Edebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Edebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Aralık 2015 Pazar

Tanıklık ve Hafıza, Dirayet ve Direniş, Yas ve Feryâd Zabel Yesayan

Toprak ve dil'in hakikatini, tüm araçlarınızla güdümünüze almaya çalışsanız da vakti erdiğinde o hakikat uç verir. Bu, tarihin gösterdiğidir. Acı bir köke ulaşmaya çalışan felaketzedelerin torunları ile faillerin özür dilemenin yollarını arayan torunları zorbalıkla kurduğunuz “sessizleştirme” kulelerini yıkmaya başlar. Er ya da geç bu olur, olacaktır.
Hele hele edebiyatın ve kadın mücadelesinin hakikatleri ise “diasporalaştır”ılan, o tarih illâ ki yeniden yazılır. Hakikat, inatçı ve dirayetlidir. Bu, bazılarının unuttuğudur.
Bir süredir, yıkım ve yeniden yazımın kavşağındayız.  İşimiz çok, uzun, meşakkatli. Bu yazı, o kavşakta bir yüzleşme ve özür girişimi, denemesi olabilir çok çok.
***
Zabel Yesayan (Hovanessyan) 93 Harbi günlerinde 4 Şubat 1878'de Üsküdar'da Silahtar'ın Bahçeleri Mahallesi'nde fırtınalı bir gecede dünyaya geldiği vakit, “Rus ordusu Aya Stefanos'a ulaşmış. (...) doğum sancılan başladığında tellallar bağırıyormuş; top atışları olacak. Paniğe kapılmayın.” Ebeyi şehrin öbür ucundan getiren Dikran dayı, doğan bebeği görünce “Siz buna bebek mi diyorsunuz?” demiş “Hap kadar bir şey! Bir de oralara kadar eziyet çektim...”

Fırtına, kar, top atışı ortasında doğan “hap kadar” Zabel'in hayatının hareketi, yolları, neş'esi ve acısı eksik olmamış. Yazar, kadın, öğretmen olarak direniş ve isyanla örülü hayatı yas ve ölüm halesiyle çevrilmiş. Fakat o ne yasını tutabilmiş ne ölülerini gömebilmiş. Yas ve ölüm kıskacında yol'da bir hayat olmuş onunkisi.
1890'larda ortalık siyasi açıdan karışıkken 1895'te Paris'e gitmiş. Edebiyat ve felsefe okumuş Sorbonne'da. 1900'de, Paris'te ressam Dikran Yesayan'la evlenmiş. İki çocuk doğurmuş, Sofi ve Hrand. 1902'de İstanbul'a dönmüş. Ermenice gazetelerde yazmış, ses getiren eserler yayımlamış. 1905'te yeniden Paris'e gitmiş, 1908'e İkinci Meşrutiyet'in ilânına kadar orada kalmış. 1909'da bu sefer bir heyette görevli olarak Kilikya (Adana) katliamının sonuçlarını görmek üzere yola çıkmış. Bu, ağrıya, acıya tanıklık yolculuğuymuş aslında. Gözlemlerini “Averagnerun Meç” (Yıkıntılar Arasında,1911) adlı kitabında dile getirmiş. 1914'te savaş başlamış. 24 Nisan 1915'te tutuklanacaklar listesindeki tek kadınmış. Bulgaristan'a kaçmış. Hiç kolay olmamış. Kafkasya, Beyrut, Mısır'da Ermeni göçmeni ve yetimleriyle ilgili çalışmış. Yardım faaliyetlerini örgütlemek için uğraş vermiş. Sovyet Ermenistan'ını ziyaret ettikten sonra 1933'te buraya yerleşmiş. Üniversitede dersler vermiş. Stalin kovuşturmaları sırasında tutuklanmış 1937'de. Bakü'de cezaevinde yatmış. 1943'te Sibirya'da ölmüş. Son yılları ve ölümü bir muamma.
***
İsyan ve Direnişinin Kökenleri
Zabel'in yazar, öğretmen, kadın olarak direnişinin ve isyanın; özgürlük, eşitlik, adalet duygularının köklerinin filizlerini ele veren beş an/sahne, “Silahtar'ın Bahçeleri”nden.
Ani kenti ağlama!
Çok sert bir havada, elinde yükleriyle yokuşu zar zor çıkmaya çalışan bir tenekeci, mahallenin çocukları tarafında saldırıya uğrar. Çocuklar, “çığlıklar at”ıp “vahşi bir neşe”yle kaçarken, tenekeci harap olmuş eşyalarının ortasında dizlerini çökmüş, oturmuş ağıtlar yakmaktadır. Buna tanıklık eden Zabel, çığlık atarak ağlamaya başlar. Bu adam, onun gözünde Yukaper teyzesinin ona okuduğu ninnide ağlayan Ani kentidir. “Ani kenti ağlar/Kimse demez ona/Ağlama/Ağlama!”
Büyükannesi aldırmamasını, o adamın bir Musevi olduğunu, İsa'ya işkence ettikleri için bunları çektiklerini söylediğinde Zabel bunu reddeder. 10 yaşındadır. Babasına Musevilerin kötü bir halk olduğunun doğru olup olmadığını sorar. Babası, “Kötü bir halk yoktur çocuğum. Yalnızca kötü insanlar ve iyi insanlar vardır.” dediğinde Zabel'in sorusu elbette hazırdır: “O zaman Türkler?” “Onlar için de öyledir” der babası.
Bu, Zabel'in hakiki acıyla, kötü'yle, kötülükle ve karşıtlarıyla tanıştığı sahnedir. Etnisite ve inanç üzerinden edilen zulümlerin, yapılan zorbalıkların, katliamların sonraki yıllarda da tanığı olacaktır. Bunları kayda geçirip acı dolu bir hafızayı kuracak ve her tür ayrımcılığın, haksızlığın, zulmün karşısında dimdik duracaktır. Babasının hiçbir ayrım gözetmeksizin haksızlıklara ve cehalete karşı gelişi, cehalet yanlısı papazları eleştirmesi, hayatını üzerine kurduğu iki kavramın daha çocukken yerleşmesini sağlamıştır:  “Adalet ve eşitlik”.
Dikran dayının tavanarası
Rulo yapılmış büyükçe bir kağıt. Yeniçerilerin önünde diz çökmüş Bulgarlar. Halklarına yaşatılan zorbalığa karşı gelen Bulgarların katledilmesini emretmiştir sultan. Dikran, sultanların zorba olduğunu söylediğinde sorar Zabel “Peki Abdülaziz?” Çünkü o, “iyi şeyler duymuş”tur onun hakkında, “ani ve trajik ölümü”nden dolayı hâlâ “yas tutanlar” vardır. “Abdülaziz öbürlerinden de daha kötü bir zorbaydı” dediğinde dayısının onlara karşı olduğunu, cezalandırılmalarını istediğini fark eder, “Sultan Aziz'i öldürenlerin iyi adam” olup olmadıklarını sorar. Bunları o yaştaki bir çocuğa neden anlattığını düşünse de Dikran dayı, tutuklanıp boynu vurulan Çerkez'le bitirir bu konuşmayı.
Zabel'in hafızasına Musevi tenekeciden sonra kazınan ikinci resim bu Çerkez'dir ve o, “bir oğlan olmayı, bir Çerkez, bir haydut, dağlarda bir özgürlük savaşçısı olmayı; zorbalığa ve adalete karşı savaşabilmeyi, hatta bu uğurda ölmeyi” ister. Keşke, der, keşke! Muktedir ve zulmüyle bu ilk tanışma çocukken öğrendiği, hayatının merkezine yerleştirdiği bir varoluş biçimidir: “İsyan ve direniş”.
Melani'nin kirazları
Teneffüstür. Okulun bahçesindedir Zabel. Zengin olan Melani kiraz yer. Karşısında imrenerek Melani'ye bakan yoksul bir kız oturur. Bu manzara korkunç gelir Zabel'e. Öfkeyle koşar, kirazları alır, duvarın öte tarafına atar. Başka türlü bir adaletsizlik ve eşitsizlikle karşı karşıyadır burada.
Kendi çocukluğunun bir kısmı epeyce bolluk içerisinde geçmiştir. Tekstil işleri oldukça iyi giderken 14 odalı bir eve taşınırlar, ev konuklarla dolar taşar, Alemdağ'a her ay mutlaka gezmeye gidilir. Ama babası kazancı herkesle bölüşmekten yanadır. Böyle bir hayat kurmuştur evde. İşler kötüye gittiğinde, annesi iyileşmez bir hastalığa yakalanıp da elde var olan her şey onu iyileştirmek için kullanıldığında yoksullaşma Zabel için bir yoksunluğa, zorluğa, acıya dönüşmemiştir.
Melani'nin kirazları izini süreceği iki meseleyi göstermiştir ona: Sınıf farkı ve mücadele”.
  
