20 Şubat 2016 Cumartesi

Tanımlar, sınırlar, ötekiler: Hani biz de imza atmıştık ya, şu müstemleke aydınları!

Dün telefon açtım ona, yengeyle çocuklar güvende mi diye sordum, malum, lojmanlar yakın… İyiler dedi. N’olur, dikkat edin kendinize dedim. Kendisi Sur’da, malum mesele, hani biz de imza atmıştık ya, şu müstemleke aydınları… Ahh hocam dedi, ahh komutanım dedim…
Dün akşam, patlamadan sonra babam şöyle bana baktı, diyecek bir şeyleri vardı ama… Duvarda türlü türlü askeri madalyalar… Malum mesele, hani biz de imza atmıştık ya, şu müstemleke aydınları… Ahh Levent dedi, ahh baba dedim…

İdrak böler, tasnif kıyar; yaşam ise melez kaynaklar yapar, ister istemez… Acıda da, kederde de, sevinçte de, aşkta da.
Politizasyon, en basitinden, gündelik hayatta çoklu işleyen (işlemek de zorunda olan) muhtelif idrak kategorilerinin tek bir ilke etrafında yeniden örgütlenmesidir. Vatan hainleri olur bir anda herkes, ötekisi, ötekiler; Ah şu Kürtler olur, Türkler olur, Monşerler olur, Müslümanlar olur, Akademikler olur, Çorumlular olur, Nazımiyeliler olur… Böyle uzar gider, tasnifin sonu yoktur ki; bu tasnif tek bir ilke etrafında çoraklaşırsa (sadece siyah ve beyaz varsa), söylemeye bile gerek yok, kıyım olur.
Lakin gündelik hayatta insanlar sürekli böyle yaşamaz, yaşayamaz; olanaksızdır bu. Keskin tasnifler hayatın keskin virajlarında yoldan çıkar, yuvarlanır gider. Melez duraklar, söyleme de bu söylemi dillendirene de takla attırır. Şerefsiz Kürtler ülkeyi bölecek diyen Ahmet abi, oğlu bir Zaza güzele vurulup onu sevdiceği-eşi yapınca, “Ama yok, o öyle değil; onlar gibi değil. Hem ailesi de çok iyi” diyerek takla atar. Söylem çatırdar ama yine de tutunmaya çalışır, “hayır o kadar da kolay değil” dercesine. Kahvede, televizyonda altyazıyla, “Son dakika: Şırnak’ta 3 şehit” haberi geçerken, yine, yeniden, “Ulan şerefsiz Kürtler…” cümlesini kurabilir Ahmet abi, kurması da gerekir belki de; “kahve kabilesinin” ritüel diskurudur, official trademark’ıdır aslında o, verili bir duruma uygun düşen bir performanstır hatta, Kanadalı delinin ifadesiyle!
İşte yaşam, söylemin, melez duraklardan-karşılaşmalardan aldığı darbelere rağmen kuyruğu yine de dik tutma çabası, az çok gerilimli-çelişkili bir moment dizisi, tanımlananla-olan arasında sürekli bir makas farkı, müzakeredir esasen. “İnsanın dediğiyle yaptığı çelişmeyecek arkadaş” der ortak kanı-temsil, “o iş o kadar da kolay değil başkan” diye yanıt verir yaşam. Sizi az-çok tanıyan, yaşamınızın patikalarından, fikri kaldırım taşlarınızdan tamamıyla bihaber olmayan ve “hocam çok değerlisiniz, çok katkı yapıyorsunuz bize” diyen bir meslektaşınız-öğrenciniz, bir imza dolayısıyla, “işte hendekçi akademisyenler, kelleri tez vurula” cümbüşüne sizi de kattığında, bilmez mi, en basitinden, yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu. Bilir, bilir de… yaşam da böyle bir şeydir işte: Tasnif düzleştirir, asfalt çeker, böler-biçer, biraz kendinden emindir, yukarıdan bakar hatta, ama durumsal tazyikle yüklü yüksek tonajlı gündelik hayat kamyonları geçince üzerinden inceden inceye çatırdar; hatta ve hatta, ancak yeni tanımsal ziftlerin kapatabileceği derin ve gerilimli çukurlar oluşur yüzeyde.
Kısacası, gündelik tanımlar (insanların gündelik hayatta ad hoc yaptıkları, egemen, meşru ya da kurumsal olanları değil) duruma münhasırdır; durumla sürekli bir müzakere, anlık didişmeler dizisidir söz konusu olan. Bir “İslamcı” her sabah kalktığında, “ben iyi bir İslamcıyım, bugün İslamcılık için ne yapacağım acaba, hadi bakalım” demez. Hatta ve hatta, gündelik yaşamı tamamıyla “İslamcı” bir kabile içerisinde geçiyorsa eğer, herhangi bir tanımsal çabaya girmesine dahi gerek yoktur, “İslamcıymışız işte, hepsi bu”; aynen İzmirli bir “Sözcü” okurunun, “şerefsizce viskisini yudumlayan” Nişantaşılı bir solcunun, Ostim’deki Haydar Usta’nın, bizim kapıcı Kemal Efendi’nin ya da Diyarbakırlı Baran’ın da kendi kabilesi içinde, “Ben kimim ki la?” türünden tanımsal sorgulamalara girişmeyeceği gibi: “taken-for-granted”, diyor buna Atlantik’in ötesindeki çok bilmiş ecnebiler, verili kabul edilen-tartışılmayan demek; güzel ifade, neysem oyum işte, etrafımdaki herkesin de olduğu ve yaptığı gibi, eylemimin esasını kendime ve diğerlerine açıkça ifade etme/tanımlama gereği dahi duymadan. Konumunca, sınıfınca “yol-yordam bilmek” işte, ne güzel bir dil bu Türkçe, ne kıvrak bir ifade, allamış pullamış ve habitus demiş buna, diğer birçok bilmiş Frenk.
