30 Ağustos 2014 Cumartesi

Nedir Bu Normal?

İnsan daha doğar doğmaz uyması gereken bir takım kurallarla birlikte dünyaya gelir. Kaçta uyuyacağı, ne yiyeceği, ne giyeceği, başkaları tarafından çoktan belirlenmiştir bile. Böyle bir sistem içerisinde asıl korkutucu olan da insanın kendisine dayatılan kurallara itiraz etmemesidir. Dünyada ne yazık ki çok uzun bir zamandır kuralları sorgulamayan insanların çoğunlukta olduğu bir yere dönüşmüş durumda. Bu durumun farkında olanlar için bu dünyada yaşamak için belki de delirmek en iyi çözüm yollarından biridir. Zaten Philip K. Dick'te "delirmek bazen gerçekliğe verebilecek en uygun tepkidir" diyerek bir anlamda insanlığa bir çözüm önerisi sunmuştur.

Sinema tarihinde bu türden sistem eleştirisini en iyi yapan filmlerin başında Milos Forman'ın 1975 yapımı kült filmi Guguk Kuşu (One Flew Over the Cuckoo's Nest) gelir. Film çeşitli suçlardan hüküm giyen McMurphy’nin (Jack Nicholson) deli taklidi yaparak kendisini akıl hastanesi kapattırmasını anlatır. Klinikteki doktorların ise gözü hep McMurphy'dedir. Onun gerçekten deli olup olmadığını öğrenmeye çalışırlar. Bir zaman sonra McMurphy, kliniğin çizdiği bütün kurallara aykırı gelmeye başlar. Kuralları eksiksiz bir şekilde uygulamakla yükümlü olan başhemşire Ratched (Louise Fletcher) ile aralarında büyük çatışma başlar haliyle. Filmin yönetmeni Milos Forman filmde açık bir totaliter rejim eleştirisi yapar. Filmin arka fonunda şüphesiz ki o yıllarda giderek totaliterleşmeye başlayan ülkelerin rejimleri vardır. Kuralların net bir biçimde uygulandığı ve sorgulanamaz olduğu rejimler. Devletin o asık suratlı yüzünün giderek büyüdüğü ve hayatın her alanında hissedilmeye başlandığı dönemlerin eleştirisidir bir bakıma. Hemşire Ratched otoriteyi temsil eder, McMurphy ise otoriteye başkaldıran özgürlükten yana olan bireye temsil eder. Film boyunca McMurphy kliniğin bütün kurallarını yıkar, kafasına göre hareket etmeye çalışır. Ratched ise onu daha da sertleşen bir otoriteyle sindirmeye çalışır. İkisi arasında ki bu çatışma oldukça tanıdık bir durumdur. İnsanlık tarihi kadar eski bir çatışmadır hem de... Filmin yıllar geçse de hala bu kadar etkileyici olabilmesinin en büyük sebeplerinden biri de insanlık tarihi kadar eski olan devlet otoritesi ve özgürlükler arasında halen sıkışmamız olsa gerek... Yakından tanıdığımız bir ülkede halen kaç çocuk