8 Eylül 2012 Cumartesi

Mahir Ünsal Eriş: 'Hikâyesini anlattığım taşra artık yok'

- Kitabın oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz?
Elbette. Okur olarak edebiyata duyduğum ilgi beni bir şekilde onu üretmekten hep uzak tuttu. Buna kalkışmayı biraz fazla cüretkar buluyordum çünkü.  Birinin çıkıp “etin ne budun ne” diyeceğinden çok korkuyor ve içimdeki isteği görmezden gelerek idare ediyordum. Sonra ufak ufak yazmaya başladım. Fakat bu epey geç oldu. Bir şeyler yazayım deyip başına oturduğumda otuz yaşımı geçmiştim bile. İnsanların yazmayı okumaktan bile çok sevdiğini, evlerinde, okullarında, defterlere, ajandalara, word dosyalarına bir şeyler kaydettiklerini biliyorum, görüyorum. Ben de aynı niyetle bir şeyler yazmaya başladım, sonra bunları bir blog’a koydum. Arkadaşlarımla paylaşıyor, ekşisözlük’e, Facebook’a, twitter’a linkler yapıştırıyordum ama pek de kimse okumuyordu. Okuyanlarsa çoğunlukla arkadaşlarım olduğu için çok objektif bir değerlendirme alamıyordum. Ya da en azından objektif olma ihtimallerini zayıf görüyordum diyeyim. Sonra Emel Uzun ve Aksu Bora aracı olup beni inanılmaz bir adama götürdüler: Levent Cantek. Cantek, yalnızca popüler kültür ya da onun güçlü damarlarından biri olan mizah ile ilgili bilgisi ve bakışıyla değil, bu ülkenin edebiyatına sahne arkasından ya da bizzat sahneden yaptığı katkılarıyla da çok önemli bir isim. O değerlendirdi ve çok önemli, hayati katkılarda bulundu benim blog’da kimseye okutamadığım bu öykülere ve ortaya içimize sinen, vermek istediğimiz şeyi yansıtan bir kitap çıktı. Cantek’in görünen ve görünmeyen katkıları kitabın vücut bulmasında çok önemlidir diyebilirim.

- Türkiye’de taşra sıkıntısı, özellikle sinemada sıklıkla karşımıza çıkmakta… Yazarların, yönetmenlerin taşraya bu ilgisinin sebebi ne olabilir? Karşımıza çıkan örnekler hakkında neler düşünüyorsunuz?
Sanırım bunun sebebi taşralılığın bizzat kendisinin bu sanatsal ürünlerin oluşumunda rol alıyor olması. Şöyle özetlenebilir kısaca; taşra çocuklarının üniversite okumasının oransal artışıyla birlikte her alanda bu çocuklar üretime önemli katkılar sunmaya başladılar. Sanatsal üretim özelinde baktığımızdaysa insanın bildiğini, gördüğünü anlatması kabulünden hareketle taşranın sanatsal üretimde bu kadar öne çıkmasında, bu kadar başrole oturmasında bir tuhaflık görmediğimi hatta gayet doğal bulduğumu söyleyebilirim. Üstelik aradan geçen zaman ve taşrayı anlatan ürünlerin içinde bulunduğu bu alanın genişlemesiyle birlikte, ilk başlarda düşülen “taşrayı şehirliye anlatma” telaşından bile vazgeçildiğini söyleyebilirim. Şimdilerde katıksız taşra anlatısı başlı başına kendini kurabiliyor bu ürünlerde. Bu durumda öncekilere kıyasla daha yakın dönem ürünlerini daha samimi bulduğumu söyleyebilirim. Buna sinemada olduğu kadar edebiyatın çeşitli alanlarında da sık rastlamak beni mutlu ediyor. Çünkü bizim Cumhuriyet sonrası edebiyatımızda köy ve taşra, şehirli münevver kısmının oryantalist sayılabilecek bakışından daha yakın, daha doğal bir anlatıma hiçbir zaman sahip olamadı. Yolu bir şekilde taşraya düşmüş, taşradan geçmiş münevver oradan ya da döndüğünde şehrinden taşrayı anlatıyor bunu da şehirlinin, tiyatrosu, sineması, matbuat hayatı olan şehirlerde yaşayan sanat tüketicisinin ilgisine sunulacak şekilde ortaya koyuyordu. İyimser bir saptamayla bu durumun on-on beş senedir seyrinin değiştiğini söyleyebiliriz sanırım. Artık kalemi, fırçayı, kamerayı eline alan taşra çocukları anlatıyorlar taşrayı ve ortaya daha ete kemiğe bürünmüş anlatılar çıkıyor. Bunu bizi toplumsal olarak da zenginleştirici buluyorum.