Öyleyse yaşamlar, örneğin siyasal düşünceler tarihinde tanımlanan türden fikri tek yönlere uymaz; “u dönüşü” yasaklarının hem var hem yok olduğu, tersten girmelerin de gayet güzel kanıksandığı bizim oradaki dörtyoldur aslında yaşam. Ben kimim/Ben şuyum/Onlar da şunlardan şeklindeki sınır koymalara yol açabilecek sorgulamalarla ise sadece ve sadece bazı koşullarda karşılaşılır: misal kabile içerisinde yaşanabilecek bazı istisnai gerilim anlarında. “Sen gerçek bir sosyalist/muhafazakâr/dava arkadaşı, vb değilsin -çünkü misal seviştiğini duyduk!- özeleştiri ver! Toplumsalın bir anda ceberut bir polis memuruna dönüştüğü bu anlar (sosyolojinin sakallı Frenk kurucusu buna kolektif bilinç der), resmi tanımın (kurumun diye de okunabilir) sopa gösterdiği anlardır; ifadenizi vermek, iman tazelemek (yani kendinizi resmi surette yeniden tanımlamak) zorundasınızdır, kaçamazsınız; varsın hayat sorgu çıkışında yine o eciş-bücüş, melez-muğlak patikalarında ve elbette gündelik hibrit tanımlarında akmaya devam etsin, mühim değil. Faşizm en üst düzeyde, bu mıcırlı, bozuk yolların (gündelik pratiklerin-tanımların) tümüne tek tip asfalt (kurumsal tanım-pratik) çekme çabasıdır ama beyhudedir, her asfalt çatlar…

Bir diğer ve hiç kuşku yok ki en yaygın diğer gerilim anı diğer kabilelerden üyelerle temasta yaşanır. Gündelik ad hoc tanımlar orada, her defasında, kaçınılmaz bir ilişkisellik içerirler. Tanımlama her zaman bir diğerine/ötekine göre yapılır. Ben şuyum dediğinizde, aslında her defasında, şu diğeri değilim dersiniz. Örneğin, İzmirli CHP’li bir teyze, ben Atatürkçüyüm, modernim dediğinde iki şey olur. İlk olarak, bunu demesini gereken bir “durum” hâsıl olmuştur; mesela bir temas, yüz-yüze veya vasıtalı (sosyal medya, tv, gazete, vb), sabahtan akşama kadar bunu söyleyerek dolaşmıyordur sonuçta sokaklarda ve iki, bunu yaparken de aklında muhakkak bir “öteki”, “modern olmayan”, “Atatürkçü olmayan” vardır. Bu tanımlama faaliyeti öyle üzerinde saatlerce düşündüğü bir şey de değildir; az çok bilinçli, yarı-örtük, gerektiğinde kurumsal (yani egemen, meşru) tanım stoklarından da faydalanan ama her halükarda melez, duruma münhasır, ilişkisel ve pratikte yapılan bir şeydir; ötekiyle karşıtlığını tanımlayan iki üç ayırt edici, kabileye özgü ilke üzerinden teyze kendini kurar, gerekli performansı (burada gerekli ifadesine dikkat) sergiler. Özellikle sosyal medya bunun için biçilmiş bir kaftandır. Bu ayırt edici ilkelerin kendilerinin de yine öyle derin tefekkür kitaplarında, siyasal doktrinler arasında aranmasına lüzum yoktur. Modern olmak, iki-üç pratik esas üzerinden, modern olmayan olarak değerlendirilenle karşıtlığında (başı açık olmak-olmamak, kadınlı-erkekli rakı içmek-içmemek, bikini-mini etek giymek-giymemek, vb. Avrupalı olmak (sarışın/kumral olup-olmamak, balkan kökenli olup-olmamak, eli yüzü düzgün olup-olmamak, yani esmer olmamak, vb.), monşer olmak (evde köpek besleyip-beslememek, şarap içip-içmemek, serbest cinsel ilişkileri olup-olmamak, vb.) hele hele en kötüsü, gayri-milli ve vatan haini monşer akademisyen olmak ise bunların hepsini aynı anda yapıyor olup-olmamak üzerinden tek celsede nihayetlendirilebilir.

Yazın, Munzur kıyısında, suya giren bikinili kadınları gördüğünde, “Burası Bodrum değil, Tunceli” diye başlık atan gazetecinin basit ancak iş gören idrak kategorileri işte bu şekilde kendini ele verir: Türk=suya bikiniyle girebilen; Kürt=Türk olmayan, o halde suya da bikiniyle giremeyen. Ama bunlar giriyor! Şaşkınlık! Eylem şemalarında tanımlanmamış bir veri! System halted fatal error!. Muhafazakâr/solcu, milliyetçi/monşer karşıtlıkları da benzer bir ilişkisellik izler. Tüketim kalıplarına, kültürel pratiklere ilişkin, çok değil, birkaç basit taksim ilkesi “Allahsız, soysuz, ahlaksız, marjinal, milletine yabancı, hatta ve hatta satılmış monşer/solcu/akademisyen” imgesini yaratmaya ve bunun tam zıddında da milliyetçi-muhafazakarı tanımlamaya yeter. (Parantez: Böyle bir dünya yok sevgili okur! Böyle bir solcu/akademisyen/monşer de yok; maddi açıdan hali vakti yerinde, hep iyi semtlerde oturan, sabahtan akşama kadar içen, arada “milletin değerlerine” de hakaret edip oradan swinger partilerine dalan bir figür yok! Onun da herkes gibi sıradan bir hayatı var; örneğin onun da ödenecek kredileri var, evi var, iş gücü var, çoluk çocuğu var; fazladan bir köpeği var belki, arada sırada muhtemelen beraber yattığı! Ama hepsi bu işte…)
Oysa milliyetperverlik başka bir taksim ilkesi üzerinden, örneğin Türkçeyi, bu zengin ve kıymetli dili olabildiğince maharetli ve yetkin biçimde kullanma takıntısı üzerinden, onu bir milletin en nazik ve yüce değeri olarak kıymetlendirmek üzerinden, hadi onu da geçtim en azından, bağlaç olan de/da’nın ayrı yazılması gerektiğini bilmek üzerinden de tanımlanabilir; keza muhafazakârlığın da en basitinden, “muhafaza etmek, “evdeki baba yadigârı eski koltuğu, ağacı, şehri muhafaza etmek”, “talan etmemek”, “çalmamak”; ahlakın ve vatan sevgisinin ise yine en basitinden, “bir işi hakkıyla yapmak”, “kandırmamak-aldatmamak”, “mış-miş gibi yapmamak” olarak da tanımlanabileceği gibi.