yapacağımız, kaçta kalkacağımız, kaçtan kaça kadar alkol alabileceğimiz, evlerimizde kimlerle kalacağımıza kadar birçok kural listesi insanların ellerine tutuşturulmuş durumda. Bu kurallarda hiç şüphesiz ki hepimizin iyiliği ve yararına konulmuştur. Filmde de Ratched hastaların yararına olduğunu düşündüğü katı kurallar ile yönetir kliniği. Belli saatlerde yüksek seste müzik çalar, onlara belirli günlerde dışarıya çıkartır, belirli saatlerde televizyon izlemelerine müsaade eder. McMurphy bütün bu kurallara karşı gelmeye başlar zamanla. Önce beysbol ligi maçlarını televizyonda izlemek ister, Ratched terapi saatlerinde maç izlenemeyeceğini söyleyerek bu isteğini geri çevirir. McMurphy oylamaya gitmek ister fakat çevresinden hiç bir destek göremez. Aslında diğer hastalar McMurphy gibi maçı izlemek isterler ama kural koyucular kısaca otorite bireyi sindirmiştir onu koyulan kurallara karşı gelinemez, sorgulanamaz hale getirmiştir.
Filmin ilerleyen bölümlerde McMurphy bu durumu değiştirmeye çalışır, klinikten kaçmak için planlar yapar ama birçok sefer başarısız olur. Çevresinden yardım bekler yine istediği yardımı alamaz sistemin aynılaştırdığı, sindirdiği bireylerden bir hareket gelmesi kolay kolay beklenemez zaten. McMurphy bir noktadan sonra pes eder ama umudunu yitirmez çünkü o "en azından denemiştir" diğerleri bunu da yapamamıştır. McMurphy bu sahneden sonra televizyonun karşına geçer maç sanki izliyormuş gibi davranıp kendine kendine heyecanlı bir şekilde maçı anlatır. Nihayetinde otoriteye karşı kullanabilecek en büyük silah hayal gücüdür, yaşama arzusudur. Otoriterin, kuralların, baskıların gölgesinin giderek bireyleri kapladığı bir dünyada yaşıyoruz bu duruma karşı gelinebilecek tek şey yaşama arzusudur belki de delirmektir. McMurphy'de otorite baskısına karşılık hayal gücüne sığınır, Racthed katı kurallarına verilebilecek en iyi yanıttır onun yaptığı. Tıpkı Kerouac'ın da dediği gibi: "Benim ilgimi çeken insanlar deli olanlardır, yaşamak için deli olan, konuşmak için deli olan, her şeye aynı anda ihtiras duyan hiç bir zaman esnemeyen ya da sıradan bir şey söylemeyen." Normalliğin ölçütünün doğarken elimize tutuşturulan listelere uymaksa bunun ne kadar normal olduğu da tartışır elbette. Hem zaten nedir ki normal? McMurphy mi? Yoksa otoritenin asık suratlı temsilcisi Ratched mi? Artık biri anlatmalı hemen nedir bu normal?
Can Öktemer