- Özellikle sinemada taşra hikayelerinde, ne tam şehirli olabilmiş ne de taşradan kopamamış karakterler ile karşılaşıyoruz. Kitapta da bu duruma benzer öyküler var. Siz bu durum için neler söylemek istersiniz?
Ben kendi adıma bu hali çok anlaşılır buluyorum. Ortada hikayesini anlatmaya uğraştığımız bir taşra var. Fakat o taşra aslında artık yok. O insanlar, o ilişkiler, o yapılar ve bağlar artık bizim anlatımızda nostaljik bir motif olarak bulunuyor yalnızca. Günümüzün internetle sarılmış dünyasında, dünyanın herhangi bir parçasının bir başka parçasından siyahla beyaz kadar ayrı kalabileceğini düşünmüyorum. Galiba biraz da bu yüzden, uzaktan, büyük şehirlerden baktığımız taşrayı gözümüzde, onları bıraktığımız gibi hatırlamanın verdiği nostaljik beklentiyle anlatıyoruz. Anlattıkça yeniden var ediyormuşuz yanılsamasıyla avunuyoruz. Dolayısıyla da bu bizi oralardan da koparıyor biraz biraz. Çünkü gerçekte artık oraları yok. Fakat biz, ben kendi adıma söyleyeyim, ne Ankaralı olabiliyoruz ne Bandırmalı. Ortada bir köksüzlük olduğu muhakkak! Bandırma’da, Ankaralıymışım gibi görünmekten çekiniyorum, Ankara’daysam da Bandırmalı olduğum daha karşıdan bakınca anlaşılmasın istiyorum. Her iki durumda da dışlanan bir konum alıyor oluyoruz çünkü.  Üstelik buna çabalasam da tam anlamıyla başaramıyorum zaten. Ne Ankara’da Bandırmalı oluşumdan ne Bandırma’da Ankara’lı oluşumdan kurtulabiliyorum. Arada, arafta kalınmış bir hal var. Almanya’da yaşayan Türklerin Almanya’da “Türk”, Türkiye’de “Alman” sayılması gibi bir durum. İşin tuhafı bu köksüzlüğümüzün acısını ortaya koymaya uğraştığımız bu anlatılardan çıkarmaya uğraşıyoruz. Çünkü bizi yalnız onlar, onların duygusuna ortak olabilenler anlar sanıyoruz. Anlıyorlar mı bilemiyorum tabii. Bu bahsedilen araftaki halin herkesteki etkileri farklı boyut ve şiddetlerdedir çünkü büyük ihtimal. O yüzden anlatabiliyor olmakla yetinmek bile bize kendimizi iyi hissettiriyor. Ne oraya ne buraya kök salabiliyorken, kendi anlatımızda ve orada kurmaya çalıştığımız o dünyaya, o artık olmayan gerçekliğe ait olmaya çalışıyoruz. Biz, diye bahsediyor olmam yanıltmasın ama, daha ziyade kendi serüvenim üzerinden vardığım yargılar bunlar.

