İnternet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İnternet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Kasım 2015 Cumartesi

Ruşen Çakır: ‘Geleneksel medya yok hükmünde olmaya doğru gidiyor’


Periscope, sosyal medya piyasasına çok hızlı bir giriş yapan ve insanlara kişisel canlı yayın yapma imkanı sağlayan bir platform. Türkiye’de de ilgiyle karşılanan bu uygulamayı habercilik adına ilk kullananlardan biri de tecrübeli gazeteci Ruşen Çakır oldu. Çakır’la Periscope tecrübesini, bu platformda haberciliği ve birkaç gazetecinin Periscope yayınlarını topladıkları Medyascope sitesi üzerine konuştuk.
Ruşen Çakır
- Uzun bir süredir Medyascope üzerinden haber yapmaktasınız. Bize Medyascope’un hikayesinden bahsedebilir misiniz?
Periscope’u uzun zamandır kullanıyorum. Türkiye’ye geldiği andan beri diyebilirim. Özellikle 7 Haziran seçimleri öncesinde mitingleri izledim ve oralardan Periscope yayınları yaptım. Onun dışında da kendi başıma analizler ve röportajlar da yaptım. Daha sonra o güne kadar hiç tanımadığım iki kişiden bana mail geldi. Onlar bana yaptığım işlerin ilgilerini çektiğini, birlikte bana yardımcı olabileceklerini ve katkı sunabileceklerini söylediler. Nurdan Üçer ve Denet Tezel, daha önce beraber çalışmış ortak şirketleri olan iki arkadaş, gazeteci değiller.Onların kafasında bir plan vardı, onların kafasında olan şey bana göre gerçekleşebilir bir şey değildi. Sonuç olarak benim elimdeki Periscope malzemelerinden hareketle bir platform oluşturmaya karar verdik. Ama başından itibaren bu platforma başka gazetecileri de katarak başlayacağımızı konuşmuştuk. Birkaç meslektaşımı ikna etmeye çalıştıysam da, pek beceremedim. Sonunda biz 20 Ağustos günü ilk Periscope açık oturumunu benim yönetimimde Kadri Gürsel ve Levent Gültekin’le yapma kararı aldık. Bu galiba Türkiye’de yapılan ilk Periscope açık oturumuydu ve o günde sayfayı lanse etme kararı verdik. Sayfanın ilk nüshasında sadece benim Periscope yayınlarım vardı. Ama açık oturumu da ekledik. Daha sonra çoğu gazeteci ama bazıları gazeteci olmayan başka arkadaşları da katarak bu olayı hızla geliştirdik. Bu arada, bir fotoğrafçı arkadaşımız, stüdyosunun Medyascope canlı yayınları için elverişli olduğunu bize sunabileceğini söyledi ve oraya taşındık. Oraya taşındıktan sonra programların sayısını da arttırdık ve öyle gidiyoruz.
- Medyascope’nun yayın politikasını nasıl belirliyorsunuz, içerikte neler var? Sabit bir kadronuz var mı?
"Çünkü Özgür" diye bir mottomuz var biliyorsunuz. Özgür bir şekilde hareket etmek istiyoruz. Onun dışında gazeteciliğin evrensel ilkelerine uyarak sorumlu bir şekilde, haber değeri taşıyabilecek ve önem verdiğimiz her şeyi, her türlü yoruma açık olacak şekilde sunan bir platform. Burada biz insanlara iş vermiyoruz, işbirliği öneriyoruz. Herkes kendi videosunu, Periscope yayınını ya da video kaydını kendisi yapıp Youtube ya da Vimeo sayfasına koyuyor. Biz onları sayfamıza taşıyoruz. Siz bizim sayfamızda bir video izlediğini zaman aslında onu, o içeriği sağlayanın Youtube sayfasından izliyorsunuz. Dolayısıyla biz insanlara bir içerik falan dayatmıyoruz. Onların ürettikleri içerikleri biz paylaşıyoruz. Biz sayfaya taşıyarak onlara katkıda bulunuyoruz, onlar da bize kayıtlarını vererek sayfaya taşıma imkanı sunuyorlar. Yani her iki tarafında istifade ettiği bir şey oluyor. Bunun dışında esas bu olayı yürüten yedi kişilik bir bir ekip halinde yürütüyoruz. Bu ekipten üçü gazeteci. Muhalif, alternatif olma gibi çok kullanılan kavramları, sıfatları kullanmak istemiyoruz, çok hoşlanmıyoruz. Biz haberin ve yorumun özgür bir şekilde dolaşabileceği video ağırlıklı, görsellik ağırlıklı bir yayıncılık yapmak istiyoruz.
- Kullanıcıların ilgisi nasıl?
Fena değil, memnunuz. Önemli kriz anlarında, yaptığımız yayınlar ve anında müdahalelerle önemli bir iş yaptık. Özellikle görsel kayıtları, Periscope kayıtları koyduk. HDP binalarına saldırılar veya Ankara Katliamı gibi anında önemli olaylarda hızlı bir şekilde tartışma programları yaptık. Örneğin, Paris Katliamı üzerine Nilüfer Göle’yle canlı olarak yaptığım telefon bağlantısı çok geniş bir ilgi gördü. Hatta gazeteler söyleşiyi bizden alıntıladılar. Bu tür şeylere verdiğimiz hızlı ve serinkanlı tepkilerle ciddi bir ilgi artışı sağlıyoruz. Biz memnunuz ama hâlâ daha yolun başındayız. İyice yerleştikten sonra, ayaklarımız yere daha sağlam basacak ve çok daha iyi olacaktır. Ama bir şeyi yakalamış olduğumuzu düşünüyoruz. O yüzden heyecanımız ve hevesimiz yerinde.
