28 Kasım 2014 Cuma

Acının Biletsiz Seyri: Fotoğraf


Barışı, huzuru, normalliği sağlamak için dahi savaşa başvurulan bir çağda savaş; hiç kuşkusuz bir meslektir. Ulus-devletleşme sürecinin ve resmi tarih tezlerinin cilaladığı ‘hafıza’ ise bu pazarda kendisine yeniden/evrilerek yer bulan bir ürün. Bir meslek olarak savaş; intikam, cihad, savunma, huzuru sağlama gibi iddialarla yola çıksa da, tohumu hafıza, mahsulü yıkımdır. Hafızaya da, yıkıma da elbet bir kaydedici gerekmektedir. Bu kayıt araçları, fotoğraf, video gibi görüntü bombardımanının tüm hayatımızı kuşattığı bir çağda, günlük yaşamımızın olağan parçalarıdır. Savaşa dair görüntüler, akşam ailece yemek yenen odaların istenmeyen konuğu, bu anların fotoğrafları bol ödüllüyken, bizler de meşrebimizce duacısı, bedduacısı, analizcisi; Susan Sontag’ın Başkalarının Acısına Bakmak’ta tanımladığı gibi esasında dikizcileriz.

Başkalarının Acısına Bakmak, Susan Sontag’ın Oxford Üniversitesi’nde Uluslararası Af Örgütü Konferansı’nda yapılmış konuşmalarının derlemesi. Açılışı Virginia Woolf’un Three Guinas’ına atıfla fotoğrafa bir kadın, entelektüel, yazar olan Woolf’un gözünden bakıyoruz. Woolf, kendisine savaşın nasıl durdurulacağı hususunda fikrini soran bir avukata cevabına, “Biz” diyerek başlıyor ve kadınların hiç dillendirmediği ve esasında bir erkek oyunu olan savaşın iğrençliğinden bahsedip “Siz, bayım, o fotoğraflara dehşet ve tiksintiyle bakın” diyerek beklenmeyen öfkeli bir giriş yapıyor. Sontag ekliyor: “Konu başkalarının acılarına bakmak olduğunda, ‘biz’ asla cepte keklik sayılmamalıdır.”
Susan Sontag-Başkalarının Acısına Bakmak
Dehşetin kaydı

Resim, dehşeti yansıtması itibariyle hikâyeyi, akımı, asgari de olsa tarihi bilmek geçerli olduğunda fotoğraf kadar sarsıcı bir araçtır. Sözgelimi Artemisia Gentileschi’nin genç yaşında uğradığı tecavüz ertesinde yaptığı resimlerde, bir erkeğin kadın/kadınlarca infaz sahnesinin canlandırılması – bu infaz, modern ve can alıcı keskin gereçlerle değil, kaba el aletleriyle gerçekleştirilir- yahut pek çok kimsenin bildiği Guernica  yahut Sontag’ın yapıtında bahsi geçen tüm o heykel ve resim sanatında öne çıkan infaz, savaş canlandırmaları daha mı az sarsıcıdır? Hikâyesi itibariyle gerçeğe dayanan bu yapıtlar, kuşkusuz sarsıcıdır; lakin Sontag’ın da belirttiği gibi, resimde “sanatçının el hüneri” vardır. Fakat fotoğraf, konu itibariyle savaşın ve dehşetin fotoğrafı anın kaydedicisidir ve özne, bizim gibi kanla, canla var olmuş kimsedir. Dikizciyi sarsan ilk etmen, tüm yan kimliklerden öte; kendi türünün acısına bakmaktır.
Judith Slaying Holofernes, Artemsia Gentileschi, 1611-1612
Savaş Fotoğrafçılığı

Ernst Jünger der ki: “Düşmanı bir anlığına durduran ölümcül bir silah ile büyük bir tarihsel olayı en ince ayrıntılarına kadar korumaya çalışan fotoğraf makinesi aynı aklın ürünüdür”. Susan Sontag’ın meşhur savaş esteti Jünger’den aktardığı bu cümle, fotoğrafın tüm görsel sanatlar içerisindeki biricikliğinin taahhüdüdür ve fotoğraf öncesi görsel sanat ürünlerine yüklenen önem ve özen, fotoğraftan elbette esirgenemez. İkinci Dünya Savaşı esnasında, Leica isimli meşhur fotoğraf makinelerinin üretim alanının –ısıtılmaya bırakılmış merceklerin- zarar görmesinden duyulan endişeden dolayı, Westlar eyaletinin askerlerce daha hafif araçlarla geçilişi buna örnektir.  Sontag’ın ahlaki olarak derinden sorguladığı ve savaş turistleri olarak adlandırdığı savaş fotoğrafçıları, bir kayıt vazifesiyle dehşeti kaydeden seleflerine nazaran ürünlerinin çoğaltılma, medyada yer bulma gibi avantajlar ve bir dezavantaj olarak dehşete tanıklık etme cüretlerinin yüceltilmesi vesilesiyle şöhretten nasiplerini almışlardır.

İspanya İç Savaşı’na kadar piyasaya sürülen savaş fotoğraflarının çoğu isimsizdir ve taşınabilir fotoğraf makinelerinin bu denli yaygınlaşmadığı dönemlerdeki ilk fotoğrafların pek çoğunun kasti tasarlandığı, malzemeleriyle oynandığı –sonraki dönemlerde anlaşılmışlardır- bugün bilinen bir gerçektir. Robert Capa’nın meşhur ‘Düşen Askeri’, bunların en bilinenidir. Sözgelimi Beato’nun meşhur ‘Sikandarbagh Sarayı’ fotoğrafı; zafer sarhoşu Britanyalı askerlerin Sepoy savunmasında esir düşen Hintlileri süngüden geçirip avluya yığması - burada bir çeşit estetik gözetilmiştir- sonucu çekilmiştir. aynı şekilde ‘1945 Reichstag Zaferi’nin Yevgeni Khaldei tarafından çekilen fotoğrafı, Sontag’ın da aktardığı üzere bir mizansendir. Fotoğrafın aslı, kolları öldürdüğü Nazi askerlerinden aldığı saatlerle dolu olan Gürcü bir Sovyet askerine aittir, bu estetik ve ‘ahlaki’ görülmemiş olacak ki, bir mizansen daha münasip görünmüştür.
Beato'nun Sikandarbagh Sarayı fotoğrafı
Eddie Adams’ın çektiği belki  savaş fotoğraflarının de en çarpıcılarından Vietnamlı bir polis şefinin (Nyugen Ngoc Loan) şüphelendiği genci beyninden vururken çekilmiş infaz fotoğrafı bizzat fotoğrafçı için sahnelenmiştir, zira infazlar bu şekilde fotoğrafçıların objektifleri önünde işlenmiyordu.  Bir benzeri olarak, Çanakkale Savaşı’nda Seyit Ali Onbaşı’nın 275 kiloluk top mermiyi sırtladığı gözlenen fotoğraf savaşın bitiminden bir gün sonra tekrar çekildiği bilinen bir gerçektir.
Nguyen Van Lem, Nguyen Ngoc Loan tarafından öldürülmeden hemen önce.

Yemek masasındaki İntifada

Sontag’ın sorduğu soruyla başlamak icap ederse; “Savaşın ve dehşetin yüzünü sergileyen fotoğraflara bakmaya ne kadar dayanabilirsiniz?” Gerçekten dayanamıyor muyuz? Sontag, hususi olarak savaş fotoğrafçılarının ‘gerçeğin’ o iç kanırtıcı temsili uğruna yaptıkları bir yana, birer dikizci olarak bizlerde parçalanmış ve bozulmuş bedenleri sergileyen pornografik –bir dereceye kadar- görüntülerin uyandırdığı şehevi duyguları da anımsatır. İstediği kadar gerçeğin temsilini yaratmaya çalışsın; savaş, aksiyon, gerilim filmlerinde kesik bedenler, kana bulanmış insanlar ve savaş sahnelerini –elbette görece- konforla izleriz ve patlamış mısırımızı yeriz. İçimizi rahatlatan, onun bir ‘kurgu’ olduğudur. Aynı hatta belki daha az kanlı “gerçek” savaş görüntülerini izlerken, fotoğrafına bakarken, bu konfor yerini hiç değilse huzursuz edici bir sessizliğe bırakır. Fotoğrafın yükü tam da buradadır, fotoğrafçı ne kadar çarpıtırsa çarpıtsın insan elinin deklanşör dışında dokunamadığı o gerçekliktir rahatsız edici olan ve pause tuşu yoktur savaşların.

