Öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Mayıs 2015 Pazartesi

Bir Vazonun Keder Dolu Hayatı


Banananutbread, Lavender in a Purple Vase, 2006

İnsanlar ölmeden önce, hayatlarının bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçtiğini söylerler. Size temin ederim ki biz vazolarda hayatlarımızın son anlarında aynı durumu yaşıyoruz. Nereden mi biliyorum? Ölüyorum da o yüzden. Yaşadığım evin, haylaz çocukları Samet ve Saffet’in anlamsız bir biçimde sokak yerine evde futbol oynama tercihleri ve evin büyük oğlu Samet’in ortasına Saffet’in kötü şutu yüzünden tuzla buz olmak üzereyim. Ben böyle kederli bir sonu kesinlikle hak etmedim inanın... Hayat hikayemi dinledikten sonra siz de bana hak vereceksiniz.
2005 yılının nisan ayında imal edildim. Fabrika işlemlerimi ve nerede imal edildiğimden bahsetmek istemiyorum; orada yaşadıklarım hepsi de acı ve keder dolu anlardı. Her neyse, bu işlemler sırasında, fabrika imal hatası sebebiyle beraber üretildiğim vazoların standart rengi olan mavi yerine mor olarak imal edildim. Bu yanlış belki de hayatımın geri kalanına yön verdi. İmal işlemlerinden sonra diğer vazo kardeşlerimle beraber kutulara konularak, satılmak üzere (ne kederli bir cümle) dükkanlara  doğru yollandık. Benim kaderime, son yılların gözde bir alışveriş merkezinin hediyelik eşya dükkanı düşmüştü. Bulunduğum dükkanda kendi türüm olan vazoların yanı sıra kül tablalarından, tepsilere varana kadar geniş yelpazede bir ürün çeşitliliği vardı.  Mağazada bulunmaya başladığım ilk günden itibaren mağazaya gelen müşterilerin hemen hemen hepsinin büyük ilgisiyle karşılaştım. Sakın bunu kendini beğenmişlik olarak algılamayın ne olur... (Rengimden midir, pürüzsüz dış yüzeyimden midir?) İnanın ölmek üzere olmama rağmen kadınların bana karşı olan ilgisini hala çözebilmiş değilim. Ama şunu artık kesin olarak biliyorum, güzellik kadar başa bela olan bir şey yok. Mağaza da bana karşı olan bu yoğun ilginin zamanla diğer vazolarda, hediyelik eşyalar üzerinde bir kıskançlık ve nefret duygusu yarattı. Hatta bir gün karşı rafta bana bakmakta olan ince uzun bir vazonun bana  "Sen geldiğinden beri kimse bize ilgi göstermiyor, ayağını denk al! Akıllı olmazsan seni bin parçaya bölerim seni!" dediğini hatırlıyorum. Bu tehdit karşısında günlerce kendime gelememiştim.  Bu yoğun tehdit altında yaşayışım, bir gün yine kadın hayranlarımdan birinin beni satın almasıyla son buldu. Şık giyimli, dalgalı saçlı ve inanılmaz güzel mavi gözlere sahip bir kadındı. Beni ilk görüşte beğenmişti, cümle kurmamıştı ama suratında oluşan tebessümün bende yaşattığı hissiyat bu yöndeydi. Hemen beni olduğum yerden kaldırdı kasaya götürdü. Satış fiyatım olan 35tl’yi ödedi. (Ne kadar can atıcı bir laf değil mi? Satış fiyatı) Daha sonra mağaza görevlileri beni kağıdımsı bir madde (maddenin ne olduğunu bilmiyorum) ile sarmaladılar ve güzel bir poşete koyarak yeni sahibime verdiler. Mağazadan çıkarken daha önce beni tehdit eden o ince uzun vazo  şöyle dedi: “Oh, kurtulduk senden. Kendini beğenmiş dallama. İnşallah yere düşüp parçalanırsın.” Şimdi yere düşmek üzereyken, o lanet olası vazonun bedduasının gerçekleşmesinin verdiği derin hüzne boğulmuyor değilim. 