- Son yıllarda 80’li ve 90’lı yıllara ait hatıralar tamamen o yılların bugün herkese komik gelen popüler kültür imgeleri. Halbuki o yıllar Türkiye’nin en karanlık yıllarıydı, siz bu algı için neler söylemek istersiniz?

Burada iki farklı görüş var sanırım ve ben ikisini de biraz arızalı buluyorum. Bir tarafta, 12 Eylül’de tatsız şeyler yaşandı ama çok şükür geçti gitti diyen, o günlere takılıp kalmayalım diyen, sonrasındaki bu iki onyılı yaraları sarma, normale dönme, serbest piyasa ekonomisine tümüyle entegre olma, dünyadaki “değişim rüzgarı”na alkış tutma taraftarı olan görüş var. Diğer tarafta da, yalnızca “çok acı çektik” diyen bir başka görüş var. İkinciyi daha anlaşılır bulmakla birlikte 80’leri ve 90’ları anlamakta temel hareket noktam olarak alamıyorum. Bir şeyi hiç unutmamalıyız diyorum; bu ülkede 70’lerin sonuna doğru artık fiziksel anlamda da bir varlık kazanmaya başlayan çok ciddi bir umut vardı. Bugün telaffuz etmekten bile çekineceğimiz kazanımlar vardı. Ve bu bir gecede, bir daha asla o coşkuya ulaşamayacağı biçimde sekteye uğratıldı. Sonrası korku, ümitsizlik, keder, suya sabuna dokunmadan yaşamanın bir yolunu bulmak, yalnızca ekmeğinin peşinde olmak hatta bir yolu bulunduysa serbest piyasa ekonomisinden nemalanan tarafa sıçramak, sınıf atlamak… Gerçekten çok büyük acılar yaşandı 12 Eylül’de. İnsanlar her çalan kapıda ölümün, işkencenin, ciğerini, böbreğini  “laboratuarlarda” bırakmanın, bir kişi daha eksilmenin korkusunu yaşadılar yıllarca. Korkunç işkenceler, zulüm dolu zamanlar, korku dolu, ihanet dolu yıllar yaşandı. Ama şunu kabul etmek zorundayız. “Çok acı çektik” kabulüne takılmakta bir sorun var. Evet, çok acı yaşandı. Üstelik yıllarca sürdü. Bir neslin hayatını tamamen mahvetti, ikincisini de çok travmatik bir iklimde büyüttü. Ama 90’larda da çok büyük acılar vardı. 90’ların başında politik sebeplerle hapse girenlerin arasında hapiste ölenler, hala çıkamayanlar var. Kayıpların, kaybedilmelerin sayısı bile bilinmiyor. Ne yapalım şimdi? “90’larda çok acı çektik” deyip dertlenelim mi? Bence doğru yol bu olmamalı. 12 Eylül’ü de, bize o karanlık, korku dolu, yasak ve eziyet dolu 80’leri yaşatanları, 90’larda bambaşka bir canavara dönüşen mekanizmayı da unutmamalıyız. Ama “çok acı çektik” deyip de bir kenara çekilip, anılara dalmakta da içime sinmeyen bir şey var. Çünkü o yılları unutmamaktaki tek saikimiz bence öfke olmalıdır. O öfkeyi hiç yitirmemeliyiz. O yılları, ne “yaşandı geçti, çok üzücüydü” diye ne de “biz çok acı çektik, çok kötü yenildik” diye anmak yeter. O yılları inatla, öfkeyle hatırlamalıyız. Bunun bir popüler kültür malzemesi olarak tüketilebilir, satılabilir bir şeye dönüşmesinin ancak bu şekilde durabiliriz. Yalnızca “80’ler, 90’lar ne komikti ya”, “ne güzel yıllarıdı be!” deyip geçmek bence ahlaki açıdan da problemlidir. Benim kitabımın da böylesi bir niyetle yazılmış olduğunun düşünülmesinden çok rahatsız olurum, eğer böyle düşünen varsa. Çünkü yaşadıkça, bu insanları bunları yaşatanlara öfkemi hiç yitirmeyeceğimden çok eminim.

