26 Temmuz 2011 Salı

Paşasının Romancısı

Biraz Yazar…
Nesnel tarih yazımının bir hayal olduğu ön kabulü, tarihi yazmaya çabalayan kişinin kimin gözünden geçmişe baktığı sorunsalını doğurdu. Geçmişe bakarak bugünü anlamlandırma çabasına giren; yani tarihi yazmaya çalışan kişinin hangi olguları görmezden geleceği ve hangilerini vurgulayacağıyla nasıl bir tarih yazımcılığına meylettiğini ortaya seriyor. Tuna Kiremitçi de, Cumhuriyetin kuruluş zihniyetini yeniden hatırlama ve hatırlatma iddiasıyla, merkezinde romantik bir aşk hikâyesi olan Selanik’te Sonbahar romanıyla, bu anlamlandırma çabasına Işık Paşa’nın hoşlanacağı şekilde girenlerden biri.

Tarihsel süreci, “’1923 cumhuriyeti; 80 darbesiyle felce uğratıldı, 90’lı yıllarda terör, mafya ekseninde bitkisel hayata sokuldu, 2001 kriziyle çökertildi. 2002 yılında iktidara gelenler yeni bir cumhuriyetin inşasına başladılar”[i] gibi yüzeysel bir yaklaşımla okuyarak, roman boyunca hangi okura hangi zeminden sesleneceğini açık ediyor: Zindeliğini ve ruhunu kaybettiğini düşündüğü bir gençlik kuşağına, muhtaç olduğu kudreti ve maneviyatı nerede bulacağını işaret ediyor. Bunu yaparken, müesses nizamın ezberleriyle ona çok benzeyen sol ulusalcılık arasında salınıp duruyor.    

12 Eylül’ün sebeplerinden bahsedildiğinde ortaya konan en büyük ezberlerden birisi, darbenin apolitik bir gençlik kuşağını yetiştirdiği yanlışı olduğunu görmezden gelerek hedef kitlesini hatalı seçiyor. Kemalizmin içine bir tutam muhafazakarlık katılarak ortaya konan Türk-İslam sentezi doğrultusunda gerçekleştirilmek istenen bir Kemalist restorasyon döneminden arta kalan, apolitik olmaktan ziyade devletin hassasiyetlerini bire bir taşıyan gençliği görmezden geliyor. 28 Şubat’la birlikte devlete ait imgelerin (Mustafa Kemal, bayrak vb.) kamusal alana taşınmasının hızlanması ve gençliğin, vücutlarında veya üstlerinde yaygınca taşıdıkları birer sembole dönüşmesi ise Kiremitçi için pek anlam ifade etmiyor. Bu dönemleri, enteresan bir biçimde, “1923 cumhuriyeti”ne vurulan darbeler olarak adlandıran yazarın yanılgıları bununla son bulmuyor, tabii ki.   

Tarihe bu açıdan bakan bir kişinin kaleminde duyarlılık komedyasına dönüşen Yugoslavya’nın dağılış sürecini Türkiye’nin yaşamamasının sebebini, kazanılan ulusal bilinç[ii] olarak görüyor ki, bu da Bosna Savaşı sırasında yaşanan katliamların arkasındaki dinamiklerden habersiz olduğunu gösteriyor. Benzer bir iç savaşı, Türkiye’nin yaşamadığını iddia etmekte de hiçbir beis görmeyerek, müesses nizama yakınsamasını “terör” tespitiyle bir kez daha ispatlıyor. Hatta bu konuya dair fikirlerinde, “ihanet” diye bir sınır çekip[iii], bu sınırı atlamadığı sürece, Kürtlere her türlü hakkı lütfeden “efendi” kibrinden de muzdarip.