Faize'yle köy gezileri
Sokaklarda, köylerde... kimsenin pek sevmediği Maltepe'de, Rum köylerinde gezmek insandan insana hayalden hayale koşmaktır Zabel için. Arkadaşı Faize'yle ücra köylerden birindedirler. Bir adam yanlarına yaklaşır. Saati sorar. Türkçe sormuştur. Faize, yaklaşmamasını, durmasını “emreder”. Koşarak kaçarlar. Adamın tecavüz etmek istediğini söyler Faize. Türk müydü, diye sorar Zabel. “Elbette”, Türk'tür. Çünkü bir “kâfir asla asla bir Türk hanımın yanına sokulmaya cüret edemez.”
Korkmuşlardır, ama kimseye söylemezler “taciz”i. Söylerlerse özgürlüklerinin, hayallerinin, geleceklerinin kısıtlanacağını düşünürler ki bu hele Zabel için asla kabul edilebilir değildir. Babası, cehalete ve kadının toplumda yok sayılmasına karşı duran, eğitimle kadınların kurtulacağını düşünen biridir. Bunu sık sık konuşurlar. Zabel'se bir süre sonra kadının özgürleşmesi için eğitimin tek başına yeterli olmadığını düşünecek; sorunu bir sistem sorunu olarak tanımlayacak, bu sistemi topyekûn yıkmak, değiştirmek gerektiğini söyleyecektir.
Bu taciz sahnesi, eğitimi bir başına yetersiz bulmasını doğrular. Çözüm, eril dilin ve tahakkümün ortadan kaldırılması, böyle kurulmuş sistemin yıkılmasıdır. Bunun gerekliliğini daha çocukken deneyimlemiştir: “Patriarka ve yıkım”.
Madam Düsap'ın uçurumları
Arşakuhi ve Zabel, akıllarında bin bir soruyla dönemin kadın mücadelesi ve edebiyat alanında güçlü yazarı Sırpuhi Düsap'ın kapısını çalarlar. Ona akıl danışacak, yazar olma kariyerlerinden söz edeceklerdir. Zile basacakları vakit arkadaşı vazgeçeyazsa da Zabel ısrarcıdır, zile basılır. Dilleri tutulmuş gibidir. Düsap, sorular sorar, yüreklendirir onları; ama bu yolda defne yapraklarından çok uçurumlar olduğunu söyler ve ekler “Bizim toplumumuz bir kadının isim yapmasına izin verme konusunda henüz hazır değil. Bu engeli aşabilmek için ortalamanın çok üstüne çıkmak gerekir. Bir erkek ortalama bir yazar olabilir, ama bir kadın olamaz.”
Korkmazlar. Kararlıdırlar. İki önemli hakikati görmüşlerdir: “Engeller ve İnat”.
Yüreğinin ve Dilinin Kökenleri
Yukarıdaki an'ların/sahnelerin yanı sıra onun çoklu, esnek, güçlü ve sert dilinin, bakışının kökenleri de oldukça zengin, çeşitli, dallı budaklıdır. Mahallenin renkleri evlerinin karşısındaki Rum meyhanesinden yükselen balık kokuları, sokakta dans eden, ayı oynatan çingeneler, falcıların sesleri, hokkabazlar, dervişler, sihirbazlar; Rumların kutsal günleri, Şiilerin “Ya Hüseyin Ya Hüseyin” feryadları... Büyükbaba Şirinoğlu Hagop'un anlatıla anlatıla bitmeyen hikâyeleri, meşhur halk ozanlığı, gizemli yaşamı... Yeranik teyzenin bin bir çeşit koku barındıran çekmecesi, çocukluğundan beri biriktirdiklerini sakladığı bavulu...  Yukaper teyzenin yas dolu, içini “çaresizlik”, “melankoli”, “karanlık duygular”la dolduran Ani şehri ninnisi... Babasının demlediği çayların huzuru, gazeteleri, kitapları, sohbetleri... Annesinin iyileşmez hastalığı, “melankoli”nin annesini gözleri önünde yiyip bitiririşi... Hastalıktan uzak kalması için gönderildiği Santuk hanımın bezbebekleriyle ilişkisi...
Oynayan, hoplayan, şenlikli; okumayı erken yaşta öğrenip bitkin düşene kadar okuyan Zabel'in eserlerindeki dil ve biçim arayışları, temaların çeşitliliği, anlam düzlemlerinin katman katman kuruluşu; ideolojik, politik bakış ve duruşunun, tercihlerinin merkezde yer almayıp, ama mutlaka bir katman, bir arka plan, çerçeve olarak kurguya dahil oluşu, kurgunun anlam zenginliği; birey ve topluma dair olanların birinin diğerini dışlamadan/kuşatmadan bir arada yer alması gibi pek çok özelliğinin kökleri çocukluğundan yetişkinliğine bu geniş ve derin, hareketli hayattadır biraz da.
Tanıklık ve Edebiyat
Yesayan “Yıkıntılar Arasında” kitabında 1909 Adana katliamını anlatır. Korkunç bir tanıklıktır. Ölülerin gömülemeyişinin, ölümün yarattığı boşluğun kapanamayışının, açtığı yaranın iyileştirilemeyişinin tanıklığıdır. Acı öylesine derin, barbarlık öylesine tarifsizdir ki tek çare kaydetmektir.