- Kitapta  ezan okununca eve koşan çocuklara, etrafa sinen Maltepe sigarası kokusuna, Brehme’nin kendini yere atmasına, henüz Fenerbahçe’ye transfer olmayan Semih’e, Beşiktaş’ın sürekli şampiyon olduğu ve evlerde Ferdi Tayfur, Bergen çalınan bir dönemin eksik kalmış, hüzünlü hikayeleri  ve bugün için olabildiğince nostaljik hikayeler ile karşılıyoruz. Türkiye’de nostalji algısı için neler söylemek istersiniz?
Galiba biraz önce kendi coşkuma kapılarak cevap vermeye çalıştığım şey de buydu. Biz çok hızlı tüketen bir toplumuz. Bu adlı adınca tüketim toplumu olmamızdan önce de böyleydi. Pek kaydetmeyi sevmiyoruz. İyiyi de kötüyü de çabuk unutuyoruz. Ve özellikle de Özalcılığın iktidarıyla birlikte ivme kazanan tüketiciliğimizle her şeyi çok hızlı eskitip çok çabuk “nostaljik” bir şeye dönüştürüyoruz. Sonra da hızla tüketip “geçmiş” kıldığımız şeyi şimdiki zamanda bir kez daha “tüketip”, üzerinden bir kez daha geçip tamamen tarihe devrediyoruz. Çünkü geçmiş satılabilir, alıcısı olan bir şeydir. İnsan sınırlı ömründe, yılların akış hızının yarattığı kaygıyla sürekli geçmişe kancalar atarak kendi yaşantısına tutunmak istiyor. Bizde her şey çok hızlı eskidiği için de kendi geçmişimizin bile bir on yıl kadar sonra alıcısı oluyoruz. Bu durum acıklı elbette fakat biz böyleyiz, yapacak pek bir şey yok.

- 80’li yıllarda taşrada çocuk olmak için neler söylemek istersiniz?
Soruyu biraz genişleterek 90’ları da içine almama izin verirseniz sanırım şunu diyebilirim; benim için taşrada çocukluk sokak ve televizyon diye ikiye ayrılır. Sokak, oyun demektir, çete demektir, futbol demektir, arkadaşlık, kardeşlik, büyükşehirlerdeki çocukların olmadığı kadar birlikte büyümek demektir. Çünkü sokak komşuluğu da kapsayan bir şeydir. Sokakta oynadığımız çocuklar çoğunlukla anne-babalarını da tanıdığımız, evlerine girip çıktığımız, akşam oturmalarına, denize, pikniğe gittiğimiz çocuklardı. Şehirler büyüdükçe, imkanlar almayacak kadar genişlediğinde bu ilişkilerin de çözülmeye başladığını ve bugün artık can çekişir hale geldiğini kabul etmek zorundayız galiba. İkinci kısım da televizyon. Çocukluğuma dair, sokağı ve okulu ayıkladığımda aklıma gelen anıların hemen hepsi ya doğrudan ya da dolaylı olarak televizyonla ilgili. Eurovision’lardan dünya kupalarına, hafta sonu televizyonu işgal eden futbol maçlarından, Barış Manço’lara, Bizimkiler’e, özel televizyonların başlamasına kadar hemen her anıya bir şekilde sinmiş durumda. Galiba bizim, taşra ölçeğinde söylüyorum, anne-babalarımıza kıyasla biraz daha asosyal olmamızda, sosyal zekamızın zayıflamasında da televizyonun hayatımıza bu kadar yerleşmiş olmasının büyük payı var. Şimdi bu işlevi internet ve bilgisayar görüyor. İnsanlar internet üzerinden, evlerinden bile çıkmaya gerek duymadan sosyalleşiyorlar ve daha fazlası hiç cezbetmiyor kimseyi. Bunun bile televizyonun üzerimizde bıraktığı ağır etkiden kaynaklandığını düşünebiliriz.

