30 Mayıs 2015 Cumartesi

Nicholas Koumjian: ‘İnkâr, sadece mağdurları yaralamaz, failleri de ahlaken küçültür’



Los Angeles’ta 20 yıl savcılık yaptıktan sonra, insanlığa karşı işlenen suçlar üzerine çalışmaya başlayan Nicholas Koumjian, şu anda Birleşmiş Milletler ve Kamboçya hükümetinin özel anlaşması sonucu 1975-1979 yıllarında Kızıl Kmerler rejiminin işlediği soykırım, savaş ve insanlığa karşı suçları yargılamak için kurulan Kamboçya Özel Yetkili Mahkemesi’nin savcılarından. Daha önce Eski Yugoslavya, Doğu Timor, Bosna Hersek ve Kolombiya’da benzer davalarda bulunan Koumjian, en son Liberya Devlet Başkanı Charles Taylor’ın yargılandığı davanın savcılığı yaptı. Koumjian’la Kamboçya’daki süreci, insanlığa karşı suçlara dair işleyen yasal mekanizmaları ve geçmişle yüzleşmeyi konuştuk.
Nicholas Koumjian (Kaynak: phnompenhpost.com)
- Bildiğim kadarıyla siz Los Angeles’ta avukat olarak göre yaptıktan sonra uluslararası hukuk alanında insan hakları ihlalleri üzerine çalışmaya başlıyorsunuz. Kariyerinizde neden böyle bir değişiklik yaptınız?
Bu işi, çok ilgi çekici ve tatminkâr buluyorum. Çoğu zaman beyhude bir çaba olsa da, önemli olduğunu düşünüyorum. Yaşanan uluslararası insan hakları ihlali vakalarının muhteviyatını anlamak için tarihini ve çatışmanın karmaşasını öğrenmek ve o kültüre ve kurumlarına dair bir anlayış kazanmak zorundasınız. Bu çatışmalardan dolayı acı çekmiş, fakat yine de tanıklık etmek ve tecrübelerini nakletmek isteyen çok cesur insanlar tanıdım ve onların verdiği ilhamla bu işi yapıyorum.
- İnsanlığa karşı işlenen suçlar konuşulduğunda, genellikle Raphael Lemkin’in ‘soykırım’ tanımına referans verilir. Peki, uluslararası hukuk çerçevesinde, bu tanımda bir değişiklik meydana geldi mi?
Uluslararası ceza hukukundaki ‘soykırım’ tanımı, Raphael Lemkin’in bitmez tükenmez çabası sayesinde 1948’de, BM Genel Kurulu’nda onaylanan Soykırım Suçunu Engelleme ve Cezalandırma Sözleşmesi’nden neredeyse kelimesi kelimesine alınmıştır. Eski Yugoslavya ve Ruanda Davaları’ndan bu yana, bu sözleşmedeki tanımların yorumuyla ilgili birçok ilmi içtihat oluştu, fakat esası aynı kaldı. Soykırım suçu, ulusal, etnik, ırksal veya dini grubun bir bölümünü veya tamamını yok etme iradesiyle öldürme veya doğumların engellenmesi gibi belirli eylemler gerçekleştirmeyi içerir. Örneğin Eski Yugoslavya Davası gösterdi ki, bu tür vakalarda, “bir bölümü”nden kasıt sadece bir coğrafi bölgede yaşayanlar olabilir. Tıpkı bir Bosna kasabası olan Srebrenitsa’da yaşananlar gibi… Yani bir eyleme soykırım demek için, faillerin tüm dünyadaki bütün Müslüman Bosnalıları öldürmek niyetinde olmasına gerek yok.
- Büyük insan hakları ihlallerinin davaya konu olması, bir anlamda geçmişte yüzleşme sürecinin bir parçası. Sizce bu yüzleşme süreci nasıl başlıyor?
Kesinlikle bu davalar, geçmişle yüzleşmenin bir parçası. 13 yıldır yaptığım işin en büyük parçası, büyük insan hakları ihlallerinden sorumlu olan bireylerin suçlarının neler olduğunu belirlemek. Bence bu, bir çatışamadan sonra toplumun önüne bakabilmesini sağlayacak olan geçiş döneminde adaletin sağlanabilmesinin önemli bir parçası ve inanıyorum ki, bu, bu tür suçlarda cezai sorumluluğu bulunan failleri, özellikle liderleri, gelecekte insanlığa karşı suç işleme hususunda engelliyor. Fakat bu suçları ortaya koymanın birçok başka yolu da var ve cezai davalar, bunun sadece bir yöntemi olmalı. Çünkü bu tür suçlardan sorumlu olan herkesi mahkeme karşısına çıkarmak neredeyse imkânsızdır. Eğer öyle olsaydı, bir suçtan on binlerce kişinin yargılanması gerekirdi. Ayrıca üzerinden uzun zaman geçmiş suçlar için de esas sorumlu faillerin artık hayatta olmaması gibi durumlar da söz konusu olabiliyor. Bu yüzden, ileriye bakmak isteyen toplumlar için diğer mekanizmalar da son derece önemli bir hal alır. Öncelikle bu çatışmaların ve suçların neden gerçekleştiğini anlamak gerekir. Hakikat komisyonları gibi kurumlar, bu sebeple son derece önemlidir. Bu mekanizmalardan bir diğeri de, kurbanların zararlarının gerçekçi bir şekilde tespit edilmesi çabasıdır. Buna karşılık, zarar görenlerin sembolik kabulü, bu insanlar adına anıtlar veya hafıza mekânları yapmak, uygun olduğu ölçüde kurbanlara tazminat ödenmesi gibi maddi iadeler ve faillerin bu suçlardan kazanç sağlamasının engellenmesi gibi adımlar atılabilir. Korkunç gaddarlıkların devam ettiği ve dünyanın halen tehlike ve genellikle çok acımaz bir yer olduğu gerçeği, elbette ki çok açık. Eğer geçmişte yaşananları inkâr etmeye ve yok saymaya devam edersek, gelecek suçlara cüret edilmesini engelleyemeyiz. Milliyetçilik, din, siyasi ideoloji veya terörizmle mücadele adına işlenen bu tür suçların asla mazur görülemeyeceği, bunlara müsamaha gösterilmeyeceği ve unutulmayacağı, evrensel bir kültür inşa etmek zorundayız.
- Geçmişte kalmış suçların bugünden bakarak adil bir şekilde yargılanabileceğine inanıyor musunuz?
Evet, bunun mümkün olduğunu düşünmekle birlikte geçmişteki suçların adilane bir şekilde yargılanmasının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Elbette ki, olayların üzerinden zaman geçmesinin, gerçeklerin kanıtlanmasını zorlaştırdığı çok açık. Kamboçya’daki soykırımın üzerinden 38 yıl geçti ve bazı tanıklar hayatını kaybetti. Fakat o dönemden birçok belge kurtarılmış ve bu konu üzerine birçok tarihi çalışma yapılmış. Bu sayede, bulunduğumuz zamandan bakınca, o dönemde neler olduğunu, bu olaylardan beş ya da on yıl sonra, bu olayı incelemek isteyenlerden çok daha iyi anlıyoruz. Bu tür tarihi vakaların bahsettiğiniz zorlukları varken, aynı zamanda avantajları da mevcut. Olayların üzerinden zaman geçmesi, daha objektif çalışmayı ve bir kesimin propaganda malzemesi olarak kullanılan vakaların, zor gerçeklerden ayrıştırılmasını sağlar.
- İnsanlığa karşı işlenen suçların inkârının yasaklanması yönünde atılan hukuki adımları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Galiba Amerikan hukuk geleneğinden geldiğimden ötürü, kanunların fikir ve ifade özgürlüğünü düzenlememesi gerekliliğinin gerçeğin yalanlara karşı zafer kazanması için en iyi yol olduğuna inanıyorum. Açıkça yalan olsa da, hiçbir beyanın suç kabul edilmesini savunmam. Fakat geçmişteki adaletsizliklerin inkâr edilmesinin bu suçlardan ötürü mağdur olanların ve ailelerinin, özellikle soykırım kurbanlarının yaralarını ve zararlarını kalıcılaştırdığını kesinlikle biliyorum. İnkâr, sadece mağdurları yaralamaz, failleri de ahlaken küçültür. Hem geçmişle dürüstçe yüzleşmeyi, hem de paylaştıkların insanlığın kucaklanmaya devam edilmesine engel olur. Beyaz Amerikalıların siyahların ABD’de yaşadığı kölelik dönemini inkâr ettiklerini düşünün. Bir yalanı yaşıyor olurlardı ve halihazırda zorlu bir süreç yaşayan gruplar arası ilişkiyi tüm Amerikalılar için imkansız hale getirirlerdi. Siyah Amerikalılara uygulanan bu büyük adaletsizliği kabul etmek, gruplar arasındaki ilişkinin yol almasını sağladı, o kadar ki, şu anda bizim siyah bir başkanımız var. Toplumlar ve uluslar, aynı bireyler gibi kusursuz değillerdir. Hepimiz yaşamımız boyunca bazı hatalar yaparız. Hatasını itiraf eden ve yaraladıklarından özür dileyen veya onlarla barışanlar, daha iyi insanlar olarak yaşamlarına devam ederler. İtirafımızdan yararlanacak olanlar, sadece yaraladıklarımız değildir, bence bu itiraflardan, itiraf edenler dâhil hepimiz faydalanırız.