* Bu yazı, Deli Kadın dergisinin Mart 2014 tarihli 1. sayısında yayınlanmıştır.

Frances Ha ve Mutlu Mutsuzluklar

Türkiye'de son yıllarında en çok dillendirilen kavramlardan biri hiç kuşku yok ki mutsuzluk. Gerek sosyal medyada paylaşılan mutsuzluk dolu aforizmaların, ilgi gören kitapların, müziklerin hep mutsuzlukla alakalı olmalarına bakılırsa bile bu halet-i ruhiyeyi kolaylıkla tespit edebiliriz. Mutsuzluk hallerinin özellikle genç nüfus arasında bu denli yaygın olmasının ana sebepleri arasında ekonomik kaygılar, geleceğin belirsiz olması gibi hepimizin bildiği temel meseleler yatıyor elbette. Bununla beraber memleketin bizzat kendisinin yaratmış olduğu bir bıkkınlık halinin de olduğunu eklemek gerekiyor haliyle. Memleketin tarihindeki birikmiş ve bir türlü yüzleşemediğimiz acı hatıralar, adaletin bir türlü tecelli etmemesi gibi bir dolu meselenin yaratmış olduğu durumlarda bir mutsuzluk ve bıkkınlık hali yaratıyor.

Türkiye'de özellikle 80 doğumlu kuşakta iyice belirginleşen bir durum mutsuzluk. 12 Eylül darbesinin yaratmış olduğu karanlığın ertesinde ilk çocukluğunu yaşayan bir neslin mutsuzluk halleriyle karşı karşıyayız aslında. Gezi eylemleri sırasında sokağa taşan öfkeleriyle daha da netleşen bu halet-i ruhiyenin başlangıç noktası çocukluğa dayanıyor bir nevi. 80 sonrası doğumlu kuşağın çocukluk hatıralarının başında Anadolu Lisesi sınavlarına hazırlanma safhasındaki o sıkıntılı dönem yer alır. İlkokul üçüncü sınıftan itibaren önüne bir takım şıklar konularak aralarından doğru olanını seçmesi beklenmeye ve bu sınavdan elde edilecek başarılı bir puanla mutlu geleceğe ilk adımı atılacağı vaadiyle çocukluklarını geçirirler. Elbette üç yanlışın bir doğruyu götürdüğü,  insanı türlü buhranlara sokan test sistemi Anadolu Lisesi sınavıyla bitmiyordu. Bu sınavın daha da kötüsü vardı: ÖSS. Bu sırada Türkiye'de ise kaotik bir siyasi atmosfer hakimdi. 90'ların sonuna doğru  28 Şubat dönemi, hayata dönüş operasyonu ve  elbette masaya atılan anayasa kitapçığından çıkan büyük ekonomik kriz yaşanıyordu. Bütün bu yaşananların ardından lise dönemi ve o hiç bir şekilde hatırlanmayacak ÖSS dönemine geliyordu sıra. Okul, dershane ve yaprak test kıskacında geçen o kötü dönem. ÖSS dönemi hayatın en güzel dönemin en güzel yaşlarını en güzel şekilde yaşamak varken Osmanlı Devletinin diğer devletlerle yaptıkları antlaşma maddelerini ezberlemek, hiç bir zaman çözülemeyecek gibi duran logoritma soruları ile cebelleşmek durumunda kalınan o berbat ve bol sivilceli dönemdir. Bütün o testler, puan hesapları içerisinde boğulurken arada kaçan hayata hayıflanılır üstüne Okunacak nefis kitaplara, dinlenecek müziklere bir türlü vakit kalmaması da cabası kalır geriye.  Kısacası ÖSS hayatı böyle geçer koca bir boşlukla.
ÖSS sonrası ise zar zor kazanılan üniversite hayatı gelir. Üniversite hayatı kısmen olsa da rahat geçer biraz daha ama asıl sıkıntı ise üniversite sonrasında başlar. Diplomanın iş hayatında pek de işe yaramadığı gerçeği ve yüze çarpan işsizlik. Evde oturmayıp belki kalıcı olarak işe girerim hayaliyle başlanan ve hiç bitmeyecek bir işkence olan çay servisi ve çeşitli angaryalardan oluşan staj günleri başlar daha sonra. Harıl harıl iş aranırken arada ellerden yavaş yavaş kayan gençlik hayalleri ve mutlu bir yaşam umudu ise kaybolmaya başlar. Bütün bunlar olurken üniversitede az biraz rahat ederim diye alınan öğrenim kredilerinin geri ödemesi zamanı gelir. Düzenli bir gelir olmadığı halde bir de devlete borcunu ödemek zorundalığı gerçeğiyle karşıya karşıya kalınır. Özel sektörde uzunca bir süre iş arayıp hırpalandıktan sonra çare yine dört şıktır. İş garantisi olur diye KPSS sınavına çalışmak zorunda olunur.  Yaş 30'a yaklaşmıştır bu arada 17 yaşında hayal edilen yaşam gitmiş öz hakiki bir mutsuzlukla karşı karşıya kalınılmıştır artık.