 
- Öykülerde minimalizme kaçan, okuyunca insanda hüzün bırakan hayata dair ufak ayrıntılara bolca rastlıyoruz, aynı durum Barış Bıçakçı öykülerinde de vardır. Siz neler demek isteriniz bu konuda?
Buna benzer bir soruyla Vatan Kitap’dan Canan Hatipoğlu’yla yaptığımız görüşmede de karşılaştım. Şunu utanarak itiraf etmeliyim ki ben Barış Bıçakçı’yla ayıp sayılacak kadar geç tanıştım. Kitabı bitirip yayınevine teslim ettikten sonra kısa bir süre yurtdışında kaldım. Ve giderken yanıma Barış Bıçakçı’ları almıştım. Niyetim, bunca övülen bu kitapları okumaktı. Ve hayrete düştüm. Barış Bıçakçı’nın hayranlık uyandırıcı bir dili ve kurgu yeteneği var. Açıkçası bana “bu bir Barış Bıçakçı’da var bir de sende varmış” yollu sözler edildiğinde içten içe seviniyorum. Bu durum hoşuma gidiyor, bunu övgü sayıyorum; aksini de düşünemiyorum. Ama sanırım bu çağrışımı yaptıran şey, sizin de dediğiniz gibi, ufak ayrıntılarla bezeli yalın bir anlatım. Bu benim kendi adıma çok özen gösterdiğim bir şey, bu yalınlık yani. Okuyanlar da hak vereceklerdir, çok yalın insanların çok yalın hikayelerini anlatmaya çalışıyorum ben. Ve bunu daha süslü, daha edebi anlatmanın yolunu bilmiyorum. Belki de benim beceremediğim, eksik olduğum bir konudur bu. Ama yazma serüvenimi, “anlatacaklarım vardı ve içimde kalmasınlar dedim” diye özetleyebilirim. Dolayısıyla anlattığım şeyi, nasıl anlattığımdan daha önde tutma gayretimden olsa gerek konuşur gibi, hakikaten bir ahbabıma anlatır gibi dile getirmeye özen gösteriyorum. Çünkü okurken de yazarken de böylesini seviyorum, içime siniyor. Bu eğer iyi bir şeyse, çok mutlu olurum. Ama eğer ‘bunu Bıçakçı çok güzel yapıyor ama sende biraz sakil durmuş’ diyorsanız, o zaman daha iyi, daha da iyi ifade etmenin yollarını aramaktan başka şansım yok. Daha alınacak çok yol olduğu muhakkak.

- Bandırma, Erdek hikayeleri edebiyatta sıklıkla karşı karşıya kalmadığımız bir durum.  Siz bu durum hakkında neler söylemek istersiniz?
Bizim oraları anlatan ve çok okuyucuya ulaşma imkanına sahip olmuş çok az yazar var maalesef. En bilineni Gönenli Ömer Seyfettin. Çocukluk anlatılarında Gönen ve civarının sesi, kokusu hep duyulur. Bandırmalı olan Salah Birsel’in anlatılarında da yer yer var. Ama sanırım sorun memlekette değil de çok okuyucuya ulaşma imkanı bulabilmekte. Ben de belki Ankara’da yaşıyor olmasaydım, yayıncıma ve editörüme ulaşma, onlarla tanışma imkanı bulamasaydım bu hikayeler birer blog yazısı olarak kalacaklardı. Kazara internette Bandırma ya da Erdek’i aratan insanlar belki haberdar olacaklardı. Biraz şans diyebilirim. Ben bizim oraları anlatmayı seviyorum ve bildiğimi, gördüğümü anlatıyorum. Orada daha anlatılmaya değer, esin kaynağı olacak o kadar güzel hikayeler, o kadar şahane insanlar var ki, ömrüm boyunca anlatsam bitiremem. Öykülerde Ankara’da  gösteriyor ister istemez, çünkü neredeyse Bandırma’daki kadar Ankara’da da yaşadım, yaşıyorum. Yine de oraların tadını, kokusunu, müziğini, ışığını anlatmanın benim için hem özel bir anlamı hem de bana keyif veren bir tarafı var. Umarım anlattığım her şeyde, bir şekilde olmaya hep devam ederler. Bu içimdeki Bandırma’yı, Erdek’i, Biga’yı, Çanakkale’yi, Gönen’i, Tatlısu’yu, içimdeki halleriyle yaşatmanın yollarından biri benim için.