Biraz Roman…
Kiremitçi, bu zihinsel çerçeveyi ve ezberlerini romana aynen aktarmış. Kurguya göre, Mustafa Kemal, uğradığı suikast sonucu (Ajanlık iddiasıyla Ulus Meydanı’nda sallandırılan Mustafa Sagir tarafından) felç olmuş ve hiç Samsun’a çıkamamış. Tabii ki bu yüzden, Milli Mücadele verilememiş; tabii ki “ulusal bilinç” oluşamamış ve Osmanlı idaresi ABD mandası olarak elinde kalan topraklarda hüküm sürmeye devam etmiş. Bu ahval ve şerait içinde, Osmanlı’dan ünü dünyaya yayılan popstar Atilla, romanın başkarakteri. Hedonist, konformist ve umursamaz – o kadar ki, Osmanlı’da manda yönetiminden sonra patlayan ve Alevilerle Sünniler arasında cereyan eden iç savaşa bile aldırış etmiyor- hayatı, büyük aşkı “sıradan” kız Fikriye’nin hayatına girişiyle biraz değişse de, esas dönüşüm, bu “günahlar” kuyusuna giren Fikriye’nin fazla kokainden hayata veda etmesinden sonra başlar. Bu dönüşümün temel dinamiği ise, ona çok benzeyen ve zaten uzaktan akrabası olan Selanikli bir Osmanlı paşasının tuttuğu günlükler. Bu günlükleri okuduğu anda, adeta “imana” gelen Atilla, siyasi mesajlar vermeye ve “illegal” örgütler adına konserler vermeye başlar. Her şeye kâdir “süper güç”, Atilla’yı kesin yöntemle susturmaya çalışsa da, Atilla onların elinden kaçıp suçluların bir deney için doluşturuldukları, romanın mikrokozmosu olan adada, yabani ve münzevi hayatını sürmeye başlar. Diğer başkarakter Latife de, bu kayıp popstarın öyküsünün peşine, uçak kazasında eşiyle birlikte kaybettiği ve popstarın büyük bir hayranı olan 7 yaşındaki oğlu için düşen bir gazeteci. İç savaş sırasında babasını kaybetmiş (beyaz bereli birisi tarafından öldürülmesi dikkat çekici bir detay) olan Latife, Atilla’yı bulduktan sonra, intihar ederek oğluyla öte dünyada buluşmayı ve ona hayranı olduğu popstarın hikâyesini hediye olarak sunmayı planlayarak adaya geliyor. Fakat bu yolda kendisini ve gerçek aşkını (elbette ki Atilla’dan öte bir maneviyattan bahsediyorum) buluyor.

Biraz Tarih…
Tarih, romanın ana eksenini oluşturan iki olgudan biri. Romanda tarihe dair üzerinde kurulan ısrarla durulan konu da unutturulma ve hafıza meseleleri. İktidar elindeki gücü kullanarak Selanikli paşayı tarihten silmiş ve adını bile kimse hatırlamıyor. Paşa, bu olguyu, “gücü elinde tutanların canını sıkabilecek kişileri hafızadan kaldırdığını” (s. 145) ve “bu insanların birer gölgeye veya içine doğru çöken birer dağa dönüştüğünü” (s. 146) söyleyerek açıklıyor. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, Kiremitçi, bu paşanın Mustafa Kemal olduğunu röportajlarında açıkça belirtiyor[iv]. İşte tam da bu yüzden, Paşa’nın ağzından çıkan bu sözler birer ironiye dönüşüyor. Nutuk’u okuduğu günden sonra tarihin artık öyle yorumlanması gerektiğine işaret eden bir muktedirin ağzından böyle sözler yazmak, ancak komik olabiliyor. Hele ki, kitapta unutulmuş isimler arasında saydığı, Kazım Karabekir ve Halide Edip’in Nutuk’la birlikte üzerlerine yapışan “hain” ve “Amerikan mandacı”sı etiketlerinin hayat hikâyelerini ne kadar değiştirdiği ortada çok somut gerçekler olarak dururken…    

Kiremitçi’nin hafıza sorunu, romanda “önemli işler yapmış” diyerek bahsettiği Enver Paşa’nın (s. 126), “Selanikli devrimciler” diye güzel duygularla andığı İttihatçıların[v] ve Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında kopacak çatışmayı engelleyen Atilla’nın (s. 24) içinde yaşayan ulusal bilincin sebep olduğu katliamlarıve acıları, hiçbir mecrada hatırla(ya)mamasıyla ayyuka çıkıyor. Romanda, her Osmanlı’nın artık Sünni olduğu vurgularken (s. 78), dönüp gerçekten yaşanmış tarihsel sürece bakmakta her nedense (?) imtina ediyor.

Romanın ortaya koyduğu tarihsel sürecin en tedirgin edici yanını, manda yönetiminden sonra patlak veren iç savaş oluşturuyor. Alevi-Sünni çatışmasının merkezde olduğu iddia edilse de, romanda sadece Alevilere karşı yapılan saldırılara şahitlik ediyoruz. Alevilerin Sünnilere karşı uyguladıkları saldırılardan ise, romanda sol ulusalcı reflekse yaraşır biçimde bahsedilmiyor.

Elbette ki, İzmir’le Siirt’in aynı ülkede olmasını garip addeden[vi] Kiremitçi, Cumhuriyetçi zihnin kendini Batılı ve “modern”; Osmanlı’yı ise bunun ötekisi olarak, “Doğulu” ve “arkaik” gören bu oryantalizmi aynen kullanmasına da şaşmamak gerekiyor (s. 94):

“Ayağa kalktım ve camdaki yansımamdan aptal gibi göründüğümü fark ettim. Pahalı bir gri takım kuşanmış, içine de üzerine sarıyla “John, Paul, George and Ringo” yazan tişört giymiştim. Modern ve rahat göstereceğini düşünmüştüm. Oysa Ortadoğulu ve gergindim.”   