Türkiye’de kesintisiz olarak bir savaşın televizyondan geniş kitlelere sunumu Birinci Körfez Savaşı, İntifada, Bosna Savaşı’yla sırasıyla yaygınlaşmıştır. ‘80 neslinin rahatsız edici çocukluk hatıraları arasında bu savaşlar, çocukken akşam yemekleri eşliğinde izlenen sarsıcı görüntüler yığınıdır. 2000’lere gelindiğinde, kabaca İkinci İntifada, Güney Osetya Savaşı, Suriye Savaşı olarak bu seri devam etmiştir. Yemek masalarımızda cereyan eden bu savaşları izlemek, yani başkalarının acılarına bakmak bizim için “hâlâ” dayanılmaz mıdır? Kuşkusuz halen sarsıcıdır, sempati duyabildiğimiz, empati yapabildiğimiz ölçüde. Fakat Sontag, bize acının ve onu izlemenin alışılabilir bir şey olduğunu da anımsatıyor, zira insan uyumlu bir canlıdır ve bu sürekli uyarılan görsel hafızanın artık aralıklı/ilki kadar sarsıcı olmasına imkân var mıdır? Bu, bir sigara tiryakisi için sigara paketlerinin üzerine konulan akciğer kanseri bir hasta, solunun sorunu çeken bir bebek, cinsel istekleri azalmış bir çift fotoğrafları sigarayı bırakmak için ne kadar etkili olabildilerse o denli etkilidir.  Bunun yanı sıra elbette duyarlılığı yozlaştırmadan uyanık tutmak da mümkündür, her hafta kilisede gördüğü ve çarmıha gerilmiş İsa’yı gören bir mümin için, bu, daima iç acıtıcı, minneti anımsatıcı bir tasvir olabilir. Acıya, onu izlemeye alışmak, tıpkı bıçak gibi nasıl kullandığımızla alakalı.

Fotoğraf-Kimlik

Fotoğraf bir sözleşmedir. Gerçekliği bozmamak koşuluyla, güzeli yansıtmasını istediğimiz bir sözleşme, güzellik gerçeklikten baskın gelirse bizler başkalarının acılarına bakarken gerçekçi olanı yeğleriz. Fotoğraf, Ara Güler’in de söylediği gibi, sanattan çok tarihtir. Objektifin nereye doğrulduğu, nereyi görmezden geldiği önemli olmakla birlikte karede çıplak bir gerçek vardır ve onu reddetmek olası değildir. Hafıza tetikleyicisi, saklayıcısı olarak fotoğraf; Yahudilerin Holocaust, Ermenilerin 1915, Kürtlerin maruz kaldıkları kıyımlar, Türklerin Çanakkale Zaferi, İspanya İç Savaşı, İkiz Kulele ’in bombalanması gibi her bölge-kimlik uyarınca, çeşitli ülkelerde, şehirlerde sergilenmekte ve bir hafıza merkezi işlevi görmektedir. Bununla birlikte, pek çok sivil toplum örgütü, resmi tarih tezlerinin yanlılığını ve başkalarının acılarını ortak bilince dâhil etmek için benzer bir yolu izlemektedirler.

Elbette fotoğrafa bakan, fotoğrafı çekilen kimselerin kimlikleri de asla önemsiz değildir. Sözgelimi Türkiye’de, ana-akım medya öldürülen Kürt gerillaların fotoğraflarını kahramanlıkla manşetten sergilerken, hemen akabinde televizyonlarda acıklı bir slayt eşliğinde şehit  olan Türk askerlerinin fotoğrafları -askerin ağlayan çocuğu, Türk bayrağına sarılı tabut, eşinin acı içindeki fotoğrafı/görüntüleri, ailesinin vatansever cümleleri- mümkün olan en sarsıcı nefret ve sempati hislerini uyandırmak için kaba bir özenle seçilir.

Evrensel boyutta ise, açlıktan ölmek üzere olan Afrikalı bir çocuğu bir ‘beyaz’ olarak izlemek, yanı başında duran akbabayı görmek, sorumluluk hissinin sarsıcı iğnesidir. Çünkü bizler, Afrika için bir şeyler yapma ‘kudretine’ sahip kimseler olarak, hiçbir şey yapmamışızdır, yahut yaptıklarımız yetersiz kalmıştır. Siyah, egzotik, daima kırımlar ve açlıklarla savaşan bu kimselerin fotoğrafı, artık içimizi kaldıracak denli sarsıcı olmalıdırlar ki, dikkatimizi çekebilsinler (Bir hayvanın dışkısını yiyen çocuk fotoğrafı, bir rahibin elinde kuru bir dal gibi duran Afrikalı çocuk fotoğrafı vb.).

Bunun yanı sıra, ana-akım medyanın bizde sürekli güçlendirdiği duyarlılıklarımız –bölgesel ve kimliksel faktörlerle değişkendirler- vardır ve bu duyarlılıklar bir araç olarak fotoğrafın sunumunda hayati önem taşır. Örneğin, Filistin’de öldürülen binlerce çocuk cesedinin fotoğrafları, Batı medyasında bomba seslerinden korkan ve ağlayan bir İsrailli annenin fotoğrafı kadar etkili olamamıştır.

Acının istismarı


Türkiye gibi taraf/tarafgirlik saflarının katiyen boş kalmadığı acıyı tanıma, kabul etme, özür dileme gibi kavramların çokça sorunlu olduğu ülkelerde fotoğrafın bir başka işlevi de - başlıca işlevlerinden biridir- propagandadır.
Van Depremi'nde enkaz altında aldığı yaralar sebebiyle hayatını kaybeden Yunus Geray'ın sembol haline gelen fotoğrafının, 2012 AK Parti Van İl Kongresi'nde Recep Tayyip Erdoğan'a takdim edilişi.
Sontag’ın kaydı ile kitlelere ulaşma, sessizliği kırma noktasında fotoğraf, ilk olarak Bosna Savaşı sırasında uluslararası basının ve yardım kuruluşlarının ilgisini bölgeye çekerek rüştünü ispat etmiştir -müdahaleler elbette tartışmalıdır. Tahrir ayaklanmaları, Arap Baharı, Ukrayna ve Yunanistan’daki ayaklanmalar, Gezi Süreci, Kobanê’de yaşanan olaylar boyunca sunumu internet odaklı, ana-akım medyanın ilgisine mazhar olamayan/kısıtlı yer bulan çeşitli kitlesel olaylar, internette bir dalga gibi yükselmiş ve neticede ana-akım medyayı sessizliğini kırmaya zorlamış, uluslararası basına ulaşabilmiştir. Fotoğrafa kimlikle bakmak ise,  dezenformasyon ve propagandayı da beraberinde sürüklemekte  ve fotoğrafa yüklenen ‘tanıklık etme, tarihi dondurmak’ düsturu yerini, çokça kitlesel/kişisel/kimliksel hınçların haklılık belgesi olmaya bırakmaktadır. İnternet gibi ana-akım medyanın sansürcü, taraflı otoritesine alternatif olarak sunulan ‘özgür’ mecraların bile bir çeşit oto-sansüre tabi tutulduğunu ve dezenformasyona çok daha açık olduğunu biliyoruz.  Kişilerin, gazetecilerin ‘hür’ iradelerine ve sorumluluk bilinçlerinin insafına kalmış sunumlar, çoğu kez başkalarının acılarını bir propaganda malzemesi olarak kullanarak istismara açık bir konuma sürüklemektedir. Hatta öyle ki, bir başka yıkımın fotoğrafları –sözgelimi Tayland’da bir kaza fotoğrafının Gezi sürecinde polis şiddetini kanıtlamak maksadı ile sorumsuzca dağıtılması- güncel vakalar için araştırmaya tabi tutulmaksızın kullanılmaktadır. Savaşın ve yıkımın fotoğraflarının “savaşın gereksizliği, barışı sağlama özlemi”  gibi olumlu propagandaların bir saflık alameti olarak görüldüğü günümüzde fotoğrafın işlevi “unutmamak, anımsamak” –kitlelere yapılan kötülükler- başlıkları ile intikam ve hesap verilebilirlik öğelerini anımsatmaya yönelik olarak işlevselleştirilmiştir. Türkiye’de oldu bitti makus bir tarihi olan fotoğraf aracılığıyla başkalarının acısına bakmak, çoğu kez bir başkasını hesap vermeye çıkarılan açık bir davet olarak kalmıştır.

Gizem Asya Genç

23 Kasım 2014 Pazar

Bob Geldof'la Sözünü Sakınmadan

Türkiye'de müzik kitaplarına yönelik ilgisizlik bilinen bir gerçek. İlginç bir şekilde dünyayı kasıp, kavuran müzik kitapları Türkiye'de raflarda tozlanmaya bırakılıyor. Murat Meriç, bu durumun genel bir ilgisizlik olduğunu, yayınevlerinin para getirmediği için müzik kitaplarıyla ilgilenmediklerini, okuyucuların da ünlülerin hayatlarının daha çok magazinsel boyutlarıyla ilgilendiklerinden bahsetmişti. Bu saptamanın doğru olduğunu kabul etmek gerek. Türkiye'de rock müziğe bu kadar ilgi var denirken, müzik kanallarında klipleri dönen bunca rock grubu varken, rock müzik tarihine ilişkin, müzisyenlerin kişisel hatıralarına ilişkin kitaplara ilgisizlik gerçekten düşündürücü. Buna bağlı olarak, yakın zamanda yayınlanan Ahmet Ertegün'ün bir anlamda Rock'n Roll tarihinin anlatıldığı biyografisi, ne de Jimi Hendrix'in biyografisine yönelik okuyucunun yoğun bir ilgisi olmadığını söylemek mümkün. Bu durumun sadece okuyucu tercihleriyle alakalı olmadığını, başta kültür endüstrisinin yönlendirmeleriyle de alakalı olduğunu söyleyebiliriz.  