Poşetin içinde olduğum için hiç bir şey göremiyordum, sadece etrafta ki seslerden nerede olabileceğimi tahmin etmeye çalışıyordum. Bir kapı kapanma ve açılma sesi duydum, büyük ihtimalle arabanın içindeydim, ama ön koltukta mıydım yoksa arka koltukta mı bilmiyordum. Konuşmalardan beni satın alan kadının isminin Sevim olduğunu öğrendim, konuşmalarda ismi geçmeyen erkek sesi sert biçimde "Sevim, bir vazoya bu kadar para verilir mi? Allah aşkına ne özelliği var ki bunun? Standart vazo işte!" demişti. Sevim hanımın cevabı ise takdire şayandı: "Ama, bu çok güzel, acayip bir albenisi ve çekiciliği var. Yeni aldığımız masanın üzerine çok yakışacak." Gördüğünüz gibi yine istenmeyen adam olmuştum. Bütün hayatım bu şekilde geçti. Nefret ve sevgi bir arada... 
Eve geldiğimizde uzun süre ikametgah edeceğim masanın üzerine konuldum. Evin, inanılmaz güzellikteydi. (Masanın bulunduğu konum, aydınlık bir pencereye bakıyordu. Bulunduğum yerin tek kötü tarafı, masanın sokak kapısının hemen yanında olmasıydı. Özellikle, kış aylarında soğuk havayı yoğun şekilde hissediyordum.) Ertesi güne içime düşen toprak parçacıklarıyla uyandım. Sevim hanım, benim bu halimi sade görmüş olacak ki içime çiçek ekmeye karar vermiş. Rengimle uyumlu olsun diye menekşe ekmeyi uygun görmüştü.  Ekim işlemi benim için pek keyifli geçmedi. Topraklar oramı buramı gıdıklıyordu. Sadece bu da değil, menekşenin sert kökleri de her tarafımı acıtıyordu. Ama zamanla bu acıya da alışır oldum. Günler böyle geçip gitmeye başladı, oldukça huzurluydum karşımda aydınlık bir pencere, üstünde oturduğum konforlu bir masa bir vazo hayattan başka ne bekler ki? Sevim hanım, çocukların okulda, eşinin işte olduğu bir gün evde hummalı bir çalışmaya başladı. Uzun saatler mutfaktan çıkmadı, evin her yerini  tek tek temizledi. En son işlem olarak da, beni olduğum yerden kaldırdı ve salonda ki özenle hazırlanmış yemek masasının üzerine bıraktı. Büyük hayal kırıklığına uğramıştım tabi eski yerim çok güzeldi. Burası da nereden çıkmıştı şimdi? Yemek masasının üzeri envai çeşit yiyecek ile doluydu. Börekler, kısırlar, pastalar... Açıkçası ilk önce bu ziyafetin benim için düzenlediğini düşünmüştüm. Sevim hanım evine yeni aldığı çekici, karizmatik vazosu için şölen veriyor. Neden olmasın? Ama durum benim düşündüğüm gibi olmadığı bir kaç saat sonra ortaya çıktı. Evin kapısı, seri şekilde çalmaya başladı ve içeriye bir sürü kadın girmeye başladı. Evin içinde ki derin sessizlik yerine büyük bir gürültüye bıraktı. Daha sonra sofraya oturuldu, Sevim hanımın arkadaşları tek tek beni ellemeye (hoşlanmadım değil) benden söz etmeye başladılar: "Ne kadar güzel bir vazoymuş," "Çok şirin, nereden aldın Sevim?"... Bu, iltifatlar karşısında ne kadar mutlu olduğumu söylemeliyim. Aynı şeyin içimde yer alan menekşe için geçerli olduğunu sanmıyorum, ona yapılan hoş iltifatlar neredeyse sıfırdı.  Her güzel şeyin bir gün biteceğini ben de biliyordum. Ama bu şekilde parçalanarak değil.. 
