım 2015 Salı

Eskilerden bir abi: Mustafa Denizli


15-16 yaşlarındaydım. Bir yaz günü öğleden sonrası Çeşme'de babamla avare avare turluyorduk. Limanın karşısındaki kahvehanenin önünden geçerken babam başıyla dışarıda oturanlardan birini işaret etti: "Bak oğlum, burada kim var?" Gösterdiği tarafa baktım. Ayak ayak üstüne atmış, gayet havalı, efe tavırlı bir adam oturmuş sigara içiyor, denizi seyrediyordu. Ona olan bakışlarımızı hissetmiş olacak ki yanından geçerken o da bizi şöyle bir süzdü. İşte o an elim ayağım çözüldü, adımlarımı şaşırdım. Bizim büyük kaptanın yanından geçiyordum, boru mu? O büyük kaptan sendin Mustafa abi. Hiç de garipsememiştim sigara içmeni. Zaten her fırsat bulduğunda Cruyff da tüttürüyordu, gazetelerde okuyorduk. Senin Cruyff’tan ne eksiğin vardı? Fiyakalı abim.

Bir keresinde de bin dokuz yüz seksenlerin başında Tariş depolarına doğru Alsancak Stadı’nın yanından yürürken, takımı antrenmandan kulüp binasına getiren minibüsün yanında görmüştüm seni. Toprağı bol olsun annemin memleketlisi antrenör Ömeragiç kulağını çekiyor, sen de gülüyordun. Diğer futbolcular da gülüyordu tabii. Hatta ben de gülmüştüm yanınızdan geçerken. Sonraki yıllarda gazetelerde okumuştum. Meğer  kamp yaptığınız yerde hoca sizi krosa yollamış, yarışın ortalarında diğer futbolculardan ayrılıp bir arabaya atlamış, finiş çizgisinin yakınlarına gelince de arabadan inip gruba orada katılmıştın. Tabii Ömeragiç yutmamıştı bunu. Ketenpereye gelmemişti. Kaçın kurrasıydı Gospodin. O gülüş o zamana mı ait şimdi hatırlamıyorum. Sen ne kabahat yaparsan yap yakışırdı, yakışmasa da biz yakıştırırdık. Kurnaz abim.
Atatürk Stadı’nda bir Beşiktaş maçındaydık. Kapalıda tezahürat yapıp seni tribünlere çağırmıştık. Çiçekleri sana doğru savurduktan sonra Beşiktaşlıların olduğu tarafta da bir vaveyla kopmuştu. "Niye şamata yapıyor bu herifler?" diye düşünürken şaşkınlıktan küçük dilimizi yutmuştuk. Beşiktaşlılar da seni yanlarına çağırıyordu. Rakip bir futbolcunun tribünlere çağırılması çok nadir olaylardandı. Üstelik Beşiktaşlılar bizden daha fazla bağırmıştı, kıskanmıştık. Onları da kırmamış, Beşiktaş tribünlerinin önüne gitmiştin. Sağ elini göğsüne götürüp başını eğmiş, afilice bir temenna çakmıştın. Rakip tribünler alkıştan yıkılmıştı. Kalender abim.
Atacağın her korner öncesi penaltı bulmuş gibi seviniyorduk. Yetmiş dokuzdaki Fenerbahçe maçında bir karambol anında topu tribünlere yollayıp “Topu geri vermeyin,” diye kapalıdakilere tembihlemiştin. Onlar da maçın topunu vermemişler ham hum şaralop yapmıştı. Hakem baktı bu iş böyle olmayacak, yedek topu istedi. Malzemecimiz Kör Coşkun kaşla göz arasında senin antrenmanlarda kullandığın Mikasa topu yuvarladı. Ve bir korner atışında topa öyle bir falso verdin ki, bizim Zagor Zafer’in tam kafasına doğru süzüle süzüle gelirken gol olacağını hissetmiştik. Maçın bitmesine birkaç dakika kala da rahmetli Bora’ya bir ara pası, sonrası tevatür. Gözümün nuru abim.

Kimi maçlarda resmen yürüyüp etrafa bağırıp çağırmakla yetinirdin. Kaybettiğimiz maçlarda da bir punduna getirip kırmızı kart görmeyi ihmal etmezdin. Fakat hiç umulmayacak bir anda güzel bir hareket yapar ya gol atar ya da attırırdın. Seksen ikideki başka bir Fenerbahçe maçında skorboard tarafındaki kaleye neredeyse orta çizgiden attığın serbest vuruşu kaleci Yaşar içeri alsaydı, belki de yüzyılın golü olurdu. Zımba gibi, roketatar mermisi gibi. Ya ondan bir sezon önceki Trabzon maçında yatarak attığın vole. Şenol Güneş tüm gücüyle köşeye uçmuştu da kurtaramamıştı. Son senelerinde deniz feneri gibiydin. Ortalığı sürekli aydınlatmaktansa arada sırada bir görünüp bir kaybolan ateş böceklerine benziyordun. Aslan abim.
Seni herkes seviyordu Mustafa abi, ama biz başka türlü seviyorduk. Sen Altaylı Büyük Mustafa’ydın, kaptandın ve Mustafaların birincisiydin. Çıkış tünelinde kimi zaman elinde bir buket çiçekle en önde sen çıkardın. Yaşı en ufak Mustafa’ya küçük, ortancaya Miço, sana da büyük demiştik.  Miço sağ açıkta, sen sol açıktaydın. Ve seksen üçte ilk defa birinci ligten düştüğümüzde sana da yavaş yavaş yol görünecekti. Kalsaydın, gitmeyeydin iyiydi be abim.

Ve geçen otuz küsur seneden sonra her alt lige düştüğümüzde, kurtarıcı olarak önce senin adın aklımıza geldi. Almanya’ya, İran’a, Azerbaycan’a bile gitmiştin de bize hiç uğramadın. Ateş almak için bile gelmedin be abim.
Duyduk ki yine Galatasaray’ı çalıştıracakmışsın, şampiyon yapacakmışsın. Başarı senin alnına yazılmış, en çok sana yakışır be abim.
Fakat diyeceğim o ki, hani bir gün aklına eser de çıkıp bize gelirsen, biz evde yokuz be abim. Yanlış anlama, sana tavır yaptığımızdan değil de, ev mev falan kalmadı ortada. Ne Alsancak Stadyumu kaldı, ne eski kulüp binası. Yerle yeksan ettiler, başımıza yıktılar be abim.
Sitem ediyorsam eğer, iki gözüm önüme aksın. Eğer mümkünse şu zehir dolu bardak bizden uzaklaşsın, gayya kuyusundan kurtulalım. Yine de bizim gönlümüz değil senin gönlün hoş olsun. Canın sağ olsun be abim, canın sağ olsun.
Orhan Berent

14 Haziran 2015 Pazar

Tan Morgül: ‘Ne futboldan ne romantizmden vazgeçerim’


Tan Morgül, uzun yıllardır futbol üzerine, futbol kültürü üzerine Eduardo Galeano’nun izinden giden, bu konuda yazılar yazan bir futbol romantiği. Bununla beraber kendisi yine uzunca bir süredir dünyadaki alternatif toplumsal hareketleri, küreselleşme karşı aktivitelerini yakından takip ediyor. Morgül’le memleket futbolunun ahvalini, futbol ve şiddeti, bütün bu boğucu futbol iklimine karşı üretebilecek panzehirler üzerine konuştuk.
Tan Morgül
- Geride bıraktığımız futbol sezonundan başlayalım isterseniz. Memleket hudutlarında aşina olduğumuz bir futbol sezonunu geride bıraktık. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu sezonu?
Güya ben futbol programı yapıyorum, futbol hakkında yazıyorum, bence birçok arkadaşımla öyle yaptığımızı düşünüyoruz. Futbol kültürü programı aslında bizim derdimiz. En az ilgilendiğimiz liglerden biri Türkiye. İzleyici performansı olarak İspanya, İngiltere, Almanya açık ara öndedir benim için. Oturup keyifle Almanya ligi, İspanya liginden maçları 90 dakika izliyorum. Türkiye ligini biraz futbol hastalığı sebebiyle gazeteden ve arada bir özetlerden takip ediyoruz. Kadroları biliyorum elbette, işi biraz trajikleştirmek için böyle konuşuyorum. Şimdi Türkiye futbolunun iki tane önemli meselesi var; biri yapısal tarafı, ikinci tarafı da oyun sıkıntısı, burada iyi futbol oynanmadığını düşünüyorum. Türkiye’deki futbolla sadece sportif olarak bile ilgilenince izleyecek bir şey göremiyorum. O yüzden bir refleks olarak da izleyemiyorum. Tartışma programlarını da takip etmiyorum. Bence onlar zehirli ama belirli maçlar sırasında sosyal medyadan uzak kalamıyorum. Futbolun popüler yönüne arada bir kaymamız engellenemiyor ama çok müdahil olmuyoruz eskisi gibi. Bu sebeplerle, sürdürebilir bir futbol geleceği için iyi değerlendiremiyorum. Bir de bu sezona üzücü bir şekilde Süleyman Seba Ligi dendi ama buna zaten en başta Beşiktaşlılar bozuldu sezonu görünce. Ne etik olarak, ne Fair-Play olarak, ne de sportif olarak Süleyman Seba’ya layık bir lig olarak göremiyorum. Kimin şampiyon olduğu; taraftarlar için önemli oluyor elbette. Galatasaray, irrasyonel bir süreç yaşamasına rağmen şampiyonluk yaşadı. Öte yandan Beşiktaş sahası olmadan sezonu tamamladı. Türkiye gibi liglerde çok önemli olan saha avantajını kullanamadı. Bütün dezavantajlara rağmen, Biliç gitti Liverpool’u eledi. Yine de Beşiktaş yönetimi sezon sonu Biliç’le yollarını ayırdı. Netice itibarıyla memleket ve dünya futboluna hayırlı olacağına dair umudumun olmadığı bir ligi daha geride bıraktık. Sezon sonunda ‘Oh be! Dünya futboluna, bizim futbol zevkimize bir şey kattı. Şampiyona da, ikinciye de, sonuncuya da helal olsun’ diyeceğimiz bir lig yok ortada. Futbolla ilgilenen sıralamaya bakalım. Recep Tayyip Erdoğan, Yıldırım Demirören, Fatih Terim… İşin ulusal boyutunda da sırf bu isimlere baksak bile çok bir şey beklemeye gerek kalmıyor.