Bu meselenin ayrı bir yazı konusu olduğundan, tartışmayı şimdilik burada kesip, geçtiğimiz günlerde tesadüfü bir şekilde okuma şansı bulduğum, 1988 yılında İletişim Yayınlarından çıkan Bob Geldof'un "Hepsi Bu Mu" kitabı hakkında bahsetmek istiyorum. Kitap, Geldof'un çocukluk günlerini geçirdiği zorlu İrlanda günlerinden, Live Aid konserinin gerçekleştiği güne kadar yaşadıklarını anlatıyor. Bob Geldof'un bizzat kendisinin kaleme aldığı biyografisi, çocukluk hatırlarının haricinde arka fonda rock müzik tarihinin 60'ların sonundan 80'lere varan sürecini anlatması bakımından ilginç bir tarihsellik sunuyor.  Bıyıkları yeni terlemiş U2'un solisti Bono'yla da karşılaşıyoruz satırlar arasında, Roxy Music'den bütün çekingenliğiyle Bryan Ferry de, bütün karizmasıyla Bruce Springsteen de arz-ı endam ediyor kitapta. 


Bob Geldof, müzik tarihinin nev-i şahsına münasır müzisyenlerinden. İrlanda doğumlu, kendisi memleketinin bütün özelliklerini taşıyor; inatçı, lafını esirgemeyen biri. Bugün kendisini müzisyen kimliğiyle değil aktivist kimliğiyle hatırlıyoruz daha çok. Bilindiği gibi, 1985'te Afrika'da ki açlığa dikkat çekmek için düzenlediği ve bir çok ünlü grup ve müzisyenin katıldığı Live Aid konseri onu küresel bir kahraman haline getirmişi. Geldof, zaman içerisinde  dünyadaki bir çok politikacıyla bir araya gelip fakir ülkelerinin sorunlarına dikkat çekmişti. Bununla beraber müzik dışında Alan Parker'ın meşhur The Wall filminde başrol oynamış ve kaşlarını jiletle kestiği sahne akıllara kazınmıştı.

İrlanda Günleri 

'Hepsi Bu Mu?' Live Aid konseri sırasında, Bob Geldof'un konser sırasındaki artık ikonlaşmış fotoğraf karesindeki yumruğunu havaya vurma anıyla başlıyor. "Kelimler havada asılı kaldı. Kaskatı kesilmiş bir şekilde durdum, elim başımın üstüne kalktı, yumruğum, bilinçsizce, halkı selamlamak için sıkıldı... Bugün Afrika'nın her yerinde insanlar açlıktan ölüyor. Ve benim için, bu özel anda, yaşamın tüm ipleri bir tek elde, havaya kaldırılmış o elde toplanmıştı.". Geldof, kitap boyunca bütün samimiyetiyle anlatıyor yaşadıklarını. Bir rock  yıldızından beklenmeyecek şekilde,  kendisine dair en mahrem detaylara bile girmekten çekinmiyor kitap boyunca. Kendine güvensiz olduğunu üstünü ve fiziksel olarak çekici birisi olmadığını bütün açık yürekliliğiyle söylüyor. Anlatım tarzının da gayet edebi olduğunu söyleyebilirim. Zor bir çocukluk geçirmiş Geldof'un İrlanda hatırlarının olduğu bölümler, James Joyce'un kitaplarında ki öyküler kadar etkileyici. Zaten kitapta kendisi sıklıkla Joyce'a atıfta bulunuyor. Annesini erkek yaşta kaybediyor, kız kardeşi kan kanseriyle boğuşuyor-neyse ki bu hastalıktan kurtuluyor- babasıyla ilişkisi oldukça kötü ve ekonomik zorluklar çekiyorlar. Yaşamış olduğu bu felaketler dizisinden, kendisinden bir yaşam çıkarmaya çalışıyor, umudunu hep taze tutmaya çalışıyor. Kendisine bu konuda en büyük desteği müzik veriyor. Yağmur ve puslu havanın bir an olsun eksilmediği İrlanda'da kendisini hayata bağlan yek şey; radyodan dinlediği Little Richard parçaları oluyor. Blues efsanesinin gitarından dökülen notalar, Geldof'un ruhuna işliyor. Geldof o günleri şu cümleyle özetliyor : "İnsanoğlu en umutsuz durumda genellikle en iyi durumdadır. Fiziki olan her şey çirkin bir tutarsızlığa düştüğünde kör edici insani güzellikler ortaya çıkar."

Bob Gendof ve Rahibe Teresa
Bob Geldof'un hayatının tümüne sirayet eden inatçılığı ve umutsuzluğa karşı direnmesinin şifreleri sanki bu cümle altında yatıyor. Geldof'un çocukluğunda karşılaştığı hayatın soğuk yüzü, onun peşini gençliğinde de bırakmıyor. Başarısız bir öğrenci olan Geldof'un ilgisini en çok çeken küçük yaşta kanına giren rock müzik ve kitaplar oluyor. Geldof'un gençliği rock'n roll dünyayı kasıp kavurduğu yıllara denk düşüyor. Beatles'ın altını çağını yaşadığı, Rolling Stones'un, The Who'nun ortalığı kasıp kavurduğu yıllar. (Kendisinin o yıllarda en beğendiği rock grupları ise; Rolling Stones, Small Faces ve The Who'ymuş.) Zaten bu yıllarda eline gitar almaya başlıyor. Hayatındaki ilk  aktivist eylem olan, Nükleer Silahsızlanma İçin Güney Dublin Gençlik Kampanyası'na katılarak gerçekleştiriyor.

Kanada Günleri ve İlk Müzikal Çalışmalar

Bob Geldof, yatılı okul zamanlarından sonra İrlanda'da kalırsa sıkışmış olduğu çemberden kurtulamayacağı dürtüsüyle Kanada'ya gidiyor. Burada türlü işlerle meşgale oluyor. Rock gruplarının fotoğraflarını çekiyor, müzik dergilerine yazılar yazıyor, Beatniklerle geziyor, Allen Ginsberg'le tanışma şerefine eriyor. Hayatın içerisinde inatla tutunmaya çalışıyor, kendisine bir yön bulmaya çalışıyor. Onu müzik dünyasında başarıya götürecek Boomtown Rats'in kurulması ise bu zorlu dönemde gerçekleşiyor. Geldof, grubun ismini Woody Guthrie'nin kitabından esinlenerek buluyor. Geldof'un grubun ilk performans anını şöyle anlatıyor: "İlk saniyelerde tam bir panik vardı. Yanlış başlamış kiraladığımız P.A'den acayip sesler çıkmıştı. Toparlanıp kendimizi müziğimize verdik ve insanların dans ettiklerini gördüğümüzde inanamadık. Dans ediyorlardı ve bundan zevk aldıkları açıkça belliydi. İnanamıyordum. Bir grupta çalıyordum. Bu olağanüstü bir şeydi." Boomtown Rats, beklenmedik bir şekilde ünlü oluyor ve başarı basamaklarını hızlı bir şekilde tırmanmaya başlıyor.
Geldof, biraz  garip tesadüflerin adamı, çocukluğunda veya ilk gençliğinde rock grubu kurup ortalığı kasıp, kavurma hayalleri kurmuyor; onun hayatla mücadelesi hep ayakta kalmak olmuş. Bu süre zarfında müzikten yine para kazanamıyorlar ek iş yapmak durumunda kalıyor. Bu ekonomik zorluluğa rağmen, grubun ünü giderek yayılmaya müzik listelerinin üst sıralarını zorluyorlar. Grubun, ünlü olmaya başladığı dönemde dünyada 60'ların rock müzik etkisinin giderek etkisini yitirdiği, Punk müziğin ön plana çıktığı, Sex Pistols'un müzik listelerini alt-üst ettiği dönem aynı zamanda. Punk müzikten pek hoşlanmayan Geldof, dönemin müziği için hiç sözünü sakınmadan şu tanımlamayı yapıyor: "Joyce'un ana kuralını unutmuştum. Başarılı olmak için bir İrlandalının üç şeye ihtiyacı vardı: sessizlik, kurnazlık ve sürgün. İngiliz pop endüstrisinin saçmalıkları beni daha da aklı başında olmayan yorumlar yapmaya kışkırtıyordu." Boomtown Rats, Punk'ın hükümranlığı arasından sıyrılmaya çalışıyor. Geldof ve grup arkadaşları listelerde üst sıralara tırmanırken Sex Pistols ve Queen'le tanışma imkanı yakalıyor. Bu arada Geldof'un Sex Pistols üyelerinden pek hazletmediğini kitapta onun anlatımından öğrenmiş oluyoruz. 

