Orhan Berent etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Orhan Berent etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Kasım 2015 Salı

Eskilerden bir abi: Mustafa Denizli


15-16 yaşlarındaydım. Bir yaz günü öğleden sonrası Çeşme'de babamla avare avare turluyorduk. Limanın karşısındaki kahvehanenin önünden geçerken babam başıyla dışarıda oturanlardan birini işaret etti: "Bak oğlum, burada kim var?" Gösterdiği tarafa baktım. Ayak ayak üstüne atmış, gayet havalı, efe tavırlı bir adam oturmuş sigara içiyor, denizi seyrediyordu. Ona olan bakışlarımızı hissetmiş olacak ki yanından geçerken o da bizi şöyle bir süzdü. İşte o an elim ayağım çözüldü, adımlarımı şaşırdım. Bizim büyük kaptanın yanından geçiyordum, boru mu? O büyük kaptan sendin Mustafa abi. Hiç de garipsememiştim sigara içmeni. Zaten her fırsat bulduğunda Cruyff da tüttürüyordu, gazetelerde okuyorduk. Senin Cruyff’tan ne eksiğin vardı? Fiyakalı abim.

Bir keresinde de bin dokuz yüz seksenlerin başında Tariş depolarına doğru Alsancak Stadı’nın yanından yürürken, takımı antrenmandan kulüp binasına getiren minibüsün yanında görmüştüm seni. Toprağı bol olsun annemin memleketlisi antrenör Ömeragiç kulağını çekiyor, sen de gülüyordun. Diğer futbolcular da gülüyordu tabii. Hatta ben de gülmüştüm yanınızdan geçerken. Sonraki yıllarda gazetelerde okumuştum. Meğer  kamp yaptığınız yerde hoca sizi krosa yollamış, yarışın ortalarında diğer futbolculardan ayrılıp bir arabaya atlamış, finiş çizgisinin yakınlarına gelince de arabadan inip gruba orada katılmıştın. Tabii Ömeragiç yutmamıştı bunu. Ketenpereye gelmemişti. Kaçın kurrasıydı Gospodin. O gülüş o zamana mı ait şimdi hatırlamıyorum. Sen ne kabahat yaparsan yap yakışırdı, yakışmasa da biz yakıştırırdık. Kurnaz abim.
Atatürk Stadı’nda bir Beşiktaş maçındaydık. Kapalıda tezahürat yapıp seni tribünlere çağırmıştık. Çiçekleri sana doğru savurduktan sonra Beşiktaşlıların olduğu tarafta da bir vaveyla kopmuştu. "Niye şamata yapıyor bu herifler?" diye düşünürken şaşkınlıktan küçük dilimizi yutmuştuk. Beşiktaşlılar da seni yanlarına çağırıyordu. Rakip bir futbolcunun tribünlere çağırılması çok nadir olaylardandı. Üstelik Beşiktaşlılar bizden daha fazla bağırmıştı, kıskanmıştık. Onları da kırmamış, Beşiktaş tribünlerinin önüne gitmiştin. Sağ elini göğsüne götürüp başını eğmiş, afilice bir temenna çakmıştın. Rakip tribünler alkıştan yıkılmıştı. Kalender abim.
Atacağın her korner öncesi penaltı bulmuş gibi seviniyorduk. Yetmiş dokuzdaki Fenerbahçe maçında bir karambol anında topu tribünlere yollayıp “Topu geri vermeyin,” diye kapalıdakilere tembihlemiştin. Onlar da maçın topunu vermemişler ham hum şaralop yapmıştı. Hakem baktı bu iş böyle olmayacak, yedek topu istedi. Malzemecimiz Kör Coşkun kaşla göz arasında senin antrenmanlarda kullandığın Mikasa topu yuvarladı. Ve bir korner atışında topa öyle bir falso verdin ki, bizim Zagor Zafer’in tam kafasına doğru süzüle süzüle gelirken gol olacağını hissetmiştik. Maçın bitmesine birkaç dakika kala da rahmetli Bora’ya bir ara pası, sonrası tevatür. Gözümün nuru abim.