Kamboçya’da nüfusun dörtte biri öldürüldü
- Kamboçya’da soykırım denilecek ne suçlar işlendi?
Kızıl Kmerler, Nisan 1975’te iktidarı ele aldılar ve derhal toplumu tüm “feodal” ve “kapitalist” sınıflardan arındırmayı hedefleyen radikal bir ideolojiyi yerleştirmek için adımlar attılar. Hemen ertesinde başkent Phnom Penh’i ele geçirdiler ve yaşlılar, hastanedeki hastalar ve hamile kadınların da dâhil olduğu 2 milyondan fazla insanı hiçbir ayrım gözetmeden, o gün şehri terk etmek zorunda bıraktılar. Yılın en sıcak zamanında, tüm insanları koşulsuzca haftalar boyu kırsaldaki çalışma kamplarına doğru yürümeye zorladılar, zaten birçoğu yolda öldü. Rejim, insanların hayatının her anını kontrol altında tuttu. Nerede yaşayacaklarına, hangi işlerde çalışacaklarına, kimlerle evleneceklerine, kimle birlikte yemek yiyebileceklerine karar verdi. İşkenceye ve yüz binlerce insanın ölüm emrini vermeye paranoyakça bir istek duyuyorlardı. Doğrudan cinayetle veya ağır koşullardan dolayı nüfusun dörtte biri öldü. Kurbanların çoğu, sınıflarından, bir önceki rejimle bağlantısı olan mesleklerinden veya paranoyak rejimin onları siyaseten şüpheli ilan edebileceği birçok diğer sebepten dolayı öldürülen Kamboçyalılardı. Böylesi kurbanların birçoğu, “ulusal, etnik, ırksal ve dini” grup tanımına uymuyordu. Fakat özellikle Vietnamlılar, şu anda Vietnamlıların kontrolündeki Khmer Krom bölgesindeki Kamboçyalılar ve Kamboçyalı Müslüman azınlık grup olan Chamlar hedef alındı. Bu yüzden, mevcut suçlamalar, Vietnamlılar ve Müslüman Chamlara, yani etnik veya dini topluluklara karşı girişilen soykırımı da içeriyor.
- Peki, davanın seyri ne durumda?
Geçtiğimiz ay, 2 yıl süren davanın ardından, rejimin önde gelen liderlerinden, “İki Numaralı Kardeş” olarak bilinen Nuon Chea ve Devlet Başkanı Khieu Samphan’ın son savunmalarını aldık. Bundan sonra, davaya dair değerlendirmenin 6 ay içinde tamamlanacağını bekliyoruz. Fakat bu dava, sadece rejimin erken dönemiyle ilgileniyor, özellikle de nüfusun şehirlerden zorla tehciriyle. Soykırımı da içeren diğer suçlarla ilgili kanıtlar duymayı da ümit ediyoruz. Phnom Penh’teki esaret kamplarından S-21’in komutanı olan bir adam, yaklaşık 14 bin insanın işkenceden geçirilmesinden ve öldürülmesinden sorumlu tutularak ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. Dönemin diğer üst düzey liderleri de şu anda soruşturma altında. Umut ediyoruz ki, davayı önümüzdeki birkaç yıl içerisinde etkin bir şekilde tamamlamış olacağız.