Evin yaramaz çocukları Samet ve Saffet, okulların tatil olduğu bir zamanda evde serseri mayın gibi dolaşıyorlardı, hangi yaramazlığı yapacaklarını kestiremiyordun bile. Şimdiye kadar beni keşfedememiş bu iki canavar sonunda beni fark etmişlerdi sonunda. Samet "Abi, bu nasıl vazo  çok çirkin." dedi bütün canavarlığıyla. Saffet ise onu tamamlayarak, "Evet lan,  dur şunu bir güzelleştirelim." dedi. Saffet içerden gazlı kalem getirdi. Benden soğuk terler boşalıyordu, (Neredesin Sevim hanım!) Saffet kötü adam kahkahaları atarak benim eşsiz, dış yüzeyime bıyık, kaş çizdiler. İnanabiliyor musunuz? Benim gibi bir vazonun doğal güzelliğini lanet olası bir gazlı kalemle çizdiler. Son anlarımı yaşadığım şu anlarda bile o, an bana tarif edilmez acılar veriyor.  Saffet ve Samet işkencelerini bitirip sonra da benim fotoğrafımı çekip, kahkahalar atarak sokağa çıktılar. Bu andan sonra hayat benim için bitmişti. Sevim hanım beni bu halde görmemeliydi. Derken Sevim hanım eve geldi  beni bu halde görünce kahkahalar atarak gülmeye başladı. Dünyanın en karizmatik vazosundan en komik vazosuna dönmüştüm. Sevim hanım, kahkahalarına son verince oğullarına bağırmaya başladı hemen kolonyalı mendil ile kaş-bıyığı silmeye çalıştı. Ama bütün sonuçlar nafile idi, silinmiyordu işte kaş, bıyık. Çaresiz bir şekilde beni olduğum yerden kaldırıp beni karanlık bir dolaba koydu. Gerekçesi bu görüntümle vazoluk görevimi yerine getireyemeceğimdi. O, küçük karanlık ve pis kokulu dolapta çok uzun süre mahsur kaldım. Artık sonumun gelmesini bekliyordum, ya apartmanın kapıcısına verilecektim ya da çürüyeğene kadar burada kalacaktım. Bütün umutlarımı yitirdiğim bir dönemde, dolabın kapısı açıldı ve benim iyilik meleğim Sevim hanım beni oradan çıkardı. Yanında bir arkadaşı vardı, Sevim hanım arkadaşına dönerek "Vazo boyama kursuna iyi ki gitmişsiz be, benim çocuklar bunu boyayınca çok üzülmüştüm. Çok seviyordum bu vazoyu." Sözleri beni çok mutlu etmişti, kısa hayatım boyunca beni karanlık anlardan kurtaran hep Sevim olmuştu, ona çok minnettarım. Sevim hanım arkadaşı heyecanla "Bence, rengarenk boyayalım, bak o zaman gören sen bu vazoyu. Harika olacak." dedi. Rengarenk boyanma fikri önceleri bana pek hoş gelmemişti, ne de olsa harika bir renge sahiptim ve en çekici yanım da buydu. İki saat süren yoğun boyama işlemi sona ermişti ve yep yeni bir hale bürünmüştüm. Beni ben yapan orijinal rengim gitmişti, ama yüzeyimde şeritler halinde akan bir sürü renge sahip olmuştum. Bu halimi de çok sevmiştim. Tek sorunum üzerimde ki keskin boya kokusuydu. Ona da bir şekilde alıştım. İnsanların ilgi odağı olmayı sürdürmeye kaldığım yerden devam ediyordum.
Fakat bu mutluluğum da çok uzun sürmedi, benimle ne alıp veremediklerini bir türlü anlayamadığım bu Vandal kardeşler, futbol oynamak için futbolun doğasına aykırı biçimde, çim saha yerine İran halısını seçmişlerdi ve ikisi de futbol oynamak için yaratılmamışlardı. İşte bu karardan yaklaşık beş dakika önce Saffet kenardan kestiği ortaya gelişi güzel bir vuruş yapan Samet’in şutu bana çarptı ve ben dengemi yitirip masadan aşağıya düşmeye başladım. Birazdan sert parkeye çarpmak üzereyim. İnanın ilgi çekmek için hiç bir çaba harcamadım. Doğal bir çekiciliğim vardı. Çok güzel günler geçirdim ama en çok kederli günlerim oldu. Birazdan bin bir parçaya bölüneceğim ve sonum adi bir çöp torbasında bitecek. Ne yapalım kader utansın..  