- Buradan şiddet mevzusuna geçelim dilerseniz, malumunuz Türkiye’de futbol ve şiddet neredeyse iç içe geçmiştir. Bu sene futbolda şiddetin dozu biraz daha artmış gibi gözüküyor. Fenerbahçe’nin takım otobüsüne tüfekle ateş edildi daha sonra Emre Belözoğlu’na darp girişiminde bulunuldu. Bütün bunlar yaşanmasına rağmen hem olayın mağduru Fenerbahçe hem de genel olarak kamuoyu genel bir sessizliğe büründü. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu durumu?
80’li ve 90’lı yıllarla kıyasladığımızda, saha içi ve dışı şiddete uzun yıllardır rastlamıyorduk. Fenerbahçe’ye yapılan saldırı üzerinden bakarsak, bunun sadece futbolla mı alakalı, yoksa başka şeyle mi alakalı olup olmadığını soruşturma ve soruşturma sonuçları gösterecek diyorduk, artık bunu da diyemiyoruz maalesef. Çünkü bir arpa boyu yol gidilemedi o saldırıda. Resmen bir katliam girişimi yapıldı orada. Türkiye futbol tarihinin gördüğü en acayip hadiselerinden biriydi. Yapanlar ne amaçladı? Bu profesyonel bir tezgâh mıydı? Bu sorular cevapsız. Ne dersek spekülasyon yapmış oluruz elbette ama şunu deme şansımız var, sonuçları itibarıyla sadece Fenerbahçe’yi değil, memleketteki bir şeyleri hedef alınan bir saldırı yapıldı. Emre’ye yapılan saldırıyı da yine vahim ve tehlikeli olarak görüyorum ama temel olarak Fenerbahçe kafilesine yapılan silahlı saldırıyı özel olarak incelemek lazım. Başka hadiselerde olsa, tık diye hemen isimler bulunurken, bu konuda bir yol alınamıyor. Fenerbahçe yönetimi de bu hadiseye sessiz kalıyor. Yani ilk başta verdiği tepki ile şimdiki arasındaki fark, pis bir şeylerin döndüğüne işaret. Bu da bize Türkiye futbolunun her zaman olduğunu gibi yine siyasetin temel direklerinden biri olduğunu gösteriyor.  Malum Gezi’ye gittiğimiz süreçte de başka türlü hallerini de gördük bu durumun.  Passolig’in de içinde yer aldığı Sporda Güvenlik Yasası’nın nasıl hızla organize edildiğine şahidiz. Aslında ağır bir tribün gentrifikasyonu ve tribünün “apolitikleştirilmesi” süreci bu. Siyasetin istediği tipte taraftar profilinin tribünde yer almaya başladığını görüyoruz. Bunun yanı sıra, 3 Temmuz’da başlayan ve bir türlü sonuçlanmayan hukuki sürecin taraflarını ciddi anlamda şiddet alanına çektiğini görüyorum. Fenerbahçeliler ne tribünde ne de dışarıda bir şiddete başvurmadılar.  Ancak Trabzonspor taraftarları ve başkanının söylemleri meselenin oldukça gergin bir hadiseye doğru evrilmesine yol açtı. Yine de, bunu durumdan vazife çıkaran iki üç tane Trabzonspor taraftarının da yaptığını düşünmüyorum. Ama siz bu eylemi yapanları bulup yargılayıp, nedenlerini ortaya çıkarmazsanız, bunun kökenlerinin daha çok nereye gönderme yaptığı hepimizce malumdur. Biz bu memlekette 20 yıldır siyaset yapıyoruz. Bu tip davalarda yavaş ilerleme, bu işin sorumlularının ortaya çıkmaması, tarafların bir anda böyle susması, memleket için de, taraftarlık için de hayırlı değil. Yani neresinden tutsak elimizde kalıyor.
- Sosyal medyada, yapılan saldırılara “Oh, iyi olmuş” gibi yorumlara da tanık olduk. Bu yorumları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sosyal medya, hele Türkiye gibi ülkelerde devletin ceberutluğu, bilgi eksikliği ve sivil toplumun bu konuda güçlü olmaması sebebiyle, kendisini kamusal alanda ifade etme sıkıntısı olan, çok farklı şekilde kullanılan bir mecra. İnsanlar sosyal medyada çok rahat nefret suçu işleyebiliyorlar. Çok ağır seksist ithamlarda bulanabiliyorlar. Bu bir delilik hali. Böyle bir delilik haliyle birraya gelme ne sonuç doğurur? Sadece şiddet üretir. Sokakta pratik şiddet ürer, sosyal medyada nefret suçu ürer. Bu memlekette çok ciddi bir  katliama alkış potansiyeli var. Yani aslında bir toplumun en dibidir bu durum. Futbol da bu tip hadiselerde kullanıcı alanlarından biri. Takım formasını giyiyorsun, insanlarla bir araya geliyorsun. Maç izliyorsun ve bunu her hafta yapıyorsun. Dolayısıyla kendini çok rahat bu alana müdahil olacak ve bu alanda konuşabilecek hakkı görebiliyorsun. Çünkü sen taraftarsın, sen takım tutuyorsun ama bununda sınırları var. 40-45 kişinin hayatını kaybedeceği bir olayda “Oh olsun” diyorsan, bu çok büyük bir problem. Ama bu söylemin hukuki sonuçları olmalı. Bu tip nefret suçlarına giren mevzularda memleketimizde hukuk mekanizması çok fazla meşgul olmuyor. Yani her tarafından dökülen bir toplumuz.
- Tribünlerinin de siyasallaştığı bir dönemden geçiyoruz. Gezi’yle beraber artık daha bir muhalif dile sahip tribünler. Öte yandan başkanlara bakıyoruz “Futbola siyaset karışmasın” diyorlar, siz genel olarak bu politize olma durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tribünlerdeki insanlar zaten politikti aslında. Tribünlerdeki sol politizasyon, Gezi öncesinde de vardı. Sadece insanlar, Gezi’yle birlikte tribünde yer alma veya beraber olmak istediği bir grup olabileceğini ve başka gruplarda olabileceğini fark ettiler bence. Çünkü Gezi’den önce de Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray tribünlerinde muhalif gruplar vardı. Küçük gruplardı. Tribünlerde büyük bir çoğunluğa sahip değillerdi, Çarşı hariç. Tribünde performansları yeterli olamıyordu. Sadece muhalif anlamda söylemiyorum. Yani performans alanında da tribünde çeşitlilik varsa, tribünde hoş yaratıcı durumlar ortaya çıkıyor neticede. Ne zaman çok çeşitlendi, tribünler de oldukça eğlenceli bir hale döndü. Dolayısıyla Türkiye’de özellikle 2010’dan sonra bir politizasyon bu topluma yüklenmeye başladı. Gezi bunun daha fazla kamusallaştırdı. Peşi sıra son beş senede yaşadığımız siyasal yoğunluk ve toplumun siyasallaşmasından tribün de muaf kalamazdı. Yani futbol taraftarlığı politik diye bu iş olmadı, sokak politikleştiği için futbol taraftarları da politikleşmiş gibi göründü. Bu futbola da doğal olarak sirayet etti. Mesela Beşiktaş’ın son maçında İnönü’de yaşananlar, peşi sıra Dolmabahçe Sarayı’ndaki ofis yüzünden Beşiktaş’ın yeniden düzenlenmesi oradaki yoğun polis varlığı, 1 Mayıslarda sadece Beşiktaş’ta gösteri yapanların değil, tüm semtin cezalandırılması, hem Beşiktaş’ı hem de Beşiktaş taraftarlarını politize etti. Hakeza Fenerbahçeliler açısından 3 Temmuz süreci, kendilerini ciddi bir mağduriyete ve içinde devletin ve cemaatin de olduğu bir komploya maruz kalma hissine itti. Hayatlarında hiç polisle karşı karşıya gelmemiş insanlar, maçlarda polisle karşı karşıya geldiler. Öte yandan, Galatasaray tribünü de hükümeti stadyumda ilk protesto eden tribün olmuştu. Dolayısıyla öncesinden bazı nedenler var ama aslen taraftarlık hadisesinin politikayla bu kadar eşleşmesinin nedenini ben taraftarlık formasını giyen insanların politizasyonuna bağlıyorum.
- Tribünlerdeki bu Osmanlı vurgusu, geçmiş dönemlerde pek fazla yoktu yeni yeni karşımıza çıkıyor. Mesela Trabzonspor taraftarları da “Biz Fatih’in torunlarıyız” pankartları açmıştı. Siz bu süreci nasıl yorumluyorsunuz?
