21 Ağustos 2011 Pazar

Hakikaten Antakya nasıl Hatay oldu?

İlber Ortaylı, 14 Ağustos’ta Milliyet Pazar’da çıkan Hatay’daki Büyük Görgüsüzlük yazısında çok doğru bir noktaya temas ederek, şehrin yaklaşık 2300 yıllık ismi olan Antakya’nın unutturulmaya çalışıldığından dem vuruyor. Ancak tabi ki bazı şeyleri es geçerek…

İlk önce Ortaylı’nın maddi hatasıyla başlamak gerekir ki, kendisi Antakya isminin 5000 yıllık bir geçmişi olduğunu söylüyor. Fakat Antakya ismi, M.Ö. 313 yılında Büyük İskender’in önemli komutanlarından Selevkos Nikator tarafından babasını onurlandırmak için şehre verilmiş. Sevan Nişanyan’a göre, Türkçedeki kullanımı da bu isme uygun değil, Antakya ismi Türkçeye Arapçadan geçmiş ve bu isim, bölge Türkiye’ye geçmeden kısa bir süre önce değiştirilmiş. Ortaylı’nın yaptığı vurgu ise, 1936 yılında bölgenin isminin değişmesi döneminde, “Hatay” isminin tarihsel kökenini açıklarken kullanılan “Hitit Türklerinin yurdu” tezinin hesabına uygun düşüyor. Türk Tarih Tezi’nin resmi tez olarak kabul edildiği döneme rastlayan bu isim değişikliğine tarihsel kılıf bulma çalışmaları, Antakya’nın 3600 yıllık Türk yurdu olduğunu öne sürüyordu. Zaten Mustafa Kemal de, 1926’da Adana’da yaptığı konuşmada bölgeden “40 asırlık Türk yurdu” olarak bahsetmiştir.  Bölge için bu isim, o dönemde kullanılan “Hattena” adından esinlendiği söylenerek, bizzat Mustafa Kemal tarafından konulmuştur. Yani Ortaylı’nın belirttiği gibi, şehir “Hatay” ismini edilgen bir şekilde “almamış”, bu isim şehre “verilmiş”tir.

Bunun hikâyesi ise Antakya’nın Türkiye’ye geçiş serüveniyle çok ilgili. Osmanlı döneminde ve sonrasında İskenderun Sancağı olarak bilinen bu bölge, 9 Eylül 1936 yılında Fransa ile Suriye arasında imzalanan ve Suriye’ye bağımsızlık veren anlaşmada yer almaması sebebiyle statüsüz kaldı. Bunun üzerine dönemin Türkiye medyasında bölgeyle ilgili yoğun çalışmalar başladı ve sorun “milli mesele” statüsüne yükseldi. Mustafa Kemal, 1 Kasım 1936’da Meclis’te yaptığı konuşmada, “hakiki sahibi öz Türk” olan “Antakya, İskenderun ve ahalisinin mukadderatı”nın Türkiye’nin meselesi olduğunu vurguladı. Türkleştirme çalışmalarının bundan sonra başlaması şaşırtıcı bir gelişme değilse de, Mustafa Kemal’in bu konuşmada “Hatay” ismine vurgu yapmaması ismin daha verilmediği anlamına gelir. Yani daha sonra Hatay Devleti’nin cumhurbaşkanı olacak Tayfur Sökmen’in Çankaya Köşkü’ne çağrılarak, “Antakya-İskenderun ve havalisinin ismi bundan böyle Hatay’dır” talimatının verilmesi, aynı yıl içinde bundan sonraki bir zamana tekabül eder. Yine aynı yıl içinde, bölgedeki Türk cemiyetinin ismi de “Hatay Erginlik Cemiyeti” olarak değiştirilir. Bu değişiklik uluslararası kamuoyuna pek yansımaz. Özellikle Fransızca metinlerde ve daha sonra bağımsız devlet kurulana kadarki resmi belgelerde, bölge “İskenderun Sancağı” olarak anılmaya devam eder.