Bu kitap, bir kurmaca değil; felaketzedelerin ve felaketin resmidir. Çoğu kadın ve yaşlı, hayatta kalabilmiş kişilerle konuşmalara yer verir. Her bir satırı gözleyen/izleyen/tanıklık edenin ağrısını, çözümsüz çaresiz hissedişini, acıdan boğum boğum oluşunu taşır. Asıl derdi, olanı biteni bu haliyle görünür kılmak, hafızaya işlemektir. Marc Nichanian'ın “Felaket ve Edebiyat”ta belirttiği gibi, “Hiçbir hayal gücünün alamayacağı kadar...” diyen Yesayan, “hayal etmeye çalışıyor; aynanın öteki yanına, kurbanların tarafına geçmeye, onlarla bire bir özdeşleşmeye çabalıyor.”
Tek başına bu tanıklık belki imhayı değil, ama sonraki kuşaklara dayatılacak inkâr riyakârlığını engelleyebilirdi. Ne var ki ülke ulus-devletleşirken yapılan katliamlar, ülkenin tarihi yazılırken dilsiz bırakılmıştır. Bu “sessizleştirme” katledilenlerin dil, kimlik, kültür, tarih... mirasına el koyma ve yok etmeyle mümkün olmuştur. Muktedirlerce kurgulanan tarih/edebiyat tarihi yüzündendir ki “ulus-devlet” kahramanlıklar, fedakârlıklarla örülü anlatılarıyla riyakârlığını nesilden nesile sürdürmüştür. “Yıkıntılar Arasında” can ağrısı çekerek dolaşan Zabel Yesayan'la ve tanıklıklarıyla buluşmamızı 100 yıl geciktirmiştir.
Oysa Yesayan'ın tanıklıkları bir yandan da Meliha Nuri Hanım'lar içindi, imha ve inkâr politikalarının kurucu özneleri ve onların torunları içindi.
Merkezinde Meliha Nuri'nin ruhunun derinliklerindeki iç sıkıntılarının, buhranlarının, dertlerinin, tereddütlerinin yer aldığı, Çanakkale Savaşı'nda Gelibolu'da bir hastanedeki kısa bir süreyi anlatan 1925'te yazılıp 1928'de kitap olarak basılmış “Meliha Nuri Hanım” romanı aşk ana izleğini çevreleyen savaş, etnisite temelli ayrımcılık, kültürel ve ekonomik sınıf farklılıkları izleklerini ele alır. Bu izleklerin her biri bir kişi, kişiler arası ilişkiler tarafından temsil edilir.
Romanda savaş, düşmanlık, kahramanlık, zafer kutsanmadığı gibi nefret ve öfkesine yenik düşen, aşk ve kadınlık meselelerinde gelgitleri olan, “Ermeni düşmanı” Meliha'yı yargılamaz, kınamaz yazar.  Derdi, onun sıkışmışlığını göstermek; aklımıza ve vicdanımıza şu soruyu çengellemektir: Nasıl olur da bunca acıya, zulme kör sağır dilsiz kalınır? Hemşire Meliha Nuri Hanım'ın ırkçı nefret ve öfkesinden arınıp ortak vatan'da eşit yurttaş olarak hak ve özgürlükler çerçevesinde beraber yaşamanın yolu yordamı üzerinde düşünmesi nasıl mümkün olur?