Mzuhalif olduğunu sandığın tribünlerde bile, “Ya Allah Bismillah” gibi sağ söyleme sahip sloganları duyarsın. Burada önemli olan durum, bunların sistematik hale gelip bir hegemonya aracı olarak kullanılmasıdır. Öte yandan, tribünler her zaman siyasaldı ama sağ siyasaldı. Şimdi tribünlerde daha önce hiç olmadığı gibi alternatif bir duruş görünce, o tribünü yönetenler, bu işten rahatsız oldu. Ve yine o ‘müthiş’ yaratıcılıklarıyla gide gide Osmanlı’ya gittiler. Çünkü zaten bohçalarında daha farklısını yapacak bir repertuar yok. Gerilim siyasetinin memlekette kodları bellidir, ötekine ihtiyacımız var bu siyaset için. Bunlar, Kürtler ve Ermeniler oluyor genellikle. “Fatih’in torunları” söylemi de esasında bir yabancılaşma, bir yalnızlaşma hali. Ama sen zaten en üst düzeyden başlayarak bu yalnızlaşma halinden bir siyaset üretiyorsun. Sokaktaki her canlı mahlukatı kendisi için, bütün işi gücü bırakmış, Türkiye’ye düşmanlık etmeye yemin etmiş, çabalayan insanlar olarak görüyorsun. Milletin de kendi gündemi, kendi işi gücü yok da oturmuş bize komplo kuruyor. Tabii, bu durumun en rahat yürüyeceği yerlerden biri futbol stadları. Çünkü taraftar da, futbolun verdiği hormonal yüklenme hali vardır ya; bağırma, çağırma hali... Şimdi bu çocuklarda ne yapsın; bildikleri tek tarih geçmişin ne kadar şanlı olduğu. Bildikleri tarih de aslında fena bir şey değil; onu bunu yeniyorsun. Yani bilgisayar oyunu gibi...
-Tribünden devam edelim, sol muhalefet olarak denilince akla ilk olarak St. Pauli gelir. Türkiye’de St. Pauli üzerinden giden bir hat var mıdır?
Her toplumun kendine ait dinamikleri var. St. Pauli tribününün o hale nasıl geldiğini bilmek için, 80’lerin Hamburg’una bakmak, o mahallerinin dönüşümü, oradaki prekarizasyon sürecine, göçmenlere, toplumun kenara ittiği insanların bir araya gelmesine, orada konut hakkı üzerinden büyük direniş hareketlerinin örgütlenmesine, “Right to the City” kavramının orada gelişmesi ve ondan sonra da bu söylemin tribüne gitmesine bakılması gerekir. St. Pauli, 1980’lere kadar politik bir figür değildi. St. Pauli, Almanya’nın en köklü kulüplerinden, 104 yıllık bir geçmişi var. Dolayısıyla o alandaki fiziksel dönüşümler, tarihle de çok özel bir ilişkisi var. Diğer taraftan da acayip alternatif bir alan St.Pauli mahallesi. Sadece politik anlamda değil, yaşamsal olarak da alternatif bir alan. Bütün bu dinamikler tribünde boy göstermeye başladı haliyle. Tribündekiler, bu yaratıcı, eğlenceli tipolojiye sahip çıktı ve St. Pauli hiç görmediği kadar kalabalık, eğlenceli tribünler görmeye başladı.
St. Pauli taraftarı
- St. Pauli’nin dünya çapında bir taraftar kitlesi var, her ülkeden bir sempatizanları var. Türkiye’de Gençlerbirliği örneği akıllara düşüyor iste istemez. Üç büyüklerden gelme çok taraftarı var onlarında. Bu noktada rasyonellik açısından St. Pauli hattına denk düşer mi?
Bu noktada Tanıl Bora gibi figürlerin hakkını yemeyelim. Gençlerbirliği taraftarlığını hep böyleydi esasında. Ankaragücü misal biraz daha sokağın, gecekondunun takımı, Gençlerbirliği ise okumuşların, üniversite öğrencilerinin takımı olarak bilinir. Dolayısıyla Ankaragücü’nün taraftarı hep fazla, Gençlerbirliği’nin hep azdır. Kulübün kendisinde, oyuncuların durumuyla çok bir alakalı olmasa da, buna taraftar üzerinden buna birazcık da sol politik bir kimlik de giydirildi. Ama St. Pauli’nin kulübüne de o hava yansımıştır. St. Pauli’nin dünyada bilinirliği üzerinden bir kıyaslama yapacaksak, bir muhalif taraftar figürü olarak ULTRAS figürünün Türkiye’deki muadili Çarşı diyebiliriz. Bunu sadece sol politik bir duruş açısından demiyorum; tribündeki repertuarı, semtle olan ilişkileri, yaratıcı olan alanlara açıklıkları ve dolayısıyla yaptıkları kampanyalar açısından. Sadece Gezi’yle birlikte ortaya çıkmadı ki Çarşı. Onun öncesinde de çevresel değerler, sokak çocukları, sokak hayvanları ve köy okullarıyle ilgili bir sürü kampanyaları vardı. Çarşı çok hegemonik bir figür Beşiktaş tribününde. Bunu sadece politik duruşuylailgiliı söylemiyorum, stadı ve koreografiyi de yönetmesi de çok önemli bir şey. O yüzden de dünyada şu an popüler figür Çarşı. Ben yurtdışından gelenlerle de çok konuştum, onların Gezi’deki taraftarlarla ilgili sordukları sorular hep Çarşı’yla alakalıydı. Ama küçük küçük güzel hikâyelerimiz var esasında. Adana Demirspor tribünün de ayrıca ele almak lazım. Ancak bu tip hareketler, futbolla bunca senedir uğraşmış bir insan için önemli. Yani şunu söylemek lazım, 90 dakikalık bir futbol taraftarlığı sonuçta bir siyasal faaliyet değil. Tamamen buna da indirgerseniz çok sıkıcı bir şey olur. Sonuçta orada insanlar takımını tutuyor, takımını destekliyor. Bu duruma haddinden fazla anlam yüklendi. Çünkü insanların kendilerini başka türlü rahat hissedecekleri, ifade edecekleri, eğlenceli muhalefet yapacakları başka türlü bir örgütlülük hali yok. Bunun eksikliğinden dolayı, insanlar kendilerini orada ifade etmeye başladılar.
- Yıllardır sıklıkla dile getirilen kavramlardan biri de futbol romantizmidir. Siz futbol romantizmini nasıl tanımlarsınız? Sizce giderek için boşaltılan bir kavram haline mi geldi bu durum?
Evet, futbol romantizmi Türkiye’de içi boşaltılmış bir kavram. Ama ne futboldan ne romantizmden asla vazgeçerim. Aslında hayatta her şeyin romantize edilmesinde fayda var. Çünkü bir sürü ütopik, irrasyonel şeyler taşır bünyesinde. Bu kadar sıkıcı hayatlarımız içerisinde, birazcık daha birbirimize temas edeceğimiz, ortak alanlar bulacağımız, sakinleşeceğimiz, mavrasını yapabileceğimiz duruşlardan biridir bence. Benim futbol romantizmi konusundaki rehberim her zaman Eduardo Galeano olmuştur. Kendisinin Gölgede ve Güneşte Futbol kitabındaki romantizm ve onun futbolla ilgili konuşmalarında, Galeano, futbolu hayatın güzel taraflarına benzetir. Ama romantizm diye taraftarların el ele kol kola maç izlemesi, birbirlerini alkışlamalarından falan bahsediliyorsa, bu romantizm değildir, hiç kusura bakmasınlar. Bu futbol, bu hale gelmişse bunda hepsinin payı var. Sadece iktidarın, yöneticilerin payı yok ki, spor medyası da her türlü pespayeliği yaptı. Reyting uğruna bütün bu lümpenliği besledi. Futbolda romantizmden daha çok onu kimin dediği önemli benim için.
- Spor medyası da içi boşaltılmış romantizmi sürekli üretmiyor mu sizce? Mesela Lefter’in 6-7 Eylül döneminde yaşadıkları ya da Fenerbahçe’nin stadının adının Şükrü Saraçoğlu olması ama aynı zamanda Lefter’in heykelinin de dikilmesi hususunda hiç bir şey duymuyoruz bu romantiklerden. Bu bir problem değil mi sizce?
Fenerbahçe tarihine damga vurmuş, Türkiye futbolunun en önemli sporcularından biri bir Rum’du. Irkçılık hakikaten lanet bir şey, kof bir şey, yani hemen böyle ağzından çıkabiliyor. O kadar rahat bir şey ki, birisine nefret üzerinden rahat hissetmek. Birisine söylemsel şiddet uygulayarak rahat hissetmek. Dönüp bakmıyor ki, benim şampiyonluklar tarihimin en önemli futbolcusu da Türkiyeli bir Rum’du. Negatif bir kitlesellik hakikaten başa bela bir şey. Bir de unutmayalım son on senedir çok ciddi linç vakaları gördük bu memlekette. Yani bu sıradan faşizm, lümpenlik sadece tribünde değil, her yerde bela bir şey. Taraftarlar da birbirine uyguluyor, sokakta politik olarak beğenmedikleri insanlara uyguluyorlar, bunun aslında panzehiri olabildiğince çeşitliliklerine, kimliklerine sahip çıkabilecekleri bir toplumdu. Ama kendi kendimizle, Türk-Sünni, maço, erkek egemen bir toplum olarak kaldık. Sokakta bile artık doğru düzgün, kadınları, çocukları, yaşlıları engellileri göremiyoruz. Çünkü sokak hayatı da, toplumsal hayatta dezavantajlı grupları dışına attı. Ama bu dezavantajlı grupların hepsi tolerans bekçilerimizdi. Dolayısıyla sokak ne haldeyse tribünde o halde oluyor. Tribünlerde ırkçılık anlamında berbat bir 90’lı yıllar yaşadık. Şimdi nispeten daha zayıfladığını düşünüyorum. İnsanlar geçmişleriyle yüzleşmeye çalışıyorlar. Ermeni ve Rum meseleleri, daha 10 senedir Türkiye’nin tartışma alanına girdi. Bir de yeni kuşaklar geçmişte ne oldu merakıyla hiç bilmedikleri tarihi araştırıyorlar, kafalarında bir soru işareti beliriyor. Merak etme durumu beliriyor.