- Medyascope gibi yayınların artmasıyla birlikte geleneksel medyanın durumu ne olacak? Gazeteciliğin, haberciliğin yeniden tanımlanması gerekecek mi sizce?
Bunun adını tanımlamak çok şart değil, ancak geleneksel medya zaten yok hükmünde olmaya doğru gidiyor. Elbette varlığını sürdürür ama gerilediği çok açık. Bu, onların derdi elbette. Bence esas mecra burası artık. Tabii ki onlar yine varlığını sürdürecekler. Ama esas olarak bu tip sosyal medya üzerinden, internet üzerinden çoğulcu özgürlük yayınların önü çok daha ciddi bir şekilde açık.
- Sosyal medya haberciliğinin önündeki en büyük engellerden birisinin ekonomi olduğu söylenir. Siz bu engelleri nasıl aşmayı planlıyorsunuz?
Şu ana kadar aşabilmiş değiliz. Medyascope fedakarlıklarla gidiyor. Şu anda bu işin içerisinde yer alan insanların esas işleri başka başka. Geçimlerini oradan sağlıyorlar, oradan kazandıklarını bir kısmını buraya aktarıyorlar. Şu ana kadar para kazanmış değiliz ama bundan sonra kazanmayı umuyorum. O konuda bir takım projelerimiz var ama öncelikle altyapıyı sağlam bir şekilde oluşturmaya çalışıyoruz. Onu oluşturduktan sonra para kazanma, finansman bulma imkanlarının olabileceğini düşünüyoruz. Buradan ‘para kazanma imkanı yok’ diye bir düşünceyle hareket etmiyoruz. Olabileceğini düşünüyoruz, oldurmaya çalışıyoruz. Bir takım adımlar da atıyoruz bu konuda ama şu anda erken. Ama bu mümkün internet üzerinden gazetecilik yapma seçeneğini birçok insan, ‘burada para kazanılmıyor ki’ diye baştan iptal ediyor. Bence yanlış yapıyorlar, uğraşılırsa, iyi bir iş çıkarılırsa, bu pekala mümkün.
- Sosyal medya haberciliğinin ve yurttaş haberciliğinin en önemli sorunlarından birinin yalan haber olduğu görülüyor. Özellikle editoryel bir süreçten geçmeyen yurttaş haberciliğin ne gibi problemleri var?
Yurttaş haberciliği lafı çok cazip, güzel gözüküyor ama ben çok kullanmak istemiyorum. Ben eski kuşak gazeteciyim, 30 yıldır bu işi yapıyorum. Gazeteciliğin bir takım evrensel ilkeleri ve filtreleri vardır, mesleki deneyim gerektirir. Biz burada buna olabildiğince sadık kalmaya çalışıyoruz. Yani kimsenin ürettiği bir haberi olduğu gibi sorgulamadan koyuyor değiliz. Onun için bu konuda oldukça dikkatliyiz. Özellikle böyle yeni bir mecrada yapılan en ufak bir hata çok daha fazla dikkat çeker. Her gelen içeriğin olduğu gibi konulması fikri bana doğru gelmiyor. Biz öyle bir noktada değiliz. Burası herkesin her istediğini istediği zaman koyabileceği bir platform değil. Biz bazı insanlara teklifte bulunuyoruz, bazı insanlar da gelip bizim kapımızı çalıyor. Anlaşırsak yapıyoruz, anlaşamazsak yapmıyoruz. Böyle sonuna kadar kapıyı ardına kadar açma olayı yok. Özellikle sosyal medya üzerinden yalan, eksik ve kalitesiz yayınların çok yapıldığı, haberlerin çok dolaştığı kesimden kendimiz uzak tutmaya çalışıyoruz. Başarabildiğimiz ölçüde de etkili olacağımızı düşünüyoruz. Yurttaş haberciliği deyip ondan sonra her cep telefonuyla çekilen videoyu paylaşmak, bir yerden sonra çok anlamlı değil. Periscope yayınlarında da özellikle çok dikkatliyiz. Çok cazip birkaç videoyu sırf barındırdıkları bir takım problemler nedeniyle kullanmadık mesela. Yani bulduğumuz her şeyi kullanıyor değiliz.
- Son dönemde tartışılan kavramlardan bir tanesi de dijital aktivizm, örgütlenme biçimleri... Bu kavramlar açısından Türkiye’deki durum için ne yorumu yaparsınız? Türkiye sizce bu noktada hala yolun başında mı?
Son dönemde çok karıştırılan bir kavram. Yani bazı meslektaşlarımız aktivizmlerini daha fazla öne çıkartıyorlar. Bunları birbirine karıştırmamak lazım. Biz karıştırmıyoruz. Bizim aktivist olma gibi bir derdimiz yok, biz gazetecilik yapma derdindeyiz. Ama aktivist olanların yaptığı işlerde haber değeri varsa onları haberleştiriyoruz. Sivil toplum kuruluşlarının faaliyetlerine özel bir ilgimiz var. Bunları özellikle faaliyetlerinde video üretmeye teşvik ediyoruz. Onların içerisinde kullanabileceklerimiz kullanmaya çalışıyoruz.
- Türkiye’de medya baskısı son yıllarda arttığı konuşuluyor. Siz genel olarak medyanın son halini nasıl yorumluyorsunuz?
Bu konuları çok konuşmak istemiyorum. Medya eleştirisi yapanlar yapsın. Biz konuşmak yerine iş üretmeyi tercih ediyoruz. Bizim bu yapmaya çalıştığımız, şeyler aynı zamanda medyanın bugünkü durumundan memnun olmamanın sonucudur.
Can Öktemer