Biraz Aşk…
Romanın çatısını oluşturan bir diğer olgu olan “aşk” ise “erkeklik” bakışıyla ön plana çıkıyor. Kiremitçi, erkek dilin belli başlı kalıplarını hiç çekinmeden romana boca etmiş. “Erkeklik”ten kaybedilmemesi gereken bir değer olarak bahsediyor (s. 211). Atilla, münzevi hayatından vazgeçmekte direnince, yanı başında dolaşan ve her seferinde farklı müzisyenlerin kılığına giren bir karakter olarak resmedilen Ölüm tarafından “yeniden bir erkek olması” konusunda uyarılıyor (s. 60). Cesur ve güçlü olmak da, elbette ki, bu değerin ayrılmaz parçaları. Bu ikiliye eşlik eden bir diğer yüce değerse vatanseverlik… (s. 82)

Kiremitçi, romanda eşcinsellerden bahsederken; Popstar Atilla’yı her şeyiyle taklit eden bir “ibne”yi, “böyle birisi olmasaydı” diye aşağılamayı tercih ediyor (s. 217). Kadınsa, kâh erkek tarafından korunup kollanmaya muhtaç bir öğe, kâh güneşi erkek olan bir uydu olarak resmediliyor  (s.241).  Aynı zamanda, bu erkek gözün kadına bakışı üzerinden, milliyetçilik devamlı yeniden üretiliyor. Kadınlar, milletlerine göre, bazı özelliklere sahip ve bazı özelliklerden muaflar: Uzun bacaklı İskandinav kadınları, Fransız kanıyla ayrı, Rus kanıyla ayrı davranan ama “Osmanlı” olan Fikriye ve tabii ki “alaturka” Osmanlı kadınları… (s. 95/98/124)

Biraz Başörtüsü…
Kiremitçi’nin erkek dili ile müesses nizam ezberleri ittifakının tam olarak yan yana geldiği nokta ise başörtülü kadınlar. Romanda karşımıza çıkan iki önemli başörtülü karakter de kendi başlarına birer özne değil. Ancak siyaset adamlarının “karılar”ı olarak anılabiliyor ve kamusal alanda var olabiliyorlar (s. 53-54/192-193). Detaylarda rastlanabilecek diğer iki başörtülü kadınsa, ölmekte olan amcaları için hastaneye gelmelerine rağmen, ünlü bir popstarla ilgilenecek kadar “tıynetsiz” (s. 216).

Bu noktada, şuna da değinmek gerekir ki, Kiremitçi “başörtülü” kadınlara değinirken, Cumhuriyetçi zihninde bir boşluğa da işaret ediyor. Zira Cumhuriyet projesinin hâlâ en önemli dayanaklarından biri olan kadın hakları meselesi, hiç bu proje gerçekleşmeden de görüntüde halledilebilmiş. Başörtülü kadınların yanı sıra, Latife gibi “başı açık” bir kadın da kamusal alan da var olabilmektedir.

Sonuç yerine
Velhasıl-ı kelam, Selanik’te Sonbahar bir Kemalist distopya… Tuna Kiremitçi’nin “milli haysiyet” ve “bağımsızlık” diye tarif ettiği ulusal bilinçten[vii]; yani devletin “gaz” halini yoğun biçimde içine çektiği ve yoğun kafa karışıklığı, tutarsızlık, ayrımcılık ve nefret söylemi gibi zararlı yan etkilere sahip bu maddenin etkisinden kurtulamadan bu romanı yazdığı gayet aşikâr. Bu da, kurgulanan metinden geriye klişeleri (Yahudi=paragöz dâhil, s. 167) romantik bir aşk hikâyesi sosuyla servis etmesinden başka bir şey bırakmıyor.

Aslında bir yanıyla da döne dolaşa esasını arayan Kemalizmlere bir alternatif olarak “ruhani Kemalizm”i sunduğu da söylenebilir. Gerçi kendisinin üstad-ı azamı olan, İlahi Nutuk kitabında[viii] Mustafa Kemal’in ruhuyla konuştuğunu anlatan Necla Çarpan varken, Tuna Kiremitçi biraz sönük kalıyor. Fakat yine de öte diyardan bir karakterin “Oku!” emriyle okunmaya başlanan (s. 126) ve okuyan her kişinin hayatındaki tüm manevi boşlukları dolduran Selanikli Paşa’nın günlükleri de, bu alanda başarılı bir deneme sayılabilir.


Emre Can Dağlıoğlu

[i] Tuna Kiremitçi, ‘Benim yapabileceğim en iyi şey nitelikli muhalefettir’, Ayça Örer, Radikal Kitap, 20 Mayıs 2011
[ii] A. g. y.
[iii] A. g. y.
[iv] A. g. y.
[v] A. g. y.
[vi] A. g. y.
[vii] A. g. y.
[viii] Cemil Koçak, “Kemal Atatürk öte alemden seslenirken”, Star, 3 Nisan 2011


Bu yazı, Agos Kirk/Kitap'ın Temmuz 2011 sayısında yayınlandı.