70'lerin sonuna doğru, grup en başarılı dönemini geçiriyor. Gençliğinde ekonomik olarak zor günler geçiren Geldof'un müzikal başarısı gerçek bir başarısı hikayesine dönüşüyor. Tersanede, mezbahanelerde çalışmak durumunda kalan Geldof, Beatles efsanesi Paul McCarteney'le de tanışıyor. " O'nun Let it Be'de tekrar tekrar görmüştüm. Burada şimdi bana bir sabah Chessington'daki yatak odamda yazdığım şarkıyı soruyordu. İki yıl öncesine kadar et fabrikasında çalışıyordum."

The Wall 

Geldof'un müzikal başarısı ona başka kapılarda açıyor, kendisini bir anda film setinin ortasında buluyor. İngiliz yönetmen Alan Parker, O'nu Pink Floyd'un Wall albümünden uyarlanacak bir filmde başrolü vermek için arıyor. Geldof, ilk başta Pink Floyd'tan hoşlanmadığı için filmde oynamak istemiyor. Hatta grubu, bar solcusu olarak yaftalıyor. "Tamam konu kapandı. We don't need no education. Allah kahretsin, toplumsal bilinç hastalığına tutulmuş, milyoner pop şarkıcılar tarafından yazılabilir sadece. Bar, salon solculuğu." Bugün, halen müzik tarihinin en önemli gruplarından biri olarak kabul edilen ve el üstünde tutulan Pink Floyd elemanları için Geldof'un sarf ettiği sözler ise kitabın en ilginç ayrıntısı oluyor. Fakat,  Parker'ın ısrarlarına dayanamayarak filmde oynamaya ikna oluyor. Geldof, çekim sırasında sette ego patlamaları yaşandığını, Roger Waters ve Alan Parker arasında ciddi tartışmalar yaşandığından bahsediyor. Geldof, utangaçlığı sebebiyle, kendini perde de görmek istediğinden ötürü, filmi izleyememiş.

Live Aid

Live Aid 

Geldof, şöhretin zirvesindeyken uzun süredir birlikte olduğu ve çok sevdiği Paula ile evleniyor. Kısa bir ABD turu yapıyor. Grup ise yakaladığı büyük başarılardan sonra gerileme dönemine giriyor. Albümleri satmamaya başlıyor. Zor günler geçirmeye başlıyorlar. Bu zorlu süreçte sırasında, Geldof televizyonda Etiyopya halkının yaşadığı sefalet ve açlık ilgili bir haber görüyor. Etiyopyalıların, yaşadığı büyük acı ve çaresizlik Geldof'un kalbine bolyoz gibi iniyor. "İsa'dan 2000 yıl sonra, modern teknoloji çağında, insanın çevreyi etkilemiş ve kontrol altına alması konusunda bir arpa boyu yol gidilememiş gibi, böyle bir şeyin olmasına izin verilmiş korkunçtu." Bu konu da bir şey yapmak için çareler düşünüyor. İlk aklına gelen pop yıldızlarından oluşan bir plak yapmak oluyor. Sting'i arıyor ilk olarak, ondan onay alınca diğer müzisyenlere ulaşıyor. Albüm iyi satış rakamı elde ediyor. Geldof bu girişiminin sadece albüm yapmakla kalınmamasını gerektiğini düşünüyor ve pop yıldızlarının bir araya geleceği bir konser için kolları sıvıyor. Geldof'un o ana kadar yaşayabileceği en zorlu süreç başlıyor; Yapımcılarla, yüksek egolu müzisyenlere yapılan trafiği, ikna süreci. Her şey tamam denirken, bir sürü engelle karşılaşıyor. Geldof, bütün sorunların,  üstesinden başarıyla geliyor. "Nasıl olduysa bir şey doğru olmuştu. Menfaatperestlik, aç gözlülük, bencillik bir an için ortadan kaldırılmıştı." Geldof, tüm İrlandalı inatçılığıyla, imkansızı başararak   dünyanın gözlerini Afrika'ya çevirmeyi başarmıştı ve bunu müzikle yapmıştı. Bütün o, yüksek egolu müzisyenleri bir günlüğüne bir araya getirmeye başarıyor. " Live Aid konserini düzenlerken daha bilinçli olarak düşününce şunu fark ettim, Rock müzik yirminci yüzyılın en büyük sanat formlarından biri ayrıca uluslararası yanı da çok büyük."

Geldof'un yapmayı çalıştığı şeyin medyatik ve magazin boyutu olduğundan hep samimiyet testinden geçmek durumunda kalmış. U2'un solisti Bono'nun bugün düşmüş olduğu duruma düşme tehlikesini hep hissetmiş. "Band Aid'in parasının değerini arttırmak değil. Sorun, Rahibe Tereza'nın da yaptığı gibi sadece buraya para harcanmasını sağlamak da değildi. Amaç Batı'nın Afrika'daki bu durumu sonu gelmez bir döngüye sokan politik tutumunu değiştirmesini sağlamaktı." Geldof, Etiyopya'yı ziyaret etmeye gittiğinde peşinden gelen ve kendisini Afrikalı bir çocukla fotoğraf çektirmek için yanıp tutuşan gazetecilerle kavga etmiş. Kendisini elinden geldiğince arka plana atıp, sorunu öne çıkarmaya çalışmış. Samimiyet sorunu, insanların bu konuda bilinçlenip bilinçlenmeyeceği aklının bir köşesinde hep kalmış. Özellikle o dönem, grubun müzikal olarak geriye gitmesi, insanların gözünde Bob Geldof'un albümlerini daha çok sattırma çabası olarak algılanmış. Geldof'ta, hep bu algıyı kırmaya çalışmış.


Geldof'un çabası için, sistemin kendisini sorgulamadan eksikleri kapatma çabası olarak görülebilir. Kendisine getirilen bu eleştiri bir  yerde haklı olabilir. İsteseler, hemen çözebilecekleri bir sorun için kılını kıpırdatmayan siyasetçilerden yardım dilenmesi eleştirilebilir. Fakat, halen çok ciddi bir insanlık sorunu olarak duran açlık, yoksulluk, yoksun bırakılmanın çözümü için hiç bir şey yapılmadığı dünyada, Geldof'un hayranlık uyandırıcı bir çabayla mevzunun çözümü için uğraşması cidden takdir edilesi. Modern insanın, olumsuzluklar konusunda sürekli şikayet edip kılını kıpırdatmağı bir ortamda, Geldof, sorunun çözümü için en azından mücadele etmiş, en azından denemiş... Bu bile kendisine saygı duyulmasına yeter...

Sonuç olarak, Geldof'un bizzat kendisinin kaleme almış olduğu biyografisi gerçekten çarpıcı bir çalışma. Geldof, kafasını meşgul eden her şey için sözünü sakınmadan, direk topa giriyor, hiç kimseden lafını esirgemiyor. Margaret Thatcher'in karşısına dikilip ona yaptığı yanlışları da söylüyor, İrlanda'nın baskıcı toplum yapısını da kıyasıya eleştirmekten çekinmiyor. Müzik konusunda da benzer tavır içerisinde; yeri geldi mi Sex Pistols'da, Pink Floyd'da en ağır eleştirileri alıyor Geldof'dan. Kitabı da çarpıcı yapan unsurlarda bunlar zaten, sözünü sakınmayan bir rock yıldızının samimi portresi olması.

Can Öktemer

18 Kasım 2014 Salı

İsmail Gezgin: 'İshak Paşa Sarayı’nın restorasyonu en iyi ifade ile bir skandaldır'

Medeniyetin beşiği söylemleriyle, hamasi bir biçimde övündüğümüz memleketimizde, tarihle, tarihi yapılarla olan ilişkilerimiz hep sorunlu olmuştur. Binlerce yıllık, kültürel hazine değeri taşıyan yapılar, ya kaderine terk edilmiş ya da duvarlarına yazılar yazılmış, taşları çalınmış, hırpalanmıştır. Bu tahribatlar salt vatandaş düzeyinde değil, bizzat devlet tarafından da gerçekleşmiş. Arkeolojik eselerin yanından yollar geçilmiş, ek duvarlar örülmüş yetmemiş üstüne basılmış hatta yıkılmış. Bu sorunlu ilişkiyi, arkeolojinin milliyetçilikle ilişkisini ve Türkiye'deki arkeologların sıkıntılarını, Türkiye'de bir çok yerde kazılara katılmış, bu konu hakkında makaleler yazmış, akademisyen İsmail Gezgin'le konuştuk. 


