30 Ekim 2014 Perşembe

Orhan Uluca: ‘Türkiye, futboldaki gelişiminin çok uzağında’



Orhan Uluca, Almanya futbolu denilince akla gelen ilk isimlerden. Bundesliga üzerine engin bir bilgiye sahip olan Orhan Uluca, uzunca bir zamandır blogu üzerinden Bundesliga üzerine dikkat çekici analizler yapmakta. Çeşitli spor yayınlarında da yazılar yazan Uluca, vasatlığıyla meşhur Türkiye futbol kültürü içerisinde derinlikli analizleri ve yorumlarıyla futbol romantiklerinin ilgiyle takip ettikleri yazarlardan birisi. Orhan Uluca’yla son yılların gözde futbol ülkesi Almanya futbolunun başarısının ardındakileri ve son dönem Türkiye futbolu hakkında konuştuk.
Orhan Uluca
- Son yıllarda dikkat çekici bir şekilde futbolda Almanya’nın hegemonyasını görmekteyiz. Siz bu yükselişi neye bağlarsınız? Almanya futbolda hangi atılımları yaparak bu duruma geldi?
90’ların sonunda, otoriteler tarafından Almanya futbolunun kriz içerisinde olduğu konuşuluyordu. Oysa 1999 yılında, Bayern Münih, Şampiyonlar Ligi’nin o unutulmaz finalinde Manchester’a karşı son 1 dakikada kupayı ellerinden kaçırmış, 2001 yılında ise aynı kupayı kazanmayı başarmıştı. 2002 yılında ise bir başka Alman takımı Bayer Leverkusen, Şampiyonlar Ligi’nde yine final oynarken, Dünya Kupası’nda Almanya finale kalmıştı. Kulüp bazında başarılar bir yana Almanya’nın Dünya Kupası’nda final oynamasına rağmen, Almanlar, futbollarının bitme noktasına geldiğini sıklıkla dile getirmeye başladılar. Sorun Almanya’da geleceğe damga vuracak Sebastian Deisler hariç uluslarası bir yıldızın olmamasıydı. Amaçları yeni yetenekleri keşfetmek ve modern futbola uygun şekilde onları yetiştirmek oldu.
- Bunlar için neler yaptılar?
Almanya, her şeyden önce 2002 ve 2003 yılları içerisinde öz kaynak düzenini baştan aşağı değiştirdi. Önce yeni model oyuncu tanımı yapıldı. Çok yönlü, çok koşan, her iki ayağını da kullanan mevki ayrımı saha içerisinde gözetmeyecek farklı mentaliteye sahip bu yeni oyuncuların yetiştirileceği zirve futbolunun gerektirdiği şekilde eğitim için farklı metotları belirlediler. Eğitim farklılaştırıldı, yenilendi ve özellikle futbolcuların çok yönlülüğünün üzerinde duruldu. Örneğin Götze, Müller, Draxler, Kaan Ayhan vb.
Ülkenin 366 farklı yerinde kontrol noktası oluşturarak 11 ile 14 yaş arası 14 bin yetenek keşfedilecek şekilde “yetenek taraması” yapıldı. Yanlış hatırlamıyorsam, Deniz Naki de bu taramalar sonucu keşfedilmişti. Bu çocukların hemen hepsi, bir Bundesliga takımı çalıştırabilecek teknik direktör lisansına sahip antrenörler tarafından belirlenilen hedef doğrultusunda çağa uygun şekilde eğitildi. 2007’de, Matthias Sammer’in sportif direktör olmasıyla perspektif genişletildi. Kreşe giden çocuğa dahi müdahale ederken, 21 yaşına kadar olan süreç ayrıntılarıyla ele alınıldı. Bu verileri alındığında, toplam 600 bin insan yetenek taramasından geçirilmiş oluyordu.
Thomas Müller, Mario Götze ve Julian Draxler gibi ön alan oyuncularının sağ açık, sol açık gibi kavramlarla tanımanamayacak ölçüde çok yönlü olduğunu görürsünüz ama aynı zamanda bu oyuncuların hepsi maç başına 12 km koşabiliyor, Müller ise 13 km.
En önemli ayrıntı ise bu görevin başrolünde federasyonun olmasıdır. Kulüpler kendi çıkarlarına uygun şekilde hareket eden yapılardır. Gerek yetenekleri keşfetmek, gerekse de kulüplerin yetenekleri doğru şekilde eğitmesi için kimi yatırımları devreye sokmak federasyonun eylemidir. Bugün ülkede benzer bir metodoloji uygulanacaksa, burada Türkiye Futbol Federasyonu sorumlu ve baş aktör olmak zorundadır.
- Bundesliga, hem rekabet olarak hem de kalite olarak İngiltere Premier Lig’le yarışacak durumda olmasına rağmen, izlenirlik ve takip edilirlik konusunda hep geri kalmıştır. Siz bu durumu nasıl yorumlarsınız? Son yıllarda Almanya’nın futboldaki beynelmilel başarıları bu durumu dengelemiş midir?
Son yıllarda en fazla çıkış yapan uluslararası lig olduğu gerçeği bir yana genel olarak Bundesliga’nın tanınırlığı ve uluslarası piyasası bir hayli düşüktür. Bunun en önemli nedeni ise ligde var olan yıldız oyuncularının azlığıdır. Bu da aslında Bundesliga kulüplerinin sağlıklı bir ekonomiye sahip olması nedeniyle transfere görece çok az para harcamasından da kaynaklıdır. Dünyanın en sağlıklı futbol kulüpleri Bundesliga’dadır. İngiltere’nin orta sıra takımı olan Tottenham’ın harcadığı para, Almanya’da harcadığı para açısından diğerleriyle arasında bir hayli fark olan Bayern Münih’e ancak denk düşüyor. Üstelik Almanya’da parası olan herhangi bir zengin kulübün hisselerinin en fazla yasa gereği yüzde 49’u alınabilir ve yüzde 51 hisse her zaman kulübün kendisinde kalır. Zenginler, kulübün sahibi olamaz. İtalya’da ise Serie A, B ve C’de bulunan kulüplerin yüzde 70’i iflasın eşiğinde. İngiltere ve son dönemde Fransa’da kulüplerin başına zenginler geçiyor. Bu, bana göre zararlı olan koşulların Bundesliga’da yaşanmamasının bir başka getirisi de yıldızların lige uzak kalışı oluyor. Bu yüzden, Bundesliga oyuncu yetiştirir. “Parasıyla sürekli yıldız alır” algısına sahip Bayern Münih’in en çok kazanan dört oyuncusundan üçü, Lahm, Schweinsteiger ve Mülller kendi altyapısında yetişmiştir.
Barcelona'daki sayısız başarının ardından Bayern Munich'i çalıştıran Pep Guardiola
- Türkiye’de yaygın bir anlayış olarak, Pep Guardiola’nın başarısını antrenörlük kabiliyetine değil de, sahip olduğu iyi futbolculara bağlanır. Bu görüş sizce ne kadar doğru? Pep Guardiola’nın başarısının sırrı nerede yatıyor sizce?