Can Öktemer

"Urras": Bir Hafta Sonu Macerası




İsmim Abdülkadir Önder. Yeşilçam'da uzun yıllar hem senarist olarak hem de yönetmen olarak birçok filmle yer aldım. Benim hatırlamadığım ama görüntü yönetmeni dostum Suavi'nin iddiasına göre, 126’ya yakın filmim var. En çok fantastik türünde filmler yaptım, geri kalanlar yapımcıların isteği doğrultusunda yapmış olduğum melodram türünde filmler oldu. Hepsine olmasa bile fantastik-bilim kurgu türünde yaptığım filmlerime ayrı hayranlık ve gururla bakıyorum. 100’e yakın belki de daha fazla filmde oynamış olmasına rağmen, sokakta yürürken ismini değil de simasını hatırlayan bir sürü hayranı olan, ‘”Bak şu şey değil miydi? Filmlerde oynayan adı neydi, yaa?” ve “Aa! Ben de hatırlar gibi oldum. Aa! Şu çantayı gördün mü? Harika!!” gibi diyaloglara maruz kalan kadim dostum, her rolün adamı Ercüneyt, "Abdülkadir Önder Sinemasının En Sevdiğim Beş Filmi" adlı ve hiçbir yerde yayınlanmayan yazısında şu filmleri sıralamış (bendeniz mütevaziliği sevdiğimden dolayı bu tip etiketlerle ilgilenmiyorum):
1. Uçan Adam Tarantula Adam’a Karşı:  Kısmetsiz bir şekilde tarantula tarafından ısırılan ve bunun hırsını tüm dünyadan çıkarmaya yeminli bir gençle, onu durdurmaya çalışan süper kahramanımız Uçan Adam'ın nefes kesen mücadelesini anlatmıştım bu filmde. Bugüne kadar en az anlaşılan filmim olmuştur nedense. 
2. Örümcek Adam: Gönlüme Ağ Yaptım: Hem duygusal hem fantastik türünde olan bu film dünya sinemasında tektir
3. Yarasa Adam’ın İntikam Denemesi: Toplumsal refahın tavan yaptığı ve suç oranının sıfıra indiği bir ülkede Yarasa Adam’ın yakalayacak kötü adam olmaması sebebiyle, kendi halinde intikam denemelerini anlatıyor. Hem toplumsal gerçekçilik, hem de aksiyonun tavan yaptığı bu filmi aslında ben birinci sıraya koyardım ya, neyse. Bu filminin özellikle Dark Knight filmine referans olduğunu düşünüyorum.
4. 2145 Uzayda Aşk Macerası: Tamamıyla benim bodrum katında mini bir uzay ortamı yaparak oluşturduğum film, Kubrick’in Space Odysee’si ile bir sene arayla ortaya çıktı. Önce Kubrick’in, sonra benim filmim girmişti vizyona. Galaksiler arası canlı ve bitki araştıran Türk Astronot Aydemir’in uzaylı Zekoyo ile yaşadığı aşkı anlatıyor. Hangi filmin daha iyi olduğunu ben değil, seyirci karar versin bence.
5. Teksaslı Davut’un Dönüşü: Ürgüp Göreme’de çekmiş olduğum bu western’de kahramanlık ve ahlak gibi kavramları işlemiştim.