27 Ocak 1937’de Cenevre’de toplanan Milletler Cemiyeti, Sancak’ın bağımsızlığını kabul etmiş ve bir seçimle nüfus çoğunluğunun tespit edilmesine karar vermiştir. Bu karar doğrultusunda Türkiye, Antakya’yı Türkleştirme çalışmalarına hız vermiş ve Sancak statüsünde izin verildiği gibi, Antakyalı olan veya Antakya’da doğmuş olanları Antakya’ya gitmeleri için teşvik etmiştir. Bunun için resmi görevliler iki yıl ücretli izinli sayılmıştır. Sancak’ın temel yasasında Türklükten ayrı bir statü sayılan Nusayriler de, resmi yazışmalarda, “Türk kültüründen fakat anadilini kaybetmiş” kategorisine alınarak, Türklük bilincinin kazandırılması için gayriresmi yollardan maddeten de desteklenmişlerdir.  

Aynı zamanda, 1928’de Halep’te misyonu “Türkçülüğü yaymak” olan ve Türkçe yayınlanan Vahdet gazetesinin sahibi Nuri Genç, Mustafa Kemal’in direktifiyle 1938’de İskenderun’a gelir ve Hatay gazetesini çıkarmaya başlar. Fransızlar hakkında yazdığı bir yazıdan dolayı kapatılan bu gazete, yayın hayatına bir süre Kemalist Hatay ismiyle devam etmiş, daha sonra Hatay ismini yeniden kazanmıştır. Türk kesiminin Hatay ismine yaptığı bu vurgu, bağımsız devlette yapılan seçimler sonucu çoğunluğun ele geçirilmesiyle resmiyete bürünmüş ve devletin ismi haline gelmiştir.

Kısacası, Antakya’nın isminin silinmeye çalışılması, Ortaylı’nın vurguladığı gibi bir “görgüsüzlük” değil, tam da “sözde” diyerek aşağıladığı gibi “milliyetçi bir idari tedbir” ve Türkleştirmenin bir parçasıdır. Zaten Türkiye’ye geçiş yapmadan önce nüfusun yaklaşık %20’sini oluşturan gayrimüslimlerin şu anda bir avuç kalmalarını Türkleştirme etmeni olmadan açıklayamayız. Ortaylı bunu reddetse de, kendisi Antakya’ya “bir kavmin” sahip olmasının iftihar kaynağı olacağını söylemekte beis görmüyor. Fakat bu unutturma çalışmasının, tam da bu medeniyete “bir kavmin” sahip olması için yapıldığından habersiz gibi görünüyor. Zira kendisi, Antakya’nın Türkiye’ye geçiş sürecini bütün boyutlarıyla bilmediğini itiraf ediyor. Ama bütün boyutlarıyla hâkim olmadığı bu meselede, Ermeni halkının Antakya’daki varlığına hiç değinmeden geçecek kadar da, resmi söylemlerden haberdar.

Emre Can Dağlıoğlu


Bu yazı, 20 Ağustos 2011'de Taraf gazetesinde yayınlandı.

9 Ağustos 2011 Salı

“her şeyden öte… kimseden nefret etmem ben…”

O coğrafyaya can veren Nil’in kuzeye doğru akışı, Arapların alın yazısı olur bir süre sonra. Osmanlı hükümranlığıyla yüzyıllar boyu süren bu süreç, Arapların Nahda dediği Aydınlanma döneminde daha da hızlanır. Rifat Tahtawi ile entelektüellerin yolculuğu başlar. Güney’deki diyarlarına geri gelseler de, ruhları Kuzey’de kalmıştır artık. Fikri bölünme, ruhsal bölünmeyi de beraberinde getirir. Her kuşak hem emperyalizm öncesi, hem de emperyalizm sonrası kuşaktır. Yükselen bağımsızlık sesleri, beraberinde ancak seküler milliyetçiliği ve despotizmleri getirir. Yükselen baskın muhalefetinse, bir ayağı nefret dolu bir Garbiyatçılıkta durur. Çöl giderek daha da çoraklaşır. Samir Kassir’in “Arap talihsizliği” dediği dönem gelir çatar. Kuzey, anti-modern bulduğu her öğeyi, bir etnik kökene ve bir coğrafyaya etiketler. Fikri bölünmüşlüğü, yaşatılan zulümler, fakirlik ve açlık daha da derinleştirir. Tek hâkimi güneş olan çölde, bir vaha belirir: Arap Baharı…