Bitirirken...
Zabel Yesayan'ın dilinde mağduriyet ve mahkumiyet söz konusu değildir. Yaşamı ve yazdıkları bu açıdan örtüşür. O ezilen, katledilen bir halkın mağdur ve mahkum kişisi değildir. Gören, görünür kılmaya çalışan, her tür yok sayma, ezme, ötekileştirme politikası karşısında muktedire meydan okuyan, yazarak, yaşayarak, öğreterek direnen ve feryad eden bir kadın olarak edebiyat ve kadın hareketi tarihinde güçlü bir damardır.
Ruben Zaryan 1933'te Erivan'da üniversitedeki Balzac, Zola, Flaubert dersleriyle hatırlar Zebayan'ı ve şöyle bir sahne aktarır: Sınıfa giren Yesayan öğrencilere oturmalarını söyler ve ekler “Bu talebimin yerleşik kurallara aykırı olduğunun farkındayım, ama sizi ayakta görmek beni rahatsız ediyor. Askeri talime öyle benziyor ki. Bu yüzden bana saygınızı farklı bir biçimde ifade etmenizi rica edeceğim. Örneğin, dakik olmakla. Hepiniz pek yakında hayata atılacak yetiş­ kin, olgun öğrencilersiniz; bundan dolayı disiplin konusundaki derslerin gereksiz olduğunu umut ediyorum.”
Öğrencilerine bir diğer öğüdü de “Gençsiniz; bunlar hayatınızın en güzel yılları; size bu özgürlüğü tanımamın bir başka nedeni de, aşık olabilirsiniz, günün erken saatlerinde bir randevu ayarlamış olabilirsiniz, belki kız arkadaşınız sizi tam da bu saatte görmek istiyordur. Tanrı aşkına, derse boş verip sevgilinizi görmeye gidin. Kim verirse versin, hiçbir ders onun duygularını incitmeye değmez.” olan Zabel Yesayan, öğretmenliği, yazarlığı, kadınlığı; inadı, isyanı ve feryadıyla geç kalmış da olsak 100 yıl sonra yüzleşmeler için bizi bekliyor. Daha da geç olmadan...
Melike Koçak
* Bu yazı, ilk olarak IAN.Edebiyat’ın Kasım 2015 sayısında yayımlanmıştır.
Kaynaklar:
Kevork B. Bardakjian, Modern Ermeni Edebiyatı, Çeviren: Fatma Üna-Maral Aktokmakyan, Aras Yayıncılık, 2013.
Lerna Ekmekçioğlu-Melissa Bilal (der.), Bir Adalet Feryadı, Osmanlı'dan Türkiye'ye Beş Ermeni Feminist Yazar, Aras Yayıncılık, 2006.
Marc Nichannian, Edebiyat ve Felaket, Çeviren: Ayşegül Sönmezay, İletişim Yayınları, 2011.
Sarkis Srents, Ermeni Edebiyatı Numuneleri, Aras Yayıncılık, 2012.
Mehmet Fatih Uslu, ‘Üsküdar'a Dönen Kadın’, Roman Kahramanları, Sayı 19, 2014.
Mehmet Fatih Uslu, ‘Silahtar'ı Hatırlamak’, Kitap-lık, Sayı 111, Ağustos 2007.
Zabel Yesayan, Silahtar'ın Bahçeleri, Belge Yayınları, 2006.
Zabel Yesayan, Yıkıntılar Arasında, Türkçesi: Kayuş Çalıkman Gavrilof, Aras Yayıncılık, 2014.
Zabel Yesayan, Meliha Nuri Hanım, Türkçesi: Mehmet Fatih Uslu, Aras Yayıncılık, 2015.