Bakın şunu söyleyebilirim: Pep Guardiola, dünyanın bana göre açık ara en iyi teknik direktörüdür. Geçtiğimiz günlerde, Barcelona’nın bugününe bakarak, Roma Teknik Direktörü Rudy Garcia, Pep için antrenörlüğün değerini gösteren adam olarak övgüde bulunmuştu. Çünkü o gittikten sonra, Barcelona kupaları toplamaya devam etse de, imzası silindikçe uzay takımı kimliğinden de sıyrılmıştır. Üstelik Guardiola, çok başarılı bir kulübe gelmesine rağmen, sahanın içerisinde imzasını net bir şekilde atar. 30 yaşındaki dünyanın en iyi bekini “defansif orta saha” yapar, en yüksek pas yüzdesi yine onun çalıştırdığı takımın olur. Üstelik bunların dışında oyunu okuma ve müdahale konusunda da son derece başarılıdır. Geçtiğimiz sezon Mainz, Hertha Berlin gibi Bayern’i ilk devrede etkisiz kılmayı başaran takımlar, onun doğru müdahaleleri sonucu sahadan boynu bükük ayrıldılar. NTV yorumcusu Önder Özen ile olan bir muhabbet içerisinde Real Madrid’in başındayken Mourinho’nun presi karşısında çaresiz kalan Barça’nın üçlüye geçerek, beşli hat içerisinde Real Madrid’in presini kırmasını gördüğü en büyük teknik direktör hamlelerinden birisi olarak anlatmıştı. Almanya’ya geldikten sonra yakından takip ettiğimde gördüm ki, Önder Özen bu konuda çok doğru bir tespitte bulumuş; zira Katalan teknik adam, kendisine özgü futbol anlayışı ve oyunu okuma ve müdahale konusunda gerçekten çok üst düzey. Aynı zamanda, topladığı kupaların dışında futbola “yeni” bir şeyler katan devrimci teknik direktörler arasında yer alır.
- Almanya’da, son yıllarda Sami Khedira, Boateng ve Mesut Özil gibi Alman olmayan futbolcuların yer alabildiklerini görüyoruz. Bu tip konularda katılığını bildiğimiz Almanya, bu sürece nasıl girdi? Sizce aynı durum Türkiye içinde uygulanabilir mi?
Başta da belirttiğim gibi, Almanya 90’ların sonunda krize girdi. Bu dönemde ise önlerindeki örnek, 1998 Dünya Kupası’nı kazanan ve 2000’de de Avrupa şampiyonu olan Fransa vardı. O dönem, Fransa’nın kadrosunda 5 farklı kıtadan oyuncu bulunuyordu ve bu başarısı göçmenlerinden aldığı verime de dayandırılıyordu. Bu nedenle, Fransa örnek alındı ve yeniden oyuncu taraması yaparak göçmenler üzerine daha fazla düştü. Nuri Şahin’in Türkiye’ye kaptırılmasının ardından, Türk oyuncularla en azından Türkiye’ye göre daha yakından bir ilgi göstererek, Mesut, Serdar ve İlkay gibi oyuncuları da milli takıma kazandırdılar.
Bu durum, Türkiye’de olsaydı, bu futbolcular, pek tabii milli takıma katılırdı ama asıl soru bence şudur: Milli takımdan davet alanlar, Almanya’daki göçmenlerin pek çoğu gibi milli marşı söylemeyi reddetselerdi, nasıl olurdu? Bunu yapabilirler miydi? Mesut, Khedira gibi milli marşı söylemeyerek, davet almaya devam edebilirler miydi? Löw gibi Terim de bu onların tercihi diyerek anlayış gösterir miydi? Sanmıyorum.
- Bildiğimiz gibi geçtiğimiz günlerde yaşadığımız Gökhan Töre krizi çok konuşuldu, çok tartışıldı. Sizin bu konu hakkında görüşleriniz neler? Sizce bu kriz doğru yönetilebildi mi?
Birkaç farklı açıdan bakıp değerlendirebiliriz bu konuyu. Etik ve ahlaki değerden yoksun bir şekilde sadece pragmatist açıdan bakarak, milli takıma vereceği zarar ya da fayda üzerinden ele alındığında net bir hata yapıldığı görülüyor. Gökhan Töre, Hakan Çalhanoğlu ve Ömer Toprak arasında geçen bir olayda, yetkililer, üç oyuncu arasında bir hukukun gelişmesini başaramadılar. Bu, Fatih Terim’in başarısızlığıdır. Nihayetinde, bu olay basının kaşıması neticesinde değil, verilen cezayı yeterli bulmayan Ömer ve Hakan’ın gösterdiği tepki sonrası gündeme oturdu. Belki de ne ceza verildiğinin dışında oluşan korkunun giderilememesidir tüm mesele. Dolayısıyla, bu krizin yönetilemeyişinin bir başka mağduru da cezayı belki de çok daha ağır bir şekilde çekmek zorunda kalan Gökhan Töre oldu. Riera ve Melo kavgasında da adaletli davranılıp davranılmadığı konusunda basın bir tartışmaya girmedi, zira Riera, o dönem bu olayı büyütmedi. Eğer Riera, o dönem ikinci maça isteksiz çıksa ya da çıkmayı reddetseydi, basın bu olayı da uzun süre gündemde tutar ve cezanın adil olup olmadığı konusu uzunca süre tartışılırdı. Belki de tartışılması gerekiyordu. Burada nasıl bir yönetim başarısı varsa, bu olayda da başarısızlık söz konusu ama bu bakılması gereken nokta değil.
Diğer açıdan, ben sade bir vatandaş olarak yanıma silahlı bir arkadaşı alarak bir odayı basıp hedefimdeki insanın yanındakileri yere yatırıp korkutarak bir vatandaşa kanlar akıtacak şekilde girişsem, bunun cezai bir yaptırımı olmaz mı? Milli takım kampında sınırları bu denli aşan bir oyuncunun gerçekten cezası 6’sı özel olan 7 maç milli takıma çağrılmamak mıdır? Aynı zamanda, böyle bir davranışta bulunan oyuncuya psikolojik yardımı esirgeyerek silahlı olayların devamını hem milli takım yetkililieri hem de Beşiktaş kulübü sağlamış olmuyor mu? Gökhan Töre’nin yerine oraya ben oğlumu koyuyorum. Ne yaparsınız? Bir daha yaşamasından ve oğlumun kötü bir sona doğru gitmesinden korkmaz mıyım? Bir sonraki silahlı olayda kurşun sekerek omzuna denk geldi, ya beynine denk gelseydi? Ya o yanında getirdiği silahlı adamın elinden çıkan kurşun Hakan ya da Ömer’e ölümcül bir yara açsaydı, o zaman mı bu konulara gereken önemi gösterecektik? Bu ihtimal, Çek maçında alınacak olan 3 puandan daha mı az önemli? Konu buysa, milli takımın maçının ne önemli var?
Milli takım yoluyla Gökhan Töre, bu olaylar sonrası çok önemli Çek maçında son saniyede galibiyet golü atmış olsaydı, eğer bu oyuncunun yaptığı bu hareket toplumda nasıl algılanırdı? Gökhan Töre’nin milli takımın rezervasyonunu yaptırdığı otele silah sokması ayrı bir suç. Silahlı bir adam sokmak çok daha başka bir suç. Silahlı adamla milli takım arkadaşlarına saldırmak, kan akıtmak ve onları elinde silahla tehdit etmek ise çok başka bir suç. Hakan benim oğlum olsaydı eğer, ben asla ve asla Gökhan’ın olduğu takıma oğlumu göndermezdim. Bir garanti isterdim. Hakan’ın babasının verdiği tepkinin içeriği de budur. Zira Gökhan iyi niyetli olsa dahi, çevresinde silahın patlaması an meselesidir.
Almanya’da, İvan Rakitic evine hırsız girdiği için günlerce uyuyamadı. Evini taşıdı, psikologa gitti ve yine de psikolojisi düzelmedi, ülkeyi terk etti. Hakan’ın annesi, bu olaydan haberdar olduktan sonra günlerce ağlamış. Hakan bunu anlatırken gözü doldu ZDF ekranında. Söylenenlere göre, Ömer Toprak bu olaydan sonra oynayacağı ilk maçı için teknik direktörden izin istemiş, psikolojisi iyi değilmiş. Kendinizi bir başkasının yerine koyarak, her zaman doğruya ulaşamazsınız. Çok başka koşullarda yetişmiş olan bu çocukların psikolojisi çok fazla düşünülmedi. Hakan ve Ömer, hak iddia ediyorsa yüzde yüz haklıdır ve tüm bu sorunların altında, aynı zamanda Fatih Terim’in “Ben ceza verdim, yeterli olması gerekir, itiraz istemez” egosu da yatıyor.
 