- Emrah Serbes’in Behzat Ç.’si ve Barış Bıçakçı’nın romanlarının giderek popülerleşmesiyle beraber, edebiyat ve  sinemada Ankara hikayeleri ile sıklıkla karşılaşır olduk. Sizce edebiyat ve sinemada İstanbul hakimiyeti sona mı eriyor?
Umarım. Ya da dilerim demeliyim. Emrah’ın da Barış Bıçakçı’nın da yakın dönem Türk edebiyatının en başarılı, en güçlü yazarları arasında olduğu inkar edilemez şüphesiz. Ve sanırım hiç İstanbul anlatmak zorunda kalmadan bu başarıyı yakalamış olmaları da onları da verdikleri eserleri de daha özel bir yere koyuyor. Tanzimat’tan beri İstanbul anlatan edebiyata kafa tutan bir halleri var. Üstelik de bunu kafa tutmak için değil, burada da, buradan da anlatılacak binlerce şey olduğu için yapıyorlar. Bir de şunu kabul etmeliyiz; Ankara, edebiyat okuyucusu için de popüler kültür için de çok yeni ve neredeyse bakir bir malzeme. Çünkü dikkat ederseniz anlattıkları Ankara, o koca koca sütunlu, kaba, andezit binalarıyla, bürokrasisi, “her bahtı kara”nın görmek istediği, aydın-bürokrat ile halk arasında kalın çizgiler çizen, olmamış cumhuriyetin olmamış başkenti Ankara değil. Göçmen olarak gelip Ankara’nın yerlisi olmuş Orta Anadoluluların, kıt-kanaat geçinen memurların, kağıt toplayanların, Yüksel’de eylem yapanların, Sakarya’da içenlerin, haftasonları alışveriş merkezlerine hücum edenlerin, Alevilerin, Kürtlerin, kalabalık dolmuş hatlarının, Ankaragüçlülerin, Gençlerbirliklilerin, A Takımı’nın, Gökçeklerin, üniversitelilierin Ankara’sı bu. Cumhuriyet’in idealize ettiği Ankara anlatısı artık tükendi. Çok koftu üstelik. Daha gerçek, daha canlı, daha hareketli ve renkli bir Ankara. O yüzden de bu tüm memleketi “İstanbul ve devamı” olarak kurgulayan bir edebiyat için de, bütün değirmenini bunun üzerinden döndüren popüler kültür ürünleri için de çok yeni bir malzeme. Bundan sonra Ankara’nın da, memleketin hikayeleriyle dolup taşan başka köşelerinin de, Bandırma’nın da daha çok anlatılmasını, kendi kendini anlatmasını çok isterim. Bunun için de Emrah Serbes’e de, Barış Bıçakçı’ya da, “Ankara, Mon Amour!”uyla beni kendine hayran bırakan Şükran Yiğit’e açtıkları yoldan ötürü çok şey borçluyuz. Dilerim ki daha daha çok yazarlar, bizi bu tatla daha çok baş başa bırakırlar.

Bu söyleşinin 'epey' kısa bir versiyonu, Agos Kirk'in Ağustos 2012 sayısında yayınlandı. 

Sevag Beşiktaşlıyan

“Ölümün Olduğu Yerde Daha Ciddi Ne Olabilir Ki?”

