Medya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Medya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Aralık 2015 Cuma

Erkan Saka: ‘Yurttaş haberciliği daha nesnel habercilik üretebilir’

Yeni medya ve yurttaş haberciliği son zamanların en popüler tartışma konularından biri. Özellikle yeni medya araçlarının kullanımının yaygınlaşmasıyla geleneksel medyanın geleceği merak konusu olmaya başladı. Bununla beraber yurttaş haberciliğini ilerleyen zamanlarda medya içerisinde nasıl bir konumda olacağı ise ayrı bir tartışma konusu olarak durmakta. Bu meseleyi tartışmaya Ruşen Çakır’la başladık, Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nden Yrd. Doç. Erkan Saka’yla devam ediyoruz. Saka, yeni medya ve yurttaş haberciliği üzerine Türkiye’de en çok kafa yoran çalışan akademisyenlerden. Kendisiyle geleneksel  medyanın son durumunu, yurttaş haberciliğinin geleceğini ve sorunlarını ve iletişim fakültelerinde bu meselenin nasıl ele alındığını konuştuk.
Erkan Saka
- Yurttaş haberciliği tanımı üzerine başlayalım isterseniz, sizin de bu konu hakkında bir makaleniz vardı. Siz nasıl tanımlarsınız bu kavramı?
Tanım konusunda yakın zamanda bir uzlaşma olmayacak. Genel olarak, toplumun haber yapım süreçlerine aktif katılmalarına yurttaş gazeteciliği denebilir. Ama bunun bir sürü biçimi var ve bazıları zaten internet öncesinde de olan şeylerdi belki, özellikle kastedilen vatandaşların buna bizzat katılarak sahadan ham haber-enformasyon üretimi olarak tanımlayabiliriz. Tabii, yani bu tartışmalar devam ettikçe, editoryal rolde ne kadar yer alabilecekler diye de düşünebilir. Bazı vatandaşlar bu role de bürünebilirler. Genelde bu kavramda kastedilen, tartışılan haber enformasyon üretim kısmı denebilir.
- Yurttaş haberciliği tam olarak ne zaman sözlüğümüze girmeye, tartışılmaya başladı?
1990 sonlarına doğru tartışılmaya başlandı. İnternetin çıkışıyla birlikte denebiliriz ama aslında internet öncesinde de olabilecek bir şeydi. Yine de özellikle internetin çıkışıyla birlikte tartışma merkezi bir rol almaya başladı. Zaten yurttaş haberciliği internet araçları olmadan çok nadir yapılabilen bir şey. O yüzden de 2000'li yıllar itibariyle ABD'de konuşuluyordu. Yine o tarihlerde bloggerların gazetecilik yetisi sorgulanmaya başlanmıştı, 2000'li yıllar, blogçuluğun altın yılıdır zaten. Türkiye'ye biraz geç geldi. Bizde özellikle 2010'dan sonra aktif olarak tartışılır hale geldi bu kavram. Aslında, genelde gazetecilik eğitimini dijital dönem öncesinden tamamlamış akademisyenler veya pratisyenler için hâlâ çok negatif bakılan bir kavram. Yurttaş gazeteciliği uygulamaları bağlamını bazen yapan çevreler de biraz suiistimal ettikleri için, kavram hakkında halen hak ettiği değerlendirme yapılabilmiş değil. Bir de kavram olarak çok sık kullanıldığı için yurttaş gazeteciliğin içi boşaltılmış oldu bir anlamda ve tartışma böyle başka bir yere doğru evreye yöneldi, ne yazık ki.
- Türkiye'deki iletişim fakülteleri bu konu üzerine yeteri kadar eğiliyorlar mı sizce?
Sırf yurttaş haberciliği ve benzeri şeylere yönelik değil, iletişim fakültelerinin başka bir sürü derdi var. Aslında dijital iletişime yönelik genel olarak geçişte de biraz ağırdan aldılar. Genel akademik formasyon, dijital öncesi. Bunun kabullenilmesi ve buna göre üretim yapılması, son bir iki yılda yoğunlaştı. Bu çalışmalar da, aslında bu konun biraz popülerleşmesi yüzünden oldu yani, ‘bu mevzu madem gündeme geldi biz de bir şey yapalım’ şeklinde biraz yüzeysel olarak devam ediyor. Genel olarak yeni medya çalışmalarının ancak son birkaç yılda atılıma geçtiği söylenebilir.
- Yurttaş haberciliğine getirilen en büyük eleştiriler nelerdir?
Enformasyon doğrulama kısmı önemli bir eleştiri noktası. Lakin bu durumda ülkeden ülkeye değişebilecek bir bakış açısı lazım. Genel olarak ABD'de gazeteciliğin kriterleri yüksek ve iyi bir haber doğrulama geleneği var orada. Bu yüzden ABD'de bir vatandaş, haber üretimine katılınca, ondan daha profesyonel kriterler bekleniyor. Bu yüzden de yurttaş haberciliğine çok eleştirel yaklaşıldı en başlarda. Vatandaşların ürettikleri haber dili de biraz 'magazin' diline yakındı. Bununla beraber ABD'de gazetecilikte objektiflik çok önemli bir kriter. Şu anda o da epistemolojik açıdan çok tartışılan bir kavram haline geldi. Ama şunu da söylemek lazım, vatandaşın böyle bir iddiası da bulunmuyor ama içerik elbette daha iyi üretilebilir. ABD'de bu bağlamda tartışılmaya başlandı. Türkiye'de böyle biraz, sahayı da yeni medya araçlarını da bilmeden, 'haberler yanlış üretiliyor' gibi ağır eleştiriler yapılıyor yurttaş haberciliğine. Türkiye'de bir defa profesyonel gazetecilik hiçbir zaman iyi bir kredilibiteye sahip olmadı ya da haber doğrulama konusunda hiç de iyi kriterler yok ortada.. Şu anda birçok sansasyonel haberin kaynağı, yeni medya ve yurttaş habercileri değil, aksine geleneksel medya üretiyor. Buradan bakıldığında yurttaş haberciliği, Türkiye'de daha önce hiç yapılmadığı kadar objektif ve nesnel habercilik üretebilir, yani doğrudan böyle bir derdi olmasa bile. Pratikte de, yurttaş habercilerinin aslında baya haber ve enformasyon doğrulamaya çalıştıklarını söyleyebiliriz. O yüzden yurttaş haberciliğine getirilen eleştiriler biraz haksız oluyor bence. Burada kendine böyle bir misyonu edinmiş yurttaşla, herhangi bir yurttaşın attığı mesajlar da karıştırılıyor yurttaş haberciliğini eleştirenler tarafından. Her yurttaşın ürettiği haber, yurttaş haberciliği kavramı içerisinde değerlendirilemez. Bu mesajlar propaganda amacı da taşıyor olabilir. Gözlemleyebildiğim kadarıyla eleştiriden çok bir de, yurttaşların kurumlara ve devletlere karşı bir hukuki dayanaklarının olmaması meselesi var. Şimdi siz medya kuruluşu olarak, bir haber yaparsınız ama bir kuruluş vardır arkanızda. Ama genelde bir yurttaşın üzerine gittiğinizde, yurttaşın kendini savunma imkanları daha az. Bu bağlamda, son zamanlarda gönüllü avukatlık hizmetleri de başladı. Yani iyi bir enformasyon üretiyorsanız ve bundan dolayı başınız derde giriyorsa, en azından size savunma hizmeti verecek çevreler ortaya çıkıyor. Ama bu henüz çok yeni bir şey.