10 Ekim 2015 Cumartesi

Taşradan İnsan Manzaraları


Başta Nuri Bilge Ceylan'ın sinemasından aşina olduğumuz, merkezle taşranın çatışmasını, sıkışmışlığı, arada kalmışlığı sahici bir dille anlatan birçok filmle karşılaşır olduk. Benzer mevzular son dönem Türkiye edebiyatında da işleniyor. Yönetmenlerin  ve yazarların taşraya bu kadar ilgi göstermesinin en önemli sebeplerinden biri de küreselleşme ve internetin de etkisiyle birlikte taşranın son sürat değişen kimliği olsa gerek. Arın Kuşaksızoğlu, bu değişimi şöyle açıklıyor: "Zaman artık taşrada dünya saatiyle akıp gidiyor, o yüzden hiçbir şey eski yerinde değil."
Taşranın bu değişen kimliği, beraberinde anlatılmayı bekleyen bir sürü hikâye getiriyor kuşkusuz. Sinemacıların ve yazarların iştahlı bir şekilde taşrayı anlatma heveslerinin altında yatan durum bu olabilir. Son dönem Türkiye edebiyatında taşrayı en iyi anlatan yazarlardan Mahir Ünsal Eriş ise taşraya olan bu ilgiyi, taşradan büyük şehre okumaya gitmiş olanların artık kendi hikâyelerini anlatmalarına başlamalarını ve Cumhuriyet sonrası Türkiye edebiyatındaki görülen taşraya dair "oryantalist" bakışın yerine taşraya daha içeriden daha tanıdık bir bakışın ete kemiğe bürünmüş anlatıların ortaya çıkmasına bağlıyordu bir röportajında.
Deniz Arslan'ın (kendisinin aynı zamanda 2013'te vizyona giren, farklı anlatımı  ve mizahıyla dikkat çeken Gözümün Nuru filminin senaristlerinden biri olduğunu da belirtelim) geçtiğimiz günlerde yayımlanan ilk öykü kitabı Rehavet Havası da taşraya hakiki bir bakış atan kitaplardan. Rehavet Havası'nda Deniz Arslan, tanıdığı yüzlerin, aşina olduğu seslerin, mahallelerin, taşra sıkıntısının, taşrada zorunlu ikametgahın, işsizlerin, tembellikle flört edenlerin, kendi evinde mağlup olanların, taşrada yapacak bir şeyleri olmayanların, büyük şehirde tutunamayanların ve Nurdan Gürbilek'in harikulade tanımıyla tarif edecek olursak, "Taşradayken bir başka dünyanın hayali asılı kalanların, yaşamak zorunda kaldıkları sınırlılıkları aşmak isteyenlerin" öykülerine yer veriyor. Rehavet Havası'nda sade bir anlatım var, edebiyat numaralarına pek rastlamıyoruz, öykülerin bilindik taşra anlatılarıyla akrabalık bağları var ama Deniz Arslan, Abdullah Ataşçı'nın şu sözünü hatırlatırcasına "Ne anlatılırsa anlatılsın, ne yazılacaksa yazılsın önemli olan bunun nasıl anlatıldığıdır ve edebiyatın merkezi dildir" taşra gerçekliğine muzip bir bakış atarak öykülerinin klişeye dönüşme tehlikesinden kurtarıyor bir bakıma.
Deniz Arslan
Yerel Motifler
Arslan, taşra sıkıntısını, hüzünlü ama neşesini bir an olsun kaybetmeyen bir dille anlatıyor. Uşak'ın Banaz ilçesinde yapılacak hiç bir şey olmadığından, etraflarındaki çemberi kırıp dünyaya temas etmek ve hayallerini bir kez olsun gerçek kılabilmek için kendi sıkıntılarını en iyi anlayacak müzisyene Bruce Springsteen'e "hayal kırıklarının başkenti" Banaz'da konser vermesi için ulaşmaya çalışan bir grup gencin hikâyesine, okuduğu üniversitede tanıştığı Polonyalı sevgilisini romantizmin doruklarına çıkarmak için Erzurum'a götüren Erdal'ın sonu pek de romantik bir şekilde bitmeyen gezisine, İsveç'teki akrabasının hediye ettiği Ingmar Bergman filmlerini izledikten sonra kendisini bambaşka bir dünyanın içerisinde bulan ve fellik fellik yaban çileği aşermeye başlayan kırtasiyeci Reşat'ın varoluşsal krizle imtihanını ve jilet gibi takım elbisesi, özenle taranmış saçlarıyla bütün mahalleliyi hazır ola çeken Canti Fuat'ın büyük şehirden gelen Nurhayat'a deliler gibi meftun olmasını ve Mecnun misali çöllere düşüp karşılıksız aşkından kendini yiyip bitirmesi gibi trajikomik hikâyelere tanık oluyoruz kitap boyunca. Hüzünlü, kırık öyküler bunlar; fakat Arslan okuyucuya mendillerini çıkartma fırsat vermeden, mizah dozunu yükselterek durumu dengeliyor bir anlamda.
Yazar taşraya özgü yerel motifleri ve argoyu kullanmaktan hiç çekinmiyor. Bu motifleri büyük bir iştahla yer veriyor metinlerin içinde. Hikâyelerinin ve karakterlerinin samimiyeti, doğallıkları da yazarın yaratmış olduğu bu sıcak atmosferden geliyor kanımca. Arslan bildiği, gördüğü, aşina olduğu toprakları, durumları Emir Kusturica filmlerini hatırlatan cümbüşüyle ve naifliğiyle büyük laflar etmeden, taşraya bir takım romantik anlamlar yüklemeden, nostalji bayatlığına düşmeden, sakince ve mizahı bir an olsun eksik etmeden anlatıyor.
Can Öktemer
*Bu yazı, Cumhuriyet Kitap'ın 8 Ekim 2015 tarihli sayısında yayınlanmıştır.