Borussia Dortmund Teknik Direktörü Jurgen Klopp
- Jurgen Klopp, son Galatasaray-Borussia Dortmund maçından sonra, çok ilginç bir açıklama yaparak, ‘Başkanım, Türk mantalitesine sahip olsaydı bugüne kadar gelemezdim’ dedi. Klopp’un bu açıklamaları için neler demek istersiniz? Klopp’un Türkiye’de futbol zihnini tek cümleyle özetleyebilmesini neye bağlarsınız?
Öncelikle o röportajda soru da önemlidir. “Galatasaray bir sezonda 3 teknik adam değiştirdi” ile başlıyor soru. Klopp da bu mentalite olsaydı diye çok doğru bir tespit yapıyor. Nihayetinde bugün dünyayı kendisine futbolu ve tarzı ile hayran bırakan Dortmund, öncesinde küme düşme potasına kadar gerilemiştir. Nihayetinde, bu büyük çıkış için, şampiyonluk hedefi olmayan yılları geçirmeyi göze aldılar. Türkiye’de büyük bir takımın Dortmund’u örnek alması çok kolay değil. 3 büyüklerin hepsi her sezon şampiyonluk istiyor. Bu her şeyden önce matematiksel olarak mümkün değil. Dolayısıyla yılda 2 hoca değişimi, en azından düne kadar kaçınılmazdı. Bir şeyleri oluşturmak için zaman gerekir, bunu kavramak gerekir.
-Türkiye’de teknik direktörlük mesleğinin pek ciddiye alınmadığı bir gerçek. Gençlerbirliği, daha sezon ortasına gelmeden dört hoca değiştirdi, hatta İlhan Cavcav, Mustafa Kaplan’ın görevine son verdikten sonra bir sonraki maça kendisinin çıkacağını duyurdu. Türkiye’deki bu garip futbol anlayışının değişmesi için neler gerekiyor sizce? Sizce teknik direktörlerin, bu anlayışa dur demek için, Aziz Yıldırım ve İlhan Cavcav gibi başkanlara ne gibi tavırlar alabilir?
Bu iki başkanın yaptığı açıklamalar sonrası ben Antrenörler Derneği’nin bir tepki koymasını bekledim. Antrenörler bir açıdan sahipsiz. Çok zor koşullarda iş buluyorlar ve bunu kaybetmemek için çok fazla taviz vermek zorunda kalıyorlar. Bir röportaj esnasında, bir teknik direktöre sözleşmedeki hakkınızı neden talep etmediğini sorduğum zaman, bu “uygunsuz” davranışın sonucunda bir daha iş bulamayacakları korkusunun yattığını söylemişti. Benzer şekilde pek çok tavizi bu nedenle veriyorlar.
Kişisel isteğim, bu tarz yaklaşımda bulunan bütün başkanların başarısız olması. Başarısızlık, ancak antrenörlere yapılan bu saygısızlığı anlatır. Öte yandan iki başkanın da çok uzun süre başkanlık yapması da böyle bir aymazlık içerisinde bulunmalarına imkân veriyor. TFF’nin “Bir kulüp bir sezonda sadece bir kez teknik direktör değiştirebilir” gibi koşullandırmaları kısmen bu sorunu çözebilir. Toplum algısında bu açıklamaların absürtlüğünün anlaşılması için gereken tek şey ise başarısızlık.
Real Madrid'i çalıştırdığı dönemde 4 yılda 7 kupa kazanan Vincente Del Bosque, 2004'te başına geçtiği Beşiktaş'ta bir yılı bile doldurmadan kovuldu. Daha sonra yönettiği İspanya'yla bir Avrupa Şampiyonası ve bir Dünya Kupası kazandı.
- Bildiğiniz üzere, Frank Rijkaard, Roberto Mancini, Vincente Del Bosque gibi oldukça kariyerli hocaların Türkiye maceraları oldukça kötü hatıralarla bitti. Bu büyük isimlerin Türkiye’de başarısızlıkların sebebi neydi?
Çok bilinen cevabı ülkedeki futbol anlayışının yetersizliği. Lakin ben, 2-3 yıl önce Avrupa’nın beş büyük ligini kapsayan bir araştırma yapmıştım. Gördüm ki, Avrupa’da beş büyük lig kendi dilini konuşamayan teknik direktöre iş vermiyor. Premier Lig’de,  Avusturya veya İsviçre liglerinde başarı yakalamış teknik direktörler görev almıyor ya da Bundesliga’da Galli veya İskoç hocalar iş bulamıyor. Uruguaylı ve Arjantinli hocalar, dil birliği nedeniyle İngiltere ya da Almanya değil, İspanya’da başlıyor çalışmaya. Çünkü teknik direktör, tercüman aracılığıyla potansiyelinin yüzde 70’ini ancak sonuçlara yansıtabiliyor. Elbette beş büyük lig ile kalite farkı açılmış olan ligler, yabancının bu dezavantajında dahi fayda sağlayabiliyor. İstisnalar da her zaman mevcuttur.
Löw için konuşmak gerekirse Almanya’ya dönüşünde de başarısızlıkları oldu. Adana’da olduğu gibi Karlsruhe’de de 18 maçta 1 galibiyet alarak kovulmuştu. Aradan çok zaman geçti. Del Bosque’nin de İspanya dışında ne kadar başarılı olacağını bilemeyebiliriz. Rijkaard da keza Türkiye tecrübesi sonrası Arabistan’da da başarısız oldu. Özetlersek, tercüman aracılığıyla kendilerini ifade ederken, motive edici etkilerini kaybetmeleri ve futbolculara istediklerini yaptırma konusunda başarısız olmalarının yanı sıra, kültürel uzaklık ve ligler arası yapısal farklılık da önemli bir etken.