- Yurttaş gazeteciliği tartışmalarında bir de öne çıkan konulardan biri de, bu haber içeriklerinin editoryal süreçten geçmemesi. Siz ne düşünüyorsunuz bu durum hakkında?
Zaten böyle bir profesyonellik iddiası olmadığı için, siz yalnızca fotoğrafı veya videoyu çeker gönderirsiniz. Burada biraz iş bölümü oluşmaya başladı, bazı vatandaşlar kendilerini böyle masa başında ama doğrulama işleriyle uğraşır hale geldiler, bazıları tamamen sahadan üretime geçti. Burada kolektif akıl devreye giriyor. Sonuçta bir kişiden haberin tüm süreçlerini bekleyemezsiniz. Böyle bir profesyonellik iddiası da yok zaten. Yine de ham haberi yapan kişi, enformasyonunu belli bir yere kadar editoryal müdahale de yapıyor. Netice de bu kolektif bir süreç. Bir vatandaşın her şeyi yapması beklenmemeli bence.
- Sosyal medya haberciliğine getirilen eleştirilerden birisi de yalan haberler. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Bu problem doğrudan yurttaş haberciliğiyle mi alakalı, yoksa propaganda mı? Ya da genel olarak bir dijital okur yazarlık seviyesi mi? Bunu bir yurttaş haberci paylaştıysa, o zaman onun bu içeriği sorgulanabilir. Ama diğer taraftan bu yalan haberler dediğiniz şey, web üzerinden yanlış paylaşımlar ve propagandaya hizmet eden paylaşımlar bir anlamda. Bir de şu var, devletin ya da otoritenin yeterli imkan sunmaması sonucunda bir haber kıtlığı yüzünden propaganda ve yanlış bilgiye çok yer açılıyor. Belki de böyle haber misyonu olan, niyeti olan vatandaşların büyükşehirlerin dışına daha çok çıkması lazım, bunu ilk önce Soma'da hissetmiştim. Yerelden çok malzeme gelmiyor. Bu genel bir sorun ve ayrıca tartışılmadır bence.
- Yurttaş gazeteciliği ile birlikte insanlar tüketicisi oldukları bir şeyden üreticisi haline geldiler. Bu anlamda gazeteciliğin mesleki olarak yeniden tanımlanması gerekiyor mu sizce?
Tabii gerekiyor. Ben hiçbir zaman profesyonel gazeteciliğin öleceğini yok olacağını düşünmüyorum. Ama bir görev tanımı yeniden yapılmalı, düşünülmeli. Bence her yerde ve her an içerik üretebilecekleri için özellikle enformasyon üretiminde yurttaş habercilerin etkisi artıyor. Ama editoryal süreci ve enformasyon doğrulama ve benzeri şeyler hala gazeteciliğin alanı. Belki de gazetecilik bazı yüklerinden arınacak ve daha çok bunlara yoğunlaşabilecek. O bakımdan belki de zenginleşme bile olabilir. Bu anlamda iş modellerine daha çok kafa yormaları gerecek yeni dönemde. Geleneksel iş modelleri de bitiyor bu yayıncılık ilkelerinin değişimiyle. Buna da çok kafa yoruluyor, yeni projeler, modeller çıkarılmaya çalışılıyor ama henüz bir yere ulaşılmış değil. Hâlâ asıl gelirler geleneksel reklamlardan geliyor. O bakımdan bence bu zenginliği içeriye nasıl alırız diye kafa yormak lazım. Ama şu ana kadar gördüğüm, geleneksel medyacılar çok buyurgan davranıyorlar. O yüzden çok verimli bir işbirliği oluşamıyor.