11 Haziran 2015 Perşembe

Her eve lazım amca



Genç Osman Yavaş’ı asıl tanıdığımız mecra müzik elbette ki. Resim bölümünden mezun olan ve Almancadan yaptığı çevirileri de bilinen Yavaş, bu kez karşımıza yazar kimliğiyle çıkıyor. “10 parmağında 10 marifet” desek abartmış olmayacağım Genç Osman Yavaş’ın bu ilk kitabı bir çocuk kitabı üstelik. Amcam ve Ben - Havaalanında Bir Zebra,  yazar Genç Osman Yavaş ile çizer Nalan Alaca’dan çocuklara ve yaşları büyüse de çocuk edebiyatından bir türlü kopamayanlara bir armağan. Serinin ilk macerası başından geçen “abartılı” olayları yeğenine anlatmayı çok seven amcanın İsviçre’ye yakınlarını ziyarete giden bir zebra ile havaalanında tanışması ile başlıyor. Kitap boyunca bu ikilinin başlarından geçen deli dolu olayları okuyoruz. Üstelik kitabın sonunda okuyucularını bir sürpriz bekliyor: Genç Osman'ın bu kitap için bestelediği iki şarkıdan oluşan bir albüm.
Bu kitap hakkında söylenecek ilk şey, kendini düş ve düşünce evreninin derinliklerinde bir yerde konumlandırdığı. Daha önce hangimiz bir zebrayı evimizde misafir edip onunla maceralardan maceralara atıldık ki? Ya da yeryüzünde kahvaltı için menemen yemeği tercih eden kaç zebra vardır?  Kitabın tüm sayfalarına sinen bu komik ve “abartılı” tavır, kitabın kendisini çocuk yazını içerisinde farklı bir yere yerleştirdiğinin kanıtı niteliğinde.
Türkiye sınırlarında çocuklar için üretilen kitapların büyük bir kısmının pedagojik tavırdan kaçamadığı su götürmez bir gerçek. Bu durumun sebebi, bu topraklarda çocuklara nasıl baktığımızla ilintili. Birey olgusunun tam olarak oluşamadığı Türkiye’de, çocuklar eksik, doğru düşünme yetisini öğrenebilmeleri içinse yetişkinler tarafından eğitilmeleri gereken insanlar olarak görülüyor. Bu sebepledir ki, toplumun büyük bir kısmının benimsediği öğretileri ve “kuralları” genç kuşaklara gizli ya da aleni bir şekilde aktarmayı bir gereklilik olarak gören kitapların sayısı az değil. Bu kitaplarda çocukların hayatlarındaki denetleme kurullarında (Türkiye örneğinde bu aileler ve öğretmenlerdir) ele alınan “doğru”lar ve “yanıt”lar kurgu sosuna bulanarak çocuklara sunuluyor.
Bu bağlamda, Amcam ve Ben serisinin bu anlayıştan oldukça uzak olduğunu söylemeliyiz. Örneğin, ele aldığımız kitabın başkahramanı, yeğeni tarafından “deli” olarak tanımlanan bir amca. “Deli” kelimesinin kullanılması, hele de bir aile bireyi için kullanılması sakıncalı değil mi? Kitabın ilk sayfalarında “deli” kelimesini kullanan ve ardından belli ki yukarıda bahsettiğim kurulun denetiminden geçemeyeceğini fark eden yeğen, amcasını “hafif çatlak” olarak tanımlamaya başlıyor. Bu kelimenin de birçok yetişkin için sakıncalı olabileceğini tahmin ediyorum.  Ahter Önkaya’nın yazarla yaptığı röportaj da gösteriyor ki, kitabın hazırlık aşamasında “sakıncalı kelimelerin kullanımı” konusu detaylıca tartışılmış. Sonra Genç Osman, kesin bir şekilde bu kelimenin kullanılması gerektiğine karar vermiş. Ona göre, “...aileler kitapların içindeki ufacık kelimelere takılı kalırken, televizyonun nasıl bir tehlike olduğunu unutuyorlar.” Bu anlamda, yayınevinin yazarının kararı sonucu “çatlak” kelimesinin kullanımını desteklemesi takdire şayan bir kazanım.
Yetişkinlerin bize öğrettikleri arasında hayattaki başarı basamakları yer alır. Buna göre, okulda iyi notlar almalı, ardından üniversitede iyi bir bölümü kazanmalı, iyi bir şirkette iş bulmalı, kariyer basamaklarını hızla çıkmalı, para kazanmalı, evlenip çoluk çocuk sahibi olmalıyız. Bu hikayedeki amca ise bu kuralların büyük bir kısmına uymamış görünüyor. Yalnız yaşayan amcaya annesi hazırladığı çeyizleriyle evlenmesi yönünde baskı yapıyor. O ise annesinin hazırladığı çeyizleri, diğer kahramanımız zebrayı nine kılığına sokarak bakkala gönderebilmek için kullanıyor. Üstelik çocuğu da yok. Ama çok sevdiği yeğenini haftada bir kez görüyor. Her ne kadar kitapta geçmese de tembelliğinden ve sabahın ileri saatlerinde hala evde olmasından olumlanan (9-6 mesai) bir işe sahip olmadığını da anlıyoruz. Böyle karakter yeğenlerine ve onu okuyacak çocuklara örnek olabilir mi?
Muhtemelen bu sorunun yanıtı, çocukların hayatlarındaki denetim kurullarının büyük bir kısmına göre, örnek alınmaması gerektiği yönünde olacaktır. Ama eminim ki, çocuklar bu amcayı çok severler. Tüm bu sebeplerle, serinin ikinci kitabını merakla bekliyorum.
Müge Kalender

29 Mayıs 2015 Cuma

Semih Gümüş: ‘Türkiye’de edebiyat eleştirisinin yetersiz olduğu kesinlikle doğru’