Kimi maçlarda resmen yürüyüp etrafa bağırıp çağırmakla yetinirdin. Kaybettiğimiz maçlarda da bir punduna getirip kırmızı kart görmeyi ihmal etmezdin. Fakat hiç umulmayacak bir anda güzel bir hareket yapar ya gol atar ya da attırırdın. Seksen ikideki başka bir Fenerbahçe maçında skorboard tarafındaki kaleye neredeyse orta çizgiden attığın serbest vuruşu kaleci Yaşar içeri alsaydı, belki de yüzyılın golü olurdu. Zımba gibi, roketatar mermisi gibi. Ya ondan bir sezon önceki Trabzon maçında yatarak attığın vole. Şenol Güneş tüm gücüyle köşeye uçmuştu da kurtaramamıştı. Son senelerinde deniz feneri gibiydin. Ortalığı sürekli aydınlatmaktansa arada sırada bir görünüp bir kaybolan ateş böceklerine benziyordun. Aslan abim.
Seni herkes seviyordu Mustafa abi, ama biz başka türlü seviyorduk. Sen Altaylı Büyük Mustafa’ydın, kaptandın ve Mustafaların birincisiydin. Çıkış tünelinde kimi zaman elinde bir buket çiçekle en önde sen çıkardın. Yaşı en ufak Mustafa’ya küçük, ortancaya Miço, sana da büyük demiştik.  Miço sağ açıkta, sen sol açıktaydın. Ve seksen üçte ilk defa birinci ligten düştüğümüzde sana da yavaş yavaş yol görünecekti. Kalsaydın, gitmeyeydin iyiydi be abim.

Ve geçen otuz küsur seneden sonra her alt lige düştüğümüzde, kurtarıcı olarak önce senin adın aklımıza geldi. Almanya’ya, İran’a, Azerbaycan’a bile gitmiştin de bize hiç uğramadın. Ateş almak için bile gelmedin be abim.
Duyduk ki yine Galatasaray’ı çalıştıracakmışsın, şampiyon yapacakmışsın. Başarı senin alnına yazılmış, en çok sana yakışır be abim.
Fakat diyeceğim o ki, hani bir gün aklına eser de çıkıp bize gelirsen, biz evde yokuz be abim. Yanlış anlama, sana tavır yaptığımızdan değil de, ev mev falan kalmadı ortada. Ne Alsancak Stadyumu kaldı, ne eski kulüp binası. Yerle yeksan ettiler, başımıza yıktılar be abim.
Sitem ediyorsam eğer, iki gözüm önüme aksın. Eğer mümkünse şu zehir dolu bardak bizden uzaklaşsın, gayya kuyusundan kurtulalım. Yine de bizim gönlümüz değil senin gönlün hoş olsun. Canın sağ olsun be abim, canın sağ olsun.
Orhan Berent

14 Kasım 2014 Cuma

Derinliklerin Morluğu (2)

Mosmor (Mark2a) 

“Gillan ile Glover’ı ilk kez, Perihan ablanın dükkanında tesadüfen bulduğum ve beş sene öncesine ait Hey dergilerinin sayfalarında görmüştüm. Coverdale ve Hughes’tan önce  grupta onların olduğunu  o zaman öğrenmiştim. Geriden geliyordum ne yapayım... Pikabımız henüz yoktu ve ayrıca plaklar pahalıydı. Çarşıdaki kasetçinin plaktan kasete çektiği koleksiyonunda aranjman boldu, ama bunlardan yoktu. Çaresiz radyodaki TRT3’le idare ediyorduk. Yıl 1977’ydi. Onüç yaşındaydım ve grup tarihe karışalı birkaç ay olmuştu....”