Eski model bir Alman teknik direktör, (Magath, Daum, Feldkamp) istediği disiplin ve fizik futbolunun geçişini dünyanın her yerindeki oyuncuya sağlayabilir. Fakat bugünün Almanyası’nda, 2000 sonrası farklı şekilde eğitilmiş yeni model oyuncularla çalışmaya alışmış, video analizleri ve yeniden oluşturulan taktiksel terminoloji ile derdini anlatarak başarı kazanmış teknik direktörlerin oyunculara istediklerini yaptırmaları güç. Almanya’da artık “geçersiz” olarak görülen Magath’lar, Daum’lar, belki Türkiye’de başarı kazanabilirler. İlk soruya dönersek, Almanlar oyuncularını farklı şekilde eğiterek, aynı zamanda bu yeni model teknik adamların başarısının da önünü açmış oldu. Türkiye, oyuncularına altyapıda ortalama eğitimi doğru bir şekilde vermediği sürece, İtalyan, yeni model Alman teknik adamların gelip de burada başarı kazanması çok zor. Dürüst olmak gerekirse, Prandelli’nin pragmatist zekasına güvenmiş ve başarılı olacağını düşünmüştüm ama İngilizce dahi konuşamaması, söylediklerinin aynı anda pek çok dile çevirmesi ve Sneijder’in betimlediği gibi soyunma odasının arı kovanına dönmesi sonucu başarılı olması zor.
- Geçten yıllarda BirGün gazetesi için Türkiye’deki teknik direktörlerle röportajlar yapmıştınız. Yapmış olduğunuz, röportajlarda sizi en çok şaşırtan detay ne olmuştu? Sizce Türkiyeli teknik direktörlerin başarı anlamında yurtdışındaki meslektaşlarına oranla geride kalmalarının en büyük sebebi nedir?
Tek ve net bir cevabı bence şudur: Kibir. O kadar çok kendilerine güveniyorlar ki, kendilerini yenileme ihtiyacını hissetmiyorlar. Hikmet Karaman, “olumlu” anlamda beni şaşırtmıştı, yeni bilgiye olan açlığı ve buna ulaşmak için çaba sarfetmesiyle. Maalesef pek çokları benim beklediğimin çok altında bir taktiksel içeriğe sahiptiler. Onlar için çok önemli olacağını düşündüğüm ayrıntılar söz konusu olduğunda, dillerinin dahi kabalaştığını görüyordum konuya karşı. İçten içe “Bırak bunları. Para yok, oyuncu disiplinsiz” gibi oyuncuların özel yaşamına dair yazılamayacak tonla ayrıntı sunuyor ve çok şeyi de buna bağlıyorlardı. Onlara üst düzey takımları başarıya götüren ayrıntılardan bahsettiğim zaman, neredeyse hepsi “Zaten tam da biz onu yapıyoruz” diyerek var olan bilgiyi deşmektense, aslında kendilerinin de o seviyede olduklarını anlatma çabası içerisindeydiler.
Oysa bugün Gladbach ile başarıdan başarıya koşan Lucien Favre, Hertha Berlin macerası sonrası kurslara gidiyor, Premier Lig kulüplerinde yeniden stajyer gibi antrenmanlarına ilgi duyup hafta hafta önemli teknik adamlarını ziyaret ediyor ve gelen teklifleri ise kendisini geliştirmek için bir yıl kabul etmiyor. Guardiola, Bielsa gibi teknik direktörlerin odaları kitaplarla dolu ve boş günlerinde dahi kendilerini geliştirmek için var güçleriyle çalışıyorlar. Türkiye’deki yerli antrenörlerin yüzde 95’i, abartmadan ifade etmek gerekirse, dünyanın değilse de Avrupa’nın en iyi teknik direktörü olarak görüyor, tek eksikleri büyük kulüplerin onlara yeteri kadar şans vermemesi. Ertuğrul Sağlam gibi beğendiğim teknik adamları saymazsak, bir kez olsun orta sıra bir Anadolu kulübü ile neden şampiyonluk yarışına giremediklerini kendilerine sormuyorlar. Gelişime kapalılar.
-Türkiyeli futbol yorumcuların Türkiye’de hocalık yapan kariyerli yabancı teknik adamlar için sıklıkla kullandıkları argüman ‘Futbolu bilmiyor’ olmuyor. Futbol yorumcularının bu sığ yorumlarının futbol kültürüne ciddi zarar verdiğini düşünüyor musunuz? Bu bağlamda iyi futbol bloglarının futbol kültürüne katkı sağlayabilir mi?
Bence bloglar kendilerine bir misyon biçmediler ama ülke futbol kültüründe bir eksikliği kapatarak, kendilerine sonradan biçilen misyonlarını yerine getirdiler. “Futbolu bilmiyor” tarzı açıklamalar, biraz da teknik adamların “yabancı” olduklarından dolayı kolay bir şekilde dile getiriliyor. Yerli-yabancı futbolcularda da bunu görürsünüz. Lincoln, Diego ya da Sneijder için rahatlıkla “Bunun neresi yıldız!” diyenini görürsünüz ama iki yıldır oynamayan Selçuk için olumsuz eleştiri olsa da, “Bunun neresi futbolcu!” yorumu yapılmaz. Eleştiri olsa da, nezaket elden bırakılmaz. İki gün sonra, bir mekânda karşılarına çıkıp o futbolcu hesap sorabilir çünkü. Her ikisine de yapılmamalıdır, o başka bir konu. Bir yorumcunun Melo’ya karşı olan öfkesine şahit olurken, aynı zamanda Emre’yi sarıp sarmaladığına da çokça kez şahit olduk. Melo da, Emre de gerçekten çok iyi futbolcular ve fakat karakter yapıları benzer. İki futbolcuya karşı olan yaklaşımdaki farklılık, hocalar konusunda da görülebilir. Çünkü yerliler, açar telefonu, hesap sorar, yabancıların pek çoğu o yorumu duymaz.
Genel olarak Türkiye’deki futbol yorumcularının eksikliği Avrupa futboluna olan uzaklıktan kaynaklanır. Oysa senin takımların her sezon en az 5 yabancı oyuncu transfer ediyor ve sıklıkla yabancı teknik direktörlerle çalışıyorsa, işinin sorumluluğu gereği Avrupa futbolu’na ilgi duymak zorundasın.
Aynı zamanda futbol yorumcularının neredeyse tamamı, bu işi en iyi kendilerinin yaptıklarını düşünürler. Bu “kibir” de yine gelişiminin önündeki en büyük sorundur. Bloglardan ziyade sosyal medyanın aracısız ve pervasız hesap soran dili, biraz olsun yorumcuları farklı maçları izlemeleri için ekran başına oturttuğunu da düşünüyorum.
Can Öktemer