Dönelim başa. Politizasyon, gündelik yaşamın melez tanım ve pratiklerindeki bu göreceliği, durumsallığı ve çeşitliliği kırar; yerine sabit ve tözcü kurumsal tanımlar, esnemesi güç (ve yasak) kategoriler ikame eder (Hoca budur, Müslüman şudur, vatansever budur, tartışmayalım lütfen, ne? Halen konuşuyor, atın bunu içeri). Politizasyon bu anlamda fikri bir polarizasyondur da. Diğer bir ifadeyle, şuradan: “tamam solcular öyle de, bizim hoca öyle değil”, “şerefiz Kürtler ülkeyi bölecekler ama bizim gelin ve ailesi öyle değil”, “tamam çok inançlı değil ama Allah için dürüst, vicdanlı adam”, “bizim komşu kapalı ama çok modern görüşleri de var”, “ben de karşıyım bir askerle evlenmesine ama buradakiler gibi değil bizim damat”tan, şuraya geçilir: “bunların topu böyle, hatta bizim hoca ve gelin de dâhil”. Kurumsal tanımın, gündelikçi ikizi üzerindeki zaferidir artık söz konusu olan, yaşamın kendisi total bir kuruma, hatta bir aygıta dönüşür yavaş yavaş, gardiyanlarıyla, silindirleriyle. Komşu komşuyla kavga eder, araya husumet girer, TEM’i gönderir sabahın köründe: “İyi günler bir vatan haini varmış burada? Öyle mi? Ben mi? Hani biz de imza atmıştık ya, şu müstemleke aydınları…
* Bu yazı, 19 Şubat 2016’da Press Haber’de yayımlanmıştır.
Levent Ünsaldı

12 Şubat 2016 Cuma

Levent Ünsaldı: ‘Türkiye’de akademi, akademi dışı her şeydir’

Barış Bildirisi ve ardından gelen akıl almaz tepkiler, işten çıkarmalar ve soruşturmaların ardından, Türkiye akademyasının ahvali daha çok tartışılır bir konu haline geldi. Levent Ünsaldı, geçtiğimiz günlerde Duvar dergisine yazdığı ‘Hocayım Ben!’ yazısıyla tartışmaya yeni bir boyut kattı. Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde hoca olan Ünsaldı, yazısında Türkiye'de akademinin nasıl memuriyete, araştırma yerine sadece tedrisi aktaran bir aygıta dönüştüğünden bahsetti. Aynı zamanda Heretik Yayıncılık’ın sahibi olan Ünsaldı’yla bu yazısı üzerinden akademinin ahvalini, akademisyenleri ve Heretik’i konuştuk.
Levent Ünsaldı
- Akademisyenlik haricinde bir de sahibi olduğunuz Heretik Yayınları var. Öncelikle Heretik'in hikâyesiyle başlayalım dilerseniz. Ne zaman ve hangi saiklerle kuruldu?
Heretik, 2013 yılında kuruldu. İlk üç kitabını Gezi zamanında çıkardı. Heretik, meslek ve alan savunusu üzerinden gitmek isteyen bir yayınevi. Bunun için de çeviriye yöneldi. Çevirinin esprisi de şu: Bize burada anlatılan sosyal bilimcilerin orijinal metinlerini zamanında okuyamadık. Bunları kaçırmak olmaz. İşin ABC’si sonuçta. Bu işi en iyi öğrenme biçimi de bu aslında. Sosyal bilim adına en iyi çalışmaları yapmış isimleri, orijinal kitaplarından okuyalım, bakalım, ne derece buraya oturuyor, oturmuyor görelim dedik. Yani işleyen bir sosyoloji hangi kavramları nasıl kullanmış? Nasıl saha çalışması yapmış? Bu sorular üzerinden klasik-orijinal metinlere giderek, maharetli sosyologların metinlerini okuyarak, inceleyerek de bu mesleği öğrenebiliriz dedik. Zira bu işin bu memlekete iyi yapıldığını pek söyleyemeyiz sanırım. Mesela derste hoca, bir tasnif kitabından yönteme giriş anlatıyor, o metinlerde bir sürü isim geçiyor, fakat siz bu isimlerin orijinal metinlerinin hiçbirini okumamışsınız, hoca bu metinleri kendine göre tasniflemiş. Her tasnif problemlidir aslında. Yani Foucault'yu buraya koyarsın, Zizek'i şuraya koyarsın ama Zizek de çıkar der ki: "Ben hiçbiri değilim." Dolayısıyla tasnif kitapları biraz zehirleyicidir. Bu Amerikalıların textbook [ders kitabı] mantığına benziyor biraz. Heretik kurulduğunda Pierre Bourdieu’nun çevirileri yoktu, herkes Bourdieu diyordu ama ortada adamın eserleri yoktu. Niye zamanında bunlar çevrilmemişti, sunulmamıştı? Sebebi de şu: Kutsal kitap gibi, yabancı dil bilenler bunları okumuş. Daha sonra bunlar, okudukları adamların/kadınların kötü bir imitasyonuna dönüşmüşler. Türk fikri geleneğinin hikâyesi aslında bu. Çünkü bu eserler böyle kutsal metin gibi, onları sirkülasyona falan sokmamalı. Herkesin o metne erişimi olursa kutsallığı gider veya benim sıktığım ortaya çıkar ya da benim aslında çakma bilmem ne olduğum görünür diye bu metinler çevrilmemiş, sunulmamış vaktinde. Böyle o kadar çok kitap var ki memlekette...
- Bazı önemli kitaplar, örneğin Howard Becker'ın kitapları çevrilmeyi neden bu kadar uzun süre bekledi?