2000'li yıllarda ise dünya çapında yaşanan ekonomik krizle birlikte 90'lı yıllarda sistemin insanlara sunduğu tüketerek mutlu olma reçetesinin de pek bir geçerliliği kalmamıştır.  Elbette vasatlığı hayatlarının merkezi yapanlar için ev, araba ve son model cep telefonu almak hale mutluluk verici bir eylemdir ama gerçekten hayatı ve yaşamayı tercih edenler için bir mutlu son olarak mutsuzluk var. Noah Baumbach'ın 2012 yapımı Frances Ha filmi tam da bu durumu anlatıyor. Etrafı kariyer meraklısı ve sahte mutluluklar için de yaşayan insanlar arasında bir an olsun bile hayallerinden, yaşamdan vazgeçmeyen Frances Ha'nın hikayesi...
Frances Ha, tipik bir tutunamayan hikayesi ama onun ki hakiki bir tutunamayan hikayesi onu da belirtmek lazım. Türkiye'de ki hem sistemin içinde varolup hem de sistemi mağduru  gibi davranıp Oğuz Atay'ın Tutunamayanları bir kez bile bitirmeyi başaramayıp sırf ismi havalı diye kütüphanesinde barındıranlardan değil. New York'da başarılı bir dansçı olma hayalleri kuran ve bu sevimsiz dünya için fazla naif kaçan çocuksu hayalleri olan biri Frances Ha... Hayattan beklentileri de bu minvalde çok minimal. Kendisine ait tek göz bir evi olmasını hayal ediyor ve hayatı boyunca sadece dans ederek para kazanmak istiyor mesela. Fakat Frances Ha, bu hayallerinin peşinden koşarken hayat ona sürekli bir engel çıkarıyor. En yakın arkadaşından hep kazık yiyor ve sürekli evsiz kalıyor. Başkalarının hayatında bir sığıntı gibi yaşamak durumunda kalıyor. Modern hayatın getirisi olarak bir mutsuzluk sarmalının içerisinde debelenip duruyor.   Frances Ha bütün bu aksiliklere yaşamaya ve hayal kurmaya devam ediyor ve kendisini mutsuzluğa hapsetmiyor. Taşların arasından sızan en ufak ışık bile onu hayat umutlu bakmasını sağlıyor.  Zaten bu özelliği sayesinde film boyunca hiç yenilmiyor dimdik kalabiliyor hayat karşısında. Frances Ha'nın hayat karşısında bu denli sağlam kalabilmesinin ana sebeplerinden biri kendini mutlu mutsuz bir dünya yaratabilmesinde. Herkesin kasılarak anlattığı başarı hikayeleri karşısında o sadece kendini anlatıyor mesela... Filmin başında gördüğümüz yakın arkadaşı Sophie'yle kurduğu hayallerin belki hiç birisi gerçekleşmiyor fakat hayallerinden de çok fazla uzaklaşmıyor kıyısından köşesinden yakalıyor bir şekilde. Seyircinin onu bu denli sevmesinin ana sebeplerinden biri bu durum galiba kendisi gibi 20'li yaşlarının sonuna gelen sistem içerisine debelenip duran, hayallerinin yavaş yavaş kaybolmasını çaresiz gözlerle izleyen nice insanla bir çeşit ruh kardeşliği kurması. Onu bu kadar sevmemizin, film boyunca derdine ortak olmak, mutluluğunu paylaşmak istememizin sebeplerinden biri de onun büyük mutsuzluklardan küçük mutluluklar çıkarabilmekteki başarısı belki de.
Mutluluk tanımı herkese göre değişen bir kavram. Yaşamak durumunda kaldığımız bu yerküre bir dünyada mutluluğun sırları sistemin çizdiği sınırlar dahilinde gerçekleşmekte. Hatta bu durumla ilgili bir dolu kitapta yazılmış sanki herkesin evinde Ferrari'si varmış gibi  Ferrari'nizi satıp çok mutlu bir yaşama adım atacağınızı vaat eden yazarlar bile çıkabiliyor. Ev, araba, saat alıp da mutlu olunabileceği iddiasında olan insanlarda var. Fakat biliyoruz ki onların bu mutluluk tanımı gelip geçici hep daha da büyük bir ev, daha da büyük araba almak durumundalar mutluluklarının devamı için. Frances Ha gibi olup da mutsuzluktan mutluluk çıkaranlar, sonunda hiç gerçekleşmeyeceğini bile bile inatla hayallerinin peşinden koşanlar içinse mutluluk hala kalıcı bir ihtimal.
Can Öktemer
* Bu yazı, Deli Kadın dergisinin Haziran 2014 tarihli 2. sayısında yayınlanmıştır.

