14 Eylül 2013 Cumartesi

Ecdadından bihaber dizi: Fatih




Filmleri kaç kişinin izlediğinin sayılamadığı Yeşilçam dönemlerine haksızlık etmemek için tüm zamanların diyemesek de, bilinen “en çok izlenen filmler”in ilk sırasında “Fetih 1453” var artık. 2012 Nisan ayı itibariyle 6 milyondan fazla kişinin bu filmi izlediği söyleniyor. Yapımcı Fatih Aksoy, bu sezon filmi dizi olarak televizyona taşımaya karar verdi ve “Fatih” ismiyle dizinin çekimlerine başlandı. Filmin gişe başarısının yanı sıra, konunun popülerliği ve tarihi dizilerin, özellikle “Muhteşem Yüzyıl”ın izlenme oranları da elbette ki bu kararda pay sahibi. 

Yaklaşık üç hafta önce dizinin ilk fragmanı dönmeye başladı ekranlarda, bu hafta da ikincisi... Fragmanlardaki garipliklerden önce cast seçimine değinelim. Filmde Fatih’i canlandıran Devrim Evin’in de, dizideki Mehmet Akif Alakurt’un da maşallah boyları posları gayet yerinde. Hâlbuki Fatih’in yaklaşık 1,65 boyunda ve çelimsiz olduğu rivayet edilir. Böylesi bir “büyütme” ve mitleştirme anlayışı, Türkiye’de bir alışkanlık... Hatırlarsanız Mustafa Kemal’in boyu da epey bir tartışma konusu olmuştu. Nedense “büyük Türk”ler cismen küçük olamıyorlar. 

Gelelim fragmanlara... İlk fragmanda, Fatih atının sırtında tahminen İstanbul’a giriyor ve ekrana bir anda koca puntolarla “Büyük Türk” ibaresi yansıyor. İlk olarak İttihatçılarla başlayan Fatih’i milliyetçi tarih yazımının en büyük muzafferi olarak konumlandırmanın bariz bir dışavurumu akıyor ekranlardan. Avrupa’da zikredildiği söylenegelen bu hitap şekli gururla kullanılırken, Fatih’in kendi kullandığı Kayser-i Rum (Roma İmparatoru) unvanının hep arkada bırakılması da açık bir zihniyet tercihi. Aynı fetihten sonraki üç günlük yağmanın “büyük anlatı”da hiç yer almaması gibi…

İkinci fragman ise bir fecaat... Uzak çekime yansıyan Tarihi Yarımada’ya giderek yaklaşıyoruz. Bir bakıyoruz ki, bugünkü Sultanahmet Meydanı’nda koca bir hipodrom... Hâlbuki 300’lerde kurulan bu devasa yapı, 1200’lerde Haçlı Seferleri sırasında Latinlerin Konstantinopolis’i istilası sonucu kaderine terk edilmişti diye yazıyor tarih kitapları. Yani 1453’te İstanbul’da bu yapıdan eser yok.


Gariplikler bununla da kalmıyor. Ayasofya’da Fatih’le birlikte cemaatin kıldığı namaza odaklanırken, Ayasofya’yı bugünkü haliyle, yani dört minareli olarak görüyoruz. Fakat biliyoruz ki Fatih, Ayasofya’yı camiye çevirdikten sonra sadece tuğladan minareyi ekletmiştir. Hatta Fatih’in bu minareyi aceleyle ahşaptan yaptırdığı, oğlu II. Beyazıt’ın bu minare yerine tuğlalı minareyi ve de ikinci minareyi yaptırdığı söylenir. Birbirinin aynısı olan diğer iki minare ise II. Selim, Mimar Sinan’a Ayasofya’nın bakım çalışmalarını yaptırırken, inşa edilmiştir. Zira Ayasofya’nın dört minaresi farklı zamanlarda yapıldığı için birbirinden farklıdır. Aynı fragmanda, imamdan yani padişahtan önce davranarak cemaatin secdeye yatması ise başka bir ‘gariplik’ olarak duruyor önümüzde.

O zaman, dizinin yapım ekibine sormak gerekir: Milliyetçi hamasete kolayca konu ettiğiniz “ecdadınız”ın tarihinden bu kadar mı bihabersiniz? O kadar para verip böyle bir tarihi dizi çekerken, bu tür çok bariz hataları engelleyebilecek bir tarih danışmanı bulamadınız mı? Yoksa tanıtıma koyduğunuz “Büyük Türk” paranteziyle birlikte alt metinde “buralar hep bizimdi” mesajı mı vermek istiyorsunuz?

* Bu yazı, 15-22 Eylül 2013 tarihli Agos Derkenar sayfasında yayınlanmıştır. 
Sevag Beşiktaşlıyan