- Bu durumun panzehri olarak futbol yayınları önemli midir sizce? Lefter’in hayatı düzgün bir şekilde anlatılsa, zihinleri olumlu anlamda açma açısından fayda sağlayabilir mi?
Türkiye’de futbol kitaplarına olan ilgi, İngiltere’ye göre kıyaslandığında çok zayıf ama yine de fena değil aslında. İletişim Yayınları’nı ayrıca anmak gerekir bu durumda. Başka yayınevleri de futbol kitapları yayınlamaya başladılar ama memlekette okunmuyor futbol kitapları. Memleketteki takım sevgisi, oyun, futbol ve onun etrafında dünyayla dair bir sevgi değil ki, o yüzden olabildiğince fakir bir sevgi var burada. Bir taraftan bu kadar seviyor, tutkulu ama diğer taraftan yoksun, eksik bir tutku bu. Platonik aşk gibi birisine bağlanıp duruyor. Buna hep şu örneği veririz; Fransa, Dünya Kupası’nı aldıktan bir iki sene sonra ülkemize gelmişti, kimse gitmemişti maça. Dünya şampiyonu ülkenize geliyor ama kimse izlemiyor.
- Ama yine de kitap açısından yurt dışı bizden bir hayli önde. Guardiola’nın iki senelik Münih macerası bile kitaplaştı kısa sürede...
Adamların futbol kültürü bu işte. Kurgusal kitaplar da yazılıyor futbol üzerine. Nick Hornby’nin Fever Pitch’i harikulade bir kitap mesela. Ken Loach’un My Name is Joe filmi yine keza önemlidir. Bizde de o minvalde çok önemli katkı olarak Dar Alanda Kısa Paslaşmalar filmi var. Yani bu işi futbolun hayatla kurduğu ilişkinin, nihayet belgesel olarak Gezi yaptı. Bu da hem yönetmenin, oyuncusunun, prodüktörünün olabildiğince en kalabalık olduğu bir durumdu. Futboldan kaynaklanmadı ama futbolu da bir şekilde çağırdı, futbol da koşarak geldi. Çünkü futbol kültürü kendi sığ dehlizlerinden çıkıp yaşamla ilgili bir şeyler söyledi. Bu da taraftarlar sayesinde oldu tabii, ne yöneticiler, ne oyuncular organize ettiler durumu. Yani hep böyle her hadise de taraftarlar suçlanıyor da yine de bu işin kurtuluşu aklıselim futbolseverlere bağlı. Sonuçta Passolig’de gördük, tamam o iş de yavaş yavaş insanlar tribüne dönüyor ama bir sene iyi bir cevap verdiler Passolig’e.
- Peki dergicilik için ne düşünüyorsunuz? Mesela Socrates dergisi iyi bir giriş yaptı...
Socrates, sadece futbol dergisi değil tabii ama çok önemli katkı sağlıyor bence. Sadece verdiği pozla değil, ekibiyle de yazarlarıyla da memleket spor kültürü için şu an için yegane güzelliklerden biri diyebiliriz. Bağış Erten’in kafasında bu proje olduğu zamanları da biliyorum. Hararetle de desteklemiştim. Bu memlekette daha önce de Radikal Futbol gibi güzel işler vardı. Mesela Four Four Two sadece futbol alanında uzun zamandır yayın yapıyor. İnşallah uzun ömürlü olurlar, malum dergicilik özellikle memlekette ve dünyada tarihin en güzel günlerini yaşamıyor.
- Şimdi buradan stadyumlara geçelim arzu edersiniz. Can Kozanoğlu, Biz de Bu Maçı Alabiliriz kitabında stadyumlar “farklı sınıftan insanların bir araya geldiği yerlerdir” diyor. Son birkaç yıldır devlet destekli bir stadyum inşaatı var. Bunların bir tür gentrifikasyon girişimi olduğunu düşünüyor musunuz?
Gentrifikasyon nasıl mahallerde de nasıl oluyorsa, stadyumlarda da aynısı oluyor. İnsanların çoluğuyla çocuğuyla, eşiyle gidip rahat bir şekilde maç izleme hakkı da var. Ben bunu hiçbir zaman reddetmiyorum. Ama futboldaki şiddeti, sınıfsal şiddete indirgeyen kafanın ne kadar kof bir kafa olduğunu da belirtmek gerek. Bu gentrifikasyonu meşrulaştıran kafayı da tamamen apolitik buluyorum. Çünkü hiç de öyle alt sınıf olmayan orta-üst sınıflara da şiddet uygulayanları da gördüm. Şiddet öyle sadece belirli sınıflara atfedilecek bir durum da değil. Ayrıca o alt sınıflara yüklenen şiddet sarmalında özellikle organize şiddetin nasıl ve kimler tarafından planlandığını teşvik edildiğini de biliyoruz. Endüstriyel futbol işte, kendi bütçesini denkleştirebilmek için kulüplerde taraftarlarının sezonluk bilet almasını talep ediyor. Çünkü bu insan o parayı veremiyor ama maçı da izlemek istiyor. Bu insan parası azsa, direkt şiddete meyilli bir adam mı olmuş oluyor? Yani birçok yerde de gördük, bütün bu şiddet sarmalanın içerisindeki hayatın kendisi de bir şiddet aslında yoksullara. Hayatın her alanında şiddet görmesine rağmen, inanılmaz bir vakurla hayatını devam ettirmeye çalışıyorlar. Tribüne gidip bağırıp çağırmasıyla, parası olmadığı için mecburen aldığı taklit formalarla, bu insanların statta görülmek istenmemesi, sokakta görülmek istememesiyle aynı şeydir. Ve aslında sadece futbol kültürümüzü baltalamıyoruz, yaşam kültürümüzü de baltalıyoruz. Yani sen toplumun çoğunluğunu oluşturan insanlarla kamusal alanı paylaşmıyorsan, bu insanlara yönelik her türlü şiddeti meşrulaştırmaya başlıyorsun. Çünkü temas etmiyorsun, çünkü o insanlarla yaşam pratiğini deneyimlemiyorsun. “Hepimiz eşitiz, biriz, bu bayrak altında, bu toprak altında yaşıyoruz” lafları hiçbirimizin ağzından düşmüyor, ancak hiç de öyle değil, hiçbirimiz eşit falan değiliz. Hiçbirimiz aynı alanları paylaşmıyoruz. Tribün, bu durumun nadir yerlerinden biriydi. Dolayısıyla o insanları tribünden uzaklaştırarak, toplumsal alana katmak istedikleri enerjilerini, kelamlarını kapatıyorsun. Tribünde artık sadece kendi sınıfından insanların ürettiği bir mesaj kalıyor geriye. O mesaj da hiç kimse kusura bakmasın olabildiğince yalnız ve yoksun bir mesajdır.

- Şimdi İstanbul’da bu statlar bir şekilde doluyor. Fakat Anadolu’da arena yapıp, biletler fiyatlarını yükselttikten sonra seyircinin durumu ne olur sizce?
Kayseri Erciyes’in bir maçında bilet fiyatı 5 liraydı. Adam o kadar indirmiş fiyatı. O beş liranın büyük bir bölümü de Passolig’e gidiyor. Kazandığı da bir şey yok. Sonuçta bir kere oyun tarafı da var, burada bir heyecan olacak, tutku olacak. Senin yaşamınla kimliğinle ilişkisinin bir parçası olacak. Bunlar yokken, bir de bilet fiyatları pahalı. Artık adamın gündeminden eğlencesinden hafta sonu yapacağı ritüelin içinde çıkıyor bu. Bir de zengin bir toplum değiliz ki, niye o kadar para versin? En son Union Berlin-St. Pauli maçına gittim. Fiyatlar çok uygun, bizden ucuz biletleri. Gayrisafi milli hasılası en yüksek devlette, Almanya’da oluyor bunlar. İnsanlar biralarını içiyorlar, muhabbetlerini ediyorlar, olabildiğince şenlikli bir ortam. Almanya’nın bütün tribünleri inanılmaz şekilde dolu. İngiltere’de biletler genelde pahalı olmasına rağmen, orada bile halen belirli bir kategoride bilet alabiliyorsunuz. Ancak bu gentrifikasyon sadece bizde olmadı. Çünkü onun arkasında bir politik gündemde gizliydi. Daha önce tribünlerdeki şiddetin sorumlusu olarak hep yoksullar görüldü. Özellikle Thatcher politikaları vesilesiyle; Heysel, Hillsborough gibi facialar arkasına bu tip mesajlar eklendi İşte Hillsborough’ın nasıl olduğu geçenlerde komisyon kararıyla ortaya çıktı. Hiç de öyle, sadece taraftarların suçlanacağı bir şey olmadığı ortaya çıktı. Dolayısıyla bu büyük bir politik tartışma ve endüstriyel futbolun sponsorları veya futbola haddinden fazla para harcayacak insanları ikna etme aracı önce bu alanı “temizlemek” oldu. Geçen gün bir programda, Mehmet Yüce, 92’de Şampiyonlar Ligi’nin kurulmasının endüstriyel futbolun kurulmasının başlangıcı olarak gördüğünü söyledi, ben de katılıyorum. Şampiyonlar Ligi çok belirleyici oldu ve büyük sponsorların olaya girmesini sağladı. Bunun için de statların seçkinleştirilmesi lazımdı.
- Bu durum karşında şöyle bir refleks gösterebilir miyiz? Malum Manchester United taraftarı da çok mustaripti bu durumdan ve gidip United FC’yi kurmuşlardı. Bu tip şeylerden üzerinden muhaliflik yapılabilir mi?