Son dönem Şili edebiyatının en önemli temsilcilerinden Alejandro Zambra’nın ilk romanı Bonzai, daha ilk cümlesinden itibaren, bizi sonu belli olan kırık bir aşk hikayesine hazırlıyor: “Sonunda kız ölür ve oğlan yalnız kalır; gerçi oğlan kızın, Emilia’nın ölümünden birkaç yıl önce yalnız kalmıştı. Kızın adı Emilia ya da Emilia’ydı diyelim. Oğlanın adıysa Julio, Julio’ydu, hatta hala Julio. Julio ve Emilia. Sonunda Emilia ölüyor, Julio ise ölmüyor. Gerisi edebiyat.”


Julio ve Emilia İspanyol dili ve edebiyatı okuyan iki öğrenci, ders çalışmak için bir araya gelinen fakat ders çalışmak yerine eğlenilen ve votka içilen bir gecede tanışıyorlar. Geceyi tesadüfi bir şekilde beraber uyuyarak geçiyorlar. Aralarındaki ilişki de böyle başlıyor. Emilia ve Julio arasında oluşan tutkulu aşk ise edebiyat sayesinde oluyor. Her gece yatmadan önce birbirlerine Marcel Schwob'un Monelle'nin Kitabı’nı, Yukio Mişima'nın Altın Toprak'ını, Perec'ten Uyuyan Adam ve Şeyleri, Onetti ve Raymond Carver'ın bazı öykülerini okuyorlar. Birbirlerine söyledikleri ilk yalan bile edebiyat üzerine. İkisi de birbirlerine Marcel Proust’u okuduklarına dair yalan söylüyor. “Çabucak aynı şeyi okumayı, benzer düşünmeyi ve farkların üstünü örtmeyi öğrendiler. Kısa süre içinde kibirli bir samimiyet yakaladılar” diye anlatıyor Zambra. Hikayenin ilerleyen bölümlerinde nedenini öğrenemediğimiz bir şekilde Julio ve Emilia ayrılıyorlar. Üniversite bitiyor ve Emilia Madrid'e geliyor, İspanyolca öğretmeni olabilmek için işverenlerine evli olduğu yalanı söylüyor. Bunu kanıtlayabilmek için eski arkadaşı Anita'dan kocasını bir geceliğine istiyor, fakat gece kötü geçiyor, Anita'nın kocası ona asılıyor. Bundan sonra, yakın arkadaşı Anita'nın iddiasına göre uyuşturucu kullanmaya ve sürekli siyah giymeye başlıyor.  Sonra Zambra'nın daha ilk sayfadan itibaren üstüne basa basa söylediği gibi 30'unu görmeden ölüyor. Julio ise bodrum katında ayakkabı manzaralı evinde, lezbiyen komşusu Maria ile yaşıyor.

Julio hayatı da pek iyi seyretmiyor: sağcı bir entelektüelin kızına ders vermekten, yaşlı ve huysuz Gazmuri’nin deftere yazdığı son romanını bilgisayara geçirme işine kadar bir sürü garip işe girip çıkıyor. Ve sonra, Julio gitmeye karar veriyor. Komşusu Maria'ya güzel bir hoşçakal hediyesi bırakmak için Gazmuri'nin romanını kendi kafasına göre yeniden yazıyor ve ismini de Bonzai koyuyor.

Bu Hikayenin Sonu Bizleri Büyülemeli Ama Büyülemiyor
Bonsai 77 sayfalık küçücük bir roman. Okumaya başlandıktan sonra birkaç saatte bitiyor.  Bonsai, her ne kadar kısa sürede bitse de, kitabın baştan belli, hüzünlü sonunun etkisinin uzun süre devam ettiğini söyleyebilirim. Kitabın başında, mutsuz sonla biten bir aşk hikayesi ile karşılaşacağımızın haberinin bizzat yazarın garantisiyle alınca, bu aşk hikayesinin de sinema ve edebiyatta sıklıkla karşılaştığımız epik aşk öykülerinden biri olacağını beklerken, kitap bize bu hikayenin sonunun hiç de beklendiği gibi olmayacağını söylüyor: “Bu hikayenin sonu bizleri büyülemeli, ama büyülemiyor.”