1969 yılında Kraliyet Flarmoni Orkestrası ile Royal Albert Hall’da gerçekleştirilen bir konserde Jon Lord’un bestelerini izleyicilerle paylaşan topluluk, bir bakıma klasik müzik dinleyicisi ile rock müzik sevenleri ilginç bir sentezde buluşturmuştu. “Child in Time”ın da seslendirildiği bu konser, albüm haline getirilmesine rağmen Blackmore’u tatmin etmemişti. Kendisiyle aynı fikirleri grubun yeni solisti Gillan da paylaşıyordu ve o da sert müzik yapmak istiyordu. Böylelikle bir bakıma Jon Lord’un grupta tek başına sürdürdüğü liderliğin sonu gelmişti. Lord’un yazdığı "Concerto For Group And Orchestra"yı Londra Filarmoni Orkestrası ile kaydettiklerinde bir ilki gerçekleştiriyorlardı ama Blackmore’un tam olarak yapmak istediği bu değildi. Gitarist, 1970 yılında Led Zeppelin üçüncü albümünü çıkarmaya hazırlanıp, Black Sabbath da debut albümleri Paranoid için çalışmalarını sürdürürken, hard rock esintilerinden ve mezkûr isimlerden geri kalmak istemiyordu.
Mk2 kadrosu: Lord, Paice, Gillan, Blackmore, Glover
Fakat grup yeni kadrosuyla harikulade bir uyum da yakalamıştı. İddiasız ama çok sağlam bir tekniği olan davulcu Ian Paice ile Roger Glover çok iyi anlaşıyor, grubun soundunu özellikle konserlerde ayakta tutan iki isim oluyorlardı. Ayrıca Glover, cana yakın, kalender kişiliği ile çabuk arkadaş edinen, çevresini genişletme eğiliminde bir tipti ve sonraki yıllarda Purple’ın bazı prodüksiyonlarını üstlenecekti. Jon Lord maestroydu ve Blackmore’un istediği gibi hard rock soundunda o zamana kadar hiç bir grupta pek rastlanılmayan klavye kullanımıyla bestelere renk katıyor, eski vokalist Rod Evans’ı fersah fersah aşan sesiyle Ian Gillan adeta “Bu grubun solisti benden başkası olamaz” diyordu. Gillan, 1970’te Child in Time’daki performansıyla “Jesus Christ Superstar” adlı rock operasının yazarı Tim Rice’ın dikkatini çekecek ve Rice onu arayıp Hz. İsa rolünü teklif edecekti. Sonunda operanın bestecisi Andrew Lloyd Weber’in de bulunduğu birkaç prova sonrası stüdyo kaydında Ian Gillan bu işten alnının akıyla çıkacak, özellikle operanın Gethsname (I only want to say) bölümündeki yorumuyla devleşecekti.
Deep Purple in Rock 1970.
“Deep Purple in Rock” efsane kadroyla 1970’de çıktığında plak listelerinde hatırı sayılır bir ses getirdi. Albüm kapağında beş gencin ABD başkanlarından sonra Rushmore kayalarına suretlerini kazıdıkları bu çalışmada boş yoktu. Speed King, adı üstünde hızı simgeliyordu. Child in Time ise başta şarkıcı Mr. Scream (Gillan) olmak üzere beş müzisyenin de ayrı ayrı becerisinin damgasını taşıyordu. Lord’un orgu, Blackmore’un gitarı, Glover ve Paice’in sağlam alt yapısı ve Gillan’ın çığlıkları. Albümdeki diğer şarkılardan Bloodsucker ve Hard Lovin’ Man ise ayrı bir güzelliğe sahipti. İleriki yıllarda rock müziğin temel taşı olarak nitelendirilecek bu albüm piyasaya çıkmıştı lakin her şey bununla bitmiyordu. Nitekim onlar gibi hard rock yapan Black Sabbath, gitaristleri Iommi’nin özgün riffleriyle dikkat çekiyor, Led Zeppelin 3. albümünü çıkararak yolunda emin adımlarla ilerliyordu. Gillan ve Blackmore’un öngörüleri gerçekleşmişti. Şimdi sıra ikinci albümdeydi. Yalnız önce prodüktörlerin isteğini yerine getirmek gerekiyordu. Yapımcılar radyo için 2-3 dakikalık, kısa ve akılda kalıcı bir single istiyordu. Bu amaçla stüdyoda iki arada bir derede bir zaman diliminde ortaya çıkan ve grubun da başlangıçta ciddiye almadığı “Black Night” bu dönemin ürünü oldu ve yıl içinde radyoda en çok çalınan şarkılar arasında ilk sıraları tuttu, sonraki yıllarda bazı proto-metal gruplarına ilham verdi. Tıpkı Black Sabbath’ın terminolojide albüm fuller şeklinde tabir edilen ve yer doldursun diye aynı şekilde Iommi ve Butler’ın bir kaç saatte oluşturdukları Paranoid’in bir anda radyolarda en çok bilinen ve ilgi gösterilen Sabbath şarkısı olması gibi.