-Geçtiğimiz günlerde şahit olduğumuz Zeugma antik kentinde çıkarılan üç yeni mozaiğin üstüne basılması,  uzun süre tartışıldı. Buna benzer bir olaya da Marmaray'ın inşaatı sırasında Recep Tayyip Erdoğan'ın ağzından "üç-beş çanak, çömlek için inşaat durmaz" sözüyle şahit olmuştuk. Bu örneklere ek olarak da en son, İshak Paşa Sarayı'nın restorasyon sürecindeki garipliğine de tanık olduk. Türkiye'nin genel olarak tarihle, tarihi eserlerle olan sorunlu ilişkisini nasıl yorumlarsınız?
Öncelikle söylemek isterim ki, Arkeoloji Türkiye’nin kaderidir, geçmişin bize aktardığı genetik mirasıdır. Biz istesek de istemesek de bu topraklarda yaşadığımız sürece bu mirasın birikimi üzerinde yaşamaya mecburuz ve hatta bu birikimle birlikte yaşamaya mecburuz. Toprağın, tarihin biriktirdiklerinden yararlanmalı, geleceğe dair çıkarımlarda bulunmalıyız. Çünkü arkeoloji ve arkeolojik eser müze doldurmak için değildir. Bu dünyanın, senden önce yaşamış insanın, kültürün birikimlerini öğrenme sanatıdır. Arkeoloji geleceği inşa etme aracıdır. Sizin sorunuzdaki bu örnekler insan-arkeoloji ilişkisinde, özellikle de arkeoloji yönetimi açısından, gerçekliğe tekabül etmez. Arkeologların, arkeoloji öğrencilerinin toz-toprak içinde günlerce, aylarca emek verip iğneyle kuyu kazarak çıkardıkları, bırakın basmaya bakmaya kıyamadıkları bir arkeolojik materyale ayakkabılarla basmak her şeyden önce o insanların emeklerine haksızlık olur. Elbette, bu mozaikler üzerine bir kez basılmakla aşınmayabilirler (ama kırılıp, dağılabilir, çözülüp zarar görebilir- bu olasılık topuklu ayakkabılarla basılınca her zaman vardır) ancak basına yansıyan bu resmin sembolik bir anlamı da vardır. İdari sınıfın temsilcilerinin bir eski eserin üzerinde resim vermelerinin sembolik anlamı, onu tahrip etmekten daha fazla zarara yol açmaktadır. İki bin yıl önce yapılmış, onca yıl toprak altında kaldıktan sonra büyük bir emek ve maliyetle açığa çıkarılmış, dünya mirası açısından paha biçilmez eserlere, bürokrasinin önemli aktörlerinin verdiği değerin resmidir bu. Aynı şey Marmaray’ın inşaatı sırasında cereyan eden olay için de söz konusudur; Arkeolojinin kalkınmanın önünde bir engel teşkil ettiği devletin en üst kademesi tarafından dillendirilmiştir. Oysaki uygarlık, doğa ve kültürle uyumlu olmalıdır; geçmişi yok eden bir gelecek tasavvuru olamaz. Bakın dünyaya, bir uygarlık çöplüğü gibi her yer harabelerle dolu. Doğaya, geçmişe hoyrat davranmış hiç bir kültür hayatta kalmayı başaramamıştır. Geçmişin kılavuzluğunu kabul etmeliyiz; gelecek yolculuğumuz ancak bu şekilde güvenli olabilecektir. Öte yandan İshak Paşa Sarayı’nın restorasyonu en iyi ifade ile bir skandaldır; benzin istasyonu ile AVM arasında bir hilkat garibesine dönüştürülmüş. Bu da göstermektedir ki, restorasyonun ne olduğuna dair düşüncelerimizde bir sakatlık var... 2009 yılında İshak Paşa Sarayı’ndaki bu restorasyonu ilk gördüğümde “benzin istasyonuna” benzetmiştim. Ama bugün AVM görünümüne dönüştürülmüş...


-Osmanlı'da ve Cumhuriyet döneminde tarihi eserlere yönelik nasıl bir koruma kanunları  vardı?  Bugün için mevcut koruma kanunları, tarihi eserleri korumaya yeterli mi?
Arkeoloji ile Osmanlı arasındaki ilişkiler aslında Tanzimat’la birlikte başladı. 1880’lerden itibaren ciddi bir ivme kazandı ki bunda Osman Hamdi Bey’in katkısı çok büyüktür. İlk ciddi yasal düzenlemeleri Osman Hamdi Bey yapmıştı. Bugün güncellenmiş olmakla birlikte hala aynı mental istikamette giden bir yasal zemin üzerinde hareket ediyoruz. Mutlaka eksikleri var ama asıl sorunumuz hayata geçirmede. Son yıllarda ciddi bir envanter çalışması bağlatılmış olmakla birlikte halen dört başı mamur bir “arkeoloji envanteri” bulunmamaktadır. Diğer yandan da coğrafya üzerinde var olan yasal düzenlemelerin bir gerçekliği yoktur. Arkeolojik, tarihsel kimi veriler, doğanın ve kaçakçıların kaderine terk edilmiştir. Pek çok arkeolojik sit alanında kaçak kazılar devam ediyor... çünkü pek çok ören yerinin korunmasını sağlayacak güvenlik görevlisi bulunmamaktadır. Arkeologların yazın bin bir emekle çalıştıkları kimi arkeolojik yerleşimler sezon sonunda yalnızlığa ve tahribata mahkum edilmektedir. Bu nedenle de asıl ihtiyacın ciddi bir arkeoloji ve kültür mantalitesi inşa edecek bir politika oluşturmak olduğunu düşünüyorum.

- Türkiye arkeolojisinin milliyetçilik ilişkisi olduğundan bahsedilir, hatta arkeolog Remzi Oğuz Arık, Türk arkeolojisinin temelinde Türk milliyetçiliğinin ruhunun yattığını ifade etmektedir. Bu anlamda bu ruh halinin tezahürlerini hangi örneklerle açıklayabiliriz? Bugün de bu anlayışının benzer izlerini görebilir miyiz?
Arkeolojiyi diğer bilimler gibi Batı’dan ithal etmişiz. Özellikle de arkeolojinin başlangıcını 19.yy olarak tespit edebiliriz. Burada 19. yy’ın Avrupa’da “Uluslaşma Süreci” olduğunu, bütün Avrupa’nın kendilerine “şerefli” bir geçmiş inşa etme çabasına giriştiklerini unutmamak lazım... Cumhuriyet’in kuruluşu ve “Ulus Devlet” inşasında ihtiyaç duyulan geçmiş için arkeolojiye ihtiyaç duyulmuştur. Bu nedenledir ki Cumhuriyet’in ilk kuruluşlarına “Sümer” ve “Eti” isimleri verilmişti. Etnik kimliğin kültür kökenlerini aramak ve bulmak arkeolojinin sırtına yüklenmişti. Bu yüzden, “Güneş-Dil Teorisi” için ihtiyaç duyulan “şanlı geçmiş” arkeologların performansına bağlanmıştı. Bu yıllardaki “milliyetçilik” vurgusunu görmek için 1932 yılında yapılan ve yayımlanmış olan 1. Türk Tarih Kongresinin bildirilerine bakmak mümkündür. Avrupa’da öteden beri süren “Ari Irk” tartışmalarına Genç Cumhuriyetin arkeolog ve tarihçilerinin de katıldığını görmek şaşırtıcı değil. Tüm dünya kültürünün Türkler tarafından oluşturulduğundan, Akdeniz havzasındaki tüm uygarlıkların Türkler tarafından kurulduğuna kadar uygarlık sürecini Türkleştirme ihtiyacı açıkça görülebilmektedir. Bu konuyu yaklaşık 15 yıl önce yazdığım ve bloğumda yayınladığım “Milliyetçiliğin Arkeolojisi” (http://ismail-gezgin.blogspot.com.tr/2012/05/milliyetciligin-arkeolojisi-uluslasma.html) başlıklı yazımda özetlemiştim.
Bugün de bu anlayışı devam ettirmek isteyen bir kesim var elbette. Aslında şöyle söyleyebilirim, 1940’lara gelindiğinde bu teorilerin ve milliyetçi yaklaşımların yanlışlığı anlaşılmış ve vazgeçilmişti. Ancak, bazı insanların halen bu eski “kafatasçı” bilimsel yaklaşımdan medet umduklarını söylemek de mümkündür. Bununla birlikte arkeologların bu tür eğilimlere sıcak bakmadıklarını söyleyebilirim. Devletçi bakıştan uzak inşa edilecek bir kültür mirasıyla arkeologlar harikalar yaratacaklardır. 