- Periscope haberciliği için ne düşünüyorsunuz?
Aynı kalıpları burası için de geçerli. Canlı yayınlarda bu türlü bir araç çıkmamıştı, şimdi çıkmış oldu. Ama bu demek değil ki, geleneksel televizyonculuk bitecek. Yine de televizyonların kendilerine çekidüzen vermeleri gerekecek. Bu durumda belki de bu zenginliği nasıl verimli kullanırız diye düşünmek lazım. Şimdiye kadar yıllardır var olan iş modellerine bağlı kalıp yaşayıp gittiler. Şimdi bir meydan okuyuş var. Bu araçları bizzat medyacılar da kullanabilir, böylelikle televizyon programları daha ucuza da mal edilebilecek hale gelecektir. Bu bakımdan yeni kanallar, yeni profesyoneller de çıkacaktır. Ben bunu zenginlik olarak görüyorum ama bu zenginliğin entegre olması biraz gecikiyor, asıl mesele o. Burada şunu da söylemek lazım, iş biraz profesyonelleşince, bu sefer yurttaş habercileri de geleneksel medyacı kafasına girmeye başlıyorlar. Mesela işin içine para girmesi ve hiyerarşilerin oluşmasıyla birlikte, işin sorgulanmamış tarafı da öne çıkıyor. Bence yurttaş haberciliğin yükselişi devam edecek ama bu sefer de onlar geleneksel medyanın hep maruz kaldığı sıkıntılarla uğraşacaklar gibi hissediyorum.
- İnternet gazeteciliği de son dönemde öne plana çıktı. T24, Diken akla ilk gelen örnekler. Siz genel olarak nasıl yorumlarsınız bu gazeteleri?
Bu sitelerde gözlemlediğim en önemli şey, bir iş modelinin tam olarak olmaması. Yani bunlar para kazanmazsa, profesyonel istihdam edemeyecekler. Onun dışına, bu adını saydıklarınız yine iyi örnekler ama geriye kalanlar geleneksel medya kalıplarını kullanarak, daha çok reyting alacak ve tık alacak haberlere kaçıyorlar. Genelde aynı haberi 10 farklı yerde görüyoruz. Özel haber yapımı çok az, zira onun için para, zaman ve kadro lazım. Avrupa'da ve ABD'de ise dolu içerikli araştırmacı gazetecilik örnekleri yükseliyor. Hatta bunları kitle fonlamayla fonluyorlar. Türkiye'de onu yapacak ortam henüz yok. Malum Türkiye'nin şartları da hep 'breaking news' havasında geçiyor. Uzun vadeli bir gazetecilik ve yeni medya yayıncılığı yapılacaksa, içeriğin zenginleşmesi ve nitelikli üretimler yapılması lazım. Şu anda bir birinin tekrarı çok yayın var gibime geliyor.
- Fuat Avni'nin tweetlerinden haber yapma durumları da var...
Yani duruma göre yapılabilir ama ona bir şey katmak lazım. Fuat Avni'nin dediklerini aynen koyarsanız, bu habercilik olmuyor aslında. Zaten onu Twitter'dan görüyoruz. Yayıncının bir sorgulayıcı gibi müdahale ederek yayınlaması gerekiyor onları.
- Geleneksel medya kuramlarının başında medyanın gündem belirlemesi gelir. Bu anlamda yeni medyanın, yurttaş haberciliğin gündem belirleyeceğini düşünüyor musunuz?
Bence gündem belirliyor. Ama kimin gündemini belirliyor? Ne kadar etkili oluyor? Onları ortaya çıkarmak için araştırmaya ihtiyaç var. Bize de belki düşen olan. Her mecranın ayrı bir etki gücü var. Twitter, daha böyle haberi takip edenler için çok popüler bir mecra ve bu belli bir kesimin değil, her kesimin siyasi gündemini belirliyor. Bu kesim halkın yüzde kaçı? Seçim politikalarına nasıl yansıyor? Diğer kamusal politikalara nasıl yansıyor? Bunlara bakmak lazım. Belirleyici bir gücü var o kesin. Ne kadar belirleyici olduğu konusunda ise genelleme yapmamak lazım. Twitter'da trend topic olmak, kendi başına Türkiye gündemini belirlese bile, bunun sosyal sonuçları olmayabilir.
- Sosyal medyadan örgütlenme için neler söylemek isterseniz. Can Dündar ve Erdem Gül hakkında tutuklama kararı çıkınca insanlar doğal olarak Twitter'dan #yalnızdeğilsiniz hashtagi açtılar. Lakin İrfan Değirmenci Adliye’den periscope yayını yapmıştı ve orası bomboştu...
Bu daha genel bir sosyal sorunun parçası, ancak dijital olanla dijital olmayanı kesin olarak birbirinden ayrı düşünmemek lazım. Dijital eylem ile geleneksel eylemin birbirini beslediğini Gezi Parkı eylemlerinde gördük. Bu anlamda, Can Dündar ve Erdem Gül için herkes Adliye’ye gitmeli miydi diye de tartışmak gerekiyor. Zira onlar için yürüyüşler yapıldı ve göre kalabalıktı. Geleneksel eylemlilikte hukuki süreci ve polis şiddetini göz ardı etmeden düşünmek lazım. Bu yüzden, mahkeme gününde bizzat orada olmamak tek başına bir gösterge değil. Ancak genel olarak Türkiye’nin bir örgütlenme sorunu olduğunu söyleyebiliriz, interneti aşan daha genel bir sorun bu.
- Son dönem geleneksel medya için ne söylemek istersiniz? Dokuz gazetenin aynı başlıkla çıkması gibi örneklere şahit olduk son zamanlarda.
Geleneksel medya ile yeni medya birbirine taban tabana zıt, düşman mecralar değiller. Bunlar birbirine entegre olarak gelişecek ve zamanla bütünleşecek mecralar. Bu anlamda ikisi de oldukları halleriyle kalmayacaklardı. Ancak Türkiye’de geleneksel medya kendini bu evrimden çok daha hızlı tüketti, çünkü ortada olağanüstü bir hal var. Yukarıdan gelen baskı, geleneksel medyayı adeta işlevsiz kıldı. Gezi Park eylemleri sırasında, geleneksel medyanın çektiği görüntüleri internetten izledik. O zaman ortaya çıkan Halk TV ve benzeri kanallar halen yayındalar ve aslında iyi ve muhalif yayın yaptığında insanlar takip ediyorlar. Bu ortam, bahsettiğim entegrasyon sürecini Türkiye için hızlandırıyor.
Can Öktemer