* Bu röportajın kısaltılmış hali, Agos gazetesinin 14 Kasım 2013 tarihli sayısında yayımlanmıştır.

Emre Can Dağlıoğlu 

29 Mayıs 2015 Cuma

Semih Gümüş: ‘Türkiye’de edebiyat eleştirisinin yetersiz olduğu kesinlikle doğru’



Semih Gümüş, uzun yıllardır Türkiye edebiyatında eleştirmen ve yayıncı olarak emek veren, bu konu üzerine kafa yoran bir edebiyat emekçisi. Kendisi gerek bu alanda yayınladığı kitaplarla gerekse de haftalık yazılarıyla edebiyat üzerine zihin açıcı yazılar yazmakta. Bununla beraber Gümüş, son birkaç yıldır yayıncılık alanında da edebiyatımıza katkılar sağlamakta. Kurucusu olduğu Notos’la Türkiye edebiyat dergiciliğinde bir boşluğu doldurduğunu söylememiz yanlış olmaz sanırım. Bununla beraber yine kurucusu olduğu Notos Kitap ile yayın dünyasında da rüştünü ispatladı. Semih Gümüş'le Türkiye'de edebiyat dergiciliği, yayıncılık ve eleştirmenlik üzerine konuştuk.
Semih Gümüş
- Notos dergisi 50. sayısını da geçti. Bize Notos'un oluşum hikâyesinden bahsedebilir misiniz? Başlangıçta hangi saiklerle yola çıkmıştınız?
Notos, sanırım benim dergi yayımlama tutkumun sonucu. Ben buna dergi yayımlama manyaklığım da diyorum. İlk sayısı Aralık 2006’da çıktı, şimdi 9. yılı içinde. Daha baştan, edebiyat dergilerinin eninde sonunda içine düştüğü kısır döngüyü kırmayı amaçlamıştık. Edebiyat dergisinin de çok satabileceğini düşünüyordum. Bunun için ne yapılması gerekiyorsa onları yapmalıydık elbette. İçeriğinden tasarımına, gitgide genişleyen bir okur kitlesinin beklentisine karşılık verebilmeliydik. Bunun için çok çalıştık. Sonunda Notos’u Notos yapan, kendine özgü bir kimliği olan bir dergiye dönüştürebildik. Bugün de en yaygın dağıtılan, en çok sayıda okura ulaşan edebiyat dergisi oldu Notos. Artık çıtayı biraz daha yükseğe koyduk.
- Malumunuz, dijital yayıncılık son yıllarda hızla yaygınlaşmaya başladı. Genel olarak e-dergiciliği üzerine düşünceleriniz nedir? Türkiye'de edebiyat dergilerinin yeteri kadar okunmadığı düşünülürse, bu yayınların, internetin ulaşım olanaklarıyla daha çok okuyucuya ulaşmaları sizce mümkün olacak mı?
Ben dijital yayıncılığı çok önemsiyorum. Kaldı ki, önemsememeyi de düşünemiyorum. Bizde her alanda olduğu gibi, yayıncılık dünyasında da geleneksel bir tutuculuk olduğu için, dijital yayıncılığa pek iyi gözle bakılmıyor. Oysa yayıncılığın ikinci bir kanalı, yayınevleri için faklı bir etkinlik alanı ve olanaktır bu. Notos başından beri e-dergi olarak da yayınlanıyor. Kitaplarımızı da e-kitap olarak satışa sunuyoruz. Bu arada basılı dergilerle aynı nitelikte bir dijital edebiyat dergisinin de çok önemli olduğunu düşünüyorum. Zor elbette. Her şeyden önce, bir gelir elde etme şansı pek az. Oysa iyi bir dijital dergi için küçük de olsa iyi bir ekip de gerekir. Bu arada pek çok dijital dergi girişimi var, Sabit Fikir güzel, ama ben sözgelimi Notos gibi bir derginin dijital biçimini kastediyorum. Onun için sanırım biraz erken.
- Türkiye'de uzun yıllardır matbuat olarak çıkan edebiyat dergilerinin, genç kuşak okuyucuya ulaşabildiklerini düşünüyor musunuz? Bu anlamda, Notos'un genç okuyucularla ilişkisi nasıl?
Ben bunda önemli bir sorun olduğunu düşünmüyorum. Sonunda edebiyat dergilerinin okurlarının asıl olarak gençler olduğundan kuşku duymayınız. Bir yayıncı olarak böyle olduğunu izliyorum. Dergileri de, kitapları da alanların çoğunluğu gençlerdir. Tersini görüyor musunuz siz? Notos’un da okurlarının yüzde 70’i gençler, liselilere varıncaya dek, iyi bir okur çevresi olduğunu görüyorum.
- Türkiye'de son yıllarda edebiyat dergiciliğinde bir artış gözlemlenmekte. Siz, genel olarak son yıllarda çıkan edebiyat dergileri için ne düşünürsünüz? Sizce eskiye kıyasla, bu yeni dergilerin ne gibi farklılıkları var?
Aslında bugün yayımlanan edebiyat dergilerinin sayısı geçen dönemlere, bizim gençlik yıllarımıza göre epeyce az. Neyse ki, son birkaç yıldır artmaya başladı. Edebiyat dergilerinin sayısı çoğalmalıdır. Dergisiz edebiyat dünyası olmaz. Geçmişte yayımlanan dergilerle bugünküler arasında belirgin bir fark da var. Geçmişte belli bir edebiyat anlayışı, yol ve yordam çevresinde bir araya gelenlerin yayımladığı dergilerin sayısı pek çok olurdu. Bazen siyasal nedenlerle de çıkardı edebiyat dergileri. Bugün bu eğilimin güçlü olduğu söylenemez. Bunu doğal bir sonuç sayıyorum. Bugün belli bir anlayış çevresinde bir araya gelmek daha zor. Parçalanmış hayatlar, parçalanmış bir edebiyat dünyasına da yol açtı. Dolayısıyla dergiler asıl olarak edebiyatın izini sürüyor. Önemli olan da nitelikli edebiyatın izinde olmaları.
- Uzun yıllardır edebiyat eleştirmenliği yapmaktasınız. Siz, edebiyat eleştirmenliğini nasıl tanımlarsınız? Eleştirmenliğe ilk başladığınız yıllardaki ortamla, şimdiyi kıyaslarsanız ne gibi farklılıklar var sizce? Türkiye'de edebiyat eleştirmenlerinin okuyucu üzerinde yönlendirici etkileri oluyor mu sizce?
Edebiyat eleştirisinin geçmişte bugünkünden farklı olduğunu düşünüyorum. Bizde yazılanlar özellikle böyleydi. Yazarı metne bağlayan, iyiyle kötüyü ayırt etmeye çalışan, dolayısıyla metni yazınsal bir metin olarak almaya yeterince yatkın olmayan bir eleştiri anlayışının egemen olduğu söylenebilir. Oysa eleştiri bu değil elbette. Batı’da da böyle anlaşılmıyor. Eleştiri, edebiyatın öteki türleri gibi bir tür. Yazınsal eleştiri diyorum ben. Kendisi dışındaki yazınsal metinlerin yarattığı dünyanın karşısına, onlardan çıkmakla birlikte, tamamlandığında onlardan bağımsız bir dünya kuran metindir eleştiri. Yazara ya da metne bağımlı değildir. Ama metnin içinde kalmalıdır. Bu nitelikte eleştiri bizde ne yazık ki pek az. Bunu biliyoruz. Ama en azından anlayış olarak benim gençlik yıllarımda yazılan eleştiriden çok daha doğru anlaşılıp çok daha nitelikli yazılıyor. Eleştirinin okur üstünde yaygın bir etkisi oluğu söylenemez. Ama öyle görüyorum ki, sözüne güvenilir bir eleştirmenin önerdiği kitaplara meraklı ve sınırlı bir okur çevresinin duyduğu güven de var. Kendi payıma bunu söyleyebilirim.
- Türkiye'de uzun yıllardan beri süregelen tartışmalardan biri de, gerçek anlamda edebiyat eleştirisi yapılmadığı ve kitap eklerindeki yazılarının bir çoğunun tanıtım yazılarına dönüştüğüne dairdir. Siz bu tartışmalar için ne demek istersiniz? Türkiye'de bu anlamda edebiyat eleştirisine dair büyük bir eksiklik var mı?
Kitap eklerinin çok önemli bir işlevi olduğunu kim yadsıyabilir. Oralarda yayımlanan yazıların büyük bölümünün eleştiri yazıları olmadığını biliyoruz, olmaları da gerekmiyor. Belki çok farklı bir kitap dergisi düşünülebilir, London Book of Review ya da benzerleri gibi. Orada eleştiriler de olur. Türkiye’de edebiyat eleştirisinin eksik ve yetersiz olduğu kesinlikle doğrudur. Çünkü yeteri kadar eleştiri yazarı yok. Son birkaç yılda çoğalmaya başladığını görüyorum. Umarım yakında edebiyat dergilerinin gereksinimini karşılayacak çoklukta ve nitelikte de olur. Bugün bundan daha iyi durumda olması beklenemez. Edebiyat dünyasının piyasaya ve popüler kültüre gitgide daha zor yaklaşması da eleştiriyi gereksizleştiriyor. Bunlar epeyce önemli sorunlar.
- Genel olarak Türkiye'de yapılan edebiyat tartışmaları için ne düşünüyorsunuz? Sizce nitelikli bir edebiyat tartışması yapılıyor mu? Kitap ekleri ve dergileri bu anlamda tartışmaların neresinde duruyor?
Ben Türkiye’de nitelikli edebiyat tartışmaları görmüyorum. Olmuyor. Olmasını da pek beklemiyorum. Çünkü hem eleştiriye yabacı bir dünyamız var hem de o tartışmaları yürütecek olgunluk ve donanım yok. Tartışma, düşünce üretimi demektir. Bu ülkenin yazarlarının ve aydınlarının çoğunluğu da yaratıcı düşünce üretiminden çok uzak. Meraklı bir toplum içinde yaşamıyoruz bir kere. Dünyada neler yazılıyor, hep uzağında duruluyor.