Her türlü akılcı, politik yaratıcı muhalifliklere şapka çıkartırız. Şimdi İngiltere’den bahsediyoruz, futbol kültürü o kadar devasa boyutlardaki. Adamın rakibinin oyuncusu geliyor, adam yeni kanserden kurtulmuş, oyundan çıkıyor, onu alkışlıyor bütün stat. Bu yüzden gidip Türkiye ile İngiltere’yi kıyaslamayız. Manchester United taraftarlarının kurduğu takım bize feyz veriyor. Bizim de dışarıya feyz vereceğimiz örnekler ileride çıkabilir. Çıksın da, futbolun endüstriyel dünyasıyla mücadele etme şansımız olur. Bir sürü taraftar, FIFA’nın içerisinde ne haltlar yendiğini söylüyordu, dile getiriyordu, bunları söylüyordu. Protesto ediyordu, sonuçta futbolu yönetenlerin kepazelikleri yıllardır ortadaydı, şimdi alenen ortaya çıktı. Yoksa öyle gizli kapaklı yerlerden nemalanan, yönetimlerden bilet alan, tribünleri yönetmeyi çalışan insanlardan, ne o takıma, ne memleket futbol kültürüne, ne de dünya futbol kültürünün hiç birine katkı çıkmaz. Yine sevenin halinden, sevenler anlar. Seviyorsan onun bir karşılığı yoktur, niye sevdiğinin de bilmezsin ama seversin. Sevdiğin için de her şeyi yaparsın. Sevdiğinin bekası için de her şeyi yaparsın. Biz İngiltere’de sevme biçimlerini görüyoruz, saygı duyuyoruz ve inşallah memlekette de olur diyoruz.
- Futbol ve erkeklik meselesi için ne düşünüyorsunuz? En basitinden bilindik erkeklik kodları üzerinden hocalık yapmayanlara direk itiraz ediliyor, bu işin üstesinden gelemez deniliyor...
Özlenen ve istenilen figür, hep dayakçı ve otoriter figürdür. Onu temsil eden hocalardan bolca var memlekette. Böyle futbolcusunu dinleyen ona sıcaklık gösteren hoca pek yoktur. Düşünün Lucescu ve Şenol Güneş kaç kere kendisini oyundan aldı diye oyuncuları tarafından protesto edildiler. Bu tip davranışları o oyuncular Fatih Terim’e yapamazlar. O yüzden o figürlerin çoğalması önemli. Evet, futbol çok erkek bir alan. Bunu yadsıyamayız. Artık kadın izleyici sayısında bir artış var ama kaç kere gördük tribünde kadınlar da erkekleşebiliyor. Bu sadece anatomik bedenimizle de ilgili olmuyor. Futbol kültürünün temelindeki sorunlardan biri; bu erkeklik hali. Sokakta nasıl bir problemse, tribünde de bir problem. Sadece fiziksel olarak değil, söylemsel olarak da bir şiddet hali. Dolayısıyla en büyük sıkıntılarımızdan biri. Sonuçta sadece tribünde edilen küfürlerden bahsetmiyoruz, kadın ölümleri var memlekette çok ciddi boyutta. Seksist küfürler de bu dinamiğin bir parçası. Hepimizin ağzımızdan çıkan küfürlere dikkat etmemiz gerekiyor. Ağır bir “erkek terörüne” maruz kalan kadınların yaşadığı bir ülkeden bahsediyoruz. Dolayısıyla oradaki erkeklik halinin bu kadar kendini kontrolsüz bir şekilde dışarı vurduğu alanların kendisi görünüyor oluyor. Tribünler istese de istemese oradaki performans biçimleriyle erkeklik hallerinin bir parçası oluyor. Ne yapalım, tribünleri kapatacak halimiz yok. Zaten seyircisiz maç seyretmek dünyanın en sıkıcı şeylerinden biri. Ama burada herkese bir görev düşüyor. İnsanlar ağızlarından çıkan sözcüklere dikkat edecekler.
- Spor medyası bu durumun neresinde sizce?
Televizyondaki spor programları, Allah’larından bulsunlar, ne diyeyim ki. Bu toplumda her zaman böyle bir damar olacak. Ciddi bir lümpenlik de var. Seviliyor da bu dil ama bunun marjinalleştirilmesi gerekiyor. Burada da taraftar gruplarına iş düşüyor. Sonuçta izlediğiniz de bir şey değil be kardeşim. Senin futbol kültürüne, senin futbol zevkine ne katmış? Sırf gaz veriyor negatif olarak. Bunları izlemek açık bir zaman kaybı. Git Football Manager oyna onu izleyeceğine, oradan yeni oyuncular keşfet.
- Football Manager’i oynayanlarda hep bir romantizm vardır ya, küçük takımları zirveye çıkarma öyküleri. Brian Clough’un kitabı çıkmıştı hiç okunmadı, hâlbuki adam onların oyunda yaptıklarını gerçek hayatta yapmıştı. Bu durum çok acayip değil mi sizce?
İşte muhalefet de böyle bir şey. Bazen ortamın kendisi mesaj oluyor işte. Malzeme buysa, sen de o zaman yeni kültürel üretimlerini birazcık daha farklılaştırman gerekiyor. Yani sadece eleştiri yapabiliriz. Yıllarca da yaptık işte. Asıl mesele Marx’ın 11. tezinde dediği gibi “Yorumlamak değil, değiştirmektir.” Demek ki, artık farklı ortamlar üzerinden işler yaratmak gerekiyor. Oyun başka bir şey tabii. Johan Huizinga’nın kült kitabı Homo Ludens vardır. Oyunun tarihini anlatır ve şöyle başlar: “Oyun kültürden eskidir.” Hakikaten oyun başka bir şey, memleketteki en büyük sıkıntılardan biri de, bir oyunu kitlesel olarak takip etme hali. Oynasa, spor yapsa, bu oyunun parçası olsa, daha başka bir şey olabilir. Ama sadece halı sahada bir araya gelmekten bahsetmiyorum. Avrupa’da halen belli yaşlarda insanlar bir araya gelirler antrenman yapıyorlar ve sonra maç yapıyorlar. Onlara para vermeden oynayabilecekleri ait özel araziler vardır. Kentler de bu şekilde düzenlenmiştir. Kentler sadece TOKİ kafalılara göre düzenlenmemiş. Parklar ve yeşil alanlarla kendini yeniden organize edebilmen için oluşturulmuştur. Dolayısıyla insan oyun oynadığı zaman insanlığını daha çok fark ediyor, çünkü taş devrinden beri oyun oynuyoruz. Ve sen sadece izleyerek yabancılaşıyorsun. İnsanın fiziksel enerjisini çıkaracak belli alanlar vardır. En temel iki alan, spor ve sevişmektir. Bu toplum, ne doğru dürüst sevişebiliyor ne de spor yapabiliyor.
- Tanıl Bora bir röportajında futbolun şişik topunun artık indirilmesi gerektiğini söylemişti. Futbola tutkusunu bildiğimiz Zeki Demirkubuz da Socrates dergiye verdiği röportajda futboldan soğuduğunu söylemişti. Bu ruh hali sıklıkla görünmekte, bu durumun panzehri nedir?
Futbol elimizden gitmiyor. Allah’tan futbol sadece burada oynanmıyor, burada da keşfedilmedi. Ben kendi adıma oynuyorum, benim artık iple çektiğim tek şey oynadığım maçlar. Haftada bir gün maç yapıyorum. Yurtdışındaki maçları izliyorum. Memleketteki futbol ikliminden bahsediyorsak, sıkıcı bir iklime sahibiz. Tanıl’ı tanıyorum, futbol tutkusunu da onunla kurduğu ilişkiyi de biliyorum. Kendisi yıllardır bu işin içinde, bu alanın entelektüel alanla ilişkisi çok darken de işin içindeydi. Biz de işin içindeydik, bu yüzden birbirimizi bulmuştuk bir şekilde. Bir sürü insanı da biliyorum hepimiz aynı ruh halindeyiz. Yapacak bir şeyimiz yok, bence artık gittikçe dibe vuruyoruz. Ondan sonra bir çıkış yolu bulabileceğiz. Bu oyun oynamaya devam edecek, izlenmeye de devam edilecek. Biz kötü zamanlarına denk geldik.
- Yurtdışındaki takımları da sahiplenme, tutkuyla takip etme başlandı son zamanlarda...
Beşiktaş- Liverpool maçını biz Liverpoollularla izledik, ben o tribünde 12-13 ülke saydım maça gelenler arasından. Sadece biz de yok, konu İngiltere takımları olunca, bütün dünyada taraftar buluyor. Hatırısayılır bir şekilde Liverpool’u destekleyen taraftar vardı. Bunlar güzel bir şey bence, hatta Liverpool’u tutan adamın rasyonel tutumu da vardır. Birisiyle konuştuğunuz zaman neden Galatasaray’ı tutuyorsun dediğinde veya Fenerbahçe tutuyorsun dendiğinde, daha rasyonel, daha sosyolojik nedenler sayabilir. Çünkü takım tutmanın bir manası yoktur, babadan geçmiştir genellikle. Bir taraftan, endüstriyel futbolun içinden verdikleri poz daha farklılaşmaya başladı. Artık takım taraftarları da bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Bir de eskisinden farklı olarak çok fazla görünür haldeler. Bundan 15-20 sene önce Dortmund, Liverpool işin çok hastası olmayanların takip ettiği bir şey değildi. Ben mesela çocukluğumdan beri Liverpool’u takip ederim, severim. Asıl mesele, sen semtinin takımını tutmuyorsun gidiyorsun, başka takım tutuyorsun. İnsan gidip üç dört takım da tutabilir, buna da bir şey demiyorum. Ama gidip Adana’da oturuyorsun, ne Adana’yla ne de Adana Demirspor’la bağın var, gidip üç büyükleri destekliyorsun. Bu köksüzlükle de ilgili bir şey. O kadar gezgin bir millet olduğumuzu, sadece bedensel değil, kafası da çok gezgin bir millet olduğumuzu gösteriyor. Bir de güç hastalığı var tabii, illa şampiyon olacak. St. Pauli gidiyor 7 tane yiyor Bayern Münih’ten, hocası istifa edecek ve tribünde şölen var. Çünkü hocaları ayrılacak. Kültüre bak, adam 2. ligde sonda, halen dolu tribünlere oynuyor. Burada kendi takımın düşmeye başladığı zaman tribündeki seyirci de düşmeye başlıyor. Bunu bırak maçta mağlup olsun 2-0 protesto etmeye başlar, 3-2 olunca alkışlamaya başlar. Kendisi de utanmaz kendinden. Oyuncuya yüklenme hali akıl alır şey değil. Oyun esnasında hiçbir katkısı yok; bir taraftan, sen hiçbir şey kazanmıyorsun. En özgür adamsın istediğin her şeyi söyleyebilirsin ama işin raconu var.