25 Aralık 2014 Perşembe

CinsoMedya: ‘Cinsiyetçilik, çıkar etrafında üretilen bir önyargı aracı’



Türkiye medyasının cinsiyetçilik hususunda feci durumda olduğunu bilinen bir gerçek. Bu bağlamda, geçtiğimiz yıl medyanın bu hallerini ifşa etmek üzere yola çıkan bir site girdi hayatımıza: CinsoMedya. CinsoMedya, gerek sosyal medya, gerekse de diğer mecralardaki yer alan cinsiyetçi, ayrımcı dile sahip haberleri, yazıları ortaya çıkarmaya, eleştirmeye çalışıyor. Kadına yönelik şiddet ve tacizin korkutucu boyutlara ulaştığı, televizyonda büyük bir “gururla”, “Erkek gibi ye, erkek gibi yaşa” sloganına sahip reklamların döndüğü, bizzat Cumhurbaşkanı tarafından dile getirilen “Kadın ile erkeği eşit konuma getiremezsiniz, fıtratına aykırı” sözünün vahameti ortadayken, CinsoMedya’nın çok önemli bir iş yaptığını söylebiliriz. CinsoMedya’nın editörleri Aspurçe Kılınç, Elçin Poyraz, Alper Ard ve Levent Özyıldırım’la medyanın cinsiyetçi söylemini, sosyal medyanın durumunu ve bu cinsiyetçi dile karşı geliştirilebilecek panzehirler hakkında konuştuk.
- CinsoMedya’yı ne zaman kurdunuz? Bize biraz sitenizin içeriğinden ve kendinizden bahsedebilir misiniz?
CinsoMedya’yı blogspot üzerinde 2013 Mart ayında başlattık. Siteye geçişimiz ise Haziran ayının sonlarında oldu. Sitemiz medyanın çoğaltıp yaygınlaştırdığı cinsiyetçilik ile mücadele etmek üzere 4 arkadaşın birlikte yürüttüğü bir proje. Anaakım medyanın cinsiyetçi pratikleriyle mücadele ediyoruz. Tabii bu esnada sosyal medyaya da değinmek durumunda kalıyoruz.
Bize gelirsek, belli başlı sorunları kendine dert edinen bir ekibiz. Küreselbak, KEG, Dur-De gibi organizasyonlarda gönüllü olarak çalışırken tanıştık; medyanın cinsiyetçi söylemi üzerine tartışırken, neden bununla uğraşmıyoruz dedik ve CinsoMedya’yı kurduk. Sitede bazen kısa haberler, bazen de uzun yorum yazıları yer alıyor. Ortak noktaları, ilk bakışta gözden kaçabilecek kadar banal cinsiyetçi olsun veya açık ve vahim olaylar olsun, her türlü cinsiyetçi malzemeyi deşifre etmek, neden cinsiyetçi olduğunu dilimiz döndüğünce anlatmaya çalışmak.
- CinsoMedya olarak hangi haber sitelerini ve medya organlarını takip etmeye çalışıyorsunuz?
Elimizden geldiğince her şeyi takip etmeye çalışıyoruz. Fakat dikkatimiz daha çok anaakım medya üzerinde, çünkü etki alanları geniş. Bu arada her şeyi yakalayamıyoruz tabii ki, bu yüzden de okuyucularımızdan gözden kaçırdıklarımız konusunda yardım istiyoruz. Sitemizde “siz de deşifre edin” bölümü var.
- Dünyada sizin sitenize benzer, siteler de var mı?
Özellikle Batı dünyasında hem gündelik hayattaki ayrımcılıkları hem de medya dünyasındakileri takip eden sayıca çok site var, bazıları blog düzeyinde, bazıları daha kamusal projeler olarak öne çıkıyorlar. Bir hak mücadelesi, ne kadar güçlü ve eskiyse, onun toplumdaki yansımaları da o kadar büyük oluyor galiba. Bizim ilgiyle takip ettiklerimizden birisi, medya ile alakası olmasa da, everydaysexismproject.com, kadınlar başlarından geçen tacizleri ve ayrımcılıkları yazıyorlar, site kadınların birincil deneyimleri üzerinden oluşmuş bir katalog işlevi görüyor. Buradaki hikâyeleri, medyada yer alan taciz/tecavüz haberleri ile karşılaştırırsanız şayet, yaşanılan ile medyanın haberleştirmesi arasında nasıl bir uçurum olduğu netleşecektir. Medya kadının/mağdurun gözünden değil, erkeğin/güçlünün gözünden anlatmayı tercih ediyor.
- CinsoMedya olarak, medya taraması yaparak, medyadaki cinsiyetçi söylemi eleştiriyorsunuz. Türkiye’de medyanın cinsiyetçi söylemi hakkında bu güne kadar ne gibi durumlar gözlemlediniz? Bu bağlamda Türkiye medyasının durumunun vahim bir halde olduğunu söyleyebilir miyiz?
Geçmişi düşünürsek biraz iyileşme var elbette; fakat bu, kesinlikle medyada patronlarının değil, kadınların bizzat kendi mücadelelerinin sonucu. Ama kesinlikle daha kat edilecek çok yol var. Medyanın cinsiyetçi söylemini, toplumdaki eşitsizlikten ayrı düşünemezsiniz, toplumsal sorun aşıldıkça diğeri ile mücadele etmek de kolaylaşır. Toplumsal olarak kadın eşitsizliğinde, aşağıdan yukarıya, gündelik hayattan siyasete kadar her alanda oldukça sorunluyuz, cinsiyetçi medya da işte bununla besleniyor. En iddialı haber programlarında dahi bunun izlerine rastlayabiliyoruz.
Bizim gözlemimiz, bütün bunların ardında aslında sınıfsal bir problem olduğu. Medyanın dili, mevcut toplumsal sorunlardan bağımsız değil derken, anaakım medyanın kendisi de hâkim (cinsiyetçi-ayrımcı) fikirlerin etrafında oluşuyor demek istiyoruz. Çalışanların hayat kaygılarından, patronların aynı zamanda büyük şirket sahibi olmasına kadar, egemen fikirlerle iç içe bu medya.