Bu beş filmin ikisinde Ercüneyt oynadı (Yarasa Adam’ın İntikam Denemesi ve Teksaslı Davut’un Dönüşü). Çok da iyi oynamıştı. Neyse, geçen cumartesi sevgili karımın yaptığı harika mercimek çorbasını yudumlarken, telefonum ısrarla ve kesinlikle bu telefonu açmalısın şeklinde çalınca dayanamadım, güzel mercimek çorbamı yarıda bırakarak telefonu açtım. Arayan Ercüneyt’ti. Telefonu sakince açtım, Ercüneyt heyecanla karşılık verdi: “Abdülkadir ağabey, yeni bilimkurgu filmi gelmiş sinemalara, üç boyutluymuş, gözlükle izleniyormuş. Senin, 2145 Uzayda Aşk Macerası filmine benziyor, hadi gidelim! Suavi ağabey ile İzzet ağabeyi' de aradım. Onlar da geliyorlar, hadi çık sen de! Metropolis Alışveriş Merkezi’nde buluşalım.” Ercüneyt’in bu kadar uzun cümle kuracağı aklıma hiç gelmezdi. Ezberi kötüdür, film çekimlerinde bile ona kısa cümleler kurdururdum. Sakinliğimi bozmadan Ercüneyt’e, “Ercü ben gelmeyeyim, siz gidin. Üç boyutlu film mi olur, hem?” dedim. Daha sonra Ercü’nün aşırı baskılarına dayanamayarak, biraz da Ercü'nün bahsettiği filmi görme merakı sebebiyle Metropolis Alışveriş Merkezi’ne gittim.
Orada bizim üçlüyle buluştum, onları görmeyeli uzun zaman olmuştu. İlk olarak görüntü yönetmeni arkadaşım hasretle Suavi'yle sarıldık birbirimize. Dile kolay yıllarca beraber ne anılarımız vardı kendisiyle.  (Burada şu önemli hususu belirtmeden edemeyeceğim; kendisi kel ve sakalsız olduğundan ünlü ses sanatçısı Suavi ile uzaktan yakından alakası yoktur.) Daha sonra İzzet'le sarıldık, öpüştük. İzzet'le de tanışıklığımız da  eskiye dayanır, o filmlerimde hem yapımcılık hem de senaristlik yapmıştı zamanında. Çok özlemişim eski dostlarımı, organizasyonu yapan Ercü'ye dönerek "Aferin lan Ercü, iyi akıl ettin bu film işini, yoksa görüşemeyecektik" dedim.  Ercü, heyecanla bizden bilet almak için gişeye doğru koşar adım gitti ve E sırası 6, 7, 8, 9 numaralı koltuklardan yerlerimizi aldı. Filmin başlama saati 17.00’ydi ve saatlerimiz daha 16.00’ı gösteriyordu. Dördümüz, bu uzun vakti geçirmek için bir masaya oturduk. Aramızdaki en heyecanlı olan Ercü yine koşarak, dört tane çay aldı. Film öncesi, izleyeceğimiz Urras filmi hakkında konuşmaya başladık. Ercü çayından bir yudum alıp filmi anlatmaya başladı. Garip isimli gezegenler, acayip renkte uzaylılar falan filan, bir sürü anlamsız kelimeler zırvalıyordu. Ben Ercü'nün lafını kesip sinirli bir şekilde “Ben bunları yıllar önce 2145 filminde yapmıştım zaten. Bu filmin tek artısının bilet alırken yanında bir de gözlük verilmesi” dedim.