9 Ağustos 2013 Cuma

Tufan’dan öncesi



Türkiye tarihinin “ötekiler”i tartışmasına bir katkı kabilinde Tanıl Bora, Cumhuriyetin “kurucu öteki” olarak kendi “tarih”ini gördüğünü söyler. Bu tarihe büyük anlamda rengini vermiş olan İslam’ın bu ötekileştirmeden nasibini çokça aldığı artık büyük ölçüde kabul ediliyor. Fakat İslam’la özdeşleştirildiği için Arapların bu aşağılayıcı ve dışlayıcı tavra maruz kalmaları halen gölgede kalan bir vakıa. Bu mevzuda İlhan Arsel’in Arap Milliyetçiliği ve Türkler gibi bir magnum opus’u olmasına rağmen bu çerçevedeki Kemalist oryantalizm hâlâ tartışmaya açılmış değil.  
Çok yaşanan bu durumun son örneğini geçtiğimiz hafta Mısır’da yaşanan gelişmeler üzerine Tufan Türenç, “arab'ın demokrasisi bu kadar olur” tvitiyle verdi. Sosyal medyada yoğun tepki görmesine rağmen geri adım atmayan Türenç’in Hürriyet gazetesindeki köşe yazılarından, bu zihniyeti üreten Kemalizm’in önde koşan bayraktarlarından olduğu malum. Bu sebeple, esas tartışılması gereken nokta, “Tufan’dan öncesi”. Yani Türkiye’de resmi tarihin yalanlarının ve bu zihniyetin arazlarının özellikle Kürt ve azınlık meselelerinde ortaya çıkarılmasına büyük katkı sunan sol ve liberal entelektüellerin, Araplar söz konusu olduğunda susmalarının çok da tesadüf olmamasından bahsediyorum.
Bu cenahta Arapça veya Farsça bilen ve bu coğrafyayla ilgilenen, diktatörlüklere karşı isyanlar başladıktan sonra bile çok az sayıda isim var. Türkiye’de en bilineni Necip Mahfuz olan Arapça edebiyatın en seçkin ürünleri bile Türkçeye halen Avrupa dillerinden çevriliyor. Hatta hâlâ Avrupa’nın benmerkezci haritacılık anlayışının sonucu olan “Orta Doğu” ismi bile tartışmaya açılmış değil. Türkiye siyasi tarihine denk gelecek biçimde Türkçenin Türkler dışında kalan tüm etnik gruplarla ilgili nefret söyleminin Araplarla ilgili “güzide” örneklerinden birisi olan “mal bulmuş Mağribi gibi” deyiminin kullanımında, bahsettiğim entelektüeller hiçbir beis görmüyorlar. Örneğin Murat Belge, Bülent Somay ve Halil Berktay gibi akademisyenler, bu deyimi çeşitli zamanlarda defalarca köşe yazılarında kullanabildiler. Pek tepki görmediklerine de neredeyse eminim.
Evet, sürekli olarak Arap kadınları belki de bir fantezi unsuru olarak tamamen örtülü ve cahil; erkekleri ise çapkın, kurnaz, “sahte Müslüman”, çok eşli ve “entari” giyen insanlar olarak karikatürize edilmesine çok gülünüyor. En çok okunan karikatür dergilerinden Penguen, Arapların aşağılanmasına parmak basan Başbakan’ı şu ırkçı kapakla resmedebiliyor halen. Fakat kimse kusura bakmasın, zaten iyice göze batan bu durumu pek de ses yükseltmeden eleştirmek çok kolaycı bir tavır. Hele ki, Kemalizm’le bağını çoktan koparmış olduğunu varsaydığımız yakın cenahımızın bile tipik “beyaz Oryantalist” tavrı bu kadar yaygınken…
* Bu yazı, 12-19 Temmuz 2013 tarihli Agos Derkenar sayfasında yayınlanmıştır.
Sevag Beşiktaşlıyan

14 Temmuz 2013 Pazar

Heba, Rüyanın Delindiği Yerden



Ankara’da, daha çok popüler kitaplar ile süreli yayınların satıldığı bir kitapçıda yığılı Heba’ları gördüğümde önce şaşırdım, sonra da bu duruma oldukça sevindim. Gerçek edebiyatın okunmaya başlanması, talep görmesindendi sevincim. Hasan Ali Toptaş’ın bu coğrafyada çok satmaya başladığını görmek, ister istemez edebiyatseverleri şaşırtır. Kitapları böyle çok sayıda görünce hemen çalışanlardan birine yaklaşıp, Heba’ya ilginin nasıl olduğunu sordum. “Oldukça iyi,” dedi, “Çıktığında on tane getirtmiştik ama birkaç gün içinde bitince elli tane daha getirttik.” Genç, yüzümde beliren memnuniyet ifadesini görünce sohbeti uzattı. “Bir arkadaşım, onun bütün kitaplarını okudu. Çok değişik bir yazar, diyor, onun için. Ben de Heba’yı yeni okumaya başladım, evet oldukça farklı.  Duyduğuma göre Denizli’de yaşıyormuş.” Gülümsedim, “Hayır,” dedim, “Eryaman’da yaşıyor.”