Herkesin kendine göre neyin gösterilmesi gerektiği konusunda bir çerçevesi olabilir, ama temel insan haklarını gözeten, dışlananların da sesini duyurabileceği objektif bir medya yayını, minimum düzeyde yapılması gereken olmalı. Türkiye’de bunun böyle olmamasını bir kenara bırakın, tam tersine cinsiyetçilik, ırkçılık, ayrımcılık tekrar ve tekrar dolaşıma sokuluyor. Türkiye toplumu, ırkçılığı ile veya cinsiyet ayrımcılığı ile bir bütün olarak yüzleşmediği sürece, medyanın bu vahim hali devam edecek. Çünkü görmek istemesek de aslında hepimiz vahim bir durumdayız. 
Eylül ayında iCloud hesabı hacklenerek özel fotoğrafları internette yayınlanan oyuncu Jennifer Lawrence
- Türkiye’de medyada cinsiyetçi söylemin, uzun bir süredir varlığını korumakta. Sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla beraber bu durumun daha da arttığını görüyoruz. Siz bu durumu nasıl değerlendirirsiniz?
Bu aslında bütün dünyada da mevcut bir sorun. Cinsomedya’da, Jada Pozu ve Jennifer Lawrence (icloud hacklenmesi) olayı hakkında yazılarımız var, o yazılarda dünyadaki durumu ele aldık. Bu olaylarda basit internet trollerinden, Reddit gibi popüler web sitelerine veya falanca medyasında köşe yazarlığı yapanlara kadar birçok kişinin ve kurumun maskelerinin düştüğü görülüyor. Tecavüzün bile alay konusu olabildiği, kimseye saygı duyulmayan, sinik bir süreç bu. İnternet tacizi kolaylaştırıyor, avatarın ardına gizlenip bir kadını tecavüz ile cezalandırmaktan bahsedebiliyorlar. Üstelik bu vakalar, zararsız veya olağan görülebiliyor, gerçek hayat değilmiş gibi, sanki o olaylarda kadınlar zarar görmüyormuş gibi. Günümüzde az çok, taciz, tecavüz, hakaret, nefret suçu gibi konular yasalarla güvence altına alınmış durumda ama birincisi, bazı durumlarda yasalar internet için işletilemeyebiliyor; ikincisi, bu yasalar toplumdaki yapısal eşitsizliği gidermede ne kadar başarılı oldu noktasında şüphe sahibiyiz. Toplumsal eşitsizlik, mizojini, anti-feminizm, fırsatını bulduğu ilk anda su yüzüne çıkıyor.
Yakın zamanda Gamersgate olayı patladı örneğin, bir kadın video geliştiricisi, ayrıldığı eski sevgilisi tarafından, adamı video oyunları eleştirmeni bir kişiyle aldatmakla suçlandı. Bunun üzerine, başta sosyal medya olmak üzere, kadına ve ona destek olan feministlere yönelik muazzam bir taciz vakası yaşandı. Bazı mağdurlar, evlerini değiştirmek zorunda kaldılar. Bir kadının, erkek egemen bir işte, kendi yetenekleriyle başarılı olabileceği fikrine yönelik bir öfke patlamasıydı bu, kendine internette mecra buldu ama bizzat hayatın içinden doğmuştu.
Kısacası sosyal medyada olan biteni zaten var olan durumdan ayrı düşünmek olanaksız. İnternet ve sosyal medya hayatı kolaylaştırıyor, iletişimi hızlandırıyor ama tacizi ve cinsiyetçiliği de kolaylaştırıyor, ne yazık ki. Ama bu durum böyle devam edemez elbette, durumdan rahatsız olanlar zamanla bunu alt etmenin yollarını da keşfedecekler.
- Sosyal medya haberciliğinde dikkat çeken unsurlardan biri de; sansasyonel başlıklarla, okuyucuyu içeriği bambaşka haberlere yönlendirip, tık alma üzerinden para kazanma haberciliği. Özellikle kadın bedeni üzerinden üretilen bu haberler için ne demek istersiniz?
Dünyada buna bir isim kondu bile: click-bait; sansasyonel başlıkları rating için yem olarak kullanma fırsatçılığı. Biz de Ümit Kıvanç ve arkadaşlarının başlattığı #habericinikikeretiklama kampanyasına destek verdik, halen veriyoruz. Tabii, bunun mücadelesini daha geniş bir platform olarak vermemiz gerekiyor. Ve elbette bizim zaten hareket noktamız habercilik adına kadın bedeninin, bedenin asıl sahibi olan kadınlardan izin alınmadan reklam malzemesi yapılması. Habermiş gibi sunulması.
- Yine sosyal medyada gördüğümüz şekilde, yoğun fotoğraf kullanımı sebebiyle, haberler artık okunan değil, bakılan hale geldi. Sizce, haberleri bu şekilde sunan editörler kadar, okuyucunun da suç ortağı olduğunu söyleyebilir miyiz?