Birinci neden bilgisizlik, ikincisi ise yine tasnif kitapları. Bir üçüncüsü de Becker'ın pratiği Türkiye'de sosyal bilim geleneğine uyan bir sosyoloji pratiği değil.  Biz daha çok böyle mesihçi, daha böyle Sartrevari kamusal entelektüel adamları seviyoruz. Çünkü bizim münevver geleneğimiz biraz mesihçi olmuştur tarih boyunca. Bizdeki hoca gelecek böyle, yalnız ve karizmatik birisi olarak, ilahi bir şeyler söyleyecek, sen onun bunları nereden öğrendiğini de bilmeyeceksin falan, kamusal tartışmalara dahil olacak ve dünyayı kurtaracak. Becker böyle bir adam değil ki. Becker ‘İşimi yapıyorum, biz böyle öğrendik’ diyen birisi. Diğer taraftan da, Becker’ı da tasnif kitapları yanlış kodlamış. Becker, mikro sosyoloji yapıyor, olmaz denmiş. İyi de Becker'ın yaptığı mikro sosyoloji değil ki. Goffman için de böyle deniyor. Halbuki Goffman kadar yapısalcı, Durkheim'ci  adam Amerikan sosyolojisinde enderdir. Dolayısıyla yanlış kodlama, yanlış tasnif, yanlış textbooklar ve dolayısıyla cahillik.

- Heretik bu durumu bozmak için var diyebilir miyiz?
Biz bu ortama ezber bozucu bir yerden girdik. Madem öbür türlüsünü beceremiyoruz, tasnif kitaplarından anlat anlat olmuyor, şu maharetli işlere bakalım dedik. Bu mesleği bir de böyle öğrenmeye çalışalım dedik. Ustaların eserlerine gidelim, bakalım onlar nasıl yapmışlar bu işleri dedik. O yüzden, işini iyi ve ciddi yapmak ile meslek ve alan vurguları hep önemliydi bizim için. Bu sebeple yayınevi çok kapsayıcı oldu. Yani alanda her kesimle hep irtibatı iyi oldu. Çünkü meslek tanımı üzerinden, bir kapsayıcılık üzerinden gidiyordu. Özetle Heretik'in hikayesi, iyi işler yapmak ve farklı bir sosyal bilim pratiğinin peşinde koşmak.
- Heretik son olarak farklı bir alandan, Graeme Turner'ın Kültürel Çalışmalar kitabını yayımladı. İleride bizi hangi kitaplar bekliyor?
Özellikle etnografik çalışmalara ağırlık vermek istiyorum. İleride psikanalize yönelmek de hedeflerimiz arasında. İktisat ve siyaset bilimi gibi farklı alanlara da açılmak istiyoruz. Bir yayınevi sadece bunlarla sınırlı kalamaz elbette. İleride edebiyata ve telifli eserlere de girmek gerekir. İyi yazılmış tezler basılabilir mesela. Ama çok ciddi mesai isteyen de bir iş bu. Bunların hiçbiri çok kolay değil, pat diye olmuyor. Ekip işi bunlar. Bizim küçük bir ekibimiz var ve Türkiye'de kolektif iş yapmak gerçekten çok zor.
- Buradan hocalık mesleğine geçelim dilerseniz. Siz nasıl tanımlarsanız bu mesleği?
Bu ülkede asıl mesele, mesleksiz bir toplum olmamız. Biz de sadece konumlar var, meslekler yok. Akademisyen var mı sorusunun cevabı aslında basit; sıvacı, sucu, polis, doktor yok ki akademisyen olsun. Etrafınızdan hangi meslek grubundaki insanlar işini iyi yapıyor ki?
- Ya da kim kendi mesleğini yapıyor?
Evet, akademisyen de kendi mesleğini yapmıyor belki. Ekstraya gider gibi, ikinci bir işe gider gibi, bir ikinci uğraş gibi akademisyenlik. Yani Türkiye’de akademi, akademi dışı her şeydir. Mesela önce memur veya siyasetçi, sonra 'akademisyen' olunur. Dolayısıyla burada mesleğin kendi aidiyetleri, kimlik tanımı, kuralları ve ahlak ve etik kaideleri çok sorunludur. Zaten Türkiye’deki tüm meslek grupları için bu böyle. Bundan ötürü, yapılan iş tam da bize uyan bir şekilde, ortaya karışık bir şey aslında. Ben o lafı çok seviyorum: Akademisyenlik "ya memuriyetin ya da güncel siyasetin başka yollarla devamı", başka bir şey değil. Bir akademisyenin gündelik hayatına bakmak gerekiyor aslında. Bu insan ne yapıyor mesela? Bir günü nasıl geçiyor? Orada bir farklılık var mı? Buna ampirik olarak da bakabilirsin. Havadan bir şey konuşmuyorum. Şimdi sıradan bir akademisyen sabah geliyor, 11.45 gibi yemekhaneye iniyor. Sonra gidiyor çayını içiyor. Sonra 13.30 gibi yeniden mesaisine başlıyor, arada birkaç tane maile cevap veriyor, yanına uğrayan öğrencilerle konuşuyor. Sonra yan komşusuna gidiyor, orada da çay, kahve içiyor. Hani annenize komşu gelir ya onun gibi yani. Arada bir telefon açıyor, Facebook'a giriyor, ondan sonra gazetesini okuyor. Bir çay daha söylüyor, ondan sonra evine gidiyor. Sıradan bir akademisyenin gündelik hayatı bu işte, ne bekliyorsun ki? Aslında tam anlamıyla bir memur. Deli gibi ders veriyor, çünkü para da kazanması gerekiyor. Birinci öğretim, ikinci öğretim, taşrada devasa sayıda öğrenci. Dolayısıyla gayet sıradan bir hayatı var aslında. Etnografinin nesnesi olabilir bu durum. Gideceksin, Maliye Bakanlığı’nın bir dairesindeki bir koridoru bir hafta boyunca gözlemleyeceksin. Bir şey yapmana da gerek yok, otur böyle, sadece not al. Kim saat kaçta girdi, kaçta çıktı? Sadece bu. Ya da bizim okulda bir bölüme geleceksin, orada bir hafta boyunca koridordaki hikâyeyi tasvir edeceksin. Sonra bu gözlemleri karşılaştıracaksın. Göreceksin, sonuç üç aşağı beş yukarı aynı çıkacaktır.