1971’de çıkan “Fireball” ilki kadar bütünlüklü olmasa da sağlam parçalar içeriyordu. Bu kadroyla yapılan ilk albümdeki kadar kadar sert tonlar yoktu ama grubun tüm becerisini yansıtıyordu. Özellikle Ian Paice’in davulda, Glover’ın da bas gitarda harikalar yarattığı albüm, aynı adı taşıyan Fireball, The Mule ve Fools ile grubun altın dönemini yansıtan iyi bir çalışmaydı. Ayrıca Lord’un Fireball’daki solosu da hiç yabana atılır gibi değildi ve Deep Purple’ın diğerlerinden neden bu kadar özgün olduğunu simgeliyordu. Fakat grubun yapacağı asıl büyük iş bir sene sonra gerçekleşecekti.
Ian Gillan 1972 ve 2012
1972 yılında çıkan ve Montreux’da kaydedilen “Machine Head” birbirinden güzel yedi şarkı içeriyordu. Grubun klasikleri arasında en başta sayılacak Smoke on the Water, Highway Star, Pictures at Home, Space Trucking, bunlara ilave olarak grubun dillere destan teknik üstünlüğünü yansıtan Never Before, May be I am a Leo ve Lord ile Blackmore’un büyük müzisyenliklerini gösterdiği unutulmaz Lazy. Grup zirvedeydi artık. Her konserleri olay oluyordu ve dünyanın en gürültücü topluluğu olarak ün salmışlardı. Başlangıçta albümün ağır topu olarak bu satırların yazarı hâkirin de grubun en güzel eseri olarak nitelendirdiği Pictures of Home umuluyordu.  Fakat grup üyelerinin kaldıkları otelde, bir gün sonra konser verecekleri salonun cayır cayır yanışını seyrederken,  Blackmore’un tıngırdattığı basit bir ezgi, sonradan diğerlerini bir anda silip süpürecekti. Smoke on the Water böyle bir tesadüf eseri ortaya çıkmıştı. Grubun konser vereceği alanda daha önce Frank Zappa ve grubu sahnedeyken bir seyircinin ateşlediği maytap ortalığı tutuşturmuş ve büyük bir yangın çıkmıştı. Bu şarkıyı yazmalarına ilham veren olay buydu ve günümüze kadar bütün zamanların en çok coverlanan parçalarından biri olacaktı. Özellikle şarkının girişinde Blackmore’un kullandığı riff, sonraki yıllarda rock müzikle ilgisi olsun olmasın herkesin kulağına bir yerden aşina olabilecek kadar yaygınlaşacaktı.