- Notos'un Oğuz Atay sayısında Şavkar Altınel, Tutunamayanlar üzerine bir eleştiri getirmişti ve o eleştiri üzerine büyük tartışmalar çıkmıştı. Bu örnekte de olduğu gibi bu durumun Türkiye'de yazarları biraz fazla kutsallaştırdığını ve onları tartışılmaz duruma getirdiğini düşünüyor musunuz?
Evet, böyle olduğunu düşünüyorum. Tutunamayanlar 1971’de yayımlandığı zaman onu en iyi anlayabileceğini düşünebileceğiniz yazarlar bile olumsuz yaklaşmıştı. Bu ne biçim roman, demeye getirerek. Oysa on yıl sonra bir kült romana dönüştü Tutunamayanlar. Hangisi doğru? Evet, 1970’lerin ilk yarısının dünyasında anlaşılamamıştı Tutunamayanlar ama eleştirilemez bir roman olarak görülmeye başlaması da olumlu değil. Her roman eleştirilir. Edebiyat kültürümüz eleştirinin ne olduğunu anlamaya gerçekten uzak görünüyor. Hâlâ böyle. Oysa eleştiri, anlamadır, yorumdur, değerlendirmedir, sürekli soyutlama yapmaktır. Onsuz yaşanır mı.
- Bir röportajınızda Türkiye'de yazarların, başka edebiyatçılar üzerine yazmaktan kaçındıklarını söylemiştiniz. Yazarların, başka yazarlar üzerine ve genel olarak edebiyat üzerine yazmaları, düşünmelerini önemli bulur musunuz? Türkiye özelinde, bunun bir eksiklik olduğunu düşünür müsünüz?
Hem çok önemli buluyorum. Eleştiri de zaten yalnızca eleştirmen olarak bilinen yazarların işi değildir. Bütün edebiyat dünyasının sorunudur eleştiri. Dolayısıyla yazarların başka kitaplar ve edebiyatın sorunları üstüne düşünüp yazmaları edebiyat dünyamızın ortalama düzeyini yukarı çekecek asıl etkendir. Sanırım bunu sağlamak zor olacak.
- Türkiye'de son yıllarda kitap üretimi ciddi oranda arttı. Siz, genel olarak genç kuşak edebiyatçılarımızı nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizin son dönemde en çok beğendiğiniz yerli yazarlar kimler?
Doğru, biz yazılanları görmüyoruz ama yayımlananları biliyoruz. Onlar da her yıl biraz daha artıyor. Kimileri bundan şikâyet ediyor. Bense çok olumlu buluyorum bu gelişmeyi. Ne kadar çok yazılırsa iyi yazarların çıkma şansı da o kadar artar. Düzyazı uygarlıktır, denir. Ne kadar çok yazılırsa o kadar iyi olur. Sevdiğim, beğendiğim, ilgiyle izlediğim yazarların sayısı pek çok. Bizim kuşağımızdan yazarları söylemem sanırım doğru olmaz. Onlar zaten bugünün ustaları oldu. Daha genç kuşaktan yazarlardansa, Behçet Çelik, Burhan Sönmez, Faruk Duman, Murat Özyaşar, Sine Ergün, Neslihan Önderoğlu, Hande Gündüz, Özlem Akıncı, Birgül Oğuz aklıma ilk gelen yazarlar. Elbette dahası da var…