- Türkiye’ye özel bir durum mu bu?
Türkiye'de akademi dediğimiz, aslında bir üst lise. Zaten inanılmaz bir bölüm çılgınlığı var, sadece dört yıl boyunca biz bu gariplerin tedrisi ölümlerini uzatıyoruz. İşte hemen ölmüyorlar da, sivrisinek gibi dört yıl sonra ölüyorlar. Devlet bize maaş veriyor, biz de artistlik yapıyoruz, hocayım falan diye. Zaten Türk akademisi etikete bayılır. O kartvizitlerde yazar, bilmem ne üniversitesi, bilmem ne ana bilim dalında öğretim üyesi, doçent doktor bilmem kim. Meslek değil, konum bunlar, makam koltuğu yani. Meslek başka bir şey.
- Nedir meslek dediğiniz?
Akademisyenlik dediğimiz aslında araştırmacılık. Entelektüel bir faaliyet. Söylediğin şeylerin altını ampirik olarak doldurmak aslında. Bizim köşe yazarından, edebiyatçıdan, sosyal felsefeciden farkımız da belirli kaidelere uyma zorunluluğumuz. Şu şöyledir diyorsan, baktım ve altını şöyle doldurdum demelisin. Yöntemler, teoriler bunun için var. Dolayısıyla, aslında sürekli bir araştırma faaliyetidir akademisyenlik. Bu araştırmayı da tek başına yapamazsın. Öyle ya da böyle metnini birisinin mutlaka okuması gerekir. Kısacası, bu sabah 9-akşam 5 mesaisinin rutinliğine uyan bir faaliyet değil. Yani gözlemin, araştırmanın ve düşünmenin saati yok ki. Bu derdin, tutkunun gündelik hayata da yansıması lazım.

- Ders vermek bu işin neresinde?
Ders vermek bir angaryadır aslında. Seni böler, zamanını alır. Yani mesela ben hiç zevk almıyorum bugün ders verirken. Bir de derse gelen öğrenci profili de değişti memlekette. Şimdi derse gelen çocuk bambaşka bir niyetle, saikle, dertlerle geliyor.  Niçin orada olduğunu bile bilmiyor ki. Psikolojiyle girmek istemiş olmamış, sosyolojiye girmiş. Çünkü gittiği dershanede onu öyle yönlendirmişler. Sen bir şey anlatıyorsun, mesleği, sosyal bilimi, kuşkuyu, şüpheyi. Araştırmayı, sorgulamayı, bilimi kutsuyorsun. Yaptığın işi seviyorsun, mesleğini icra etmeye çalışıyorsun. O da dinliyor, dinliyor… Yani bir mesaj yolluyorsun ama o çocuğun o mesajı alacak decoderi yok. Şifreli geliyor ona yayın. Kıramıyor hocam şifreyi! Dolayısıyla öğrenciyle ortak dert noktasında, orada olma saikleri bakımından ayrı düşüyoruz. Farklı yerlerden gelmişiz. Ben bir şey söylüyorum, o söylediğim şey, duvara çarpan top gibi geri geliyor bana sürekli. Bu noktadan itibaren çoğu insan bunu takmıyor maalesef. Olay tedrisi memurluğa dönüyor, geliyorsun, paranı alıyorsun. Daha çok ders anlatırsan, daha çok para alıyorsun. Bu bilim değil, meslek değil, bu başka bir şey artık. Son dönemlerde iyice tadı kaçtı artık.
- Ünal Nalbantoğlu 'Ersatz Yuppie Akademisyen' başlıklı makalesinde piyasa diliyle konuşan, pragmatik hoca tipolojisini eleştiriyordu. Siz ne düşünüyorsunuz bu tipoloji hakkında?
Şimdi bu oportünizm hep olmuştur, olacaktır da. Hakemli dergide makale yayınlayayım da puan kapayım, sonra kadro alayım vb… OK, bunlar hep “kahrolsun neoliberalizm”, OK. Vakıf üniversitelerinin ortaya çıkması, neo-liberal mantık ve güvencesiz iş koşulları, akademisyenlik tanımına fena vurdu, buna da OK. Fakat şunu da sormak lazım, daha önceki iyi miydi? Sorun o bence. Hadi bu koşulların böyle olmadığını varsayalım. Tamam, vakıf üniversiteleri de olmasın, ne değişecek? Türkiye’de tarihsel olarak akademi, bürokrasi içinde belirli bir şeyi aktarmakla yükümlü alt alan olarak tanımlanmış bir yer. Bu dünyanın her tarafında da böyle aslında. Ama bizde ekseriyetle sadece bu. Sorun burada. Tedrisatın kendisi aslında çok muhafazakâr bir şeydir. Tedrisat, bilgi aktarmaktır, ama bu bilgi ölü bilgidir.
- Diğer ülkeler neyi daha iyi yapıyorlar?
Bu işi beceren diğer ülkelerde, araştırma boyutu sağlam biçimde eklenmiş. Hoca aynı zamanda araştırma yapan da birisi. Dolayısıyla araştırma ve tedrisatı ayırmışlar. Yüksek lisans ve doktora eğitimi ecnebilerde bizimkisi gibi yürümüyor. Daha çok araştırma merkezleri ve enstitüler çevresinde dönüyor. Neden? Öğretim görevlisinin tedrisatla bağını olabildiğince koparmaya çalışıyorlar, çünkü o bir yük. Bizde öyle değil, burada belirleyici olan tedrisat, merkezi olan tedrisat, araştırma değil. Türkiye'de üniversitelerin asıl fonksiyonu halen tedrisat. Üniversitelerin görev tanımlarında eğitim ve araştırma faaliyetleri olarak geçer ama araştırma kısmı biraz palavradır. Bir şeyi aktarmakla yükümlüsün. Türkiye'nin modernleşme hikâyesi de bu aslında. Neyi aktaracağın da belirlenmiş, oh, mis,  tedrisi memuriyet işte.