Bana kalırsa, bu kısa diyalog, Hasan Ali Toptaş’ın otuz yıldan biraz daha fazla olan yazarlık hayatının özetidir. Birincisi, ondan coşkuyla söz eden genç, onun daha bir kitabını dahi okumamıştır, şu an sadece buna meylettiğini, belki birkaç sayfa okuduğunu söylemiştir sadece: Hasan Ali Toptaş’ın genel okur profilinin oluşum evresidir bu. HAT’tan etkilenmek, onun okuru olmak için onu okumaya başlamış olmak yeterlidir. İkincisi, genç, Hasan Ali Toptaş hakkındaki ilk bilgilerini bir arkadaşından almıştır: Bir ilan, bir eleştirmen veya başka bir otorite aracılığıyla onun kitaplarına ulaşmamıştır. Böyle olduğu için en etkili tanıtım aracı olan ‘okur tavsiyesi’ yoluyla HAT’ın yeni okurlarına eklenmiştir. İlk kitaplarını kendi imkânlarıyla bastıran, aldığı ödüllere rağmen Bin Hüzünlü Haz gibi muhteşem bir kitabı bastırmak için yayınevi yayınevi dolaşmış bir yazardan söz ettiğimizi göz önünde bulundurduğumuzda bugünkü okur sayısının ulaştığı noktayı oldukça önemsememiz gerektiğini düşünüyorum. Üçüncüsü, genç, Hasan Ali Toptaş’ın Denizli’de yaşadığını söyleyerek onu merkeze koymamıştır: Bunun nedeni onun merkeze yakıştırılmaması değil, merkezin ona yakıştırılmamasıdır. Hasan Ali Toptaş, büyük ve küçük bütün merkezlerin dışında yaşamaya devam ediyor ama unutulmamalı ki kitaplarının merkez yayınevleri tarafından kabul görmesi bile çok uzun yıllar almıştır. Buna en güzel örneklerden biri, Kültür Bakanlığı Roman Yarışmasında mansiyon alan Sonsuzluğa Nokta romanının basımında yaşadıklarıdır. Fethi Naci’nin Aydınlık’taki köşesinde iki yayıncı arkadaşına Hasan Ali Toptaş’ın romanıyla ilgilenmelerini önerir. Bu iki yayınevinden Ankara’dakinin kapısını çalar HAT. Fethi Naci’nin yayıncı arkadaşı gerçekten de öneriyi dikkate almış ve yazıyı kesip çekmecesine koymuştur, bunu ona da gösterir. HAT, dosyasının yayımlanacağını düşünür ama uzun bir zaman sonra romanın basılmayacağı söylenir kendisine. Romanın basılmama nedeni, edebiyatımızın önemsenen yazarlarından birinin yazdığı editöryel rapordur. Rapora göre, “Cümleler oldukça uzundur ve okur bunları anlayamaz.” İyice hayal kırıklığına kapılır HAT. Hatta köşesine çekilir ve edebiyat dünyasına küser. Bundan sonra sadece kendi için yazacaktır. Sonunda yazdıklarının basılması için hiçbir yayınevinin kapısını çalmayacağı kararını alır. Zaten onun yazın hayatı bir talihsizlikler zinciri gibi uzar gider, ta ki son yıllara kadar.
           