Can Öktemer

25 Mayıs 2015 Pazartesi

Bir Vazonun Keder Dolu Hayatı


Banananutbread, Lavender in a Purple Vase, 2006

İnsanlar ölmeden önce, hayatlarının bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçtiğini söylerler. Size temin ederim ki biz vazolarda hayatlarımızın son anlarında aynı durumu yaşıyoruz. Nereden mi biliyorum? Ölüyorum da o yüzden. Yaşadığım evin, haylaz çocukları Samet ve Saffet’in anlamsız bir biçimde sokak yerine evde futbol oynama tercihleri ve evin büyük oğlu Samet’in ortasına Saffet’in kötü şutu yüzünden tuzla buz olmak üzereyim. Ben böyle kederli bir sonu kesinlikle hak etmedim inanın... Hayat hikayemi dinledikten sonra siz de bana hak vereceksiniz.
2005 yılının nisan ayında imal edildim. Fabrika işlemlerimi ve nerede imal edildiğimden bahsetmek istemiyorum; orada yaşadıklarım hepsi de acı ve keder dolu anlardı. Her neyse, bu işlemler sırasında, fabrika imal hatası sebebiyle beraber üretildiğim vazoların standart rengi olan mavi yerine mor olarak imal edildim. Bu yanlış belki de hayatımın geri kalanına yön verdi. İmal işlemlerinden sonra diğer vazo kardeşlerimle beraber kutulara konularak, satılmak üzere (ne kederli bir cümle) dükkanlara  doğru yollandık. Benim kaderime, son yılların gözde bir alışveriş merkezinin hediyelik eşya dükkanı düşmüştü. Bulunduğum dükkanda kendi türüm olan vazoların yanı sıra kül tablalarından, tepsilere varana kadar geniş yelpazede bir ürün çeşitliliği vardı.  Mağazada bulunmaya başladığım ilk günden itibaren mağazaya gelen müşterilerin hemen hemen hepsinin büyük ilgisiyle karşılaştım. Sakın bunu kendini beğenmişlik olarak algılamayın ne olur... (Rengimden midir, pürüzsüz dış yüzeyimden midir?) İnanın ölmek üzere olmama rağmen kadınların bana karşı olan ilgisini hala çözebilmiş değilim. Ama şunu artık kesin olarak biliyorum, güzellik kadar başa bela olan bir şey yok. Mağaza da bana karşı olan bu yoğun ilginin zamanla diğer vazolarda, hediyelik eşyalar üzerinde bir kıskançlık ve nefret duygusu yarattı. Hatta bir gün karşı rafta bana bakmakta olan ince uzun bir vazonun bana  "Sen geldiğinden beri kimse bize ilgi göstermiyor, ayağını denk al! Akıllı olmazsan seni bin parçaya bölerim seni!" dediğini hatırlıyorum. Bu tehdit karşısında günlerce kendime gelememiştim.  Bu yoğun tehdit altında yaşayışım, bir gün yine kadın hayranlarımdan birinin beni satın almasıyla son buldu. Şık giyimli, dalgalı saçlı ve inanılmaz güzel mavi gözlere sahip bir kadındı. Beni ilk görüşte beğenmişti, cümle kurmamıştı ama suratında oluşan tebessümün bende yaşattığı hissiyat bu yöndeydi. Hemen beni olduğum yerden kaldırdı kasaya götürdü. Satış fiyatım olan 35tl’yi ödedi. (Ne kadar can atıcı bir laf değil mi? Satış fiyatı) Daha sonra mağaza görevlileri beni kağıdımsı bir madde (maddenin ne olduğunu bilmiyorum) ile sarmaladılar ve güzel bir poşete koyarak yeni sahibime verdiler. Mağazadan çıkarken daha önce beni tehdit eden o ince uzun vazo  şöyle dedi: “Oh, kurtulduk senden. Kendini beğenmiş dallama. İnşallah yere düşüp parçalanırsın.” Şimdi yere düşmek üzereyken, o lanet olası vazonun bedduasının gerçekleşmesinin verdiği derin hüzne boğulmuyor değilim. 
Poşetin içinde olduğum için hiç bir şey göremiyordum, sadece etrafta ki seslerden nerede olabileceğimi tahmin etmeye çalışıyordum. Bir kapı kapanma ve açılma sesi duydum, büyük ihtimalle arabanın içindeydim, ama ön koltukta mıydım yoksa arka koltukta mı bilmiyordum. Konuşmalardan beni satın alan kadının isminin Sevim olduğunu öğrendim, konuşmalarda ismi geçmeyen erkek sesi sert biçimde "Sevim, bir vazoya bu kadar para verilir mi? Allah aşkına ne özelliği var ki bunun? Standart vazo işte!" demişti. Sevim hanımın cevabı ise takdire şayandı: "Ama, bu çok güzel, acayip bir albenisi ve çekiciliği var. Yeni aldığımız masanın üzerine çok yakışacak." Gördüğünüz gibi yine istenmeyen adam olmuştum. Bütün hayatım bu şekilde geçti. Nefret ve sevgi bir arada... 
Eve geldiğimizde uzun süre ikametgah edeceğim masanın üzerine konuldum. Evin, inanılmaz güzellikteydi. (Masanın bulunduğu konum, aydınlık bir pencereye bakıyordu. Bulunduğum yerin tek kötü tarafı, masanın sokak kapısının hemen yanında olmasıydı. Özellikle, kış aylarında soğuk havayı yoğun şekilde hissediyordum.) Ertesi güne içime düşen toprak parçacıklarıyla uyandım. Sevim hanım, benim bu halimi sade görmüş olacak ki içime çiçek ekmeye karar vermiş. Rengimle uyumlu olsun diye menekşe ekmeyi uygun görmüştü.  