- İdeoloji aktarımından mı bahsediyoruz?
İdeoloji aktarımı her zaman olmuştur, bu yadsınamaz. Ama şu anda bizim aktardığımız, ideoloji bile değil. Mesela sosyoloji bölümünde okutulan bazı kitaplar var. Bunlar müfredatta. O bölümdeki hocalar o kitapları okutuyor. Şimdi bunları kim sokmuş müfredata? Neden o kitaplar on yıl boyunca okutuluyor? Bilmiyoruz! Aslında sosyal bilim, ezber bozucu olmak zorundadır; “fıtratında var” yani, diyor ya birisi. Kutsalları sorgulayacak, eleştirel düşünceyi yayacak, vb. Fakat sorun şu ki bizim hoca gündelik hayatında çok sıradan, düz biri. Bu halde gidiyor Foucault okutuyor mesela. Neden? Öğrenci okuyor bu kitabı ama aynı şekilde onun da gündelik hayatına yansımıyor bu durum. Öğrenci için Foucault, sadece sınavda yazdığı ve geçtiği biri. Dönüyorum başa, peki hoca neden Foucault okutuyor? Çünkü kendisinden önceki hoca da Foucault okuttuğu için! Tuhaf değil mi? Tuhaf bir aktarma hali oluşuyor. Bu noktadan sonra, piyasa mantığı, hakemli dergiler veya işte abuk sabuk makaleler olmuş olmamış ne yazar ki, bunlarla doğrudan alakalı değil bizim sorunumuz.
- Sorunun daha yapısal olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Bizde aktarmakla yükümlü bir tedrisi memur var. Adamın/kadının tek işi bu! Kendisine akademisyen diyor ama tek işi bu. Bu figürün ulemadan gelen tarihsel bir sürekliliği de var. Akademide, etrafında böyle hararetli bir şekilde meseleyi tartışabileceğin ve bir konu üzerinde konuşabileceğin birileri de fazla yoktur mesela. Sanmayın ki üniversitelerde bir meslektaşınızla ya da diğer öğretim üyeleriyle yan yana geldiğinizde derin entelektüel muhabbetler ediyorsunuz, aksine, pür haset, gıybet, dedikodu…
- Bu anlamda Türkiye'de çok sıklıkla dile getirilen bir kavram neo-liberalizm....
Şu ezberi de bozmak lazım artık, Türkiye'de neo-liberalizm bile yok hocam, çünkü Türkiye'de devlet hala öyle baskın bir durumda ki. Şu ufacık yayınevini kurarken bile 17 tane devlet biriminden imza aldık. Devlet inanılmaz bir şekilde her şeyi hala kontrol ediyor bu ülkede. İpek Grubu’nu istediği anda mahvetti işte. Başka örnek, Amazon’dan kitap sipariş ediyorsun, beşinci kitaptan itibaren vergi ödüyorsun. Böyle neo-liberalizm mi olur? Ürün ve malların bile serbest dolaşımı söz konusu değil hâlâ. Elbette neo-liberal pratikler de söz konusu, var, ama bizdeki Türkiye versiyonu.
Barış İçin Akademisyenler inisiyatifi, 11 Ocak 2016'da yayınladığı 'Bu Suça Ortak Olmayacağız' bildirisi, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın hedef göstermesiyle medya tarafından linç edildi. Üniversitelerin imzacı akademisyenlere yönelik açtığı soruşturmalar, işten uzaklaştırma ve işten çıkarma işlemleri halen devam ediyor.
- Gelelim ‘Barış için Akademisyenler’ bildirisine. Nasıl değerlendiriyorsunuz son gelişmeleri?
Çok acayip trajediler yaşanıyor. Soruşturmanın güvenliği açısından insanlara görevlerinden el çektirtiyorlar. Gelen soruşturma metninde şu yazıyor: "Bu metni imzaladınız mı, neden?" Cevap da şu: "Evet, imzaladım çünkü anayasanın bana vermiş olduğu özgürlük hakkımı kullandım." Dolayısıyla soruşturmanın güvenliği açısından görevinden uzaklaştırmak gibi bir şeyin ne gibi bir anlamı olabilir ki? Ortada suç unsuru mu var? Ne yapacak, delileri mi karartacak? Metnin basılı olduğu kağıdı mı yırtacak? Bilgisayardan mı silecek? Ne yapacak yani? Sırf bu imzayı atanların burnu sürtülsün diye bunu yapıyorlar. Bildiğin zorbalık. İnsanlar mağdur oluyor, kimsenin umurunda değil. Korkunç olaylar yaşanıyor. Yine meslek konusuna geri geliyoruz. Bu memlekette meslek olsa, meslek etiği olur. Sucu, sucuya bunu yapmaz; polis, polise bunu yapmaz. Her şeyden önce, ‘Bu insanlar benim meslektaşım’ der. İşte memleketin akademisyenin hikâyesi, diğer yerlerden bağımsız değil. Sonuç olarak bizim mesleki aidiyetlerimiz ve kimliklerimiz yok. Aygıt işte burası [akademi]. Önce başka bir şeysin, önce memursun, önce siyasetçisin. Ekstraya gider gibi, yan iş gibi akademisyenlik yapıyorsun, bildiğin yan iş bu.
- İktidar tarafından üretilen bir ayrımcı dil de var, birçok akademisyen bildiriye imza atan insanlar için bu dili aynı şekilde kullandılar. Peki bundan sonra nasıl beraber iş yapılacak, ortak bir noktada buluşulacak?
İşte onlar da iktidarın bu diskurunu yeniden üretiyor. Yukarıdan gelen emirle bizim bazı meslektaşlarımız da tetikçiye dönüştü. Üstelik beraber oturduğumuz lafladığımız, konferanslarda, şurada burada karşılaştığımız insanlar bunlar. Herkesle konuşan, diyalog kuran, iki lafından biri “perspektifi açın” diye insanlardan biriydim ben. Bundan sonra nasıl bir araya gelinecek bilmiyorum. Nasıl yüz yüze bakacağız gerçekten bilmiyorum.