Okuyucunun suç ortağı olduğuna dair savunmalar yeni değil. Yakından baktığınızda bu tür argümanların çoğunlukla etik dışı yayın yapmakla eleştirilen medya organlarından geldiğini görürsünüz. “Bu tür şeyleri haber olarak sunuyoruz. İçeriğini etik dışı, cinsiyetçi veya nefret söylemine yakın bulabilirsiniz. Ama okuyucu bunu istiyor, halk bunu istiyor.” Hepimizin duymaya alışık olduğu bir akıl yürütme. Ama yanıltıcı. Nedense “halk bunu istiyor” medyasını, asla halkın istediği diğer şeyleri dile getirirken görmezsiniz. Halk, haftalık çalışma saatinin azaltılmasını, yıllık yasal izin günlerinin artırılmasını, kredi kartı borçlarının silinmesi, ücretsiz ve ulaşılabilir kreş hakkına erişim, ücretsiz sağlık hizmeti, konforlu ulaşım, devlet güvenceli konut hakkı, tehlikesiz işyerlerinde çalışma hakkı, askere gitmeme hakkı, savaş değil barış gibi şeyleri de istiyor mesela. Fakat bunları nedense aynı anaakım medya fazla haber değeri taşır görmüyor. Medya, bırakın tekrar tekrar önümüze getirmeyi, bilakis bu tür talepleri gizlemeyi seçiyor. Demek ki bu, “okuyucu bunu istiyor” savunması pek masum değil. Bu savunma esasında şu ya da bu okur talebi arasında bilinçli yapılan editöryel bir tercihi gizliyor.
Okuyucuların şu ya da bu etik dışı yayın için suç ortağı olarak görülmesi, genelde sadece bu yayınları yapan medyanın sorumluluğu kendi üzerinden atmasına yarıyor ve kendine çekidüzen vermesi konusunda aşağıdan gelen basıncı savuşturabilmesini kolaylaştırıyor.
Biz, hiçbir insanın doğuştan cinsiyetçi olduğuna inanmıyoruz. Okurlar da keza, büyük çoğunluğu cinsiyetçi olabilse de, cinsiyetçiliği “yaratan” kişiler değiller.
- Cinsiyetçi söylemin, sadece internet siteleri ve yazılı basında yer almadığını, reklam ve televizyonda da yoğun biçimde üretildiğini görüyoruz. Sizce cinsiyetçi söylem konusunda televizyon ne durumda?
Felaket durumda. Bizler artık belirli bir taraftan baktığımız için televizyonda neyin cinsiyetçi olduğunu fark edebiliyoruz. Gözümüze batıyor, içimize sinmiyor. Örneğin Game of Thrones, Spartacus gibi fenomen diziler, sabah kuşağı programları, evliliğin kutsallaştırılmasının yanında kadın katillerinin bu programlara talip olarak çıkartılması ve bitmek bilmez uzunluktaki yerli diziler, buradaki şiddet üzerine kurulu kadın erkek ilişkileri... Futbol programlarına değinmeye gerek bile yok herhalde. İzlendiği ölçüde içindeki cinsiyetçiliği gördüğümüz gün, bunu yapmayı bıraktığımız gün olsun diyoruz. Oyuncular, yönetmenler ve senaristler, TV programcıları, kanal müdürleri… Medyanın bütün özneleri birlikte cinsiyetçi içeriklere karşı durmalılar ama belki de önce kendilerinden başlamaları gerekiyor.
- Medyanın ürettiği, cinsiyetçi söylemin hayatımızın tamamına sirayet etmiş görünüyor. Bu söylemi değiştirmek için neler yapılmalı sizce?
Aktif mücadele yürütmeliyiz. Medyanın öznelerinin yanında olduğumuzu onlara hissettirmeliyiz. Hep birlikte mücadele edilecek daha kapsamlı bir platform oluşturabilmeli. Bunu yapana kadar biz elimizden geldiğince cinsiyetçi medya ifadelerini ifşa edeceğiz. Ama bunun için küçük bir ekip olduğumuzu hatırlatıyoruz. Lütfen gördüğünüz herhangi bir cinsiyetçi haber ya da programla ilgili görüşlerinizi bize mail atın. Okurlarımızla birlikte büyüyerek medya patronlarının karşısında medya çalışanlarının yanında yer almalı, onları cinsiyetçi içeriklere karşı durabilmeleri konusunda yüreklendirmeliyiz.
Zaten günün sonunda anahtar medya çalışanlarında, basın çalışanlarında. Onların patronlarına karşı verdikleri toplu mücadelede. Medya çalışanları eğer cinsiyetçi bir haberi yayınlamamayı tercih ederse ortada bu cinsiyetçi haberle muhatap olacak okur da olmayacaktır. Medya çalışanlarının kendi kolektif güçlerine güvenmeleri çok önemli. Editörlerine, patronlarına karşı “Bu haberde kullanılan görsel, bu haberin başlığı cinsiyetçidir. Biz bunun parçası olmayacağız, yayınlamıyoruz.” dedikleri anda bu işin yarıdan fazlasını aşmış oluyoruz zaten.
Basın çalışanlarının bu tür kolektif mücadelelerine en yakın şeyi Gezi’de yaşadık aslında. Penguen medyası Gezi’deki hareketi görmediğinde bu medyanın çalışanları hem kendileri hem de aile üyelerinin maruz kaldığı devlet şiddetinin görmezden gelinmesine çok öfkelendiler. Örneğin NTV binasının önüne sadece bir öğle yemeği vakti iki bin beyaz yakalı protestocu birikti. NTV daha sonra bu protestocuları haber yapmak zorunda kaldı. Dışarıdaki protestocuların kararlılığı içerideki medya çalışanlarına güç verdi. Eğer çalışanları içeriden bir baskı oluşturmuş olmasalardı asla haber yapmayacaktı. Öyle ki NTV’nin sahibi Doğuş Yayın Grubu’nun CEO’su Cem Aydın üç yüz çalışanını toplayıp onlardan yayın politikalarından dolayı özür dilemek zorunda kaldı. Belli ki çalışanlarının grevin eşiğine geldiğini hissettiler. Yoksa hayatta hiçbir medya patronu böyle bir özre yanaşmaz. Politikacılardan özür dilerler, şirketlerden özür dilerler ama çalışanlarından dilemezler. Biz şahsen Türkiye’nin yakın tarihinde buna benzer başka bir olay bilmiyoruz. Cinsiyetçilikle mücadele konusunda da medya çalışanlarının işte bu kolektif potansiyeline güvenmek ve umut dolu olmak için her nedenimiz var.
Can Öktemer