Ekim işlemi benim için pek keyifli geçmedi. Topraklar oramı buramı gıdıklıyordu. Sadece bu da değil, menekşenin sert kökleri de her tarafımı acıtıyordu. Ama zamanla bu acıya da alışır oldum. Günler böyle geçip gitmeye başladı, oldukça huzurluydum karşımda aydınlık bir pencere, üstünde oturduğum konforlu bir masa bir vazo hayattan başka ne bekler ki? Sevim hanım, çocukların okulda, eşinin işte olduğu bir gün evde hummalı bir çalışmaya başladı. Uzun saatler mutfaktan çıkmadı, evin her yerini  tek tek temizledi. En son işlem olarak da, beni olduğum yerden kaldırdı ve salonda ki özenle hazırlanmış yemek masasının üzerine bıraktı. Büyük hayal kırıklığına uğramıştım tabi eski yerim çok güzeldi. Burası da nereden çıkmıştı şimdi? Yemek masasının üzeri envai çeşit yiyecek ile doluydu. Börekler, kısırlar, pastalar... Açıkçası ilk önce bu ziyafetin benim için düzenlediğini düşünmüştüm. Sevim hanım evine yeni aldığı çekici, karizmatik vazosu için şölen veriyor. Neden olmasın? Ama durum benim düşündüğüm gibi olmadığı bir kaç saat sonra ortaya çıktı. Evin kapısı, seri şekilde çalmaya başladı ve içeriye bir sürü kadın girmeye başladı. Evin içinde ki derin sessizlik yerine büyük bir gürültüye bıraktı. Daha sonra sofraya oturuldu, Sevim hanımın arkadaşları tek tek beni ellemeye (hoşlanmadım değil) benden söz etmeye başladılar: "Ne kadar güzel bir vazoymuş," "Çok şirin, nereden aldın Sevim?"... Bu, iltifatlar karşısında ne kadar mutlu olduğumu söylemeliyim. Aynı şeyin içimde yer alan menekşe için geçerli olduğunu sanmıyorum, ona yapılan hoş iltifatlar neredeyse sıfırdı.  Her güzel şeyin bir gün biteceğini ben de biliyordum. Ama bu şekilde parçalanarak değil.. 
Evin yaramaz çocukları Samet ve Saffet, okulların tatil olduğu bir zamanda evde serseri mayın gibi dolaşıyorlardı, hangi yaramazlığı yapacaklarını kestiremiyordun bile. Şimdiye kadar beni keşfedememiş bu iki canavar sonunda beni fark etmişlerdi sonunda. Samet "Abi, bu nasıl vazo  çok çirkin." dedi bütün canavarlığıyla. Saffet ise onu tamamlayarak, "Evet lan,  dur şunu bir güzelleştirelim." dedi. Saffet içerden gazlı kalem getirdi. Benden soğuk terler boşalıyordu, (Neredesin Sevim hanım!) Saffet kötü adam kahkahaları atarak benim eşsiz, dış yüzeyime bıyık, kaş çizdiler. İnanabiliyor musunuz? Benim gibi bir vazonun doğal güzelliğini lanet olası bir gazlı kalemle çizdiler. Son anlarımı yaşadığım şu anlarda bile o, an bana tarif edilmez acılar veriyor.  Saffet ve Samet işkencelerini bitirip sonra da benim fotoğrafımı çekip, kahkahalar atarak sokağa çıktılar. Bu andan sonra hayat benim için bitmişti. Sevim hanım beni bu halde görmemeliydi. Derken Sevim hanım eve geldi  beni bu halde görünce kahkahalar atarak gülmeye başladı. Dünyanın en karizmatik vazosundan en komik vazosuna dönmüştüm. Sevim hanım, kahkahalarına son verince oğullarına bağırmaya başladı hemen kolonyalı mendil ile kaş-bıyığı silmeye çalıştı. Ama bütün sonuçlar nafile idi, silinmiyordu işte kaş, bıyık. Çaresiz bir şekilde beni olduğum yerden kaldırıp beni karanlık bir dolaba koydu. Gerekçesi bu görüntümle vazoluk görevimi yerine getireyemeceğimdi. O, küçük karanlık ve pis kokulu dolapta çok uzun süre mahsur kaldım. Artık sonumun gelmesini bekliyordum, ya apartmanın kapıcısına verilecektim ya da çürüyeğene kadar burada kalacaktım. Bütün umutlarımı yitirdiğim bir dönemde, dolabın kapısı açıldı ve benim iyilik meleğim Sevim hanım beni oradan çıkardı. Yanında bir arkadaşı vardı, Sevim hanım arkadaşına dönerek "Vazo boyama kursuna iyi ki gitmişsiz be, benim çocuklar bunu boyayınca çok üzülmüştüm. Çok seviyordum bu vazoyu." Sözleri beni çok mutlu etmişti, kısa hayatım boyunca beni karanlık anlardan kurtaran hep Sevim olmuştu, ona çok minnettarım. Sevim hanım arkadaşı heyecanla "Bence, rengarenk boyayalım, bak o zaman gören sen bu vazoyu. Harika olacak." dedi. Rengarenk boyanma fikri önceleri bana pek hoş gelmemişti, ne de olsa harika bir renge sahiptim ve en çekici yanım da buydu. İki saat süren yoğun boyama işlemi sona ermişti ve yep yeni bir hale bürünmüştüm. Beni ben yapan orijinal rengim gitmişti, ama yüzeyimde şeritler halinde akan bir sürü renge sahip olmuştum. Bu halimi de çok sevmiştim. Tek sorunum üzerimde ki keskin boya kokusuydu. Ona da bir şekilde alıştım. İnsanların ilgi odağı olmayı sürdürmeye kaldığım yerden devam ediyordum.
Fakat bu mutluluğum da çok uzun sürmedi, benimle ne alıp veremediklerini bir türlü anlayamadığım bu Vandal kardeşler, futbol oynamak için futbolun doğasına aykırı biçimde, çim saha yerine İran halısını seçmişlerdi ve ikisi de futbol oynamak için yaratılmamışlardı. İşte bu karardan yaklaşık beş dakika önce Saffet kenardan kestiği ortaya gelişi güzel bir vuruş yapan Samet’in şutu bana çarptı ve ben dengemi yitirip masadan aşağıya düşmeye başladım. Birazdan sert parkeye çarpmak üzereyim. İnanın ilgi çekmek için hiç bir çaba harcamadım. Doğal bir çekiciliğim vardı. Çok güzel günler geçirdim ama en çok kederli günlerim oldu. Birazdan bin bir parçaya bölüneceğim ve sonum adi bir çöp torbasında bitecek. Ne yapalım kader utansın..  
Can Öktemer