Heba, Hasan Ali Toptaş’ın merakla beklenen yeni romanı. Uykuların Doğusu’ndan uzunca bir süre sonra geldi. Heba’yı önceki romanlarından ayrı bir yere koymakta fayda var. Özellikle Bin Hüzünlü Haz ve Uykuların Doğusu’nda anlatılanlar bir belirsizliğin içinde akar. Belirsizlik öyle baskındır ki akıntının nereye doğru olduğu da romanın sonuna kadar okurun kafasında sürekli bir sorun teşkil eder.  Olaylar, hareketler ve tepkiler; yoğun imgeler aracılığıyla ve sembollerle, neden sonuç ilişkisi iyice silikleştirilerek hatta bazı durumlarda hiç kurulmayarak, zaman ve mekânsal yapı bozularak, bulanık, belirsiz bir görüntü içinde cereyan eder. En uzun bölüm olan ‘Sınır’ı saymasak Heba da birçok açıdan HAT’ın önceki romanlarına benzemektedir. Ancak ‘Sınır’da olaylar, anlatılar, gerçek bir mekân ve zaman algısıyla veriliyor çoğu yerde. Romanın orta yerinde uzayıp giden bu bölümde geçen yer adları (il, ilçe vs.) sonuna kadar gerçektir. Zaman da hatta Mehdi Zana, Koçero gibi bazı kişi adları da doğrudur. Bu açıdan bakıldığında ‘Sınır’ bölümünü Heba’nın içinde, Heba’yı da bütün Hasan Ali Toptaş romanlarının içinde delinmiş bir rüya olarak görebiliriz. “Muhtemelen öyle olmuştur, Ebecik’in sesi sana uykunun delinen yerinden akıp gelmiştir.” (s. 83). Bu yüzden Heba’da anlatılanlar, bize, önceki Hasan Ali Toptaş romanlarında olduğu gibi bazen eğlenceli, bazen moral bozucu bir oyunun içinde olduğumuzu düşündürtmüyor, Binnaz Hanım’ın betimlediği apartman sakinlerinden başlayarak neredeyse romanın son sayfalarına kadar, yürek sızlatan, ağır, sancılı birçok olayın içinde buluruz kendimizi. Bu nedenle romanın sonunda Ziya’ya kapısını açan kişiye minnet besleriz. Bu noktada şunu özellikle vurgulamakta yarar var sanıyorum: Heba’nın her bölümü ayrı bir okuma gerektiriyor. Örneğin ‘Sınır’ bölümü sosyolojik bir okuma gerektirirken son bölüm olan ‘Fena’, tasavvufî,  ‘Anahtar’ bölümü Freudcu bir yaklaşımla okunmayı gerektirir. Bu bölümler nasıl okunursa okunsun hepsinin öbeğinde minnet duygusu var, diyebiliriz. Böyle olduğu için minnet duygusu romandaki en hareketli unsurlardan biri; kahramanların büyük çoğunluğu minnet duygusuyla varlığını hissettiriyor, hatta bu duygu, çoğu zaman kişiden kişiye geçerek romanın akışına ayrı bir hareketlilik getiriyor. Romanın giriş bölümü olan Anahtar’da Binnaz Hanım’ın dile getirdiği, “Minnet duygusu feci bir şey Ziya Bey, onun insanda nasıl bir tahribata yol açtığını bana kalırsa ancak yaşayan bilir.” (s.44) sözü bir şekilde romanın yaslandığı temel düşüncelerden biridir. Ziya’nın o karanlık, yalnız, kirli şehir hayatından kurtulup tabiata gitme isteği bu duygudan ayrıymış gibi gelişse de aslında çok da ayrı değildir. ‘Rüya’ bölümünde Ziya’nın kime, neden bu duyguyu beslediğini çok net bir biçimde görürüz. Bu bölümde Ziya’ya bir şeyler anlatma derdinde olan bir güvercin peyda olur. Bu kuş roman boyunca özellikle Ziya’ya bakışıyla birçok kez karşımıza çıkacaktır. Uykuların Doğusu’nda Cebrail’in peşine takıldığı, şekilden şekle giren kuştur bu bana kalırsa, hatta Gölgesizler’deki Güvercin’in ta kendisidir. Ne var ki kuşun kaderi, Gölgesizler’deki Güvercin’in kaderiyle aynıdır.  Ziya bu kuşun kendine bakan gözlerinin aynısını kırk iki yıl sonra farklı bir canlıda yeniden gördüğü zaman, Güvercin’in de kuşun da yaşamaya devam ettiğini anlarız. Heba’daki sarmal yapı diğer Hasan Ali Toptaş romanlarından oldukça farklılaşmış, genişlemiştir diyebiliriz bu örnekten yola çıkarak. Heba’daki bu yapı, bütün Hasan Ali Toptaş kitaplarını içine alacak kadar genişlemiştir hatta. 1990 yılında basımı yapılan Yoklar Fısıltısı öykü kitabında yer alan ‘Yabu’ öyküsündeki baş karakterin izine Heba’da da rastlarız. O öyküde Enver’e, Yabu’nun ne olduğu sorusunu soran anlatıcıya cevap Heba’da verilir. Bu ilişkilendirme sadece ‘Yabu’ üzerinden değil, o dönemki Hasan Ali Toptaş’ın yazar kişiliği üzerinden de yapılır. Yabu’nun aslında bir hikâye olduğunu söyleyen Seyfettin, hikâyenin yer aldığı kitabın adını ve yazarını hatırlamadığını söyler Ziya’ya. “Hatta yazarı hatırlamadığıma göre demek ki önemli bir yazar da değildi,” der. İlk kitaplarını kendi imkânlarıyla bastıran, yaşadığı hayal kırıklığından dolayı bir köşeye çekilip sadece kendi için yazmaya koyulan (Yalnızlıklar böyle bir dönemde yazıldı.), ne Oğuz Atay gibi okuruna seslenme ihtiyacı hisseden ne de Ahmet Hamdi Tanpınar gibi uğradığı sükût suikastından şikâyet eden o dönemki Hasan Ali Toptaş’ı görmeyen, yok sayan edebiyat çevrelerine bir göndermedir bu aynı zamanda. Yani bu döngüsel yapı, yazarın ilk kitaplarından son kitabına kadar sayfalar dolusu yazılanları ve yazarın yaşadıklarını içine almıştır. “Hamaz ortalıkta şöyle bir gezindi ve gezinirken dağınıklığın sisleri altında yatan kasabanın ruhundan hayata dair çeşitli parçaları topladı da, işte burada olup bitenlerin geçmişini, şimdisini ve geleceğini gösteren işaretler bunlardır diye getirip hepsini oracığa bırakıverdi sanki.” (s. 71). Gölgesizler’deki sarmal yapı, nasıl Cennet’in oğlunun beline dolanan yılanla açıklanabilirse, Heba’nın sarmal yapısı da hamazla açıklanabilir. Hatta, Heba’daki Karcı Ali, Gölgesizler’deki Cennetin Oğlu’nun sorduğu  “Kar neden yağar kar?” sorusunun cevabını vererek sarmal yapının döngülerini fazlalaştırır. 

 
Heba’daki dilin üzerinde de ayrıca durmakta yarar var. Hasan Ali Toptaş’ın zengin bir kelime dağarcığıyla yazdığı bilinmektedir. Bu romanda dil daha zenginleşmiş, artık neredeyse pek de kullanılmayan büvelek, horata, duluk, hamaz, tahra, hitam gibi pek çok kelime, romanın kelime dağarcığına eklenmiştir. “İyi yazılmış bir sayfada bütün sözcükler aynı yöne dönük olmalı,” diyen Stevenson’u haklı çıkarırcasına bu kelimeler oldukça özenli ve güçlü anlamlarıyla kullanılmışlardır. Bu kelimelerin nasıl gün yüzüne çıktığının ilk tanıklarındanım. Hatta, Heba’daki bazı cümlelerin, üzerinde nasıl çalışılarak yeniden kurulduğunun da. “Sadece Suriye topraklarından değil, mevzideki nöbetçilerin üzerine belki yedi sekiz Kalaşnikofla Türkiye tarafından da ateş ediliyordu.” (s. 240) cümlesi, hatırladığım kadarıyla “Mevzideki nöbetçilerin üzerine sadece Suriye topraklarından değil, belki yedi sekiz Kalaşnikofla Türkiye tarafından da ateş ediliyordu.” şeklindeydi. Ancak bu cümle son derece doğru olmasına karşın, yazarı rahatsız etmiştir. Askerlerin iki ateş arasında kaldığını sadece anlatımla söylemekle kalmayıp biçimsel olarak göstermek için cümleyi bozup, romandaki haliyle yeniden kurmuştur. Sadece bu cümle için değil romandaki her bir cümle için bu özeni göstermiştir, diyebilirim. Bu nedenle Heba, altı çizilecek sarsıcı ve birçoğu felsefi olan cümlelerden meydana gelmiştir.    