Can Öktemer

30 Ekim 2014 Perşembe

Orhan Uluca: ‘Türkiye, futboldaki gelişiminin çok uzağında’



Orhan Uluca, Almanya futbolu denilince akla gelen ilk isimlerden. Bundesliga üzerine engin bir bilgiye sahip olan Orhan Uluca, uzunca bir zamandır blogu üzerinden Bundesliga üzerine dikkat çekici analizler yapmakta. Çeşitli spor yayınlarında da yazılar yazan Uluca, vasatlığıyla meşhur Türkiye futbol kültürü içerisinde derinlikli analizleri ve yorumlarıyla futbol romantiklerinin ilgiyle takip ettikleri yazarlardan birisi. Orhan Uluca’yla son yılların gözde futbol ülkesi Almanya futbolunun başarısının ardındakileri ve son dönem Türkiye futbolu hakkında konuştuk.
Orhan Uluca
- Son yıllarda dikkat çekici bir şekilde futbolda Almanya’nın hegemonyasını görmekteyiz. Siz bu yükselişi neye bağlarsınız? Almanya futbolda hangi atılımları yaparak bu duruma geldi?
90’ların sonunda, otoriteler tarafından Almanya futbolunun kriz içerisinde olduğu konuşuluyordu. Oysa 1999 yılında, Bayern Münih, Şampiyonlar Ligi’nin o unutulmaz finalinde Manchester’a karşı son 1 dakikada kupayı ellerinden kaçırmış, 2001 yılında ise aynı kupayı kazanmayı başarmıştı. 2002 yılında ise bir başka Alman takımı Bayer Leverkusen, Şampiyonlar Ligi’nde yine final oynarken, Dünya Kupası’nda Almanya finale kalmıştı. Kulüp bazında başarılar bir yana Almanya’nın Dünya Kupası’nda final oynamasına rağmen, Almanlar, futbollarının bitme noktasına geldiğini sıklıkla dile getirmeye başladılar. Sorun Almanya’da geleceğe damga vuracak Sebastian Deisler hariç uluslarası bir yıldızın olmamasıydı. Amaçları yeni yetenekleri keşfetmek ve modern futbola uygun şekilde onları yetiştirmek oldu.
- Bunlar için neler yaptılar?
Almanya, her şeyden önce 2002 ve 2003 yılları içerisinde öz kaynak düzenini baştan aşağı değiştirdi. Önce yeni model oyuncu tanımı yapıldı. Çok yönlü, çok koşan, her iki ayağını da kullanan mevki ayrımı saha içerisinde gözetmeyecek farklı mentaliteye sahip bu yeni oyuncuların yetiştirileceği zirve futbolunun gerektirdiği şekilde eğitim için farklı metotları belirlediler. Eğitim farklılaştırıldı, yenilendi ve özellikle futbolcuların çok yönlülüğünün üzerinde duruldu. Örneğin Götze, Müller, Draxler, Kaan Ayhan vb.
Ülkenin 366 farklı yerinde kontrol noktası oluşturarak 11 ile 14 yaş arası 14 bin yetenek keşfedilecek şekilde “yetenek taraması” yapıldı. Yanlış hatırlamıyorsam, Deniz Naki de bu taramalar sonucu keşfedilmişti. Bu çocukların hemen hepsi, bir Bundesliga takımı çalıştırabilecek teknik direktör lisansına sahip antrenörler tarafından belirlenilen hedef doğrultusunda çağa uygun şekilde eğitildi. 2007’de, Matthias Sammer’in sportif direktör olmasıyla perspektif genişletildi. Kreşe giden çocuğa dahi müdahale ederken, 21 yaşına kadar olan süreç ayrıntılarıyla ele alınıldı. Bu verileri alındığında, toplam 600 bin insan yetenek taramasından geçirilmiş oluyordu.
Thomas Müller, Mario Götze ve Julian Draxler gibi ön alan oyuncularının sağ açık, sol açık gibi kavramlarla tanımanamayacak ölçüde çok yönlü olduğunu görürsünüz ama aynı zamanda bu oyuncuların hepsi maç başına 12 km koşabiliyor, Müller ise 13 km.
En önemli ayrıntı ise bu görevin başrolünde federasyonun olmasıdır. Kulüpler kendi çıkarlarına uygun şekilde hareket eden yapılardır. Gerek yetenekleri keşfetmek, gerekse de kulüplerin yetenekleri doğru şekilde eğitmesi için kimi yatırımları devreye sokmak federasyonun eylemidir. Bugün ülkede benzer bir metodoloji uygulanacaksa, burada Türkiye Futbol Federasyonu sorumlu ve baş aktör olmak zorundadır.
- Bundesliga, hem rekabet olarak hem de kalite olarak İngiltere Premier Lig’le yarışacak durumda olmasına rağmen, izlenirlik ve takip edilirlik konusunda hep geri kalmıştır. Siz bu durumu nasıl yorumlarsınız? Son yıllarda Almanya’nın futboldaki beynelmilel başarıları bu durumu dengelemiş midir?
Son yıllarda en fazla çıkış yapan uluslararası lig olduğu gerçeği bir yana genel olarak Bundesliga’nın tanınırlığı ve uluslarası piyasası bir hayli düşüktür. Bunun en önemli nedeni ise ligde var olan yıldız oyuncularının azlığıdır. Bu da aslında Bundesliga kulüplerinin sağlıklı bir ekonomiye sahip olması nedeniyle transfere görece çok az para harcamasından da kaynaklıdır. Dünyanın en sağlıklı futbol kulüpleri Bundesliga’dadır. İngiltere’nin orta sıra takımı olan Tottenham’ın harcadığı para, Almanya’da harcadığı para açısından diğerleriyle arasında bir hayli fark olan Bayern Münih’e ancak denk düşüyor. Üstelik Almanya’da parası olan herhangi bir zengin kulübün hisselerinin en fazla yasa gereği yüzde 49’u alınabilir ve yüzde 51 hisse her zaman kulübün kendisinde kalır. Zenginler, kulübün sahibi olamaz. İtalya’da ise Serie A, B ve C’de bulunan kulüplerin yüzde 70’i iflasın eşiğinde. İngiltere ve son dönemde Fransa’da kulüplerin başına zenginler geçiyor. Bu, bana göre zararlı olan koşulların Bundesliga’da yaşanmamasının bir başka getirisi de yıldızların lige uzak kalışı oluyor. Bu yüzden, Bundesliga oyuncu yetiştirir. “Parasıyla sürekli yıldız alır” algısına sahip Bayern Münih’in en çok kazanan dört oyuncusundan üçü, Lahm, Schweinsteiger ve Mülller kendi altyapısında yetişmiştir.
Barcelona'daki sayısız başarının ardından Bayern Munich'i çalıştıran Pep Guardiola
- Türkiye’de yaygın bir anlayış olarak, Pep Guardiola’nın başarısını antrenörlük kabiliyetine değil de, sahip olduğu iyi futbolculara bağlanır. Bu görüş sizce ne kadar doğru? Pep Guardiola’nın başarısının sırrı nerede yatıyor sizce?
Bakın şunu söyleyebilirim: Pep Guardiola, dünyanın bana göre açık ara en iyi teknik direktörüdür. Geçtiğimiz günlerde, Barcelona’nın bugününe bakarak, Roma Teknik Direktörü Rudy Garcia, Pep için antrenörlüğün değerini gösteren adam olarak övgüde bulunmuştu. Çünkü o gittikten sonra, Barcelona kupaları toplamaya devam etse de, imzası silindikçe uzay takımı kimliğinden de sıyrılmıştır. Üstelik Guardiola, çok başarılı bir kulübe gelmesine rağmen, sahanın içerisinde imzasını net bir şekilde atar. 30 yaşındaki dünyanın en iyi bekini “defansif orta saha” yapar, en yüksek pas yüzdesi yine onun çalıştırdığı takımın olur. Üstelik bunların dışında oyunu okuma ve müdahale konusunda da son derece başarılıdır. Geçtiğimiz sezon Mainz, Hertha Berlin gibi Bayern’i ilk devrede etkisiz kılmayı başaran takımlar, onun doğru müdahaleleri sonucu sahadan boynu bükük ayrıldılar. NTV yorumcusu Önder Özen ile olan bir muhabbet içerisinde Real Madrid’in başındayken Mourinho’nun presi karşısında çaresiz kalan Barça’nın üçlüye geçerek, beşli hat içerisinde Real Madrid’in presini kırmasını gördüğü en büyük teknik direktör hamlelerinden birisi olarak anlatmıştı. Almanya’ya geldikten sonra yakından takip ettiğimde gördüm ki, Önder Özen bu konuda çok doğru bir tespitte bulumuş; zira Katalan teknik adam, kendisine özgü futbol anlayışı ve oyunu okuma ve müdahale konusunda gerçekten çok üst düzey. Aynı zamanda, topladığı kupaların dışında futbola “yeni” bir şeyler katan devrimci teknik direktörler arasında yer alır.