Çaylarımızı bitirdik ve salondaki yerlerimize geçtik. Etrafımızdaki herkes öyle heyecanlıydı ki, tarif edemezdim. 3 boyutlu gözlükleri nasıl kullanacaklarını bilmeyenler, gözlükleri takıp onunla fotoğraf çektirenler, kova kova patlamış mısır ve litrelik kola alıp film izlemeye gelenler derken, yanımda bir horultu duydum. Görüntü Yönetmeni Suavi uyumaya başlamıştı, şaşırmıştım. Daha ışıklar sönmeden uyuyan ilk insan olsa gerek. Ercü, Suavi’nin bu tutumuna çok sinirlenmişti. Bu hareketinin sanata yapılmış bir hakaret olduğunu söyledi ve sinirli bir şekilde Suavi’yi dürttü. Ama hareket yoktu, uyumaya devam ediyordu gayet umursamaz bir şekilde. Ercü bağıracak oldu ama uyardım onu, “Bırak uyusun” dedim, Suavi'yi bilmiyor musun uykuyu çok sever dedim niye öyle bir şey dediğimi bilmeden. Yapımcı İzzet dikkatini toplamış, yakın gözlüğünü takmış, cep telefonunu kapatmaya çalışıyordu. Işıklar söndü, bir an afalladım, gözlüğü şimdi mi takmalıydım, yoksa reklamlardan sonra mı? Gereksiz bir heyecan oldu. Ercü yılların 3d gözlük kullanıcısı gibi taktı gözlükleri. Perdeye yansıyan flu görüntüleri heyecanlı bir şekilde izliyordu. (Ekranda beliren bisküvi reklamını son derece gevşek bir gülüşle izliyordu.) Bir anlık tereddütten sonra ben de “Aman, takayım ben de gözlüğü”  dedim ve taktım. O da ne? Salak bisküvi reklamı üç boyutlu olmuştu. “Aman Tanrım, ne kadar güzel” diye geçirdim içimden. İzzet’te herhangi bir hareket yoktu son derece ciddi bir şekilde perdeye bakıyordu (düşünen adamlığa devam). Yoksa yeni bir film projesi mi düşünüyor, kim bilir? Suavi ise filmi rüyalar âleminde izliyor, en güzel filmi o seyrediyor şüphesiz...
Tam üç saat boyunca, oradan oraya, atla, zıpla, patla. Harika renkler, resmen hayran kaldım filme. Hem de çevreci mesajı da var derken, film bitti. Kafamda projeler akıyordu, 2145’i 3d çekebilirdim ya da yepyeni bir senaryo ile üç boyutlu film işine girebilirdim. Işıklar yandı, gözlüğü çıkardım ve İzzet’e döndüm. Film başladığından beri, aynı şekilde duruyordu. Merakla İzzet’i dürttüm: “Kalksana oğlum! Harika projeler geldi aklıma. Bir yere oturalım da konuşalım.” İzzet gözlüğü çıkardı: ”Nasıldı film?” dedi. “Kafamı buluyorsun lan düdük?” diye çıkıştım. İzzet mahcup mahcup: “Affedersin 3d gözlüğü, uzak gözlüğün üstüne koymaya çalıştım olmadı. Gözlüğü çıkardım, öyle izleyeyim dedim. Bulanık bulanık izledim, hiçbir şey anlamadım. İyi mi?” Hep beraber kahkahalar atarak güldük. Bu sırada, Suavi gerile gerile kalktı ve “İyi uyumuşum” dedi. Cevap vermeye tenezzül etmedik.
Kalktık yerimizden, ben heyecanla yeni projelerden bahsediyorum, anlatıyorum derken önce Ercü saatine baktı: “Benim gitmem lazım. Akşama maç var. Sonra konuşuruz bunları.” Sonra İzzet: “Benim de karımın akrabaları gelecek. Malum alışveriş falan yapmak lazım…” Ve en son Suavi esneyerek: “Benim de acayip uykum geldi. Eve gidip uyuyayım.” Bir şey diyemedim, sadece “Türk sineması gelişemiyorsa, işte bu zihniyettendir!” diye bir fırça kaydım. Mercimek çorbası, sinir bozucu akrabalar, Süper Lig, tembellik… Öpüştük, vedalaştık. Herkes ayrı bir toplu taşıma aracına bindi. Otobüs, dolmuş, metro… Kafamda hâlâ “2145, üç boyutlu ne güzel olurdu!” cümlesi...