Hem Heba hem de Hasan Ali Toptaş için çok şey söylenebilir kuşkusuz. Ne söylenirse söylensin mutlaka eksik bir tarafı olacaktır söylenenlerin. Heba, her okuyanın onda farklı şeyler bulduğu, bir kimsenin farklı okumalarında bile kendini çoğaltan bir roman. O kadar çok şey söylüyor ki bunlardan genel olanları bile açıklamak sayfalar dolusu yazmayı gerektirir neredeyse. Hallac-ı Mansur’a yapılan atıflardan, tasavvufî açıdan tanrıya ulaşmaya, asker intiharlarından şehirleşmeye, köylülükten, bombalanan kitabevi üzerinden Türkiye’nin belli bir dönemine bakış açısına, çok katmanlı yapısından, üst kurmaca özelliklerine kadar birçok okuma gerektirebilir. Ama nasıl bir okuma yapılırsa yapılsın, Hasan Ali Toptaş’ın kelimelerle kurduğu bir âlemde yaşadığını pekala biliriz biz. Bu nedenle Ziya’nın yerleştiği köyün adı Yazıköydür, ve buraya Kenan Eli, der Ziya. Köye en yakın köyün adı da Ovaköy’dür. Bu nedenle alnından vurulan yazıcının yerine geçecek yeni yazıcının durduğu yazıhane, yan yana sıralanmış altısı küçük, biri büyük yedi pencereden oluşmaktadır. Yazıhanenin sütbeyaz duvarlarının sessizliği ortasında uzun boylu bir asker olarak vardır, yazıcı. Bu nedenle Rüya’nın büyük bir delikle yırtıldığı yerde, yani, ‘Sınır’ bölümünde, Resul’e Ziya, “Bu yaşadıklarımız bana gerçek değilmiş gibi geliyor.” der. Resul de ona, “Gerçek fazlasıyla hissedildiğinde insana her vakit gerçek değilmiş gibi gelir,” diye cevap verir.

Heba’yı bitirdikten sonra, Hasan Ali Toptaş’ın, “Sanatçının hiçbir önemi yoktur, yazdığı önemlidir,” diyen Faulkner’la, “Gerçekte iyi bir kitap yazabilmek için gerçeğin biraz da farkında olmamak lazım,” diyerek sezgiyle yazmayı önemseyen Borges’le, Silahlara Veda romanının son sayfasını otuz dokuz kez yazan Hemingway’le, Kafka kadar olmazsa bile yakın akraba olduğunu düşündüm. 

Abdullah Ataşçı

Bu yazı, Agos Kirk'in Mayıs 2013 sayısında yayınlanmıştır.