26 Ekim 2014 Pazar

Hakan Bıçakcı: 'Kapitalist bir yapının hesabına çalışan herkes işçidir'


Hayatımız giderek betonlaşmakta. Gökyüzünün maviliğini, kapatan çirkin plazalar, gökdelenler her sabah bize çirkin bir günaydın diyor. Son yıllarda bu 'beton yeşilliğine' itiraz edenlerin sayısı artsa da, sistemin çarklarını döndüren, plaza iş yaşamı içerisinde, pahalı gökdelenlerde oturmak için gece gündüz çalışan,  hayata karşı kayıtsız olan, kendilerinden başka hiç bir şeyi önemsemeyen insanlar halen çoğunluk konumunda... Son yılların en dikkat çekici yazarlardan Hakan Bıçakcı, İletişim Yayınları’ndan çıkan son romanı Doğa Tarihi'nde hikâyesinin merkezine yıkıcı plaza hayatını almış. Hakan Bıçakcı'yla, Doğa Tarihi'nin başkahramanı Doğa'yı, plaza ve betonlaşan hayatımızı konuştuk...
Hakan Bıçakcı

- Son yıllarda beyaz yakalılara dair, plaza yaşamının yıkıcılığına dair yapılan araştırmalar dikkat çekmekte. Lakin bu durum anlatısal olarak pek işlenmiyordu. Son kitabınız Doğa Tarihi'nde bu durumu ele aldınız. Sizi, plaza yaşamına dair bir hikaye anlatmaya yönelten sebep neydi?

Alışveriş merkezleri, plazalar, yeni tip siteler ile kuşatılmış betonarme ve elektronik bir hayatın içinde geçen bir roman fikri vardı ilk başta aklımda. Bu ortamın başrolüne uygun bir robot gerekliydi. O da Doğa oldu. Yani aslında “plaza kadını” boyutu daha sonra, karakterle birlikte eklendi. Konunun romana dönüşebilmesi için böyle bir karakter gerekliydi. Sonuçta ağır basan bu olsa da, plaza hayatını anlatacağım diye yola çıkmamıştım.  

- Doğa Tarihi'nde, Doğa karakterinin, gerek sosyal medya üzerinden, gerek hayatın içerisinde sürekli bir görünür olma ihtiyacı var. Sizce, Doğa'nın bir tür takıntıya dönüşmüş bu ruh halinin altında yatan durum nedir?

Evet, görünme, beğenilme ve onaylanma telaşı içinde bir karakter var romanın merkezinde. Tüm yaşamını kendine göre değil, başkalarının gözlerine göre şekillendirmiş. Bu ruh hali bir noktadan sonra bir tür takıntıya dönüşüyor dediğiniz gibi. Altında yatan durumlar son derece karmaşık ve çok boyutlu ama kabaca şöyle özetlenebilir: Yitirilmiş içerik, aşırı biçimcilikle örtülüyor. Hemen her konuda olduğu gibi…

- Doğa, her ne kadar iş yaşamında üst mertebelere yükselmiş, ekonomik özgürlüğüne erişmiş bir kadın olsa da, erkek arkadaşının maço ve zengin olmasını neye bağlarsınız?

Kafasına göre değil, bir yol haritasına göre yaşamasına bağlarım. Bu haritada hep öyle erkekler mevcut. Köşe başlarını tutmuşlar. Ve Doğa gibi kadınlar kendilerini bu tip adamlarla birlikte olmak zorunda hissediyorlar. Adı konmamış bir kural gibi. Konformizm bazen, aslında sevilmeyen bu adamların koluna girmeyi gerektiriyor.   

- Plaza yaşamına dair anlatılarda özellikle sinemada karşılaştığımız örneklerde erkek hikâyeleri gelmekte. Siz, hikâyenizi neden bir kadın karakter üzerinden anlatmayı tercih ettiniz?

Bunu özellikle tercih ettim. Bizi boğan bu sistemin erkekten daha çok kadının boğazına yapıştığını düşündüğüm için. Kadının üzerinde daha çok baskı var. Hepsi yersiz, gereksiz, insanlık dışı baskılar. Tüm bu baskıları anlatmak, teşhir etmek, sorgulatmak adına karakterin kadın olmasını istedim. Tabii bunun eleştirilenin kadın olması gibi korkunç bir yanlış anlaşılmaya yol açmaması gerekiyor. Zaten romandaki hiciv yüklü eleştirel dilden iki cins de nasibini alıyor.                               

- Öğrencilik hayatını Ankara'da geçirmiş, Jean Paul Sartre gibi yazarları okumuş, rock müzikle ilgilenmiş birinin, iş yaşamına atıldığında tam tersi bir kişiliğe bürünmesini nasıl açıklarsınız? Sizce Doğa hayatında hiç kendi gibi olabilmiş midir?

Kendine göre zevkleri, merakları, ilgi alanları olan birinin bir yaştan sonra sadece dışarıdan dayatılanlarla yetinmeye ve robot uyumluluğuyla yaşamaya başlaması çevremde sıkça rastladığım bir durum. Açıklaması zor bir mevzu... Kurumsal hayatın karakteri aşındıran rekabetçi yönü, içinde bulunulan toplumun dayatmacı değer yargıları, sosyal medyanın gönüllü teşhir boyutu gibi olgular birleşerek bu manzarayı yaratıyor sanki. 


- Doğa'nın üst düzeyde korunaklı bir sitede oturmasına rağmen üst kat komşusuna dahi güvenmiyor. Doğa'nın insanlara yönelik bu korkusu ve çekincesinin sebebi nedir sizce?

Komşusuna güvenmiyor çünkü onu tanımıyor. Yepyeni bir yaşam alanı vaadiyle kendilerine satılmış o tuhaf sitede ölümcül bir yalıtılmışlık içinde yaşıyor annesiyle. Doğa’nın kapıyı açıp komşusunu tanımadığı ve bir yabancı olduğu için onunla iletişim kurmayı reddettiği o andan hemen önce, yani kapıya bakmadan az önce, Facebook’ta tanımadığı birinin arkadaşlık teklifini kabul etmiş olması da Doğa’nın absürd hayatının bir başka cilvesi.

- Son yıllarda plaza yaşamının yıkıcılığı karşısında beyaz yakalıların örgütlenme çabasında olduğunu görüyoruz. Romanda gördüğümüz kadarıyla Doğa'nın herhangi bir siyasi duruşu yok. Siz, Doğa'nın, siyasi görüşünü nasıl konumlandırırsınız?