- Almanya’da, son yıllarda Sami Khedira, Boateng ve Mesut Özil gibi Alman olmayan futbolcuların yer alabildiklerini görüyoruz. Bu tip konularda katılığını bildiğimiz Almanya, bu sürece nasıl girdi? Sizce aynı durum Türkiye içinde uygulanabilir mi?
Başta da belirttiğim gibi, Almanya 90’ların sonunda krize girdi. Bu dönemde ise önlerindeki örnek, 1998 Dünya Kupası’nı kazanan ve 2000’de de Avrupa şampiyonu olan Fransa vardı. O dönem, Fransa’nın kadrosunda 5 farklı kıtadan oyuncu bulunuyordu ve bu başarısı göçmenlerinden aldığı verime de dayandırılıyordu. Bu nedenle, Fransa örnek alındı ve yeniden oyuncu taraması yaparak göçmenler üzerine daha fazla düştü. Nuri Şahin’in Türkiye’ye kaptırılmasının ardından, Türk oyuncularla en azından Türkiye’ye göre daha yakından bir ilgi göstererek, Mesut, Serdar ve İlkay gibi oyuncuları da milli takıma kazandırdılar.
Bu durum, Türkiye’de olsaydı, bu futbolcular, pek tabii milli takıma katılırdı ama asıl soru bence şudur: Milli takımdan davet alanlar, Almanya’daki göçmenlerin pek çoğu gibi milli marşı söylemeyi reddetselerdi, nasıl olurdu? Bunu yapabilirler miydi? Mesut, Khedira gibi milli marşı söylemeyerek, davet almaya devam edebilirler miydi? Löw gibi Terim de bu onların tercihi diyerek anlayış gösterir miydi? Sanmıyorum.
- Bildiğimiz gibi geçtiğimiz günlerde yaşadığımız Gökhan Töre krizi çok konuşuldu, çok tartışıldı. Sizin bu konu hakkında görüşleriniz neler? Sizce bu kriz doğru yönetilebildi mi?
Birkaç farklı açıdan bakıp değerlendirebiliriz bu konuyu. Etik ve ahlaki değerden yoksun bir şekilde sadece pragmatist açıdan bakarak, milli takıma vereceği zarar ya da fayda üzerinden ele alındığında net bir hata yapıldığı görülüyor. Gökhan Töre, Hakan Çalhanoğlu ve Ömer Toprak arasında geçen bir olayda, yetkililer, üç oyuncu arasında bir hukukun gelişmesini başaramadılar. Bu, Fatih Terim’in başarısızlığıdır. Nihayetinde, bu olay basının kaşıması neticesinde değil, verilen cezayı yeterli bulmayan Ömer ve Hakan’ın gösterdiği tepki sonrası gündeme oturdu. Belki de ne ceza verildiğinin dışında oluşan korkunun giderilememesidir tüm mesele. Dolayısıyla, bu krizin yönetilemeyişinin bir başka mağduru da cezayı belki de çok daha ağır bir şekilde çekmek zorunda kalan Gökhan Töre oldu. Riera ve Melo kavgasında da adaletli davranılıp davranılmadığı konusunda basın bir tartışmaya girmedi, zira Riera, o dönem bu olayı büyütmedi. Eğer Riera, o dönem ikinci maça isteksiz çıksa ya da çıkmayı reddetseydi, basın bu olayı da uzun süre gündemde tutar ve cezanın adil olup olmadığı konusu uzunca süre tartışılırdı. Belki de tartışılması gerekiyordu. Burada nasıl bir yönetim başarısı varsa, bu olayda da başarısızlık söz konusu ama bu bakılması gereken nokta değil.
Diğer açıdan, ben sade bir vatandaş olarak yanıma silahlı bir arkadaşı alarak bir odayı basıp hedefimdeki insanın yanındakileri yere yatırıp korkutarak bir vatandaşa kanlar akıtacak şekilde girişsem, bunun cezai bir yaptırımı olmaz mı? Milli takım kampında sınırları bu denli aşan bir oyuncunun gerçekten cezası 6’sı özel olan 7 maç milli takıma çağrılmamak mıdır? Aynı zamanda, böyle bir davranışta bulunan oyuncuya psikolojik yardımı esirgeyerek silahlı olayların devamını hem milli takım yetkililieri hem de Beşiktaş kulübü sağlamış olmuyor mu? Gökhan Töre’nin yerine oraya ben oğlumu koyuyorum. Ne yaparsınız? Bir daha yaşamasından ve oğlumun kötü bir sona doğru gitmesinden korkmaz mıyım? Bir sonraki silahlı olayda kurşun sekerek omzuna denk geldi, ya beynine denk gelseydi? Ya o yanında getirdiği silahlı adamın elinden çıkan kurşun Hakan ya da Ömer’e ölümcül bir yara açsaydı, o zaman mı bu konulara gereken önemi gösterecektik? Bu ihtimal, Çek maçında alınacak olan 3 puandan daha mı az önemli? Konu buysa, milli takımın maçının ne önemli var?
Milli takım yoluyla Gökhan Töre, bu olaylar sonrası çok önemli Çek maçında son saniyede galibiyet golü atmış olsaydı, eğer bu oyuncunun yaptığı bu hareket toplumda nasıl algılanırdı? Gökhan Töre’nin milli takımın rezervasyonunu yaptırdığı otele silah sokması ayrı bir suç. Silahlı bir adam sokmak çok daha başka bir suç. Silahlı adamla milli takım arkadaşlarına saldırmak, kan akıtmak ve onları elinde silahla tehdit etmek ise çok başka bir suç. Hakan benim oğlum olsaydı eğer, ben asla ve asla Gökhan’ın olduğu takıma oğlumu göndermezdim. Bir garanti isterdim. Hakan’ın babasının verdiği tepkinin içeriği de budur. Zira Gökhan iyi niyetli olsa dahi, çevresinde silahın patlaması an meselesidir.
Almanya’da, İvan Rakitic evine hırsız girdiği için günlerce uyuyamadı. Evini taşıdı, psikologa gitti ve yine de psikolojisi düzelmedi, ülkeyi terk etti. Hakan’ın annesi, bu olaydan haberdar olduktan sonra günlerce ağlamış. Hakan bunu anlatırken gözü doldu ZDF ekranında. Söylenenlere göre, Ömer Toprak bu olaydan sonra oynayacağı ilk maçı için teknik direktörden izin istemiş, psikolojisi iyi değilmiş. Kendinizi bir başkasının yerine koyarak, her zaman doğruya ulaşamazsınız. Çok başka koşullarda yetişmiş olan bu çocukların psikolojisi çok fazla düşünülmedi. Hakan ve Ömer, hak iddia ediyorsa yüzde yüz haklıdır ve tüm bu sorunların altında, aynı zamanda Fatih Terim’in “Ben ceza verdim, yeterli olması gerekir, itiraz istemez” egosu da yatıyor.
 
Borussia Dortmund Teknik Direktörü Jurgen Klopp
- Jurgen Klopp, son Galatasaray-Borussia Dortmund maçından sonra, çok ilginç bir açıklama yaparak, ‘Başkanım, Türk mantalitesine sahip olsaydı bugüne kadar gelemezdim’ dedi. Klopp’un bu açıklamaları için neler demek istersiniz? Klopp’un Türkiye’de futbol zihnini tek cümleyle özetleyebilmesini neye bağlarsınız?
Öncelikle o röportajda soru da önemlidir. “Galatasaray bir sezonda 3 teknik adam değiştirdi” ile başlıyor soru. Klopp da bu mentalite olsaydı diye çok doğru bir tespit yapıyor. Nihayetinde bugün dünyayı kendisine futbolu ve tarzı ile hayran bırakan Dortmund, öncesinde küme düşme potasına kadar gerilemiştir. Nihayetinde, bu büyük çıkış için, şampiyonluk hedefi olmayan yılları geçirmeyi göze aldılar. Türkiye’de büyük bir takımın Dortmund’u örnek alması çok kolay değil. 3 büyüklerin hepsi her sezon şampiyonluk istiyor. Bu her şeyden önce matematiksel olarak mümkün değil. Dolayısıyla yılda 2 hoca değişimi, en azından düne kadar kaçınılmazdı. Bir şeyleri oluşturmak için zaman gerekir, bunu kavramak gerekir.
-Türkiye’de teknik direktörlük mesleğinin pek ciddiye alınmadığı bir gerçek. Gençlerbirliği, daha sezon ortasına gelmeden dört hoca değiştirdi, hatta İlhan Cavcav, Mustafa Kaplan’ın görevine son verdikten sonra bir sonraki maça kendisinin çıkacağını duyurdu. Türkiye’deki bu garip futbol anlayışının değişmesi için neler gerekiyor sizce? Sizce teknik direktörlerin, bu anlayışa dur demek için, Aziz Yıldırım ve İlhan Cavcav gibi başkanlara ne gibi tavırlar alabilir?
Bu iki başkanın yaptığı açıklamalar sonrası ben Antrenörler Derneği’nin bir tepki koymasını bekledim. Antrenörler bir açıdan sahipsiz. Çok zor koşullarda iş buluyorlar ve bunu kaybetmemek için çok fazla taviz vermek zorunda kalıyorlar. Bir röportaj esnasında, bir teknik direktöre sözleşmedeki hakkınızı neden talep etmediğini sorduğum zaman, bu “uygunsuz” davranışın sonucunda bir daha iş bulamayacakları korkusunun yattığını söylemişti. Benzer şekilde pek çok tavizi bu nedenle veriyorlar.