12 Temmuz 2013 Cuma

“Çok Bilmiş Özneler”in Enerji Cehaleti




azbilmişözneler yeni arkadaşımız Kerim Muhtar'ı iftiharla sunar.
Enerjinin dünya siyasetinde ve ekonomisinde en tayin edici konulardan biri olduğu hepimizin malumu. Fakat Türkiye’nin enerji konusunda kendi hammaddeleri olan bir ülke olmamasından mı, entelijensiyasının ve akademyasının içe kapanıklığından mıdır bilinmez, bu konu hak ettiği değeri bir türlü göremiyor. Yenilenebilir enerjiye dair bilgi üretimi bir nebze söz konusu olabilse de, dünyanın odaklandığı karbon kaynaklı ürünlerin belirlediği ekonomik, stratejik ve siyasi ilişkilere karşı merak ve bilgi son derece kısıtlı. Bu kısıtlı ortamın yol açtığı en büyük sorunlardan biri de, önünü bir türlü alamadığımız komplo teorileri. Şu anki gündemde üretilen komplo teorilerinin uçukluğunu gördükçe, Türkiye’nin yıllarca “aslında petrolümüz var ama emperyalistler çıkarttırmıyorlar” yalanına veya “bor madenleri elden gidiyor” vaveylalarına kapılıp kalmasına şaşmamak gerekir.
Böyle bir ortamdan en tehlikeli tipolojinin başında da “çok bilmiş özneler” geliyor. Başka bir deyişle “bilmediğini bilmeyenler”, bu ortamında sahne alıp kısıtlı bilgileriyle ahkâm keserek suyu bulandırmayı marifet sayıyorlar. Bu öznelerden biri de Star gazetesinin güzide yazarı ekonomist Cemil Ertem.  
Cemil Ertem, önceki yazılarında (“Nazilerin gaz odaları ya da Gazprom'un gaz fiyatları”[i] ve “Kıbrıs, enerji ve şaşırtıcı şer ittifakı”[ii]) şöyle bir kurgu içine giriyor: Post-Nazi imparatorluğu hedefi peşinde koşan Almanya ve enerji tekelini farklı enerji hatlarıyla sallanmasını engellemeye çalışan Rusya'nın enerji ve siyaset ittifakıyla mahvolan Balkanlara karşı eski hegemon ilişkilerden bağımsızlaşmaya çalışan Azerbaycan ve Kuzey Irak ile kalkınma yolu arayan Balkanlara çare olacak gelişmelerin merkezindeki Türkiye.
Buradan yola çıkarak, Türkiye'nin Avrupa'nın ihtiyaç duyduğu Rusya'dan bağımsız enerjiyi ona sağlayarak, en çok muhtaç olduğu ülkelerden biri olduğunu söylüyor. Bu bağlamda, Türkiye'nin Hazar, Azerbaycan ve K. Irak'ın enerjilerini kendi üzerinden Avrupa'ya özellikle Balkanları ucuza beslenmek isteme hedefinden dolayı "faiz lobisi"ni (“finans kapital”) rahatsız ettiğini savunuyor.
Ertem, belirli bir yere kadar haksız sayılmaz. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın yayınladığı 2010-2014 Stratejik Planı’nda “jeostratejik konumumuzu etkin kullanarak, enerji alanında bölgesel işbirliği süreçleri çerçevesinde ülkemizi enerji koridoru ve terminali haline getirmek”[iii] amacı mevcut. Fakat isimlendirmeden de anlaşılacağı üzere Türkiye “koridor ve terminal” olmak istiyor, yani boru hatları güzergahı üzerinde bulunmayı ve ucuza enerji ile vergi avantajı elde etmeyi hedefliyor.
Bunun ötesinde yer alan, Avrupa'ya bizzat gaz taşımayı hedefleyen ve bir süre öncesine kadar aktif olarak gündemde yer alan tek proje ise Nabucco Batı'ydı. Yeterli arz kaynağı bulamadığı ve ekonomik olarak yeterli olmadığı için rafa kaldırılan Nabucco Klasik projesinin güncellenmiş hali olan Nabucco Batı, Türkiye-Bulgaristan sınırından Avusturya'ya kadar olan bir boru hattı projesiydi, fakat Ertem'e göre "yeni enerji oyununa katılmak için Türkiye'ye ihtiyaç duyan" Azeri gazının Avrupa'ya taşınması için bu proje değil, TAP (Trans-Adriatic Pipeline) seçildi. Fakat zaten Nabucco Batı'nın ana hedefi, Ertem'in zannettiği gibi Balkanlar değil, Orta Avrupa'ya gazı satmaktı. Hatta tam tersine, şu anda Nabucco Batı'nın tek rakibi olan TAP (Trans-Adriatic Pipeline), gazı İtalya'ya getirdikten sonra Balkanları besleme hedefinde. Yani Balkanlar, Türkiye'nin enerji stratejisinin çok da içinde değildi.
Bu projelere gazı sağlayacak olan Ertem'in belirttiği gibi Azerbaycan'dan TANAP (Trans Anatolian Pipeline) ile gelecek. Bu projenin şimdilik kapasitesi 16 bcm (milyar metreküp). 2017 yılında hayata geçerse, 6 bcm'i Türkiye alacak (bu gazın Ukrayna'ya satılacağı konuşuluyor), 10 bcm ise büyük ihtimalle TAP aracılığıyla Avrupa'ya gidecek. Bu bağlamda Ertem, TANAP konusunda “Naziler...” yazısında iki fahiş hata yapıyor. Birincisi “Azeri gazını doğrudan Avrupa'nın içlerine götürecek TANAP” diyor, fakat TANAP, Türkiye-Bulgaristan sınırında sona erecek. İkincisi, “TANAP üzerinden yıllık ekstra 6 bcm gaz ile birlikte gelecek gelecekte Rusya ve İran'a bağımlı olmaktan kurtulacak” bir Türkiye'den bahsediyor ki, 2020 itibariyle bu gaz, tabir-i caizse Türkiye'nin dişinin kovuğuna yetmez. 2012'de 45-47 bcm bandında doğal gaz tüketen Türkiye'nin 2020 talebi en iyimser tahminle 50-60 bcm olacak. Rusya'ya %50'den fazla bağımlı olan ve kendi gazını o tarihe kadar üretemeyecek olan (evet, kaya gazı potansiyeli var ama o tarihe kadar kayda değer olması pek mümkün değil) bir ülkenin, 6 bcm talep artışını bile karşılayamıyorken, “bağımlılığı bitirecek” iddiası abesle iştigal.
Gelelim Ertem'in enerji konusundaki son yazısı “Londra ve Moskova (neden) direniyor”a[iv]… Ertem, bu yazıda Hazar, Azerbaycan ve K. Irak'ın enerjilerini Avrupa'ya aktaracak bir Türkiye'nin Rusya ve İngiltere'yi hatta Almanya'yı rahatsız ettiğini söylüyor. Bunun sebebini de bu sene gerçekleşen BP-Rosneft ortaklığına bağlıyor ve buradan Gezi Parkı olaylarının sebebi olduğu iddia edilen “faiz lobisi”ni, yani finans-kapitali bulmayı beceriyor. Fakat maalesef, bu iddia ve yazı, garip bağlantılarının ötesinde birçok yanlışla dolu. Tane tane anlatayım:
- Ertem’in iddia ettiği Hazar enerjisinin Türkiye üzerinden Avrupa taşınması uzun vadede bir hayal. Türkiye'nin Hazar etrafında gaz almadığı ve Hazar üzerinden gaz almayı hedeflediği tek ülke Türkmenistan. Türkiye'nin zaten Türkmenistan'la 1998'de imzaladığı ama atıl kalan 16 bcm'lik bir doğal gaz anlaşması mevcut. Atıl kaldı, çünkü Hazar'ın hukuki statü sorunu ve paylaşılamaması sebebiyle Trans-Hazar denilen Hazar'ın altında geçecek bir boru hattı yapılamıyor. Yapılabilse bile Azerbaycan'ın müşterisini kaptırmak istemeyeceği malum. Karadan boru hattı imkânı da, ancak İran üzerinden mümkün ama İran, kendi gaz verdiği pazara Türkmenistan'ın vermesine şimdilik razı değil. Bu sorunların kısa vadede çözülemeyeceğinin Türkmenistan yönetimi de farkında ki, esas müşteri olarak Çin ve Güneydoğu Asya'yı belirleyerek, yeni altyapı yatırımları ve antlaşmaları yapıyor.