9 Ağustos 2014 Cumartesi

'Azınlıkların Müslümanlara Bakışı' Tartışması

3 Ağustos'ta Etyen Mahçupyan'ın Akşam gazetesinde yazdığı 'Azınlıkların en hakiki sorusu' yazısında öne sürdüğü özellikle 'Azınlıkların Müslümanları anlamadığı' ve 'Yahudilerin çoğunun Sözcü okuduğu' tezleriyle tepki çeken yazısından sonra zuhur eden tartışmayı gerçekten önemsiyoruz. Şimdilik bu tartışma, daha çok Mahçupyan'ın siyasi kimliği ve kişiliğine yönelen ve Mahçupyan'ın düştüğü 'özcülük' ve 'genellemecilik' tuzağına düştüğü cevaplara sahne olsa da, tartışmanın kaydını tutmak adına meseleyle ilgili karşımıza çıkan tüm yazılarla bu sayfayı güncelleyeceğiz:

Etyen Mahçupyan, ‘Azınlıkların en hakiki sorusu’, Akşam, 03.08.2014
Foti Benlisoy, ‘Azınlıkların değil, Mahçupyan’ın “en hakiki sorusu”’, 04.08.2014
Türkiye Hahambaşılığı-Türk Musevi Cemaati, ‘Etyen Mahçupyan'ın 3 Ağustos tarihli yazısı üzerine yollanan mektup’, 04.08.2014
Hektor Vartanyan, ‘Bir “Hidayet” Olarak Etyen Mahçupyan’, harfvolver, 05.08.2014
Hayko Bağdat, ‘Etyen Abi ne diyor’, Taraf, 06.08.2014
Cengiz Çandar, ‘Şaşılacak bir şey yok…’, Radikal, 07.08.2014
Etyen Mahçupyan, ‘AKP’nin tarihsel misyonu’, Akşam, 07.08.2014 (Yazının sonundaki 'Not' kısmında Mahçupyan'ın şimdiye kadar gelen tepkilere cevabı mevcut)
Ohannes Kılıçdağı, ‘Azınlık meselesinde genelleme yapmak’, Agos, 08.08.2014
Umut Özkırımlı, 'Mahçupyan ve 'tarihsel çirkinliğin bir parçası olmak'', Diken, 14.08.2014
Etyen Mahçupyan, 'Nasıl bir başbakan?', Akşam, 17.08.2014 (Yazının sonundaki 'Not' kısmında Mahçupyan'ın Özkırımlı'ya cevabı mevcut)
Etyen Mahçupyan, 'Azınlıkların en hakiki sınavı', Akşam, 24.08.2014
Etyen Mahçupyan, 'Palyaçonun cehennemi', Akşam, 26.08.2014
Hayko Bağdat, 'Palyaço Ermeniler', Taraf, 27.08.2014
Yetvart Danzikyan, 'Palyaçolar, parazitler; Ermeniler, Yahudiler', Agos, 27.08.2014
Hektor Vartanyan, 'Dalkavuğun cenneti', harfvolver, 27.08.2014
Etyen Mahçupyan, 'Bir Ermeni olarak...', Akşam, 28.08.2014
Raffi A. Hermonn, 'Ne mutlu 'palyaçoyum' diyebilene!', T24, 28.08.2014
Ceren Kenar, 'Sorumluluk...', Türkiye, 28.08.2014
Halil Berktay, 'Üçünün de altına imzamı atarım', Serbestiyet, 28.08.2014
Misak Tunçboyacı, 'Hayat için söze karışmak... (Mahçupyan'a dair)', 28.08.2014
Bilge Girgin, 'Etyen Mahçupyan'ın Düşündürdükleri', Akıl ve Fikir, 28.08.2014
Gökhan Kaya, 'Mahçupyan Millet oldu, biz Ermeni kaldık', medyafaresi, 28.08.2014
Etyen Mahçupyan, ‘Bir Türkiyeli olarak…’, Akşam, 31.08.2014
Halil Berktay, ‘Etyen ‘anti azınlık’ mı? (Hrant da öyle miydi?)’, Serbestiyet, 31.08.2014
Etyen Mahçupyan, ‘Sizleri sahih adınızla çağırdım…’, Akşam, 02.09.2014
Ümit Kıvanç, ‘Sahih adın ne, Etyen?’, 02.09.2014
Yetvart Danzikyan, ‘Nalbandyan’ın gelişi, Demirtaş’ın alkışı’, Agos, 03.09.2014
Umut Özkırımlı, ‘Stoking the Fire: Anti-Semitism and Intellectuals in Today's Turkey’, Huffington Post, 08.09.2014
Etyen Mahçupyan, ‘Bana satılmış diyenler…’, Emre Ertani’yle söyleşi, İnternet Haber, 09.09.2014
Faruk Aksoy, ‘Etyen İslamcı ise Hayko da İttihatçı…’, Milat, 14.09.2014
Herkül Milas, ‘Azınlığın özeleştirisi’, Agos, 17.09.2014
Hayko Bağdat, ‘Bu kitap Ermeniliğe vedam’, Lora Sarı’yla söyleşi, Agos, 18.09.2014