1972’de Deep Purple o yıla kadar konser albümlerine pek yüz vermese de Made in Japan adında bir konser albümü çıkardı. Prodüktörlerden biri eline geçen korsan bir kaydın umulmayacak kadar temiz ve net olduğunu görünce bunu plak şirketine önermiş, onlar da grubun onayıyla bir konser albümü oluşturmuşlardı. Yıllar sonra ortaya çıkan gerçek ise daha farklıydı. Topluluk konser albümü çıkarmaya pek taraftar olmadığı için, bu kayıtları bizzat şirketin ses teknisyeni konserler sırasında gizli gizli titizlikle oluşturmuştu ve kayıtların bu kadar net olmasının sırrı buydu. Zaten Japonya’daki o konserde de stüdyo kaydından farksız bir şekilde çalıp, söylemişler, “Child in Time”da da seyircinin katılımıyla muhteşem bir ambiyans yakalamışlardı. Plak şirketi de bu albümün çıkması için baskı yapınca rock tarihinin en iyi konser albümleri arasında ilk sıralarda yer alan Made in Japan ortaya çıkmıştı.
Gillan ve Blackmore
Grubun birbiriyle uyumlu ve en güzel bestelerini ortaya çıkardığı bu dönem, tüm muhteşemliğine rağmen 1973 yılına doğru sarsıntıya uğramıştı. Beşi de çok yetenekli ve kişisel egoları da aynı oranda aşırı yüksek müzisyenler arasında bir takım sorunlar ortaya çıkmaya başlamıştı. Başrollerde ise Blackmore ve Gİllan vardı. Grubun dünyaca ünlü olmasını sağlayan besteler beş kişinin ortak çalışması gibi görünse de bu beş isimden ilk ikiyi paylaşan hep Blackmore ve Gillan’dı. Gruba katıldığı ilk yıl turnelerde Blackmore ile aynı odayı paylaşan Gillan’la gitarist arasında başlangıçta su sızmıyordu. Fakat Gillan’ın iki yıl gibi kısa bir sürede rock müziğin en iyi birkaç sesi arasında sayılması ve fazlaca ön plana çıkması Blackmore gibi egosu yüksek ve kendini topluluğun lideri sayan biri için rahatsızlık vericiydi. Grubun davulcusu Paice sonraki yıllarda o dönem için şöyle söylemişti: “Ritchie kimi zaman dünyanın en kolay adamıydı, istediğinizi yaptırabilirdiniz. Fakat inadı tuttu mu da her şeyi mahvedebilecek bir tipti.” Şüphesiz bunlar doğru sözlerdi. Fakat Gillan’ın da kabahatleri vardı. Ortaklaşa aklın oluşturduğu ilk üç muhteşem albümden sonra yeni albümün stüdyo kayıtları sırasında garip bir isteğe kapılmıştı. Grubun önce müziği kaydetmesini, kendisinin de onlardan sonra tek başına stüdyoda kayda girmek istediğini söylüyordu. Sanki Deep Purple kendisinin şahsi orkestrasıydı. Bu saçma istek, gariptir Blackmore dışındakileri kızdırmasa da gitaristi haklı olarak küplere bindirmiş, en kısa zamanda Gillan’ın ipini çekmek için gün saymaya başlamasına yol açmıştı.
Roger Glover, Rainbow yıllarında.
Topluluğun bu kadroyla yaptığı dördüncü ve son albüm olan Who Do We Think We Are, önceki muhteşem örneklere nazaran biraz tatsız tuzsuz bir çalışma olmuş, fakat yine de grubun şöhreti nedeniyle plak listelerinde üst sıralara tırmanmıştı. Eserler her zaman olduğu gibi katkı sırasıyla Ritchie Blackmore, Ian Gillan, Roger Glover, Jon Lord ve Ian Paice’a aitti ama albümün şanını kurtaran yegane yapıt "Woman from Tokyo"ydu. Nihayet Japonya’da yapılan bir konser sonrası Ian Gillan daha fazla baskıya dayanamadığı gerekçesiyle topluluktan ayrıldı. Bir süre sonra onu takip eden kişi ise basçı Roger Glover oldu. Ian Gillan hem eski Episode Six’ten arkadaşıydı hem de asıl önemlisi Glover, Gillan’sız bir Purple’da gelecek göremiyordu. Elbette Glover’ın ayrılma tercihinde Gillan’a olan arkadaşlık ve vefa duygularından söz edilebilirdi ama sonraki yıllarda Glover’ın, Blackmore’un 1975’te kurduğu Rainbow’da 1979’dan 1984’e kadar yıllarca bas gitar çalması da ayrı bir gerçektir. Fakat yukarıda andığımız gibi vefa duygusu da her zaman Glover’da mevcuttu. 1976’daki Butterfly Ball projesinde Ian Gillan’a da yer vermiş, onun müzikle olan bağının kopmaması için çabalamıştı. Aynı konser dizilerinde o zamanın Deep Purple solisti Coverdale’i ve Purple’a kendi yerini doldurmak için  gelmiş olan Glenn Hughes’u da konuk edecek kadar kin tutmayan ve profesyonel bir sanatçı olduğunu göstermişti. Fakat Gillan’ın durumu gerçekten kötüydü. Sonraki yıllarda “Deep Purple benim her şeyimdi” diyecek kadar gruptaki günlerini arayacaktı.

Rock dünyasının en büyük seslerinden sayılan Gillan’ın alkol alışkanlığı topluluktan ayrıldıktan sonra daha da artmış, solo kariyerinde karşılaştığı güçlükler, özel hayatındaki mali problemler ve kurduğu grupların Deep Purple kadar başarılı olamaması bir süre müziğe ara vermesine bile yol açmıştı. Hatta rivayet odur ki aşırı alkol ve sigara yüzünden 1982’de sesini kaybetme noktasına gelecekti. Kısaca Black Sabbath’ın vokallerini üstleneceği 1983 yılına kadar geçecek on yıl Gillan için çok zor olacaktı.

Deep Purple mı? Onlar, efsanevi vokali ve basçısı olmadan yoluna yeni isimlerle devam edecekti!