- Azerbaycan Enerji Bakanı Natig Aliyev, “gerekirse 50 bcm gaz veririz” dese de, Azerbaycan'ın şu anda böyle bir gaz rezervi yok. 16 bcm'i verecekleri saha olan Şah Deniz 2'nin daha fazla potansiyeli olup olmadığı tartışmalı. Avrupa'ya gidecek olan 10 bcm de, Avrupa için (Balkanlar hariç), artan gaz talebi göz önünde bulundurulduğunda çok anlam ifade etmiyor. Bu potansiyeli gelecekte besleyebilecek tek üretim sahası, yine Hazar Denizi’nde bulunan Abşeron Gaz Sahası olabilir. 2020 yılında 25 bcm[v] gaz üreteceği öngörülen Abşeron’un %40’ı Azerbaycan devletinin enerji şirketi SOCAR’a ait. Geriye kalan hisseler ise Fransız enerji şirketleri Total (%40) ve GDF Suez’e (%20) ait. Bu da Ertem’in belirttiği Azerbaycan’ın “hegemon ilişkilerden kopma” çabasını biraz boşa düşürüyor sanki.
- Irak Kürdistanı’nın gaz potansiyeli çok tartışmalı. Yüksek olduğu biliniyor ama Ertem 3,2 tcm istatistiği şu anda muallak. Doğru kabul etsek bile ne kadar üretime uygun [technically recoverable] henüz bilinmiyor, çünkü coğrafyada var olan gaz rezervlerinin birçoğu “petrolle ilintili” [associated with oil]. Kürdistan’daki rezervlerin ise bu özellikte olmadığı söyleniyor. Fakat bu potansiyel büyük olsa dahi, teknik desteği büyük enerji şirketlerinden almak zorunda. Türkiye'nin gaz üretimi tecrübesi ve teknolojisi, bu anlamda çok kısıtlı. Zaten Türkiye'nin ortak olduğu sahaların gaz potansiyeli şu anda çok sınırlı. Halihazırda yaklaşık 97 bcm[vi]. Aynı zamanda, siyaseten Irak Merkez Yönetimi, Kürdistan'ın kendinden bağımsız olarak gaz ve petrol satışına karşı. Bu sebeple, Kuzey Irak’ta doğal gaz ve petrol araması yapan TPAO’nun Güney Irak’taki lisansı Kasım 2012’de iptal edilmişti[vii]. Türkiye’de bunun çözümünü, bu yılın Ocak ayında TPAO’nun Kuzey Irak’ta iş yapan iştiraki olan TIPIC’i Irak’ın güneyinde herhangi bir girişimi olmayan bir diğer enerji şirketi BOTAŞ’a devretmekte buldu. Bu sebeple Irak Kürdistanı gazının ne kadarının Türkiye’ye geleceği Türkiye-Irak siyasetiyle ziyadesiyle bağlantılı. Belki de sadece enerji ve arazi sorunlarını çözmek için Irak Başbakanı Nuri Maliki, 9 Haziran’da iki yıllık süreçte ilk defa Erbil’e giderek, Mesud Barzani’yle görüştü. 19 Haziran’da Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi Doğal Kaynaklar Bakanı Aşti Hawrami’nin 2016 yılında Türkiye’ye gaz satışına başlanacağını açıklaması[viii], bu görüşmenin bu tür problemleri çözmekten uzak olduğunu gösterdiyse de, 7 Temmuz'da bu ikili çözüm için şartların olgunlaştığını açıkladı. Bunun yanı sıra, ithal edilecek gaz miktarının bilinmemesi ve ABD’nin bu gerginlikten rahatsız olması, Irak Kürdistanı gazını Türkiye’nin tüm enerji sorununun çözümü olarak görmeyi zorlaştırıyor.
- Ertem, üzerine atladığı BP-Rosneft ortaklığının doğal gazla, hele ki Avrupa'ya satılan doğal gazla pek ilgili olmadığının pek farkında değil. Rusya'nın doğal gaz devi Rosneft, Rusya'nın esas satıcı firması değil. Rusya’da bu işlerin yürütücüsü meşhur Gazprom. Rosneft, potansiyeli büyük sahalara sahip olan bir üretici firma. BP'nin Rosneft'e olan ilgisinin de esas olarak Rosneft'in sahip olduğu Sibirya'daki sahaların kum petrolü (tight oil) potansiyeli. Bu sahaların günlük petrol potansiyelinin 4,2-4,3 milyon varil[ix]. Bu da yıllık 1,25 milyar varile ve yaklaşık 160 milyar dolarlık bir kâra denk geliyor.
- Oyunun parçası olan Rusya'nın Türkiye'nin enerji merkezi olarak önünü kesmesinden Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ve Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın pek haberi yok herhalde. Zira Güney Koridoru diye bilinen Avrupa'ya bu coğrafyadan gaz taşıma projesinin bir parçası olan yukarıda bahsettiğim projelerin en büyük rakibi, Rusya'nın yıllık 63 bcm gaz pompalayacağı Güney Akım (South Stream) projesinin Karadeniz'de Türkiye karasularından geçmesine izni, bizzat Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'i Ankara’ya davet ederek vermiş ve Bakan Yıldız 2011 yılında Moskova Beyaz Ev’de ilgili notayı Putin’e elleriyle teslim etmişti[x]. Bu hamleyle, Türkiye Güney Akım projesinin tek olası güzergahını mümkün kıldı. Uzmanların çoğu, bu hamlenin o sıralarda “hayatta” olan Nabucco Klasik projesini bitiren adım olarak görüyorlar.
- Adı geçen ortaklığın diğer ayağı olan BP'nin doğal gaz alanında en büyük yatırımlarından biri, belki Ertem için sürpriz olacak ama Azerbaycan'ın Avrupa'ya taşınacak gazının üretileceği Şah Deniz sahası. BP, bu sahanın Statoil'le birlikte en büyük ortağı (%25,5'er hisseyle). BP, Şah Deniz Konsorsiyumu olarak bilinen bu ortaklar arasında en çok söz sahibi olanı ve bu sahanın ticari yürütücüsü. Başka bir deyişle, gazı pazarlama işi BP'ye ait. Aynı zamanda TANAP'ın %12 hisseyle ortağı olacak ve TAP veya Nabucco Batı'dan hangisi seçilirse, onun da büyük hissedarı olacak. Bu sahanın Şah Deniz 2 olarak bilinen bölgesinden çıkacak ve Türkiye üzerinden Avrupa'ya taşınacak bu gazın her aşamasının ortağı olan bir şirketin bu yolu kesmeye çalışmasının açıklamasını Ertem’e sormak lazım. Ayrıca BP, Azerbaycan'a enerji devi olma yolunu açan, diğer ülkelerin çok kısıtlı üretim yapabildiği sorunlu bölge Hazar'dan gaz ve petrol çıkarmasını sağlayan Anglo-Sakson şirketlerin başında geliyor. Yani Azerbaycan şimdiye kadar “bağımsız bir büyüme” yaşamadı ve yaşaması pek muhtemel değil. Her ne kadar WikiLeaks belgelerinde gördüğümüz gibi[xi] Azerbaycan ile BP'nin arası bozuluyor gibi olsa da, BP için Aliyev, Aliyev için BP'den daha iyi bir alternatif şimdilik yok.
- Son olarak, Ertem “Naziler...” yazısında, bu yazıdaki gibi Balkanlara ucuz gaz verileceğini savunuyor, fakat eldeki verilerle bu iddiayı doğrulamak şimdilik imkansız. Zira Balkan ülkeleri, TAP veya Nabucco Batı'dan gelecek gazı $300/1000m3'ten istiyorlar[xii] ama bu fiyatın söz konusu projelerin gerçekleşmesini olanaksız kılacağı aşikar. Buna karşılık, Gazprom’un Ocak 2013'te basına sızan fiyatlar üzerinden Balkan ülkelerine muazzam indirimler yaptığı biliniyor ve bu, şu anda o ülkeler için daha cazip bir seçenek. Hem de 63 bcm gibi onlar için çok fazla bir arz olacak ki, yakın gelecekte tüm coğrafyaya yeteceği öngörülüyor.
Bu bilgiler ışığında çok açık bir biçimde söyleyebiliriz ki, BP ile Rusya'nın çıkarları Güney Koridoru’ndan Avrupa’ya gaz taşıma hususunda çatışıyor. BP ve Ertem’in ilişkilendirmesiyle Londra, Azerbaycan doğal gazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınması aşamalarının hepsine ortakken, bu projelerin doğal gaz tekeline zarar vereceğini düşünen Moskova ise buna karşı hamleler geliştirmekten geri durmuyor.
Böylesi bir ortamda, Gezi Parkı’ndan Londra-Moskova ve tabii ki Berlin merkezli, maddi hatalar ve yanlış iddialarla dolu bir komplo devşiren Ertem’e, “çok bilmiş özne” denmez de, ne denir?