14 Eylül 2013 Cumartesi

Ecdadından bihaber dizi: Fatih




Filmleri kaç kişinin izlediğinin sayılamadığı Yeşilçam dönemlerine haksızlık etmemek için tüm zamanların diyemesek de, bilinen “en çok izlenen filmler”in ilk sırasında “Fetih 1453” var artık. 2012 Nisan ayı itibariyle 6 milyondan fazla kişinin bu filmi izlediği söyleniyor. Yapımcı Fatih Aksoy, bu sezon filmi dizi olarak televizyona taşımaya karar verdi ve “Fatih” ismiyle dizinin çekimlerine başlandı. Filmin gişe başarısının yanı sıra, konunun popülerliği ve tarihi dizilerin, özellikle “Muhteşem Yüzyıl”ın izlenme oranları da elbette ki bu kararda pay sahibi. 

Yaklaşık üç hafta önce dizinin ilk fragmanı dönmeye başladı ekranlarda, bu hafta da ikincisi... Fragmanlardaki garipliklerden önce cast seçimine değinelim. Filmde Fatih’i canlandıran Devrim Evin’in de, dizideki Mehmet Akif Alakurt’un da maşallah boyları posları gayet yerinde. Hâlbuki Fatih’in yaklaşık 1,65 boyunda ve çelimsiz olduğu rivayet edilir. Böylesi bir “büyütme” ve mitleştirme anlayışı, Türkiye’de bir alışkanlık... Hatırlarsanız Mustafa Kemal’in boyu da epey bir tartışma konusu olmuştu. Nedense “büyük Türk”ler cismen küçük olamıyorlar. 

Gelelim fragmanlara... İlk fragmanda, Fatih atının sırtında tahminen İstanbul’a giriyor ve ekrana bir anda koca puntolarla “Büyük Türk” ibaresi yansıyor. İlk olarak İttihatçılarla başlayan Fatih’i milliyetçi tarih yazımının en büyük muzafferi olarak konumlandırmanın bariz bir dışavurumu akıyor ekranlardan. Avrupa’da zikredildiği söylenegelen bu hitap şekli gururla kullanılırken, Fatih’in kendi kullandığı Kayser-i Rum (Roma İmparatoru) unvanının hep arkada bırakılması da açık bir zihniyet tercihi. Aynı fetihten sonraki üç günlük yağmanın “büyük anlatı”da hiç yer almaması gibi…

İkinci fragman ise bir fecaat... Uzak çekime yansıyan Tarihi Yarımada’ya giderek yaklaşıyoruz. Bir bakıyoruz ki, bugünkü Sultanahmet Meydanı’nda koca bir hipodrom... Hâlbuki 300’lerde kurulan bu devasa yapı, 1200’lerde Haçlı Seferleri sırasında Latinlerin Konstantinopolis’i istilası sonucu kaderine terk edilmişti diye yazıyor tarih kitapları. Yani 1453’te İstanbul’da bu yapıdan eser yok.