Semih Gümüş, uzun yıllardır Türkiye edebiyatında eleştirmen ve yayıncı olarak emek veren, bu konu üzerine kafa yoran bir edebiyat emekçisi. Kendisi gerek bu alanda yayınladığı kitaplarla gerekse de haftalık yazılarıyla edebiyat üzerine zihin açıcı yazılar yazmakta. Bununla beraber Gümüş, son birkaç yıldır yayıncılık alanında da edebiyatımıza katkılar sağlamakta. Kurucusu olduğu Notos’la Türkiye edebiyat dergiciliğinde bir boşluğu doldurduğunu söylememiz yanlış olmaz sanırım. Bununla beraber yine kurucusu olduğu Notos Kitap ile yayın dünyasında da rüştünü ispatladı. Semih Gümüş'le Türkiye'de edebiyat dergiciliği, yayıncılık ve eleştirmenlik üzerine konuştuk.
Semih Gümüş
- Notos dergisi 50. sayısını da geçti. Bize Notos'un oluşum hikâyesinden bahsedebilir misiniz? Başlangıçta hangi saiklerle yola çıkmıştınız?
Notos, sanırım benim dergi yayımlama tutkumun sonucu. Ben buna dergi yayımlama manyaklığım da diyorum. İlk sayısı Aralık 2006’da çıktı, şimdi 9. yılı içinde. Daha baştan, edebiyat dergilerinin eninde sonunda içine düştüğü kısır döngüyü kırmayı amaçlamıştık. Edebiyat dergisinin de çok satabileceğini düşünüyordum. Bunun için ne yapılması gerekiyorsa onları yapmalıydık elbette. İçeriğinden tasarımına, gitgide genişleyen bir okur kitlesinin beklentisine karşılık verebilmeliydik. Bunun için çok çalıştık. Sonunda Notos’u Notos yapan, kendine özgü bir kimliği olan bir dergiye dönüştürebildik. Bugün de en yaygın dağıtılan, en çok sayıda okura ulaşan edebiyat dergisi oldu Notos. Artık çıtayı biraz daha yükseğe koyduk.
- Malumunuz, dijital yayıncılık son yıllarda hızla yaygınlaşmaya başladı. Genel olarak e-dergiciliği üzerine düşünceleriniz nedir? Türkiye'de edebiyat dergilerinin yeteri kadar okunmadığı düşünülürse, bu yayınların, internetin ulaşım olanaklarıyla daha çok okuyucuya ulaşmaları sizce mümkün olacak mı?
Ben dijital yayıncılığı çok önemsiyorum. Kaldı ki, önemsememeyi de düşünemiyorum. Bizde her alanda olduğu gibi, yayıncılık dünyasında da geleneksel bir tutuculuk olduğu için, dijital yayıncılığa pek iyi gözle bakılmıyor. Oysa yayıncılığın ikinci bir kanalı, yayınevleri için faklı bir etkinlik alanı ve olanaktır bu. Notos başından beri e-dergi olarak da yayınlanıyor. Kitaplarımızı da e-kitap olarak satışa sunuyoruz. Bu arada basılı dergilerle aynı nitelikte bir dijital edebiyat dergisinin de çok önemli olduğunu düşünüyorum. Zor elbette. Her şeyden önce, bir gelir elde etme şansı pek az. Oysa iyi bir dijital dergi için küçük de olsa iyi bir ekip de gerekir. Bu arada pek çok dijital dergi girişimi var, Sabit Fikir güzel, ama ben sözgelimi Notos gibi bir derginin dijital biçimini kastediyorum. Onun için sanırım biraz erken.
- Türkiye'de uzun yıllardır matbuat olarak çıkan edebiyat dergilerinin, genç kuşak okuyucuya ulaşabildiklerini düşünüyor musunuz? Bu anlamda, Notos'un genç okuyucularla ilişkisi nasıl?
Ben bunda önemli bir sorun olduğunu düşünmüyorum. Sonunda edebiyat dergilerinin okurlarının asıl olarak gençler olduğundan kuşku duymayınız. Bir yayıncı olarak böyle olduğunu izliyorum. Dergileri de, kitapları da alanların çoğunluğu gençlerdir. Tersini görüyor musunuz siz? Notos’un da okurlarının yüzde 70’i gençler, liselilere varıncaya dek, iyi bir okur çevresi olduğunu görüyorum.
- Türkiye'de son yıllarda edebiyat dergiciliğinde bir artış gözlemlenmekte. Siz, genel olarak son yıllarda çıkan edebiyat dergileri için ne düşünürsünüz? Sizce eskiye kıyasla, bu yeni dergilerin ne gibi farklılıkları var?
Aslında bugün yayımlanan edebiyat dergilerinin sayısı geçen dönemlere, bizim gençlik yıllarımıza göre epeyce az. Neyse ki, son birkaç yıldır artmaya başladı. Edebiyat dergilerinin sayısı çoğalmalıdır. Dergisiz edebiyat dünyası olmaz. Geçmişte yayımlanan dergilerle bugünküler arasında belirgin bir fark da var. Geçmişte belli bir edebiyat anlayışı, yol ve yordam çevresinde bir araya gelenlerin yayımladığı dergilerin sayısı pek çok olurdu. Bazen siyasal nedenlerle de çıkardı edebiyat dergileri. Bugün bu eğilimin güçlü olduğu söylenemez. Bunu doğal bir sonuç sayıyorum. Bugün belli bir anlayış çevresinde bir araya gelmek daha zor. Parçalanmış hayatlar, parçalanmış bir edebiyat dünyasına da yol açtı. Dolayısıyla dergiler asıl olarak edebiyatın izini sürüyor. Önemli olan da nitelikli edebiyatın izinde olmaları.
- Uzun yıllardır edebiyat eleştirmenliği yapmaktasınız. Siz, edebiyat eleştirmenliğini nasıl tanımlarsınız? Eleştirmenliğe ilk başladığınız yıllardaki ortamla, şimdiyi kıyaslarsanız ne gibi farklılıklar var sizce? Türkiye'de edebiyat eleştirmenlerinin okuyucu üzerinde yönlendirici etkileri oluyor mu sizce?
Edebiyat eleştirisinin geçmişte bugünkünden farklı olduğunu düşünüyorum. Bizde yazılanlar özellikle böyleydi. Yazarı metne bağlayan, iyiyle kötüyü ayırt etmeye çalışan, dolayısıyla metni yazınsal bir metin olarak almaya yeterince yatkın olmayan bir eleştiri anlayışının egemen olduğu söylenebilir. Oysa eleştiri bu değil elbette. Batı’da da böyle anlaşılmıyor. Eleştiri, edebiyatın öteki türleri gibi bir tür. Yazınsal eleştiri diyorum ben. Kendisi dışındaki yazınsal metinlerin yarattığı dünyanın karşısına, onlardan çıkmakla birlikte, tamamlandığında onlardan bağımsız bir dünya kuran metindir eleştiri. Yazara ya da metne bağımlı değildir. Ama metnin içinde kalmalıdır. Bu nitelikte eleştiri bizde ne yazık ki pek az. Bunu biliyoruz. Ama en azından anlayış olarak benim gençlik yıllarımda yazılan eleştiriden çok daha doğru anlaşılıp çok daha nitelikli yazılıyor. Eleştirinin okur üstünde yaygın bir etkisi oluğu söylenemez. Ama öyle görüyorum ki, sözüne güvenilir bir eleştirmenin önerdiği kitaplara meraklı ve sınırlı bir okur çevresinin duyduğu güven de var. Kendi payıma bunu söyleyebilirim.
- Türkiye'de uzun yıllardan beri süregelen tartışmalardan biri de, gerçek anlamda edebiyat eleştirisi yapılmadığı ve kitap eklerindeki yazılarının bir çoğunun tanıtım yazılarına dönüştüğüne dairdir. Siz bu tartışmalar için ne demek istersiniz? Türkiye'de bu anlamda edebiyat eleştirisine dair büyük bir eksiklik var mı?
Kitap eklerinin çok önemli bir işlevi olduğunu kim yadsıyabilir. Oralarda yayımlanan yazıların büyük bölümünün eleştiri yazıları olmadığını biliyoruz, olmaları da gerekmiyor. Belki çok farklı bir kitap dergisi düşünülebilir, London Book of Review ya da benzerleri gibi. Orada eleştiriler de olur. Türkiye’de edebiyat eleştirisinin eksik ve yetersiz olduğu kesinlikle doğrudur. Çünkü yeteri kadar eleştiri yazarı yok. Son birkaç yılda çoğalmaya başladığını görüyorum. Umarım yakında edebiyat dergilerinin gereksinimini karşılayacak çoklukta ve nitelikte de olur. Bugün bundan daha iyi durumda olması beklenemez. Edebiyat dünyasının piyasaya ve popüler kültüre gitgide daha zor yaklaşması da eleştiriyi gereksizleştiriyor. Bunlar epeyce önemli sorunlar.
- Genel olarak Türkiye'de yapılan edebiyat tartışmaları için ne düşünüyorsunuz? Sizce nitelikli bir edebiyat tartışması yapılıyor mu? Kitap ekleri ve dergileri bu anlamda tartışmaların neresinde duruyor?
Ben Türkiye’de nitelikli edebiyat tartışmaları görmüyorum. Olmuyor. Olmasını da pek beklemiyorum. Çünkü hem eleştiriye yabacı bir dünyamız var hem de o tartışmaları yürütecek olgunluk ve donanım yok. Tartışma, düşünce üretimi demektir. Bu ülkenin yazarlarının ve aydınlarının çoğunluğu da yaratıcı düşünce üretiminden çok uzak. Meraklı bir toplum içinde yaşamıyoruz bir kere. Dünyada neler yazılıyor, hep uzağında duruluyor.