Arap Baharı’nın yeşerttiği umut, bir yazarı hatırlatır bize. Eşikte kalmış bir kuşağın, dünyaca ünlü olsa da, Türkçede pek tanınmamış bir siması: Tayyip Salih. Nil’in doğduğu çölün dünyaya armağanı, Sudanlı bir Müslüman siyah… Ne emperyalizmden Aydınlık doğacağına inanmış bir Nahdacı, ne de “en iyi bizdedir ve bizdendir” diyen bir Garbiyatçı… Arada kalmış bir ruhun ve bir fikrin, yerellikten beslenerek evrensele uzanan eşikte kalan Peygamberi…

1929’da Kuzey Sudan’da Bedevilerin, Arapların ve Siyah kabilelerin yaşadığı bir köyde doğar. Ailesi, ileride eserlerinin mikrokozmosu olacak bu küçük köyden, Sudan’ın en büyük şehri ve Kuzey Sudan’ın şu andaki başkenti Hartum’a taşınır. Üniversite eğitimini buradaki Gordon Memorial’da tamamlar. Bu fakir ülkenin ona verecek bir şey kalmadığından, onun da Kuzey’e göç mevsimi gelmiştir artık. Bağımsızlıktan 3 yıl önce, 24 yaşında İngiltere’ye gider, uluslararası ilişkiler bölümünde okur ve Arapça çıkan El Mecelle gazetesinde çalışır. Bir süre için Sudan’a döner ve yeni kurulmakta olan bu ülkede öğretmenlik yapar. Fakat hayatını sonuna kadar etkileyecek yabancılaşmışlık hissi onu toprağından koparır. Anglo-Sakson kültüre, kendini kabul ettirir Sudanlı, Londra’daki BBC’ye geçer ve Arapça Servisi’nde görev alır. Daha sonra, Katar Enformasyon Bakanlığı’nın başında görev alır. Sudan’dan uzak geçen ömrünün sonraki durağı Paris’teki UNESCO’dur. Körfez ülkelerinin UNESCO temsilcisi olarak görev yapar. Ömrünün son demlerinde, Güney’den havalanan bu göçmen kuş, Sudan’a dönmek ister ama kalbi kırıktır. Soykırımın kanına bulanmıştır toprakları. Göçmenliğini, sürgünle taçlandırır. Londra’ya geri döner ve bu dünyaya, 2005’te Kahire’de yapılan Arap Romanı Konferansı’nda aldığı “Çağdaş Arap Edebiyatı’nın En İyi Romancısı” payesiyle, 2009 yılında veda eder. Yaşadığı 70 yıldan geriye çok az eser kalmıştır. Bu yüzden, yaşamını edebiyata adamamakla çok suçlanır. Aslında yazdığı tek roman bile, bu ömre yetmiştir: Kuzey’e Göç Mevsimi (Türkçesi 1982’de Adam Yayınları’nca Göç Mevsimi ismiyle yayınlanmıştır). Bunun yanı sıra, Zeyn’in Düğünü (Türkçesi 1985’te İnsan Yayınları’nca aynı isimle yayınlanmıştır) isimli bir uzun hikâyesi ve Bir Avuç Hurma (A Handful Dates), Bandarşah (Bandarshah) ve Wed Hamid’in Palmiye Ağacı (The Doum Tree of Wad Hamid) isimli öyküleri yazmıştır.