Zambra ilk kitabında, Julio ve Emilia’nın aşklarını edebiyat ile çevreleyip, onlara mahremiyet alanı sağlayıp, onları dış dünyanın mutsuzluklarından ayırıp, kendi mutlu mutsuzlukları ile baş başa bırakıyor. Büyük ihtimalle de, Julio ve Emilia yalnız kaldıkları gecelerde yorganın altına geçip çok sevdikleri yazarlardan parçalar okurken, fonda Morrissey veya Tinderstricks çalıp bu yarattıkları ağır melankoliden büyük zevk alıyorlardır. Bu karakterler Türkiye'de olsaydı, yine büyük bir olasılıkla bu sefer  fonda Ortaçgil çalacaktı, yorganın altındaysa Oğuz Atay okunacaktı, ne de olsa melankolinin yurdu yok. 

90 kuşağı için hep MTV kuşağı, kayıp kuşak, idealleri olmayan, tamamen tüketim toplumuna hizmet eden hedonist gençler olarak tanımlanır eski kuşak tarafından. Fakat hayata dair hassasiyetleri olan, okudukları kitaplarla kendi aydınlanmalarını sağlayan 90 kuşağını es geçemeyiz. Onlar bu düzene, kaosa ayak uydurmayıp tutunamayacaklarını ve ebedi bir mutsuzlukla yaşayacaklarını biliyorlar ve mutsuzluklarından gayet mutlu olabiliyorlar.  Julio ve Emilia'da aynen böyle yaşıyorlar, onlar arkadaşlarını seçerken bile sıradanlıklardan uzak durmaya çalışıyorlar: “Bu, gerçeğe, gerçek gibi görünen cümleleri etrafa saçmaya, bitmek bilmeyen sigaralar içmeye ve daha iyi olduklarına geriye kalanlardan o uçsuz bucaksız ve aşağılık geriye kalanlar gruptan daha iyi ve saf olduklarına inananların vahşi suç ortaklığında hapsolmaya tutkun iki öğrencinin hikayesi.”

Hayata Dair Can Acıtan Ufak Detaylar
Zambra’nın bu kısacık romanın bu kadar etkileyici olmasını sebebi karakterleri abartmadan en sade haliyle sunması ve hikayesini hiç önemsemeden tamamen karakterlere yönelmesi. Zambra'nın dili ise oldukça akıcı, Barış Bıçakçı kitapları için söylenen hayata dair can acıtan ufak detaylarla bu kitapta bolca karşılaşılabiliyoruz. Her ne kadar mutsuz sonla biten bir öyküyle karşı karşıya olsak da, Zambra bizi perdeleri çekilmiş, ışıkları kısılmış bir odaya hapsetmiyor, öyküyü zaman zaman komik detaylarla süsleyerek bize gözyaşlarımızı silmemiz için süre bile veriyor, yine de, “Ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir ki.”

Zambra, 80 sonrası Şili edebiyatının en önemli temsilcilerinden biri sayılıyor.  Bonzai, şimdiden dünyanın birçok diline çevrilmiş durumda. Geçtiğimiz senelerde, Christian Jimenez tarafından sinemaya da uyarlandı. Filmin, bu sene İstanbul Film Festivali kapsamında Türkiye’ye de uğradığını belirtmeliyim. Zambra'yı takip etmekte yarar, yakıcı yazı geride bırakıp sonbahara girmeye hazırlandığımız şu dönemlerde, böyle samimi melankolik hikayeyi sanırım  es geçmek olmaz...

Bu yazı, Agos Kirk'in Ağustos 2012 sayısında yayınlandı.

Can Öktemer