-Bildiğiniz üzere Osmanlı döneminde ve Cumhuriyetin  döneminde tarihi kalıntılara yönelik ciddi tahribatlar var. Bu tahribatların arkasında sizce hangi motivasyonlar vardı?
Osmanlı döneminin son bir kaç on yılı hariç zaten bir arkeoloji algısı yoktu ve tarihi kalıntıların yıkılıp yok edilmesi veya başka yerlere taşınması bir tahribat olarak bile görülmüyordu. Kültürel ve dinsel kimi algılar eski eserin tahribatını kolaylaştıran nedenler olarak kabul edilebilir. Bu toprakların derinlerinde yatan arkeolojik mirasın “bize” ait olmadığı düşüncesi bu tahribatta en büyük rolü oynamıştır diye düşünüyorum. Öte yandan geçmişin ne işe yaradığını anlayan bir entelektüel birikimin eksikliği de söz konusu edilebilir. Batı’nın bu “taş”lara abartılı ilgisi şaşkınlıkla karşılanıyordu. Osmanlı’da arkeolojiye duyulan ilginin ortaya çıkmasında yurtdışında eğitim gören bir grup Osmanlı aydının rol oynadığı söylenebilir. Osmanlı’nın çöküşü ve Avrupa’nın yükselişini arkeoloji ve tarihe duyulan ilgiyle açıklamaya çalışan bir avuç insan neticesinde Osmanlı topraklarında arkeolojiden söz edilmeye başlanmıştı. Öte yandan Cumhuriyet döneminde “etnik kimlik” ve “ulus devlet” inşa etme sürecinde ihtiyaç nedeniyle arkeolojiye ilgi bir hayli artmıştı. Özellikle Anadolu topraklarında yaşamış bazı eski kültürlerin, devletin inşa etmek istediği “ulus devlet” kimliği ile olan benzerliği arkeolojiye duyulan motivasyonun artmasına yol açmıştı. Ancak şu bir gerçektir ki kimi “şoven” duygular tahribatın asıl nedenidir. Bir de elbet bireysel, maceraperest çıkarlar bu tahribatın yayılmasında rol oynamıştı. Çok ilginç örnekler var; bir tanesini vermek istiyorum müsaadenizle. İstanbul’da yaklaşık 400 bin yıl boyunca insanlara ev sahipliği yapmış Yarımburgaz Mağarası’nın tahribatı gerçekten de ibretliktir. Bu mağara uzunca bir süredir sinema sektörünün ihtiyaç duyduğu doğal dekor olarak kullanılmaktadır. Burada çekilen bazı filmler tahribatın boyutu ve arkeolojik esere verilen değeri gözler önüne sermeye yetmektedir. “Dünyayı Kurtaran Adam”, “Ali Baba ve Kırk Haramiler”, “Küçük Ağa” ve hatta son dönemlerin en çok izlenen dizilerinden “Muhteşem Yüzyıl”... Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Mağaranın içinde dinamitler patlatılmış, dekor olarak havuza ihtiyaç duyulması üzerine havuz kazılmış... Amerika’nın insanla ilişkisi yaklaşık 15 bin yıl önce başlamış. Bu mağaranın 400 bin yıllık bir geçmişe tekabül ettiğini düşünürseniz, önemi kendiliğinden anlaşılacaktır...


-Bir taraftan yaşadığımız coğrafyayı medeniyetin beşiği olarak tanımlayıp, hamasi söylemlerle reklam yapıyoruz. Diğer taraftan bu medeniyetlerin geçmişleri, tarihleri hakkında ciddi bilgimiz eksikliğimiz var. Siz bu durumu nasıl değerlendirirsiniz? Kültür tarihçiliği konusunda eksik kaldığımızı düşünüyor musunuz?
Doğrusunu söylemek gerekirse arkeolojik materyalin ne işe yaradığını tam olarak bildiğimizden şüphem var; bürokrasinin üst kademelerinin farkında olmadığı bir realiteden söz ediyorum. Dünya gündemini ellerinde tutan ve geleceği tayin etme iddiasında olan tüm ülkelerin arkeolojiyi el üstünde tutan ülkeler olması bile tek başına ne demek istediğimi anlatmaya yeterlidir. Öte yandan siyasi, ekonomik ve kültürel açıdan kötü durumdaki ülkelerin arkeolojiye duydukları ilgisizlik de bu tezimi destekleyebilir. Elbette bir ülkenin dünya üzerindeki yerini sadece arkeolojiye verdiği önem belirlemez. Ancak çok önemli bir gösterge olduğunu söylemeliyim. Bir taraftan arkeoloji konusunda uluslararası kimi anlaşmaları imzalayan Türkiye’nin içeride sözünü tutamadığı hepimizce malum... Anadolu coğrafyası, daha hızlı hareket eden Afrika kıtasının, daha büyük ve daha ağır ilerleyen Avrasya kıtasına uyguladığı ittirme gücünden milyonlarca yıl önce oluşmuştur; genç bir kara parçasıdır ve bu oluşumun etkisiyle doğu-batı yönelimli sıradağlarıyla kolay geçit verir bir coğrafyadır. Bu özellikleri insan iskanını kolaylaştırmış, gelip geçmek isteyenlere yol sağlamıştır. Gerçekten de bu coğrafya uygarlık sürecinde çok önemli bir öneme sahip. Son yıllarda özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki arkeolojik keşifler bunun ispatı olarak gösterilebilirler. Göbeklitepe, Çatalhöyük dünyada benzeri olmayan arkeolojik varlıklardır. İngiltere’nin Stonehenge’i ile Göbeklitepe aynı kültürel yaşamın ürünüdürler ve Göbeklitepe, İngiltere örneklerinden yaklaşık 7 bin yıl daha eskidir. Ne yazık ki arkeologların edindiği bilgilerin ülkenin kültürel birikimine bir katkısı yok. Çünkü edinilen bilgiler, ne eğitime yansıyor ne de kültürel birikime. Elbette bunun en büyük müsebbibi kültür politikasının olmaması. Arkeolojiyle ilgili mevzular halen tali görülüyor, önemsenmiyor. Arkeologların yaptıkları çalışmalarda açığa çıkan verilerin turistik öneminden başka bir önemi olabileceğini kavrayamadık, bu birikimi hayata geçiremedik. Ben halen bu körlüğün asıl nedeninin etnik, dinsel ve kültürel engeller olduğunu düşünüyorum. 

-Kentsel dönüşümün baş döndürücü bir hal aldığı zamanlarda yaşıyoruz. Bu bağlamda kentsel dönüşümler karşısında tarihi sit alanları ve kalıntıları korumak için neler yapılabilir?
Kentlerin yaşamını insanların yaşamlarına benzetiyorum. Bir insanın geçmişini bilmezseniz onun potansiyelini ve gelecekteki seyrini belirlemek veya tahmin etmek de mümkün değildir. Onun kişisel tarihi kimliğini oluşturan en önemli öğedir. Kentlerin de kimlikleri vardır ve onların kimliklerinin de en önemli kısımlarını geçmişleri oluşturmaktadır. Kentin arkeolojisinden, geçmişinden ve kültüründen uzak bir yaşamın hem kent için hem de o kentte yaşayan yurttaşlar için işkenceye dönüşeceğini görmek için kâhin olmaya gerek yok. “İnsan yaşadığı yere benzer” demiş ya şair. Yaşadığınız yerin arkeolojisine, tarihine, kültürüne vurulan her darbe, üzerinde yaşayan insanın kimliğine, aidiyetine vurulmaktadır; bunu görmek gerekir. Ciddi bir aidiyet sorunumuz var; cennet gibi bir ülkede yaşamamıza rağmen bir aidiyet geliştirememiş olmamız ilginç değil mi? Betonla aidiyet ilişkisi kurulmaz, tarihle, kültürle, kimlikle aidiyet duygusu inşa edilebilir ancak. Bir ülkede, kentte, köyde yaşayanların aidiyet sorunu yaşamalarının nedeninin, yaşadıkları yerin geçmişiyle yüzleşememelerinden, onun potansiyelini bilmemelerinden, tanımamalarından kaynaklandığını görmemek için gözleri bilinçli olarak kapatmak gerekir. İnsan bilmediği bir ülkeyi, kenti, köyü nasıl sevebilir ki? İnsan nasıl benzesin yaşadığı yere? Neye benzeyeceğini bile bilmezken... Bu saydıklarımın kentleşme ve kültür politikalarında izini dahi göremiyoruz. İnsan sadece yaşayan bir varlık değildir; aynı zamanda milyonlarca yıllık bir kökene sahip, kökleri milyonlarca yıl öncesine giden bir varlıktır. Onun yaşamına dair tüm tasarruflarda bu noktanın öncelikli olarak dikkate alınması gerekir. Tüm kentsel planlamaların kırmızı çizgisi arkeolojik ve tarihsel miras olmalıdır...