Başyapıtı Kuzey’e Göç Mevsimi, adı üzerinde bir hicret romanıdır. Salih’in kendi hayatında olduğu gibi, Hz. Muhammed’inki gibi Asr-ı Saadet’le biten bir yolculuğun değil, Hz. İsa’nın yürüdüğü çile dolu bir yolun romanı… Hayatı Salih’inkini andıran, İngiltere’de eğitim görüp, Sudan’a öğretmenlik yapmaya gelen isimsiz bir anlatıcı tarafından anlatılır tüm hikâye. Romanın başında, ailesine ve toprağına uzun bir aradan sonra kavuşmanın mutluluğunu yaşayan bu anlatıcı, köyde daha önce görmediği bir adamda garip bir şeyler sezer. Onun bir şeyler sakladığından şüphelenir ve hep bu gizemi kovalar. Ta ki bir sarhoşluk gecesine kadar…
Mustafa Said’dir o karakter. Babası, o doğduktan kısa bir süre önce ölmüş, sömürgecinin eğitim misyoneri onu bulana kadar annesinin yanında yaşayan Said, o sarhoşluk gecesinde, mükemmel İngilizce aksanıyla okuduğu bir şiir kaçırır ağzından. Hikâyesini anlatmak zorunda kalır anlatıcıya. Eğitim misyoneri onu okula davet ettiği gün hayatı değişmiştir. Annesinin yanından ayrılır ve eğitim görmeye başlar. Hızla soğurur öğretilenleri. Okulda fark yaratır. Bursla Kahire’ye yollanır okula devam etmesi için. Orada İngiliz bir aile olan Robinson çiftinin himayesinde yaşar. Mrs. Robinson’a âşık olur ve hayatının çizgisi bir kez daha kırılır. Kuzey’e âşık olmuştur artık, onu elde etme hayaline kapılmıştır. Mükemmel bir aksanla İngilizce konuşur. İngiltere’ye doğru yola çıkar. Salih, Said’in olduğu geminin Londra’ya yanaşmasını efsanevi bir biçimde anlatır. Said için her şey yabancı olsa da, suyun sesi ve köpükleri tanıdıktır. Geldiği yerleri çağrıştırır. Hikâyesi de, su da son bulacaktır. Ona hayat veren bir tanıdığın kucağında…

Diğer oryantalist anlatılardaki gibi, Kuzeyli kadınların arzu nesnesine dönüşür, ama bir farkla. Said, egzotik bir hayvan değildir sömürgecinin gözünde. “Kafatasındaki keskin bıçak”, herkesi hayran bırakır. Kısa zamanda ekonomi profesörü olur. Renk ayrımına karşı çıkan İngiltere solunda kendine esaslı bir yer edinir. Ama kalbi soğuktur “Siyah İngiliz”in. Diğer anlatılardaki gibi, Kuzeyli kadınların gözünü açtığı, dünyayı tanıttığı ve modernize ettiği bir vahşi değildir. Kadınları bir av olarak görür ve beş tanesinin kanına girer. Dördünün intiharına sebep olur ve birisini, eşini, kendisi öldürür. İşte o an, Şimal’le Cenup arasındaki kadim kavgayı kaybeder. Çünkü eşinde vücut bulan Kuzey onun aklını çelmiş, kendine tutsak etmiş ve kendini öldürtmüştür. İngiltere’nin en ünlü hukukçuları, onun için bir mahkeme salonunda toplanır. Aslında istediği zaferi kazanmıştır. O salonun, “sömürgecisi” artık odur, 100 yıldır eşi görülmemiş bir şiddete maruz kalan topraklardan gelmiş eğitime ve her halükarda Kuzey’e muhtaç Siyah bir vahşi, emperyalist asilzadeleri kendini hâlâ dinletmektedir. Ama her zamanki gibi kaybeden odur, çünkü Siyahlığı sayesinde bağışlanmıştır ve sadece yedi yıl hapiste kalacaktır. Hapisten sonra, tüm dünyada huzuru arar Said, gitmediği yer kalmaz. Sonunda, anlatıcının köyüne döner ve evlenir. İki çocuğu olur ama Kuzey’in damarlarına enjekte ettiği “zehir” kanındadır hâlâ. Her ne kadar makul görünse de, köyde de duramaz Said, kendini Nil’in taşkın sularına bırakır.