"Urras": Bir Hafta Sonu Macerası




İsmim Abdülkadir Önder. Yeşilçam'da uzun yıllar hem senarist olarak hem de yönetmen olarak birçok filmle yer aldım. Benim hatırlamadığım ama görüntü yönetmeni dostum Suavi'nin iddiasına göre, 126’ya yakın filmim var. En çok fantastik türünde filmler yaptım, geri kalanlar yapımcıların isteği doğrultusunda yapmış olduğum melodram türünde filmler oldu. Hepsine olmasa bile fantastik-bilim kurgu türünde yaptığım filmlerime ayrı hayranlık ve gururla bakıyorum. 100’e yakın belki de daha fazla filmde oynamış olmasına rağmen, sokakta yürürken ismini değil de simasını hatırlayan bir sürü hayranı olan, ‘”Bak şu şey değil miydi? Filmlerde oynayan adı neydi, yaa?” ve “Aa! Ben de hatırlar gibi oldum. Aa! Şu çantayı gördün mü? Harika!!” gibi diyaloglara maruz kalan kadim dostum, her rolün adamı Ercüneyt, "Abdülkadir Önder Sinemasının En Sevdiğim Beş Filmi" adlı ve hiçbir yerde yayınlanmayan yazısında şu filmleri sıralamış (bendeniz mütevaziliği sevdiğimden dolayı bu tip etiketlerle ilgilenmiyorum):
1. Uçan Adam Tarantula Adam’a Karşı:  Kısmetsiz bir şekilde tarantula tarafından ısırılan ve bunun hırsını tüm dünyadan çıkarmaya yeminli bir gençle, onu durdurmaya çalışan süper kahramanımız Uçan Adam'ın nefes kesen mücadelesini anlatmıştım bu filmde. Bugüne kadar en az anlaşılan filmim olmuştur nedense. 
2. Örümcek Adam: Gönlüme Ağ Yaptım: Hem duygusal hem fantastik türünde olan bu film dünya sinemasında tektir
3. Yarasa Adam’ın İntikam Denemesi: Toplumsal refahın tavan yaptığı ve suç oranının sıfıra indiği bir ülkede Yarasa Adam’ın yakalayacak kötü adam olmaması sebebiyle, kendi halinde intikam denemelerini anlatıyor. Hem toplumsal gerçekçilik, hem de aksiyonun tavan yaptığı bu filmi aslında ben birinci sıraya koyardım ya, neyse. Bu filminin özellikle Dark Knight filmine referans olduğunu düşünüyorum.
4. 2145 Uzayda Aşk Macerası: Tamamıyla benim bodrum katında mini bir uzay ortamı yaparak oluşturduğum film, Kubrick’in Space Odysee’si ile bir sene arayla ortaya çıktı. Önce Kubrick’in, sonra benim filmim girmişti vizyona. Galaksiler arası canlı ve bitki araştıran Türk Astronot Aydemir’in uzaylı Zekoyo ile yaşadığı aşkı anlatıyor. Hangi filmin daha iyi olduğunu ben değil, seyirci karar versin bence.
5. Teksaslı Davut’un Dönüşü: Ürgüp Göreme’de çekmiş olduğum bu western’de kahramanlık ve ahlak gibi kavramları işlemiştim.
Bu beş filmin ikisinde Ercüneyt oynadı (Yarasa Adam’ın İntikam Denemesi ve Teksaslı Davut’un Dönüşü). Çok da iyi oynamıştı. Neyse, geçen cumartesi sevgili karımın yaptığı harika mercimek çorbasını yudumlarken, telefonum ısrarla ve kesinlikle bu telefonu açmalısın şeklinde çalınca dayanamadım, güzel mercimek çorbamı yarıda bırakarak telefonu açtım. Arayan Ercüneyt’ti. Telefonu sakince açtım, Ercüneyt heyecanla karşılık verdi: “Abdülkadir ağabey, yeni bilimkurgu filmi gelmiş sinemalara, üç boyutluymuş, gözlükle izleniyormuş. Senin, 2145 Uzayda Aşk Macerası filmine benziyor, hadi gidelim! Suavi ağabey ile İzzet ağabeyi' de aradım. Onlar da geliyorlar, hadi çık sen de! Metropolis Alışveriş Merkezi’nde buluşalım.” Ercüneyt’in bu kadar uzun cümle kuracağı aklıma hiç gelmezdi. Ezberi kötüdür, film çekimlerinde bile ona kısa cümleler kurdururdum. Sakinliğimi bozmadan Ercüneyt’e, “Ercü ben gelmeyeyim, siz gidin. Üç boyutlu film mi olur, hem?” dedim. Daha sonra Ercü’nün aşırı baskılarına dayanamayarak, biraz da Ercü'nün bahsettiği filmi görme merakı sebebiyle Metropolis Alışveriş Merkezi’ne gittim.