Doğa hayattan, canlı olan her şeyden ve doğadan yalıtıldığı gibi siyasetten de yalıtılmış durumda. Dünyadan bağımsız bir cam kutunun içinde yaşıyor. Bu kutunun cam duvarları bazen ofisteki odasına ait oluyor, bazen alışveriş merkezindeki asansöre... Siyasetle, tarihle ve hatta coğrafyayla tüm bağları kopmuş bir insan Doğa. Sermaye için son derece cazip bir insan yani.

- Kitapta dikkat çeken bir başka durum ise, kentsel dönüşüm. Hayatımız, Albert Caraco'nun "Dünya bir süre sonra yalnızca şantiye olacak" sözünü gerçek kılacak şekilde hızla betonlaşmakta. Siz bu gidişatımız için ne demek istersiniz? Doğa'nın, doğaya olan ilişkisizliğini, etrafının bu kadar betonlaşmasına dair kayıtsızlığını nasıl yorumlarsınız?

Romanda benim için en az kentsel dönüşüm kadar önemli olan bir diğer konu da bu gidişattan rahatsızlık duymayan, betonlaşan ve insansızlaşan çevresiyle uyum için yaşan bir karakteri anlatma denemesiydi. Bu nedenle diğer romanlarımın aksine birinci tekil anlatıma değil, dışarıdan bir gözün anlatımına başvurdum. Daha önce yazdıklarımdaki gibi karakterin gözünden aktarsaydım çevre hakkında pek bir şey yazamazdım. Çünkü karakterin çevresi hakkında pek bir düşüncesi yok. Anlatının distopik bir havaya büründüğü noktada karaktere mesafe alan, dışarıdan bir anlatım mecburi oluyor sanırım.  

- Ali Şimşek'in Yeni Orta Sınıf - Sinik Stratejiler kitabında yeni orta sınıfın 90'lı yıllarda altın çağını yaşadıklarını, 2000'li yıllardaki finans kriziyle birlikte ekonomik ve varoluşsal sorunlarla karşılaşmış olduklarından bahseder. Siz yeni orta sınıfın geleceğini nasıl görüyorsunuz? Sizce yaşadıkları bu kriz daha da derinleşecek mi?

Yeni orta sınıf, çok büyük bir insan kitlesini işçi sınıfından ayırmak için uydurulmuş bir kavram bir yandan da. Hizmet sektörü kafa emeğiyle çalışan beyaz yakalı ve kol emeğiyle çalışan mavi yakalı işçilerden oluşuyor aslında. Ancak beyaz yakalı olanlar, kendilerini işçi olarak görmüyorlar.  Dolayısıyla işçi sınıfından çıkmış, işçi dayanışmasından kopmuş oluyorlar. Hâlbuki özünde ha kafa, ha kol emeği… Emek emektir. Ve kapitalist bir yapının hesabına çalışan herkes işçidir. Beyaz yakalı kesimin büyük çoğunluğu, ağır çalışma koşullarına karşı bırakın işçi örgütlenmesine katılmayı düşünmeyi, işçi olduklarını bile düşünmüyorlar. Orwell’in 1984’ünde sistemin bilinçli olarak ortadan kaldırdığı kelimeler vardı ya. İşte öyle bir şey. Diğer soruya gelirsek; bence kriz daha da derinleşecek. Toplu delirmeye kadar yolu var bu yozlaşmış gidişatın.  

Can Öktemer

13 Ekim 2014 Pazartesi

Nezih Erdoğan: 'Ayastefanos Abidesi'nin Yıkılışı'nın çekilmesiyle beraber bir şeyler değişti mi?'


Türkiye'de sinemanın ilk yılları ve Osmanlı'da sinema denilince akla ilk gelen isimlerin başında İstanbul Şehir Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim görevlilerinden  Prof. Dr. Nezih Erdoğan geliyor.  Nezih Erdoğan, akademik kimliğinin yanında edebiyatçı yönüyle de biliniyor. Geçtiğimiz yıllarda İletişim Yayınları’ndan çıkan Büyükler Ölünce Toprağa Gömülür eseriyle karşımıza çıkmıştı. Bugün Türkiye sinemanın ilk yılları hakkında bugün halen yeteri kadarı bilgiye sahip olmadığımız bir gerçek. Erdoğan bu sorunun ana nedenlerinin başında, Osmanlıca bilinmemesini ve arşivlere girilememesinden kaynaklı olduğunu söylüyor. Nezih Erdoğan'la Türkiye sinemasının ilk yıllarını konuştuk.
Prof. Nezih Erdoğan

- Birçok araştırmacı ve akademisyen, Türkiye sinema tarihini Fuat Uzkınay'ın 1914'te çekmiş olduğu 'Ayastefanos Abidesi'nin Yıkılışı' isimli filmini başlangıç saymakta. Fakat başka araştırmacılar da Türkiye sinema tarihini bu filmle başlatmanın yanlış olduğunun kanısında. Sizce Türkiye sinema tarihini bu filmle başlatmak doğru mu? Film üzerinden ortaya çıkan bu  karışıklığın sebebi nedir? 

Tarih deyince her şeyden önce kronoloji anlamamızdan kaynaklanıyor olabilir mi? Mitlerle iç içe geçmiş, yerleşik anlatılarımız var. Bu anlatılar bir ilk ile başlamak refleksiyle davranıyor. Biz de bu anlatıları içselleştiriyor ve tarih anlayışımızı bu kronolojik yaklaşımın belirlemesine izin veriyoruz. Üstelik ödevimizi de doğru dürüst yapmıyoruz. 'Ayastefanos Abidesi'nin Yıkılışı' ilk film veya değil, ancak sözünü ettiğiniz karışıklık hayli semptomatik, bizim akıl karışıklığımızı  ele vermesi bakımından çok anlamlı. Bir sinema yazarı bu filme ilişkin ipuçlarını Kasım ayına kadar gazetelerde tarıyor, hiçbir şey bulamayınca belki de film hiç çekilmedi diyor. Hâlbuki Aralık ayını da tarasa bir gazetenin bu filmin bir sinemada gösterileceğini duyurduğunu bulacak. Bundan bir kaç yıl önce bir sinema profesörü Berkeley Üniversitesi’nde gerçekleştirilen bir konferansta anıtın yıkılmasını gösteren üç fotoğrafın film karesi gibi peş peşe sıralandığı bir klibi gösterip, bu ilk Türk filmi diyebildi.

Sorulması gereken, 'Ayastefanos Abidesi'nin Yıkılışı' filminin çekilmesiyle beraber bir şeyler değişti mi? Bize bir şeyler oldu mu? Ne yazık ki tartışmaların bu sorular etrafında gelişmesi epey vakit aldı. Yine de, son yıllarda serinkanlı bir bakışın gelişmeye başladığını söyleyebilirim. Dilek Kaya’nın bu konuda yazdıklarını okumak gerekiyor. Ana rahmine dönmek ister gibi bir ilk aramak yerine kırılma ya da bağdaşma noktalarına, değişen bağlamlara ve süreçlere bakmak bana daha doğru görünüyor.