- Buradan Barış Ünlü davasına gelelim isterseniz. Bundan sonra Türkiye'de akademisyenler makale veya sınav sorusu hazırlarken, kafalarında otosansür olmadan özgürce davranabilecekler mi sizce?
Çok zor bence artık. Zaten Barış da savunmasında belirtti: "Bir yıl içerisinde çok kötü şeyler yaşadım. Ben korkusuz değilim. Ve korkanların dahi fikirlerini özgürce söyleyebilmesine imkan tanıyacak özerk bir bilim alanı için buradayım" dedi. Devamında bir yıl boyunca tehdit aldığını, korktuğunu ve hatta senin dediğin tarzda otosansür bile uygulamaya başladığını söyledi. Barış bile bunu dediyse çok kötü bir durum. Mülkiye'de olması onun için bir şans sonuçta. Çünkü Mülkiye onun arkasında duruyor ama herkesin Mülkiyesi yok maalesef. Mülkiye'de korksan da bir şeyleri ifade edebiliyorsun. Herkes korkuyor esasında. Tam da bunun için, düşüncelerimizi cesurca söyleyebileceğimiz bir kurumsal özerklik şart. O yüzden dik durmalıyız burada. Dik duramazsan yarın öbür gün derste edeceğin lafı, yazacağın kelimeyi düşünür hale gelirsin.
Barış Ünlü, Ankara Üniversitesi'nde verdiği Türkiye'de Siyasal Hayat ve Kurumlar dersinin final sınavında Abdullah Öcalan'ın iki metninin kıyaslanmasını istedi ve bu soru nedeniyle 'terör örgütü propagandası'ndan yargılandı. 3 Şubat 2016'daki ilk duruşmasında beraat etti.
- Sanırım burada hocasını şikayet eden öğrenci tipinden de bahsetmek gerekir...
Olabilir tabii, yarın öğrenci yeri gelecek, kaydedecek şu veya bu sebeple ve şikâyette bulunacak. Memlekette tabu bol, Ermeni meselesi, Kürt meselesi, sosyalist fikriyat, vb... Kelimeleri cımbızla seçeceksin. İşte bu noktadan sonra bu işin önünü alamayız. Tam da bu yüzden çok sıkı durmalıyız. Burası bizim mahallemiz, evimiz. Şartlar ne kadar kötü olursa olsun, elimizde kalan tek yer burası. Memuriyetine, tedrisatına, aygıt haline gelmesine rağmen, en azından bizim gibi insanlar için, yaşadığımız dünya orası. En azından birkaç tane okul var hâlâ. En azından elimizde bunlar var. Bu kalanları da, alanı da savunmazsak eğer, yarın çok geç olacak. Hakikaten inanılmaz bir yere gidecek. Şu an zaten taşra tamamıyla sinmiş durumda, 3-5 tane okul dik durmazsa bitti hikaye.
- Bu özgürlük alanı da kaybedilirse, artık akademide dogmalarla mı konuşur hale geliriz?
Tabii ki, bu alanlar da kaybedilirse, artık hiçbir şey yazamayacağız ve düşünemez hale geleceğiz. Sosyal bilimin en basit faydası şu: “Seni daha az odun yapar”! En azından, sosyal bilimle az biraz uğraşıyorsan, saçma sapan işler yapmazsın. Çünkü sosyal bilim sana şunu öğretir, tarihsellik diye bir şey vardır. Kadın dediğin şey, bundan 1000 yıl önce böyle değildi, erkek dediğin şey de. Tarihsellik dediğin şey, kutsalları sorgulatıcı bir şeydir. Faydası budur. Öğrenci bunu öğrenirse daha az odun olur ve başka birinin kafasına “sen şusun busun” diye vurmaya kalkmaz. Bunun bir üst seviyesi, memleketin çeşitli seviyedeki politikalarına katkıda bulunmaktır. Hadi oraya gelmeyelim, dediğim ilk katkı bile ziyadesiyle yeterli. Bunun olabilmesi için benim işimi iyi yapmam gerekir; bunun için de bazı olmazsa olmaz koşulların yerine gelmesi şarttır, yani fikir özgürlüğü ve bilimsel-kurumsal özerklik. Bunlar olmazsa sen işini iyi yapamazsın. Otosansür bu demek, işini iyi yapamamak demek. Şunu bir türlü anlamıyorlar: Bilimin kutsalı, vatanı, milliliği falan olmaz, evrenseldir.
-Akademinin itibarsızlaştırılması sadece Türkiye’yle sınırlı kalmadı, bu dilden Chomsky, Zizek, Habermas gibi düşünürler de nasiplerini aldılar. Siz nasıl yorumlarsanız bu durumu? Bir anti-entelektüelizm olarak okunabilir mi?