Orhan Berent

13 Eylül 2014 Cumartesi

Derinliklerin Moru (1)

deep_purple1

İlk Morluklar (Mark1)

“Bu adamlar ben dört yaşındayken başlamış bu işe. Sonra ben ilkokula başladım, basamakları tek tek tırmandım, ardından üniversiteye gittim. Sekiz yıllık bir ara haricinde bunlar hep vardı. Evlendim, çocuğum oldu, şimdi torun sahibi olacak yaştayım ve hala varlar. Hatta son yıllarda birkaç kez de Türkiye’ye geldiler. Şöyle bir düşünüyorum da Deep Purple’la ilk tanışmam 1974 yazında gerçekleşmişti galiba. Ablamın her hafta aldığı Almanca içerikli Pop dergisinin kapağında genç David Coverdale vardı. Alabildiğine gülümsüyordu kerata… On yaşındaydım...”

Jon Lord Kraliyet Flarmoni orkestrasıyla 1970

British Rock’ın efsane ismi Deep Purple 1968’de İngiltere’de doğdu. Topluluğun ilk başlarda bugünkü adını almadan önce Roundabout adıyla yaptığı arayışları, birkaç ay süren doğum sancılarını ve Jon Lord, Nick Simper’la birlikte çalışan ilk üçlüden Chris Curtis’in bu işten vaz geçmesini çabucak özetleyip geçersek ilk kadro şu elemanlardan oluşuyordu: Gitarda Ritchie Blackmore, klavyelerde Jon Lord, davulda Ian Paice, basta Nick Simper ve vokalde Rod Evans. Grubun fanlarınca Mark1 olarak adlandırılan dönemi böylece başlamıştı. Barok müzik delisi olan Jon Lord, çalıştığı gruplarda genç yaşına rağmen Jimmy Page gibi yeteneğiyle kendini kanıtlamış fakat yer aldığı organizasyonlarda uzun süre kalamayan nalet herifin teki Blackmore, kuvvetli ve yanlışsız bir davul tekniğine sahip Ian Paice ve bunlara eklenen (şimdilik) vokalist Evans ve basçı Simper ile birlikte Deep Purple güzel bir gelecek vaad ediyordu. Söylentilere göre grubun ismi Blackmore’un büyükannesinin çok sevdiği bir şarkıdan geliyordu.

Ritchie Blackmore 1970'lerin ilk yarısında

1968 tarihli Shades of Deep Purple grubun çıkış albümüydü. Dönemin modası psychedelic unsurlarla gayet progresif bir yapıya sahip şarkılar üretmişlerdi ama dişe dokunur ve Amerika plak listelerinde ilk dörde giren Hush dışında bir başarı elde edememişlerdi. Barok müziğe son derece tutkulu ve klasik müzik ögelerini bestelere taşımaya meyilli olan Jon Lord grubun görünürde lideriydi. Lakin diğer bir yetenekli ağır top gitarist Ritchie Blackmore için tüm bunlar yeterli değildi ve ilk albümden itibaren Lord’un liderliğini sarsmaya başlamıştı. Sadece blues sentezli parçalarla ve Beethoven, Mozart esintili org sololarıyla bir yere varılamayacağını sezen gitarist, bir yandan kendine özgü bir teknik geliştirirken, diğer yandan da grubun 1970’lerin başında diğerlerinden farkını gösterecek soundunu yaratmak için kafa patlatıyordu. Üretilenlerden de hoşnut değildi. Eski parçaların yeniden yorumu, kolajlar ve daha çok Amerikan zevkine hitap eden Hush’ın dikkat çekmesi Blackmore’u doğruluyordu. Zaten Hush da Amerikalı countryci Joe South’a aitti. Yetenekli gitarist bluesu çok sevse bile onu yeni bir soundla aşmak istiyordu. Geçen zaman Blackmore’u haklı çıkaracaktı!