- Bilindiği üzere Fuat Uzkınay'dan önce Osmanlı'da sinema faaliyeti mevcut. Bu faaliyetler içinde en bilineni Manaki kardeşlerin 1911 yılında çekmiş oldukları 'V. Sultan Mehmet Reşat'ın Manastır ve Selanik Ziyareti' filmidir. Manaki kardeşler hakkında günümüze ulaşan bir bilgi var mı? Sizce Türkiye sinema tarihi yazılırken Manaki kardeşlerin hakkı yenmiş, ikinci plana atılmış mıdır?  

Belki de Manaki kardeşler ile ilgili yapılan araştırmalar yapanların, tezler yazanların hakkı yenmiştir. Saadet Özen’in tezinden haberiniz var mı? Yorgo ve Sula Bozis, Burçak Evren de Manaki Kardeşler’e hatırı sayılır bir yer veriyor çalışmalarında. İleride bu konuda daha fazla yayın yapılacağını düşünüyorum.

- Osmanlıdan günümüze sinemaya dair ulaşan belge ve görüntü sayısının azlığı dikkat çekmekte. Sizce bu durumu yaratan sebep nedir? Sizce günümüze neden bu kadar az film ulaşmıştır?

Çok temel sorunlarımız var. Osmanlıca bilmiyoruz, arşivlere giremiyoruz.  Türkiye’de arşivleri ellerinde tutan kurumların çalışma biçimlerine bakmak ve dedikodu yapmayı bırakıp, bunları kültür politikalarının çerçevesi içinde sorgulamaya başlamamızın zamanı geldi, geçiyor. Biz İstanbul Şehir Üniversitesi olarak geçen hafta (10 Ekim 2014) Osmanlı Dönemi’nde Sinema Manzaraları diye bir etkinlik gerçekleştirdik. Osmanlı dönemine dair bulabildiğimiz tüm filmler yurtdışındaki arşiv ve müzelerden geldi. Türkiye’deki kurumlarla işbirliği yapmak çok güç.
1928 yılında İstanbul'da film afişleri

- Osmanlı'daki ilk sinema hareketinden, Yeşilçam'a bakıldığında, sinemayla uğraşanların genellikle gayrimüslimler olduğu görülmekte. Türklerin o dönem sinemaya mesafeli yaklaşmalarının özel bir sebebi var mıydı? Sizce, Gayrimüslimler, Türkiye'de sinema gelişimine ne gibi katkılar sunmuşlardı?

Sinema’nın ilk gösterimlerinin başladığı dönemde İstanbul’un kozmopolit bir karakterinin olduğunu ileri süremiyoruz belki ama Osmanlı derken yalnızca Türk ve Müslümanların kastedilmediğini kavramamız gerekli. Hele İstanbul çok dilli, çok dinli ve çok etnisiteli bir şehirdi, hala öyle. Tarihçilerin sık sık dile getirdiği görüş, ticaretin gayrimüslimlerin elinde olduğu, ticareti biraz hakir gören “Türk”lerin kendilerini bürokrasinin çarkı içinde görmeyi tercih ettikleri şeklinde. Sinemanın da başlarda bir ticaret olarak daha çok gayrimüslimlerin ilgisini çekmiş olması makul görünüyor. Bununla birlikte elimizdeki veriler Türklerin sinemadan uzak durdukları gibi bir tezi desteklemiyor. Seyirci açısından baktığımızda sinema Şehzadebaşı’nda da Pera’da gördüğü ilgiyi belki daha fazlasını gördü. Sigorta yıllıklarını, gazete ve hatıratları incelediğimizde ise, Lokantacı Ali Efendi, Cemil Filmer, Halil Kamil, Kemal Film (Sedenler) gibi film ithalatının yanı sıra yapımcılıkla da uğraşan isimlerle karşılaşıyoruz. Bununla birlikte gayrimüslimlerin sayıca bir üstünlük sergiledikleri apaçık bir gerçek. Buna bir de ilk yıllarda öne çıkan gayrimüslim kadın oyuncuları ekleyebiliriz.

- Sinema araştırmacılarının ve akademisyenlerin Türkiye sineması üzerine yapmış oldukları araştırmaları ağırlıklı olarak Yeşilçam sineması üzerinden yaptıklarını görüyoruz. Sizce Osmanlı'daki sessiz sinema dönemine yönelik bir ilgisizlik söz konusu mu? 

İlgisizlik değil, ancak, eskilere gittikçe kaynaklar azalıyor. Biraz önce film arşivlerine erişmenin güçlüğüne değindim. Ayrıca araştırma yapabilmek için önce kaynaklara ulaşmak, sonra kaynakları ele geçirdiğimizde onları kullanabileceğimiz gereçleri edinmemiz, metodları geliştirmemiz gerekiyor. Bu yönde ümit verici girişimler var: Bilim ve Sanat Vakfı’nın İstanbul Şehir Üniversitesi ile işbirliği içinde yürüttüğü Türk Sineması Araştırmaları Projesi,  yine internet üzerinden erişebileceğiniz 'Sinema – Seyir Belge Arşivi'. Bunun yanı sıra İstanbul Şehir Üniversitesi Sinema ve Televizyon Bölümü öğretim üyeleri – aralarında ben de varım-  bir süredir “Sessiz Sinema” ve “Erken Sinema” dersleri yürütüyorlar. 10 Ekim’de İstanbul Modern’de gerçekleştirdiğimiz uluslararası “Osmanlı’dan Sinema Manzaraları” etkinliği de bu yönde ilgi gören bir girişim oldu. Önümüzdeki dönemler için tasarladığımız uluslararası sinema tarihi konferansının önemli bir odağı da Osmanlı Dönemi olacak. Son zamanlardaki yayınlara da bakacak olursak, demek ki, giderek artan bir ilgi olduğunu söylemek yanlış olmayacak.

- Bugün Türkiye sinemasının hala endüstrileşemediğini ve hala bir çok eksiğinin olduğunu görüyoruz. Türkiye'de sinemanın yavaş geliştiğini düşünüyor musunuz?

Katılıyorum. Belki sinemanın yavaş gelişmesi iyi bir şeydir. Ancak endüstrileşme meselesinin hala ciddiyetle ele alınmadığını görüyorum. Endüstrileşmenin sağlıklı bir fotoğrafının bile çekilebildiğinden emin değilim. Hollywood, ABD Başkanından Türkiye veya Avusturalya’nın Amerikan filmlerine kota koyma girişimlerini isteyecek ve bunu başaracak kadar güçlü bir endüstri. Yeşilçam zamanında en az Hollywood kadar film yapmakla birlikte hiçbir zaman bu güce kavuşamadı. Bunda bir çok kurumun hatası, ihmali var. Ben bir üniversite mensubu olarak kendi payıma bizim de elimizden geleni yapmadığımız kanısındayım. Üniversitelerde film yapımı kadar film işletmeciliği, sinema ekonomisi, pazarlaması vb gibi konuların artık müfredata girmesi gerektiğini düşünüyorum. Sinemanın bir sanat olması gerektiğine o kadar şartlanmışız ki, filmlerin aynı zamanda alınıp satılır metalar olduğunu göremiyoruz.