-Bugün için arkeologların yaşadıkları en büyük sıkıntı nedir sizce? 
Bugün için söylersem, ciddi bir arkeolojik algı sorunu yaşıyoruz. Siyasetin arkeoloji algısıyla arkeoloji biliminin algısı örtüşmüyor. Yasama ve yürütmeyi ellerinde tutanların arkeolojiye dair algılarında bir sorun bulunmaktadır. Hatta muktedirler sergiledikleri tutumla, diğer yurttaşların bu konudaki algılarını da yanıltabilmektedirler. Her şeyden önce ciddi bir yasal düzenlemeye ihtiyaç bulunmaktadır. Özellikle de bir “meslek yasası” elzem olarak gündeme getirilmeli, hayata geçirilmelidir. Türkiye’nin elindeki arkeolojik materyali çok daha verimli kullanacak bir “meslek yasası” ciddi olarak istihdam da yaratacaktır. Bugün ülkede 10 bin civarında işsiz arkeolog var. Çıkarılacak akılcı ve bilimsel bir meslek yasası tüm arkeologları iş sahibi yapabilecektir. Tahribatın da önüne geçebilecek bu yasal düzenleme, arkeolojinin iktidarla bağını da koparmalı, arkeolojik araştırmaların bürokratik ilişkilerini bilimsel kurullara aktarmalıdır. Devletin gözünden arkeolojiye bakmak “körlüğe” neden oluyor; arkeolojiyi serbest bırakıp neler yapabileceğini görmek daha büyük fayda sağlayacak, dünyaya ve geleceğe bakışımızı daha güvenli bir hale getirecektir; bu yüzden arkeolojinin gözünden “devlete” bakmak daha doğru olacak böylece binlerce yıllık birikim kamu yönetimine aktarılabilecektir.

- Tarihi eserlerin korunmasında müzelerin de önemli bir görevi var hiç şüphesiz. Bugün Türkiye'deki müzeler hakkında neler düşünüyorsunuz?
Müze kelimesi Antik Yunan mitolojisinde Zeus’un kızları olan ve esin perileri olarak bilinen Mousalardan gelmektedir. Ancak burada asıl önemli şey bu kızları doğuran anneleridir; Mnemosyne. Mnemosyne, hatırlayış demektir. Mnemosyne ve Zeus miti, iktidarın hafıza ve hatırlamayla ilişkisine sembolik bir vurgu yapar. Müzeyi bu anlamda değerlendirmek daha doğru olacaktır. Müze anıların, hafızaların tazelenmesini sağlayacak kurumlardır. Geçmişin bilgisini sürekli hatırlatacak, göz önünde bulundurulmasını sağlayacak bir fonksiyon üstlenirler, üstlenmelidirler. İnsanın tüm tarihinin veya ülkenin, kentin geçmişinin yaşayanlar üzerindeki hatırlatıcılarıdır. Sürekli olarak, tarih geleneğinden, yurttaşlık bilincinden, tarih ve kültür bilincinden söz edilir. Peki bunlar nasıl oluşacaklar yurttaşın zihninde? İşte müzeler ve kentlerdeki eski eserler, tarihsel anıtlar istenilen yurttaşın inşasında büyük bir rol üstlenirler. İnsanları köklendirirler; aidiyet hissini güçlendirip istenilen tarih bilincini geliştirirler... Müzecilik anlamında son yıllarda önemli işler de yapıldı. Bazı müzeler hakikaten uluslararası düzeyde bir fonksiyon üstlenmiş durumda. Ancak bazı müzeler herhangi bir fonksiyon üstlenmekten aciz durumdalar. Şimdi Anadolu Medeniyetleri Müzesi yenilendi, İstanbul Arkeoloji Müzesi parça parça yenileniyor. Antep’te yeni bir müze inşa edildi, gerçekten çok güzel, Hatay Arkeoloji Müzesi yenileniyor... Ama pek çok müze ilgisizlikten kaderlerine terk edilmiş durumda... Yine de 10 yıl öncesine göre müzecilik açısından iyi bir noktada olduğumuz söylenebilir. Sanırım bunda müzelerin talep görmesi ve büyük bir kazanç getirmelerinin önemli bir etkisi de olmuştur. 

Can Öktemer

14 Kasım 2014 Cuma

Derinliklerin Morluğu (2)

Mosmor (Mark2a) 

“Gillan ile Glover’ı ilk kez, Perihan ablanın dükkanında tesadüfen bulduğum ve beş sene öncesine ait Hey dergilerinin sayfalarında görmüştüm. Coverdale ve Hughes’tan önce  grupta onların olduğunu  o zaman öğrenmiştim. Geriden geliyordum ne yapayım... Pikabımız henüz yoktu ve ayrıca plaklar pahalıydı. Çarşıdaki kasetçinin plaktan kasete çektiği koleksiyonunda aranjman boldu, ama bunlardan yoktu. Çaresiz radyodaki TRT3’le idare ediyorduk. Yıl 1977’ydi. Onüç yaşındaydım ve grup tarihe karışalı birkaç ay olmuştu....”

1969 yılında Kraliyet Flarmoni Orkestrası ile Royal Albert Hall’da gerçekleştirilen bir konserde Jon Lord’un bestelerini izleyicilerle paylaşan topluluk, bir bakıma klasik müzik dinleyicisi ile rock müzik sevenleri ilginç bir sentezde buluşturmuştu. “Child in Time”ın da seslendirildiği bu konser, albüm haline getirilmesine rağmen Blackmore’u tatmin etmemişti. Kendisiyle aynı fikirleri grubun yeni solisti Gillan da paylaşıyordu ve o da sert müzik yapmak istiyordu. Böylelikle bir bakıma Jon Lord’un grupta tek başına sürdürdüğü liderliğin sonu gelmişti. Lord’un yazdığı "Concerto For Group And Orchestra"yı Londra Filarmoni Orkestrası ile kaydettiklerinde bir ilki gerçekleştiriyorlardı ama Blackmore’un tam olarak yapmak istediği bu değildi. Gitarist, 1970 yılında Led Zeppelin üçüncü albümünü çıkarmaya hazırlanıp, Black Sabbath da debut albümleri Paranoid için çalışmalarını sürdürürken, hard rock esintilerinden ve mezkûr isimlerden geri kalmak istemiyordu.
Mk2 kadrosu: Lord, Paice, Gillan, Blackmore, Glover
Fakat grup yeni kadrosuyla harikulade bir uyum da yakalamıştı. İddiasız ama çok sağlam bir tekniği olan davulcu Ian Paice ile Roger Glover çok iyi anlaşıyor, grubun soundunu özellikle konserlerde ayakta tutan iki isim oluyorlardı. Ayrıca Glover, cana yakın, kalender kişiliği ile çabuk arkadaş edinen, çevresini genişletme eğiliminde bir tipti ve sonraki yıllarda Purple’ın bazı prodüksiyonlarını üstlenecekti. Jon Lord maestroydu ve Blackmore’un istediği gibi hard rock soundunda o zamana kadar hiç bir grupta pek rastlanılmayan klavye kullanımıyla bestelere renk katıyor, eski vokalist Rod Evans’ı fersah fersah aşan sesiyle Ian Gillan adeta “Bu grubun solisti benden başkası olamaz” diyordu. Gillan, 1970’te Child in Time’daki performansıyla “Jesus Christ Superstar” adlı rock operasının yazarı Tim Rice’ın dikkatini çekecek ve Rice onu arayıp Hz. İsa rolünü teklif edecekti. Sonunda operanın bestecisi Andrew Lloyd Weber’in de bulunduğu birkaç prova sonrası stüdyo kaydında Ian Gillan bu işten alnının akıyla çıkacak, özellikle operanın Gethsname (I only want to say) bölümündeki yorumuyla devleşecekti.
Deep Purple in Rock 1970.
“Deep Purple in Rock” efsane kadroyla 1970’de çıktığında plak listelerinde hatırı sayılır bir ses getirdi. Albüm kapağında beş gencin ABD başkanlarından sonra Rushmore kayalarına suretlerini kazıdıkları bu çalışmada boş yoktu. Speed King, adı üstünde hızı simgeliyordu. Child in Time ise başta şarkıcı Mr. Scream (Gillan) olmak üzere beş müzisyenin de ayrı ayrı becerisinin damgasını taşıyordu. Lord’un orgu, Blackmore’un gitarı, Glover ve Paice’in sağlam alt yapısı ve Gillan’ın çığlıkları. Albümdeki diğer şarkılardan Bloodsucker ve Hard Lovin’ Man ise ayrı bir güzelliğe sahipti. İleriki yıllarda rock müziğin temel taşı olarak nitelendirilecek bu albüm piyasaya çıkmıştı lakin her şey bununla bitmiyordu. Nitekim onlar gibi hard rock yapan Black Sabbath, gitaristleri Iommi’nin özgün riffleriyle dikkat çekiyor, Led Zeppelin 3. albümünü çıkararak yolunda emin adımlarla ilerliyordu. Gillan ve Blackmore’un öngörüleri gerçekleşmişti. Şimdi sıra ikinci albümdeydi. Yalnız önce prodüktörlerin isteğini yerine getirmek gerekiyordu. Yapımcılar radyo için 2-3 dakikalık, kısa ve akılda kalıcı bir single istiyordu. Bu amaçla stüdyoda iki arada bir derede bir zaman diliminde ortaya çıkan ve grubun da başlangıçta ciddiye almadığı “Black Night” bu dönemin ürünü oldu ve yıl içinde radyoda en çok çalınan şarkılar arasında ilk sıraları tuttu, sonraki yıllarda bazı proto-metal gruplarına ilham verdi. Tıpkı Black Sabbath’ın terminolojide albüm fuller şeklinde tabir edilen ve yer doldursun diye aynı şekilde Iommi ve Butler’ın bir kaç saatte oluşturdukları Paranoid’in bir anda radyolarda en çok bilinen ve ilgi gösterilen Sabbath şarkısı olması gibi.