Ian Paice 1970'lerin ilk yarısında

Fakat tüm bunlar olurken aynı yılın aralık ayında çıkan The Book of Taliesyn adlı albüm de umut veriyordu. Klavyenin ön planda olduğu ve zaman zaman Blackmore’un gitar sololarının süslediği parçalar epey değişikti ama henüz bir tarz oluşturmamıştılar. Bunda topluluğun iki önderi Lord ve Blackmore arasındaki çekişmelerin de rolü vardı. Bir anlamda karma beğenilere hitap ediyorlardı. Ancak grubun ilerideki tarzı hakkında da ilginç ipuçları bu albümdeydi. Tamamıyla hard rock olmasa da yer yer sonraları İron Butterfly’ın ilk dönemindeki soundu gibi benzer bir şeyler tutturup zamanın ünlü olmuş şarkıları yorumluyorlardı. Kentucky Woman bir Neil Diamond bestesiydi. We can’t Work it Out Beatles’ın, River Deep Mountain High ise o zamanlar kocası İke ile çalışan Tina Turner’ın söylediği popüler bir parçaydı. Albümdeki Anthem adlı şarkı ise tam Jon Lord’un istediği gibiydi. Görünen oydu ki kolajlama yoluyla yaptıkları coverlardan ziyade kendi ürettiklerini geliştirmek en doğru yol olacaktı. Var olan ekip yeterli miydi bu konuda? Herhalde o zamanlar Blackmore’un da düşündüğü buydu. Jon Lord ile iyi bir ikili oluşturuyorlardı ve davulcu Ian Paice bunlarla uyum içindeydi. Peki geri kalan ikisi Evans ve Simper? Bu kocaman bir soru işaretiydi.

İlk albüm. Shades of Deep Purple

1969 yılında grupla aynı adı taşıyan üçüncü stüdyo albümleri Deep Purple çıktığında ise tüm yapılan çalışmalar belirgin bir aşamayı simgeliyorsa da sağlanan ticari kazancın pek yüz ağartıcı olmadığı aşikardı. Blackmore, Lord ile birlikte iyi işler çıkardıklarını ve şarkılardaki barok etki ve klavye-gitar atışmalarının epey özgün olduğuna inanıyordu. Zaten April ve Concerto tamamen Jon Lord’un fikirlerinden doğmuştu ve yıl sonunda yapacakları Concerto for Group and Orchestra’yı müjdeliyordu. Bunun dışında Donovan coverı Lalena vardı dikkati çeken. Fakat Blackmore tüm bunların kendilerine yeterli çıkış sağlayacağına inanmıyordu. Ayrıca Nick Simper’ı sıradan bir basçı olarak görüyor ve Rod Evans’ın kalın sesinin ileride grubu taşıyacağı alana pek uymayacağını düşünüyordu.

Gruptan çıkarılan iki eleman Nick Simper ve Rod Evans

Ve bir gün üç grup üyesi Evans’la Simper’a, “Siz bir dolaşıp gelsenize, hem acıkmışsınızdır. Dönüşte bize de yiyecek bir şeyler getirirsiniz, hamburger, lahmacun falan” der. Simper ve Evans döndüklerinde yerlerinde başkalarını bulurlar. Bu işin şakası tabii, ama kesin olan Blackmore, Lord ve Paice’in diğer ikisini kovduğudur. Şüphesiz bugünden bakarsak grup için iyi olmuştur diyebiliriz. Ama bu hareketle gruptan adam kovmanın da önü açılmıştı. İleriki yıllarda Blackmore kendi kurduğu efsanevi Rainbow grubunda da bu işe sık sık başvuracaktı.

Yeni elemanlar Ian Gillan ve Roger Glover

Böylece topluluk gereken temizliği yaptıktan sonra Blackmore’un tavsiyesi ile Episode Six’in vokalisti Ian Gillan ile ilgilenmeye başlar. Bazı fanlar tarafından ise Gillan'ı asıl keşfeden kişinin Jon Lord olduğu söylenir. Rivayete göre Lord tesadüfen gittiği bir pubda vakit geçirirken sahneye Gillan çıkar ve onun sesinden, attığı çığlıklardan etkilenen müzisyen, koşa koşa arkadaşlarının yanına dönüp "Çocuklar galiba aradığımız vokalisti bulduk. Bir adam var müthiş söylüyor, gruba onu alalım" der. Sonuçta hangisi doğru olursa olsun Ian Gillan,  daha sonra hayranlarının onu anacağı ismiyle Jesus Christ grubun yeni sesidir artık. Ian Paice’in Gillan'ın grubundan basçı Roger Glover’ın tekniğinden de övgüyle söz etmesi onun da Purple’a dahil olmasıyla sonuçlanırken topluluğun efsanevi Mark2a dönemi başlar.

Orhan Berent