- Bildiğiniz üzere, Altın Portakal film festivalinde yaşanan sansür olayı festivale damgasını vurdu. Bu durum için ne demek isterseniz? Sizce festivaldeki bu sansür girişimi ileride daha vahim durumlara yol açabilir mi?

Ben entropiye inanıyorum. Her an her şey daha kötüye gidebilir, kötüye gitme istidadı vardır çünkü ve eğer gidebiliyorsa mutlaka gidecektir. Bize düşen direnmek.

Can Öktemer

5 Ekim 2014 Pazar

Servet İnandı: 'Flaneur nitelikli okurla buluşma arzusundan doğdu'


Butik bir çizgi roman dükkânı olarak kurulan Flanuer Comics,  2012'de yayınladığı Johnny Cash biyografisi I See a Darkness grafik romanıyla yayıncılığa  hızlı bir giriş yapmıştı. Yayın skalasında underground ve bağımsız olarak tanımlanabilecek türde grafik romanlar bulunuyor. Bununla beraber Flanuer Comics, yayınladığı grafik romanlara düzenlediği etkinliklerle de dikkat çekiyor. Flanuer Comics Genel Yayın Yönetmeni Servet İnandı ile yayınevini, son dönem grafik roman okurluğunu ve geçtiğimiz günlerde yayınladıkları Robert Crumb'ın  Fritz The Cat grafik romanı hakkında konuştuk.


- Öncellikle Flanuer Comics'in tarihçesinden başlayalım dilerseniz. Flanuer Comics ne zaman yayın hayatına başladı?  

Flaneur, Ağustos 2010’da, Kadıköy Caferağa’da butik bir çizgi romancı olarak açıldı. Rıza Kutlu ile birlikte kurduğumuz bu dükkân, yayıncılık fikrimizin altyapısını oluşturuyordu. Nihayetinde Kasım 2012’de yayınladığımız ilk grafik romanımız, Reinhart Kleist’in yazıp çizdiği Amerikan efsanesi Johnny Cash’in görkemli biyografisiydi. Ardından Jean Pierre Gibrat’tan Erteleyiş, Thomas Ott’un Kara Üçlemesi (Numaralar, Cinema Panopticum ve R.I.P.), Schultheiss’in çizdiği Bukowski hikâyeleri (Bütün Atlar Kaybetmeye Koşar), Bertocchini’nin yazıp Jeff’in çizdiği Jim Morrison gibi eserleri Türkiye okuru ile ilk kez buluşturduk. Kimi kitaplarımız sertifikalı, numaralandırılmış, sınırlı özel baskılardı. 

- Yakın zamanda Johnny Cash I See a Darkness, Jim Morrison Kaos'un Şairi, Charles Bukowski Bütün Atlar Kaybetmeye Koşar gibi grafik roman uyarlamaları yayınladınız. Yayınlayacağınız grafik romanları hangi kıstaslara göre beliyorsunuz? Yayınevinizi bu anlamda nasıl tanımlarsınız? Yayınladığınız grafik romanlara okuyucunun ilgisi nasıl?

Yayınlayacağımız çizgi romanları seçerken belirleyici kriterlerimiz elbette var. Flaneur piyasa taleplerini ciddiye almıyor, kendi çizgi roman algısını oluşturma gayretiyle, kendi sınırlarını çiziyor. Kendi anlatı üslubunu yaratmış, özgün, bağımsız, estetik tavrı olan, edebi derinliği de olan eserleri seçme gayretindeyiz. Flaneur kitaplığı bağımsız, avangard, underground grafik roman ağırlıklı eserlerden oluşuyor. Flaneur nitelikli okurla buluşma arzusundan doğdu, bunu da başardığımızı düşünüyorum.


- Yakın zamanda Robert Crumb'ın Fritz The Cat'ini ve Mr. Natural’ını yayınladınız. Robert Crumb'ın adını hiç duymamış olanlar için, bize biraz kendisinden bahsedebilir misiniz? Okuyucular nasıl bir çizgi romanla karşılaşacaklar?

Crumb, çizgi roman tarihinin mihenk taşlarından biri ve aynı zamanda Amerikan karşı kültür hareketinin sembollerinden. Ürettiği eserler ve sanatsal tavrı ile sadece Amerika’yı değil, ülkemiz de dâhil, birçok ülke çizgi romanını etkilemiş bir isim. Eserlerinde apaçık sergilediği cinsellik ve fanteziler dünyası ile insanların libidosuna değil, zihnine hitap etmeyi başarsa da iflah olmaz bir sapıktır.

- Geçtiğimiz günlerde Fritz The Cat'in yayınlanmasına müteakip bir de belgesel gösterimi gerçekleştirdiniz. Geçtiğimiz yıl da Jim Morrison Kaos'un Şairi için buna benzer bir lansman yapmıştınız. Yakın zamanda buna benzer etkinlikler görecek miyiz?

Flaneur çizgi roman yayınlamanın yanı sıra belli bir çizgi roman kültürünü yaymanın da gayretinde. İlk olarak “Cash / I See a Darkness (Her Yer Karanlık)” lansmanı, ardından yazarlar ve çizerlerin katılımıyla, Levent Cantek kolektifi Deli Gücük Zifirname gecesi, Jim Morrison’ın 70. yaş günü partisi ve kitap lansmanı, son olarak Fritz the Cat ve Mr. Natural’ın yayınlanmasına müteakip İstanbul’un iki yakasında Crumb söyleşisi ve belgeseli gösterimi etkinliklerini oluşturdu. Eylemlerimiz sürecek.
- Geçen yıl Flanuer Comics olarak çizgi roman atölyesi düzenlemiştiniz. Atölyeye ilgi nasıldı? Verimli bir çalışma dönemi oldu mu? Bu yıl da benzer bir atölye çalışması düzenleyecek misiniz?

Flaneur Atölye, kendi yazar-çizerini ve kendi eserlerini oluşturma arzusunda çizgi roman okulunu kurma fikriyle oluşmuş bir proje. Usta çizer Yıldırım Örer gözetimindeki Flaneur Atölye uzak hedefleri için henüz emekleme döneminde. İlgiden memnunuz ve projeyi sürdürme gayretindeyiz.

- Geçmiş yıllara nazaran çizgi roman okuyucu profilinde ne gibi değişiklikler oldu? Son zamanlarda okuyucuların en çok ilgi gösterdiği çizgi romanlar hangisi?   

Yayıncılık niceliği açısından Türkiye çizgi romanı altın çağında diyebiliriz. Birçok türde kitabın raflarda yer aldığını görüyoruz. Bu durum okuyucu profilinin çeşitliliğini de mutlaka artırıyor. Tirajları göz önünde bulundurursak en çok öne çıkan türler, mangalar ve Amerikan süper kahraman hikâyeleri denilebilir.

Can Öktemer