Anti-entelektüelizm bizde matah bir şey maalesef. Bunu sadece akademiyle de sınırlamamak lazım, bu tür durumlarla genel olarak hep karşılaşıyoruz. Geçen burada yaşayan bir yabancı arkadaşımla konuşuyordum, o da benzer bir şeyi fark etmiş. Türkiye'de dış itibar göstergeleri hep inanılmaz güçlü. Mesela bir kuruma gidiyorum, devasa bina, arabalar, protokoller, açılış törenleri; fakat içeriye giriyorsun, bir şey soruyorsun, hiç kimse hiçbir şeyi bilmiyor. Bakıyorsun ki, aslında kurumun içerisinde, kurumun yerine getirmekle yükümlü olduğu görevi yapan tek bir kişi var aslında. O da çaycı, kapıcı veya mesela evraktan biri. Orada oturan “uzman” bilmiyor ama evraktaki memur biliyor mesela. Ama kurum devasa, üstüne üstüne geliyor. Bizde hep böyle olmuştur. Bunun aksi istikamette, inanılmaz biz böbürlenme diskuru vardır. Biz büyük milletiz, devletiz, teknolojimiz en üst seviyede, ordumuz da çok güçlü, futbolcularımız da harika. Tuhaf bir durum var burada. Bu, eziklik aslında. Osmanlı'dan da gelen bir durum. İstiklal Marşı'nda bile "korkma" diyor. Demek ki korkuyor, bir gazla "korkma" diyor, sen de onun gibi iyisin, yaparsın diyor, tek dişi kalmış canavar diyor. Aslında bunun altında yatan sebep, bu milletin kendine güvenmemesi. Kendisi de biliyor aslında durumun ne olduğunu. Bir taraftan ne kadar güçlü olduğunu söylüyor ama diğer taraftan öyle olmadığını da gayet iyi biliyor. Norveç’te biri çıkıp, "Norveçli çalışkandır" gibi bir şey demiyordur herhalde. Çünkü Norveç'teki adam zaten biliyordur kendisinin ne olduğunu, gündelik hayatında öyledir çünkü. Her dakika Norveçliye ne olması gerektiğini belirtmeye gerek yok. Bir şey çok fazla dillendiriliyorsa orada bir eksiklik vardır. Bir kurum kendisi hakkında ne kadar çok büyük büyük hikayeler anlatıyorsa, bil ki içi o kadar boştur. Bizdeki hikaye de bu aslında. Mesela Fatih Terim çıkıp diyemez ki, ‘Biz iyi futbol oynamıyoruz, Avrupa'nın alt seviyesinden bir futbol ülkesiyiz.’ Tam tersi istikamette bir diskur çalıştırmak zorunda. Aslında Freud’çu bir taraf var bu hikayede. Hani kendinin ne olduğunu bilirsin ama inkar eder ve tam tersi düzeyde tanımlarsın ya, öyle bir şey belki.
-Türkiye'de sosyologmuşçasına analizler, kavramlar üreten birçok köşe yazarı ile karşılaşıyoruz. Siz bu durumu nasıl yorumlarsınız?
Türkiye'de sosyoloji bir defa Dingo’nun ahırı. Mevcut sosyal bilimler hiyerarşisi içinde dış kapının mandalı. Bu hiyerarşide bazı disiplinler daha ön planda, diğerleri ise çeperde. Sosyoloji çeperde olanlardan. Ama devlet açısından şöyle bir önemi de var; çok sayıda öğrenci istifleyebiliyorsun!  Ciddi sayıda öğrenci akıyor sosyolojiye, dolayısıyla deli gibi bir kadroya da ihtiyaç var. Her üniversitede bir sosyoloji bölümü muhakkak var. Ancak sosyolojinin özerk, kendine has, sınırları saygıyla korunan bir yeri yok. Siyaset bilimine alan dışından belki bu kadar rahat giremeyebilirsin, akademik kariyer anlamında konuşuyorum, ama sosyolojiye girebilirsin. Örneğin, son dönemlerde ilahiyat fakültelerinden yığınla insan girdi sosyoloji alanına.
- Sosyolojinin ahvalini nasıl tanımlıyorsunuz?
Önüne gelenin girdiği, belirli bir mutabakatın sağlanamadığı, ortak bir mesleki kimliğin ve aidiyetin halen tesis edilemediği tamamıyla dağınık bir alan. Sosyolojiye dair bir diğer sorun, barınak bir bölüm oluşunda. İşte çocuk psikolojiye girememiş, sosyolojiye gelmiş. Bunu çok sık duyuyoruz. Bir de edebiyat fakültelerini açmak nispeten daha kolay, kadro da bol. Yani mesleki bir hususiyeti, etiği, kaidesi yok. Sosyologların kendileri dahi bu noktada farklı yerlere savrulmuşlar. Hele şu son dönemde yaşananlar sonucunda bu durum iyice trajik bir hal aldı.
- Bu alana müdahaleleri en çok kültür savaşları meselesinde görüyoruz. Herkes birbirini bir takım kültürel kodlarla kodluyor, ama tartışmayı yürütenler yine sosyolog değil.
Sen kendi alanını savunmazsan olacağı bu. Fransa’da sosyoloji nasıl doğdu? Öyle sosyal düşünceler tarihindeki gibi mekanik, kendiliğinden bir süreç yok ki. Mücadele verdi birileri bunun için. Durkheim çıktı, bu başka bir şeydir, kurumsallaşma için çaba verdi, bir dergi kurdu; sosyoloji kürsüsünü kurma çalıştı. Yani alanın dış duvarlarını örmeye çabaladı. Bu yayınevi biraz da bunun için vardı. Geçmiş zaman kipinde çekiyorum zira şevkim bayağı kırıldı bugün. Bundan sonra ne olacağını bilmiyorum. Elimden geleni yapacağım ve inandığım şeyler için çabalamaya devam edeceğim, ama işte Norveç de değil burası. Polarizasyon etkisiyle bir anda aygıta dönüşüyor, akademi dediğimiz yer. Her şey tuzla buz oluyor.
-Bu iklimde hocalar da artık yavaş yavaş yurtdışına çıkacak gibi gözüküyor. Bize kalacak olan kültürel çoraklık nasıl düzelir sizce?
Düzelmez. Bir defa bilimsel alanın özerkliği tesis edilmediği sürece hiçbir şey olmaz. Bilim insanı kendi kendine otosansür uygulamaya başladığı andan itibaren, bilim yapmanın hiçbir koşulu kalmıyor. Bundan sonra senin üniversiten, profesörün olsa ne olacak, olmasa ne olacak! Hiçbir anlam ifade etmiyor. Burada çoraklıktan bile daha beter bir durum olur. Sosyal bilimleri komple de kapatabiliriz. Japonlar yaptı mesela, neden olmasın? Bunun dışında, bana yüklenen misyon, sadece çocukların başında dört yıl durmaksa eğer, bununla mükellefsem, ona da bir şey diyemem. Olur, öyle tesis etsinler. Zaten hâlihazırda büyük ölçüde öyle değil mi? Böyle bir durumda da her hoca kendi kararını verir; memur olur veya olmaz, mücadele eder veya etmez, kalır veya gider. Herkes kendine en uygun olduğunu düşündüğü yerden akar, yaşar…  

Can Öktemer