Kişisel isteğim, bu tarz yaklaşımda bulunan bütün başkanların başarısız olması. Başarısızlık, ancak antrenörlere yapılan bu saygısızlığı anlatır. Öte yandan iki başkanın da çok uzun süre başkanlık yapması da böyle bir aymazlık içerisinde bulunmalarına imkân veriyor. TFF’nin “Bir kulüp bir sezonda sadece bir kez teknik direktör değiştirebilir” gibi koşullandırmaları kısmen bu sorunu çözebilir. Toplum algısında bu açıklamaların absürtlüğünün anlaşılması için gereken tek şey ise başarısızlık.
Real Madrid'i çalıştırdığı dönemde 4 yılda 7 kupa kazanan Vincente Del Bosque, 2004'te başına geçtiği Beşiktaş'ta bir yılı bile doldurmadan kovuldu. Daha sonra yönettiği İspanya'yla bir Avrupa Şampiyonası ve bir Dünya Kupası kazandı.
- Bildiğiniz üzere, Frank Rijkaard, Roberto Mancini, Vincente Del Bosque gibi oldukça kariyerli hocaların Türkiye maceraları oldukça kötü hatıralarla bitti. Bu büyük isimlerin Türkiye’de başarısızlıkların sebebi neydi?
Çok bilinen cevabı ülkedeki futbol anlayışının yetersizliği. Lakin ben, 2-3 yıl önce Avrupa’nın beş büyük ligini kapsayan bir araştırma yapmıştım. Gördüm ki, Avrupa’da beş büyük lig kendi dilini konuşamayan teknik direktöre iş vermiyor. Premier Lig’de,  Avusturya veya İsviçre liglerinde başarı yakalamış teknik direktörler görev almıyor ya da Bundesliga’da Galli veya İskoç hocalar iş bulamıyor. Uruguaylı ve Arjantinli hocalar, dil birliği nedeniyle İngiltere ya da Almanya değil, İspanya’da başlıyor çalışmaya. Çünkü teknik direktör, tercüman aracılığıyla potansiyelinin yüzde 70’ini ancak sonuçlara yansıtabiliyor. Elbette beş büyük lig ile kalite farkı açılmış olan ligler, yabancının bu dezavantajında dahi fayda sağlayabiliyor. İstisnalar da her zaman mevcuttur.
Löw için konuşmak gerekirse Almanya’ya dönüşünde de başarısızlıkları oldu. Adana’da olduğu gibi Karlsruhe’de de 18 maçta 1 galibiyet alarak kovulmuştu. Aradan çok zaman geçti. Del Bosque’nin de İspanya dışında ne kadar başarılı olacağını bilemeyebiliriz. Rijkaard da keza Türkiye tecrübesi sonrası Arabistan’da da başarısız oldu. Özetlersek, tercüman aracılığıyla kendilerini ifade ederken, motive edici etkilerini kaybetmeleri ve futbolculara istediklerini yaptırma konusunda başarısız olmalarının yanı sıra, kültürel uzaklık ve ligler arası yapısal farklılık da önemli bir etken.
Eski model bir Alman teknik direktör, (Magath, Daum, Feldkamp) istediği disiplin ve fizik futbolunun geçişini dünyanın her yerindeki oyuncuya sağlayabilir. Fakat bugünün Almanyası’nda, 2000 sonrası farklı şekilde eğitilmiş yeni model oyuncularla çalışmaya alışmış, video analizleri ve yeniden oluşturulan taktiksel terminoloji ile derdini anlatarak başarı kazanmış teknik direktörlerin oyunculara istediklerini yaptırmaları güç. Almanya’da artık “geçersiz” olarak görülen Magath’lar, Daum’lar, belki Türkiye’de başarı kazanabilirler. İlk soruya dönersek, Almanlar oyuncularını farklı şekilde eğiterek, aynı zamanda bu yeni model teknik adamların başarısının da önünü açmış oldu. Türkiye, oyuncularına altyapıda ortalama eğitimi doğru bir şekilde vermediği sürece, İtalyan, yeni model Alman teknik adamların gelip de burada başarı kazanması çok zor. Dürüst olmak gerekirse, Prandelli’nin pragmatist zekasına güvenmiş ve başarılı olacağını düşünmüştüm ama İngilizce dahi konuşamaması, söylediklerinin aynı anda pek çok dile çevirmesi ve Sneijder’in betimlediği gibi soyunma odasının arı kovanına dönmesi sonucu başarılı olması zor.
- Geçten yıllarda BirGün gazetesi için Türkiye’deki teknik direktörlerle röportajlar yapmıştınız. Yapmış olduğunuz, röportajlarda sizi en çok şaşırtan detay ne olmuştu? Sizce Türkiyeli teknik direktörlerin başarı anlamında yurtdışındaki meslektaşlarına oranla geride kalmalarının en büyük sebebi nedir?
Tek ve net bir cevabı bence şudur: Kibir. O kadar çok kendilerine güveniyorlar ki, kendilerini yenileme ihtiyacını hissetmiyorlar. Hikmet Karaman, “olumlu” anlamda beni şaşırtmıştı, yeni bilgiye olan açlığı ve buna ulaşmak için çaba sarfetmesiyle. Maalesef pek çokları benim beklediğimin çok altında bir taktiksel içeriğe sahiptiler. Onlar için çok önemli olacağını düşündüğüm ayrıntılar söz konusu olduğunda, dillerinin dahi kabalaştığını görüyordum konuya karşı. İçten içe “Bırak bunları. Para yok, oyuncu disiplinsiz” gibi oyuncuların özel yaşamına dair yazılamayacak tonla ayrıntı sunuyor ve çok şeyi de buna bağlıyorlardı. Onlara üst düzey takımları başarıya götüren ayrıntılardan bahsettiğim zaman, neredeyse hepsi “Zaten tam da biz onu yapıyoruz” diyerek var olan bilgiyi deşmektense, aslında kendilerinin de o seviyede olduklarını anlatma çabası içerisindeydiler.
Oysa bugün Gladbach ile başarıdan başarıya koşan Lucien Favre, Hertha Berlin macerası sonrası kurslara gidiyor, Premier Lig kulüplerinde yeniden stajyer gibi antrenmanlarına ilgi duyup hafta hafta önemli teknik adamlarını ziyaret ediyor ve gelen teklifleri ise kendisini geliştirmek için bir yıl kabul etmiyor. Guardiola, Bielsa gibi teknik direktörlerin odaları kitaplarla dolu ve boş günlerinde dahi kendilerini geliştirmek için var güçleriyle çalışıyorlar. Türkiye’deki yerli antrenörlerin yüzde 95’i, abartmadan ifade etmek gerekirse, dünyanın değilse de Avrupa’nın en iyi teknik direktörü olarak görüyor, tek eksikleri büyük kulüplerin onlara yeteri kadar şans vermemesi. Ertuğrul Sağlam gibi beğendiğim teknik adamları saymazsak, bir kez olsun orta sıra bir Anadolu kulübü ile neden şampiyonluk yarışına giremediklerini kendilerine sormuyorlar. Gelişime kapalılar.
-Türkiyeli futbol yorumcuların Türkiye’de hocalık yapan kariyerli yabancı teknik adamlar için sıklıkla kullandıkları argüman ‘Futbolu bilmiyor’ olmuyor. Futbol yorumcularının bu sığ yorumlarının futbol kültürüne ciddi zarar verdiğini düşünüyor musunuz? Bu bağlamda iyi futbol bloglarının futbol kültürüne katkı sağlayabilir mi?
Bence bloglar kendilerine bir misyon biçmediler ama ülke futbol kültüründe bir eksikliği kapatarak, kendilerine sonradan biçilen misyonlarını yerine getirdiler. “Futbolu bilmiyor” tarzı açıklamalar, biraz da teknik adamların “yabancı” olduklarından dolayı kolay bir şekilde dile getiriliyor. Yerli-yabancı futbolcularda da bunu görürsünüz. Lincoln, Diego ya da Sneijder için rahatlıkla “Bunun neresi yıldız!” diyenini görürsünüz ama iki yıldır oynamayan Selçuk için olumsuz eleştiri olsa da, “Bunun neresi futbolcu!” yorumu yapılmaz. Eleştiri olsa da, nezaket elden bırakılmaz. İki gün sonra, bir mekânda karşılarına çıkıp o futbolcu hesap sorabilir çünkü. Her ikisine de yapılmamalıdır, o başka bir konu. Bir yorumcunun Melo’ya karşı olan öfkesine şahit olurken, aynı zamanda Emre’yi sarıp sarmaladığına da çokça kez şahit olduk. Melo da, Emre de gerçekten çok iyi futbolcular ve fakat karakter yapıları benzer. İki futbolcuya karşı olan yaklaşımdaki farklılık, hocalar konusunda da görülebilir. Çünkü yerliler, açar telefonu, hesap sorar, yabancıların pek çoğu o yorumu duymaz.
Genel olarak Türkiye’deki futbol yorumcularının eksikliği Avrupa futboluna olan uzaklıktan kaynaklanır. Oysa senin takımların her sezon en az 5 yabancı oyuncu transfer ediyor ve sıklıkla yabancı teknik direktörlerle çalışıyorsa, işinin sorumluluğu gereği Avrupa futbolu’na ilgi duymak zorundasın.
Aynı zamanda futbol yorumcularının neredeyse tamamı, bu işi en iyi kendilerinin yaptıklarını düşünürler. Bu “kibir” de yine gelişiminin önündeki en büyük sorundur. Bloglardan ziyade sosyal medyanın aracısız ve pervasız hesap soran dili, biraz olsun yorumcuları farklı maçları izlemeleri için ekran başına oturttuğunu da düşünüyorum.
Can Öktemer