- Notos'un Oğuz Atay sayısında Şavkar Altınel, Tutunamayanlar üzerine bir eleştiri getirmişti ve o eleştiri üzerine büyük tartışmalar çıkmıştı. Bu örnekte de olduğu gibi bu durumun Türkiye'de yazarları biraz fazla kutsallaştırdığını ve onları tartışılmaz duruma getirdiğini düşünüyor musunuz?
Evet, böyle olduğunu düşünüyorum. Tutunamayanlar 1971’de yayımlandığı zaman onu en iyi anlayabileceğini düşünebileceğiniz yazarlar bile olumsuz yaklaşmıştı. Bu ne biçim roman, demeye getirerek. Oysa on yıl sonra bir kült romana dönüştü Tutunamayanlar. Hangisi doğru? Evet, 1970’lerin ilk yarısının dünyasında anlaşılamamıştı Tutunamayanlar ama eleştirilemez bir roman olarak görülmeye başlaması da olumlu değil. Her roman eleştirilir. Edebiyat kültürümüz eleştirinin ne olduğunu anlamaya gerçekten uzak görünüyor. Hâlâ böyle. Oysa eleştiri, anlamadır, yorumdur, değerlendirmedir, sürekli soyutlama yapmaktır. Onsuz yaşanır mı.
- Bir röportajınızda Türkiye'de yazarların, başka edebiyatçılar üzerine yazmaktan kaçındıklarını söylemiştiniz. Yazarların, başka yazarlar üzerine ve genel olarak edebiyat üzerine yazmaları, düşünmelerini önemli bulur musunuz? Türkiye özelinde, bunun bir eksiklik olduğunu düşünür müsünüz?
Hem çok önemli buluyorum. Eleştiri de zaten yalnızca eleştirmen olarak bilinen yazarların işi değildir. Bütün edebiyat dünyasının sorunudur eleştiri. Dolayısıyla yazarların başka kitaplar ve edebiyatın sorunları üstüne düşünüp yazmaları edebiyat dünyamızın ortalama düzeyini yukarı çekecek asıl etkendir. Sanırım bunu sağlamak zor olacak.
- Türkiye'de son yıllarda kitap üretimi ciddi oranda arttı. Siz, genel olarak genç kuşak edebiyatçılarımızı nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizin son dönemde en çok beğendiğiniz yerli yazarlar kimler?
Doğru, biz yazılanları görmüyoruz ama yayımlananları biliyoruz. Onlar da her yıl biraz daha artıyor. Kimileri bundan şikâyet ediyor. Bense çok olumlu buluyorum bu gelişmeyi. Ne kadar çok yazılırsa iyi yazarların çıkma şansı da o kadar artar. Düzyazı uygarlıktır, denir. Ne kadar çok yazılırsa o kadar iyi olur. Sevdiğim, beğendiğim, ilgiyle izlediğim yazarların sayısı pek çok. Bizim kuşağımızdan yazarları söylemem sanırım doğru olmaz. Onlar zaten bugünün ustaları oldu. Daha genç kuşaktan yazarlardansa, Behçet Çelik, Burhan Sönmez, Faruk Duman, Murat Özyaşar, Sine Ergün, Neslihan Önderoğlu, Hande Gündüz, Özlem Akıncı, Birgül Oğuz aklıma ilk gelen yazarlar. Elbette dahası da var…

Can Öktemer