Orada bizim üçlüyle buluştum, onları görmeyeli uzun zaman olmuştu. İlk olarak görüntü yönetmeni arkadaşım hasretle Suavi'yle sarıldık birbirimize. Dile kolay yıllarca beraber ne anılarımız vardı kendisiyle.  (Burada şu önemli hususu belirtmeden edemeyeceğim; kendisi kel ve sakalsız olduğundan ünlü ses sanatçısı Suavi ile uzaktan yakından alakası yoktur.) Daha sonra İzzet'le sarıldık, öpüştük. İzzet'le de tanışıklığımız da  eskiye dayanır, o filmlerimde hem yapımcılık hem de senaristlik yapmıştı zamanında. Çok özlemişim eski dostlarımı, organizasyonu yapan Ercü'ye dönerek "Aferin lan Ercü, iyi akıl ettin bu film işini, yoksa görüşemeyecektik" dedim.  Ercü, heyecanla bizden bilet almak için gişeye doğru koşar adım gitti ve E sırası 6, 7, 8, 9 numaralı koltuklardan yerlerimizi aldı. Filmin başlama saati 17.00’ydi ve saatlerimiz daha 16.00’ı gösteriyordu. Dördümüz, bu uzun vakti geçirmek için bir masaya oturduk. Aramızdaki en heyecanlı olan Ercü yine koşarak, dört tane çay aldı. Film öncesi, izleyeceğimiz Urras filmi hakkında konuşmaya başladık. Ercü çayından bir yudum alıp filmi anlatmaya başladı. Garip isimli gezegenler, acayip renkte uzaylılar falan filan, bir sürü anlamsız kelimeler zırvalıyordu. Ben Ercü'nün lafını kesip sinirli bir şekilde “Ben bunları yıllar önce 2145 filminde yapmıştım zaten. Bu filmin tek artısının bilet alırken yanında bir de gözlük verilmesi” dedim.
Çaylarımızı bitirdik ve salondaki yerlerimize geçtik. Etrafımızdaki herkes öyle heyecanlıydı ki, tarif edemezdim. 3 boyutlu gözlükleri nasıl kullanacaklarını bilmeyenler, gözlükleri takıp onunla fotoğraf çektirenler, kova kova patlamış mısır ve litrelik kola alıp film izlemeye gelenler derken, yanımda bir horultu duydum. Görüntü Yönetmeni Suavi uyumaya başlamıştı, şaşırmıştım. Daha ışıklar sönmeden uyuyan ilk insan olsa gerek. Ercü, Suavi’nin bu tutumuna çok sinirlenmişti. Bu hareketinin sanata yapılmış bir hakaret olduğunu söyledi ve sinirli bir şekilde Suavi’yi dürttü. Ama hareket yoktu, uyumaya devam ediyordu gayet umursamaz bir şekilde. Ercü bağıracak oldu ama uyardım onu, “Bırak uyusun” dedim, Suavi'yi bilmiyor musun uykuyu çok sever dedim niye öyle bir şey dediğimi bilmeden. Yapımcı İzzet dikkatini toplamış, yakın gözlüğünü takmış, cep telefonunu kapatmaya çalışıyordu. Işıklar söndü, bir an afalladım, gözlüğü şimdi mi takmalıydım, yoksa reklamlardan sonra mı? Gereksiz bir heyecan oldu. Ercü yılların 3d gözlük kullanıcısı gibi taktı gözlükleri. Perdeye yansıyan flu görüntüleri heyecanlı bir şekilde izliyordu. (Ekranda beliren bisküvi reklamını son derece gevşek bir gülüşle izliyordu.) Bir anlık tereddütten sonra ben de “Aman, takayım ben de gözlüğü”  dedim ve taktım. O da ne? Salak bisküvi reklamı üç boyutlu olmuştu. “Aman Tanrım, ne kadar güzel” diye geçirdim içimden. İzzet’te herhangi bir hareket yoktu son derece ciddi bir şekilde perdeye bakıyordu (düşünen adamlığa devam). Yoksa yeni bir film projesi mi düşünüyor, kim bilir? Suavi ise filmi rüyalar âleminde izliyor, en güzel filmi o seyrediyor şüphesiz...
Tam üç saat boyunca, oradan oraya, atla, zıpla, patla. Harika renkler, resmen hayran kaldım filme. Hem de çevreci mesajı da var derken, film bitti. Kafamda projeler akıyordu, 2145’i 3d çekebilirdim ya da yepyeni bir senaryo ile üç boyutlu film işine girebilirdim. Işıklar yandı, gözlüğü çıkardım ve İzzet’e döndüm. Film başladığından beri, aynı şekilde duruyordu. Merakla İzzet’i dürttüm: “Kalksana oğlum! Harika projeler geldi aklıma. Bir yere oturalım da konuşalım.” İzzet gözlüğü çıkardı: ”Nasıldı film?” dedi. “Kafamı buluyorsun lan düdük?” diye çıkıştım. İzzet mahcup mahcup: “Affedersin 3d gözlüğü, uzak gözlüğün üstüne koymaya çalıştım olmadı. Gözlüğü çıkardım, öyle izleyeyim dedim. Bulanık bulanık izledim, hiçbir şey anlamadım. İyi mi?” Hep beraber kahkahalar atarak güldük. Bu sırada, Suavi gerile gerile kalktı ve “İyi uyumuşum” dedi. Cevap vermeye tenezzül etmedik.
Kalktık yerimizden, ben heyecanla yeni projelerden bahsediyorum, anlatıyorum derken önce Ercü saatine baktı: “Benim gitmem lazım. Akşama maç var. Sonra konuşuruz bunları.” Sonra İzzet: “Benim de karımın akrabaları gelecek. Malum alışveriş falan yapmak lazım…” Ve en son Suavi esneyerek: “Benim de acayip uykum geldi. Eve gidip uyuyayım.” Bir şey diyemedim, sadece “Türk sineması gelişemiyorsa, işte bu zihniyettendir!” diye bir fırça kaydım. Mercimek çorbası, sinir bozucu akrabalar, Süper Lig, tembellik… Öpüştük, vedalaştık. Herkes ayrı bir toplu taşıma aracına bindi. Otobüs, dolmuş, metro… Kafamda hâlâ “2145, üç boyutlu ne güzel olurdu!” cümlesi...
--- SON ---
Can Öktemer