Gariplikler bununla da kalmıyor. Ayasofya’da Fatih’le birlikte cemaatin kıldığı namaza odaklanırken, Ayasofya’yı bugünkü haliyle, yani dört minareli olarak görüyoruz. Fakat biliyoruz ki Fatih, Ayasofya’yı camiye çevirdikten sonra sadece tuğladan minareyi ekletmiştir. Hatta Fatih’in bu minareyi aceleyle ahşaptan yaptırdığı, oğlu II. Beyazıt’ın bu minare yerine tuğlalı minareyi ve de ikinci minareyi yaptırdığı söylenir. Birbirinin aynısı olan diğer iki minare ise II. Selim, Mimar Sinan’a Ayasofya’nın bakım çalışmalarını yaptırırken, inşa edilmiştir. Zira Ayasofya’nın dört minaresi farklı zamanlarda yapıldığı için birbirinden farklıdır. Aynı fragmanda, imamdan yani padişahtan önce davranarak cemaatin secdeye yatması ise başka bir ‘gariplik’ olarak duruyor önümüzde.

O zaman, dizinin yapım ekibine sormak gerekir: Milliyetçi hamasete kolayca konu ettiğiniz “ecdadınız”ın tarihinden bu kadar mı bihabersiniz? O kadar para verip böyle bir tarihi dizi çekerken, bu tür çok bariz hataları engelleyebilecek bir tarih danışmanı bulamadınız mı? Yoksa tanıtıma koyduğunuz “Büyük Türk” paranteziyle birlikte alt metinde “buralar hep bizimdi” mesajı mı vermek istiyorsunuz?

* Bu yazı, 15-22 Eylül 2013 tarihli Agos Derkenar sayfasında yayınlanmıştır. 
Sevag Beşiktaşlıyan

9 Ağustos 2013 Cuma

Tufan’dan öncesi



Türkiye tarihinin “ötekiler”i tartışmasına bir katkı kabilinde Tanıl Bora, Cumhuriyetin “kurucu öteki” olarak kendi “tarih”ini gördüğünü söyler. Bu tarihe büyük anlamda rengini vermiş olan İslam’ın bu ötekileştirmeden nasibini çokça aldığı artık büyük ölçüde kabul ediliyor. Fakat İslam’la özdeşleştirildiği için Arapların bu aşağılayıcı ve dışlayıcı tavra maruz kalmaları halen gölgede kalan bir vakıa. Bu mevzuda İlhan Arsel’in Arap Milliyetçiliği ve Türkler gibi bir magnum opus’u olmasına rağmen bu çerçevedeki Kemalist oryantalizm hâlâ tartışmaya açılmış değil.  
Çok yaşanan bu durumun son örneğini geçtiğimiz hafta Mısır’da yaşanan gelişmeler üzerine Tufan Türenç, “arab'ın demokrasisi bu kadar olur” tvitiyle verdi. Sosyal medyada yoğun tepki görmesine rağmen geri adım atmayan Türenç’in Hürriyet gazetesindeki köşe yazılarından, bu zihniyeti üreten Kemalizm’in önde koşan bayraktarlarından olduğu malum. Bu sebeple, esas tartışılması gereken nokta, “Tufan’dan öncesi”. Yani Türkiye’de resmi tarihin yalanlarının ve bu zihniyetin arazlarının özellikle Kürt ve azınlık meselelerinde ortaya çıkarılmasına büyük katkı sunan sol ve liberal entelektüellerin, Araplar söz konusu olduğunda susmalarının çok da tesadüf olmamasından bahsediyorum.
Bu cenahta Arapça veya Farsça bilen ve bu coğrafyayla ilgilenen, diktatörlüklere karşı isyanlar başladıktan sonra bile çok az sayıda isim var. Türkiye’de en bilineni Necip Mahfuz olan Arapça edebiyatın en seçkin ürünleri bile Türkçeye halen Avrupa dillerinden çevriliyor. Hatta hâlâ Avrupa’nın benmerkezci haritacılık anlayışının sonucu olan “Orta Doğu” ismi bile tartışmaya açılmış değil. Türkiye siyasi tarihine denk gelecek biçimde Türkçenin Türkler dışında kalan tüm etnik gruplarla ilgili nefret söyleminin Araplarla ilgili “güzide” örneklerinden birisi olan “mal bulmuş Mağribi gibi” deyiminin kullanımında, bahsettiğim entelektüeller hiçbir beis görmüyorlar. Örneğin Murat Belge, Bülent Somay ve Halil Berktay gibi akademisyenler, bu deyimi çeşitli zamanlarda defalarca köşe yazılarında kullanabildiler. Pek tepki görmediklerine de neredeyse eminim.
Evet, sürekli olarak Arap kadınları belki de bir fantezi unsuru olarak tamamen örtülü ve cahil; erkekleri ise çapkın, kurnaz, “sahte Müslüman”, çok eşli ve “entari” giyen insanlar olarak karikatürize edilmesine çok gülünüyor. En çok okunan karikatür dergilerinden Penguen, Arapların aşağılanmasına parmak basan Başbakan’ı şu ırkçı kapakla resmedebiliyor halen. Fakat kimse kusura bakmasın, zaten iyice göze batan bu durumu pek de ses yükseltmeden eleştirmek çok kolaycı bir tavır. Hele ki, Kemalizm’le bağını çoktan koparmış olduğunu varsaydığımız yakın cenahımızın bile tipik “beyaz Oryantalist” tavrı bu kadar yaygınken…
* Bu yazı, 12-19 Temmuz 2013 tarihli Agos Derkenar sayfasında yayınlanmıştır.
Sevag Beşiktaşlıyan