1971’de çıkan “Fireball” ilki kadar bütünlüklü olmasa da sağlam parçalar içeriyordu. Bu kadroyla yapılan ilk albümdeki kadar kadar sert tonlar yoktu ama grubun tüm becerisini yansıtıyordu. Özellikle Ian Paice’in davulda, Glover’ın da bas gitarda harikalar yarattığı albüm, aynı adı taşıyan Fireball, The Mule ve Fools ile grubun altın dönemini yansıtan iyi bir çalışmaydı. Ayrıca Lord’un Fireball’daki solosu da hiç yabana atılır gibi değildi ve Deep Purple’ın diğerlerinden neden bu kadar özgün olduğunu simgeliyordu. Fakat grubun yapacağı asıl büyük iş bir sene sonra gerçekleşecekti.
Ian Gillan 1972 ve 2012
1972 yılında çıkan ve Montreux’da kaydedilen “Machine Head” birbirinden güzel yedi şarkı içeriyordu. Grubun klasikleri arasında en başta sayılacak Smoke on the Water, Highway Star, Pictures at Home, Space Trucking, bunlara ilave olarak grubun dillere destan teknik üstünlüğünü yansıtan Never Before, May be I am a Leo ve Lord ile Blackmore’un büyük müzisyenliklerini gösterdiği unutulmaz Lazy. Grup zirvedeydi artık. Her konserleri olay oluyordu ve dünyanın en gürültücü topluluğu olarak ün salmışlardı. Başlangıçta albümün ağır topu olarak bu satırların yazarı hâkirin de grubun en güzel eseri olarak nitelendirdiği Pictures of Home umuluyordu.  Fakat grup üyelerinin kaldıkları otelde, bir gün sonra konser verecekleri salonun cayır cayır yanışını seyrederken,  Blackmore’un tıngırdattığı basit bir ezgi, sonradan diğerlerini bir anda silip süpürecekti. Smoke on the Water böyle bir tesadüf eseri ortaya çıkmıştı. Grubun konser vereceği alanda daha önce Frank Zappa ve grubu sahnedeyken bir seyircinin ateşlediği maytap ortalığı tutuşturmuş ve büyük bir yangın çıkmıştı. Bu şarkıyı yazmalarına ilham veren olay buydu ve günümüze kadar bütün zamanların en çok coverlanan parçalarından biri olacaktı. Özellikle şarkının girişinde Blackmore’un kullandığı riff, sonraki yıllarda rock müzikle ilgisi olsun olmasın herkesin kulağına bir yerden aşina olabilecek kadar yaygınlaşacaktı.

1972’de Deep Purple o yıla kadar konser albümlerine pek yüz vermese de Made in Japan adında bir konser albümü çıkardı. Prodüktörlerden biri eline geçen korsan bir kaydın umulmayacak kadar temiz ve net olduğunu görünce bunu plak şirketine önermiş, onlar da grubun onayıyla bir konser albümü oluşturmuşlardı. Yıllar sonra ortaya çıkan gerçek ise daha farklıydı. Topluluk konser albümü çıkarmaya pek taraftar olmadığı için, bu kayıtları bizzat şirketin ses teknisyeni konserler sırasında gizli gizli titizlikle oluşturmuştu ve kayıtların bu kadar net olmasının sırrı buydu. Zaten Japonya’daki o konserde de stüdyo kaydından farksız bir şekilde çalıp, söylemişler, “Child in Time”da da seyircinin katılımıyla muhteşem bir ambiyans yakalamışlardı. Plak şirketi de bu albümün çıkması için baskı yapınca rock tarihinin en iyi konser albümleri arasında ilk sıralarda yer alan Made in Japan ortaya çıkmıştı.
Gillan ve Blackmore
Grubun birbiriyle uyumlu ve en güzel bestelerini ortaya çıkardığı bu dönem, tüm muhteşemliğine rağmen 1973 yılına doğru sarsıntıya uğramıştı. Beşi de çok yetenekli ve kişisel egoları da aynı oranda aşırı yüksek müzisyenler arasında bir takım sorunlar ortaya çıkmaya başlamıştı. Başrollerde ise Blackmore ve Gİllan vardı. Grubun dünyaca ünlü olmasını sağlayan besteler beş kişinin ortak çalışması gibi görünse de bu beş isimden ilk ikiyi paylaşan hep Blackmore ve Gillan’dı. Gruba katıldığı ilk yıl turnelerde Blackmore ile aynı odayı paylaşan Gillan’la gitarist arasında başlangıçta su sızmıyordu. Fakat Gillan’ın iki yıl gibi kısa bir sürede rock müziğin en iyi birkaç sesi arasında sayılması ve fazlaca ön plana çıkması Blackmore gibi egosu yüksek ve kendini topluluğun lideri sayan biri için rahatsızlık vericiydi. Grubun davulcusu Paice sonraki yıllarda o dönem için şöyle söylemişti: “Ritchie kimi zaman dünyanın en kolay adamıydı, istediğinizi yaptırabilirdiniz. Fakat inadı tuttu mu da her şeyi mahvedebilecek bir tipti.” Şüphesiz bunlar doğru sözlerdi. Fakat Gillan’ın da kabahatleri vardı. Ortaklaşa aklın oluşturduğu ilk üç muhteşem albümden sonra yeni albümün stüdyo kayıtları sırasında garip bir isteğe kapılmıştı. Grubun önce müziği kaydetmesini, kendisinin de onlardan sonra tek başına stüdyoda kayda girmek istediğini söylüyordu. Sanki Deep Purple kendisinin şahsi orkestrasıydı. Bu saçma istek, gariptir Blackmore dışındakileri kızdırmasa da gitaristi haklı olarak küplere bindirmiş, en kısa zamanda Gillan’ın ipini çekmek için gün saymaya başlamasına yol açmıştı.
Roger Glover, Rainbow yıllarında.
Topluluğun bu kadroyla yaptığı dördüncü ve son albüm olan Who Do We Think We Are, önceki muhteşem örneklere nazaran biraz tatsız tuzsuz bir çalışma olmuş, fakat yine de grubun şöhreti nedeniyle plak listelerinde üst sıralara tırmanmıştı. Eserler her zaman olduğu gibi katkı sırasıyla Ritchie Blackmore, Ian Gillan, Roger Glover, Jon Lord ve Ian Paice’a aitti ama albümün şanını kurtaran yegane yapıt "Woman from Tokyo"ydu. Nihayet Japonya’da yapılan bir konser sonrası Ian Gillan daha fazla baskıya dayanamadığı gerekçesiyle topluluktan ayrıldı. Bir süre sonra onu takip eden kişi ise basçı Roger Glover oldu. Ian Gillan hem eski Episode Six’ten arkadaşıydı hem de asıl önemlisi Glover, Gillan’sız bir Purple’da gelecek göremiyordu. Elbette Glover’ın ayrılma tercihinde Gillan’a olan arkadaşlık ve vefa duygularından söz edilebilirdi ama sonraki yıllarda Glover’ın, Blackmore’un 1975’te kurduğu Rainbow’da 1979’dan 1984’e kadar yıllarca bas gitar çalması da ayrı bir gerçektir. Fakat yukarıda andığımız gibi vefa duygusu da her zaman Glover’da mevcuttu. 1976’daki Butterfly Ball projesinde Ian Gillan’a da yer vermiş, onun müzikle olan bağının kopmaması için çabalamıştı. Aynı konser dizilerinde o zamanın Deep Purple solisti Coverdale’i ve Purple’a kendi yerini doldurmak için  gelmiş olan Glenn Hughes’u da konuk edecek kadar kin tutmayan ve profesyonel bir sanatçı olduğunu göstermişti. Fakat Gillan’ın durumu gerçekten kötüydü. Sonraki yıllarda “Deep Purple benim her şeyimdi” diyecek kadar gruptaki günlerini arayacaktı.

Rock dünyasının en büyük seslerinden sayılan Gillan’ın alkol alışkanlığı topluluktan ayrıldıktan sonra daha da artmış, solo kariyerinde karşılaştığı güçlükler, özel hayatındaki mali problemler ve kurduğu grupların Deep Purple kadar başarılı olamaması bir süre müziğe ara vermesine bile yol açmıştı. Hatta rivayet odur ki aşırı alkol ve sigara yüzünden 1982’de sesini kaybetme noktasına gelecekti. Kısaca Black Sabbath’ın vokallerini üstleneceği 1983 yılına kadar geçecek on yıl Gillan için çok zor olacaktı.

Deep Purple mı? Onlar, efsanevi vokali ve basçısı olmadan yoluna yeni isimlerle devam edecekti!

Orhan Berent