--- SON ---
Can Öktemer

14 Mart 2015 Cumartesi

Rüzgarı Beklerken



Fotoğraf: Cahilus

Bazen böyle oluyor Yakup abi. Mesela ocaktaki süt taşmasın diye mutfakta dolanırken hayatın anlamına çok yaklaştığımı hissediyorum. Tam o anda taşan sütün tiz sesiyle irkilip ocağı kapıyorum. Anlam falan kalmıyor Yakup abi, geriye kalan tek şey ocağın üzerinde kahverengiye dönen süt lekeleri oluyor. Öylece bırakıyorum ocağı. Bir sigara yakıp balkona çıkıyorum. Güneş değil de namı dolanıyor sokaklarda. Rüzgar suratıma öyle bir vuruyor ki, içime çektiğim sigaranın ucundaki kor bile üşüyor. Kendi kendime; bu sondu lan diyorum. Artık pazarları kornasıyla ortalığı inleten sütçüden süt almayacak, mayalansın diye sütü içine koyduğum kabı sofra beziyle sarmayacağım. Çilekleri akşamdan şekere bırakıp sabah erimiş bulmayacağım, ikide bir aynanın karşısına geçip halime üzülmeyeceğim.
Evet Yakup abi, balkonda soğuk Kasım rüzgârıyla çarpışırken böyle diyorum kendime. Sonra sigaram bitmemişse eğer devam ediyorum; Fener maçlarında tırnaklarımı yemeyecek, durup dururken Kara Kitap’ı açmayacağım. Çaresiz hissettiğim zamanlar büyük yazarların kitaplarının önünde sabahlamayacak, onlardan yardım dilenmeyeceğim. Bundan böyle kendi göbeğimi kendim keseceğim. Sigaramın külü balkonun fayansına düşünce tüm bunlardan vazgeçiyorum Yakup abi. Rüzgâr külü balkonun zeminine dağıttıkça daha çok vazgeçiyorum. Caddelerden arabalar geçtikçe, duraklar dolup boşaldıkça, güneş pencereden pencereye tutuştukça, yeterince sarardığında kani olan bir yaprak kendini boşluğa bıraktıkça vazgeçiyorum. Yeterince sarardığıma ikna olamıyorum Yakup abi. Öylece rüzgârı bekliyorum. O karar versin istiyorum yeterince sararıp sararmadığıma. Bazen düşecek gibi oluyorum Yakup abi. Milyonlarca karınca ayakuçlarımdan alnıma koşmaya başlıyor o zaman. Diyorum ki bu sefer olacak.
Dedim ya Yakup abi. Bazen çok yaklaşıyorum. Ocağın yüzeyine cif döküp süngerle var gücümle silmeye başlıyorum. İşte o zaman biraz önce uzansam dokunacağım dediğimden hızla uzaklaşmaya başlıyorum. Ardıma bakıyorum uzaklaşırken. Hep ardıma bakıyorum Yakup abi. Ben çocukluğumun yitmesini hiç hazmedemiyorum. İyiyi ve kötüyü içim götürmüyor. Bu kadar iç içe olmalarına dayanamıyorum. Bir de kelimeler var tabi. Sessizliği bozduğunu sanan zavallı kelimeler. Sessizlik hiç bozulmuyor Yakup abi. Derin bir sessizliğin ortasında dillerimizi yay olarak kullanıp kelimeler fırlatıyoruz birbirimize. O keskin kelimeler çocukluğun büyülü zırhı kalktıktan sonra çok ölümcül oluyorlar. Kan revan içinde kalıyoruz Yakup abi. Kaçamıyorum artık kelimelerden. Vücuduma saplanmış binlerce sözcükten kanıma akan zehir her geçen saniye felç ediyor beni.  Ölüyorum Yakup abi.
Bazen Yakup abi. Yoğurt kabının kapağını açıp kaşıkla bir parça yoğurt alıyorum. Kaptaki beyazlıkta kusursuz bir eksiklik peyda oluyor. Zamanla su doluyor o çukura. Yalnızlığım diyorum Yakup abi. Su alıyor. O da olmadı ocakta kaynayan çilek reçelinin kokusunda perdeyi aralıyorum. Sokak lambalarının eğik başlarındaki geceyi kabullenişi görüyorum. Geceyi kabulleniyorum.
Bazen Yakup abi, bazen yokluğundan şüphe ediyorum.

Serhat Köroğlu