Anlatıcı da, yeni kurulan ülkesinin eğitim programı için yollardadır. Durmadan aklına Said düşer. Said üzerinden ülkesini düşünür, velisi kılındığı Said’in karısı ve çocuklarını düşünür. Ne Garp tipi modernist bir devlet örgütlenmesini evla görür ülkesi için, ne de köyün Said’in karısı ve yeni eşinin ölümüne sebep olan tutucu siyasetini… Onun için esas olan, yerelin merkezi birebir etkilediği bir sistemdir, köydeki en cevval iş insanlarından Mahcub’u cesaretlendirmeye çalışır bu yolda ama başaramaz. Çünkü o bir yabancıdır artık. Said’in karısını yaşlı bir adamla evlendirmeye çalışan köy ahalisine yabancılaşır, İngiltere’de aldığı eğitime yabancılaşır ve nihayet kendisine de... O da gidip kendini Nil’in sularına bırakır, eş bir ölüm düşler Said’le ama beceremez ve yardım dilenir.

Sonuç olarak, Tayyip Salih Arap Edebiyatı için olduğu kadar Dünya Edebiyatı için de çok önemli dev bir yazardır. Batı’nın çizdiği haritada Doğu’da kalmış toprakların ve entelektüellerinin halinin pür mealidir. Her yanı zulümle dolu bir yol seçmenin acılarına göğüs geremediği ve kimseden nefret etmediği için kıymetlidir. Oryantalizmi ters yüz edebildiği için değerlidir. Ne Emperyalizmi bir modernleşme aracı olarak baş tacı eder, ne de içine kapanık bir dünya hayal eder. Eşikte durabilmenin rahatlığıyla sözünü söyler ve bu kadar arada kalabildiği için bir ikondur. “Çölden aldığını çöle, hayattan aldığını hayata”[1] verebildiği ve Sudan’ın sandal ağacı ile akasya kokusunu hissedebilmek için okunmalıdır.      



Türkçede Tayyip Salih
Yukarıda da belirttiğim gibi, Salih’in sadece iki eseri Türkçeye çevrilmiş. Değeri isminden menkul başyapıtının adına hiç gözünü kırpmadan kıyarak bir diğer “böbür-adam” Özdemir İnce tarafından Fransızcadan yapılan çeviri, okura keyif vermesi açısından iyiyse de, zahmet edilip yer ve kişi adlarının Fransızcada geçtiği şekliyle bırakılması ne kadar özensiz bir zihniyetin ürünü olduğunu açıkça ortaya koyar. Zeyn’in Düğünü de, yine çevirinin çevirisi olarak İngilizceden Zeynep Neslihan Önderoğlu tarafından çevrilmiş. Üzülerek, çok vasat bir çeviri olduğunu belirtmek zorundayım. Hele ki, çevirmenin kitapta birçok kez geçen “Kelime-i Tevhid”i bile Türkçeleştirmesi, çevirinin romanın kurduğu dünyaya ne kadar uzak durduğunun önemli bir göstergesi. Sözün özünde demek isterim ki, Tayyip Salih’in gazete yazıları dâhil tüm eserleri, kapsamlı ve titiz bir çalışmayla Türkçeye çevrilmesi Türkiyeli edebiyatseverler için büyük bir kazanım olur. Arap Baharı’yla birlikte gözünü nihayet bu coğrafyaya çevirmiş olanlara da duyurulur.     

Emre Can Dağlıoğlu

Başlık Mahmud Derviş'in Kimlik Kartı şiirinden.
[1] Bejan Matur’un Onun Çölünde şiirinden.


Bu yazı, Agos Kirk/Kitap'ın Ağustos 2011 sayısında yayınlandı.