Kerim Muhtar 

Not: Bu yazı, daha önce  kerimmuhtar.blogspot.com'daki versiyonunun güncellenmiş halidir.



[v] Natural Gas Europe (2012), “Absheron Field 'to Start in 2020'”,http://www.naturalgaseurope.com/absheron-field-to-start-in-2020
[vi] EIA (2013), Iraq Country Report, s. 9,http://www.eia.gov/countries/analysisbriefs/Iraq/iraq.pdf
[vii] Serkan Demirtaş (2013), “Bağdat-Erbil gerilimi, Türkiye-ABD ilişkilerini de geriyor”,http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/01/130108_turkey_usa_iraq.shtml
[viii] NTVMSNBC (2013), “K.Irak'tan ucuz doğalgaz 2016'da geliyor”,http://www.ntvmsnbc.com/id/25450133
[ix] Guy Chazan (2013), “Rosneft and BP plan Arctic projects”,http://www.ft.com/intl/cms/s/0/07262c0a-922b-11e2-851f-00144feabdc0.html#axzz2WbB8HEGW
[x] Haber Rus (2011), “Türkiye’den Rusya’ya yılbaşı hediyesi; Güney Akım’a izin çıktı”,http://haberrus.com/video-gallery/2011/12/28/turkiyeden-rusyaya-yilbasi-hediyesi-guney-akim-izin-cikti.html
[xi] Guardian (2010), “US embassy cables: Azerbaijan president threatens to put BP boss 'on trial'”,http://www.guardian.co.uk/world/us-embassy-cables-documents/126574 ve UPI (2012), “Baku running out of patience with BP”, http://www.upi.com/Business_News/Energy-Resources/2012/10/18/Baku-running-out-of-patience-with-BP/UPI-26921350566590
[xii] Natural Gas Europe (2013), “The Southern Gas Corridor: Who Stands Where?”,http://www.naturalgaseurope.com/southern-gas-corridor-gulmira-rzayeva