26 Ağustos 2012 Pazar

Google’dan Aramalara Otomatik Sansür

Google Search, şu anda dünyanın en çok kullanılan ve muhtemelen en kullanışlı arama motoru. Oldukça karmaşık algoritmalardan faydalanan bu sistem, aradığımız bilgiye en ilgili kaynaktan ve en kolay şekilde ulaşmamızı sağlıyor. Fakat, bu haftadan itibaren arama motoruna pek de hoşumuza gitmeyebilecek otomatik bir özellik ekleniyor: sansür. 

Google, arama motorunun resmi blog sitesi olan http://insidesearch.blogspot.com’da, bu haftadan itibaren telif hakları ihlallerinin, arama algoritmalarının değerlendirdiği 200’den fazla kriter arasına konulduğunu açıkladı. Buna göre telif hakları yasalarını sıklıkla ihlal eden internet siteleri, aramalarda otomatik olarak alt sıralarda gösterilecek. Google, böylelikle internet kullanıcılarını müzikler, videolar ve yazılımlara yasal yollarla ulaşabileceği kaynaklara kolayca yönlendirebilmeyi hedefliyor.

Google’ın bu kararı almasının özünde ise şirketin telifle ilgili gelen şikayetlerle başedememeye başlaması yatıyor. Kurumlar veya kişiler telif hakları ihlalleri, pornografik içerik, nefret söylemi, özel hayatın gizliliği ve devlet sırları gibi çeşitli gerekçelerle Google’dan kendi servislerinde saklanan bilgileri kaldırmalarını veya bazı arama sonuçlarını gizlemelerini talep edebiliyorlar. Eğer Google incelenen şikayeti haklı bulursa, isteği genel ya da bölgesel olarak yerine getiriyor. Google geçtiğimiz ay sadece telif hakları ile ilgili 4.3 milyondan fazla şikayet aldı; bu da bir günde aldıkları şikayet sayısının, 2009 yılının tamamında aldıklarından daha fazla olması demek. 


Şikayetlerin haricinde, şirket uzun bir süredir kendi servislerine yüklenen ve telif hakkı sorunu oluşturabilecek (Youtube’a yüklenmek istenen ünlü bir film sahnesi gibi) içerikleri “parmak izi” diye adlandırılan teknolojiler sayesinde otomatik olarak tespit etmekte ve telif ile ilgili bir sorunu daha şikayet olmadan kaldırmakta. Yani Google, (her ne kadar bir çok talebi yerine getirmiyor olsa da) haklı veya haksız sansür isteklerini zaten yerine getiriyordu. Google, bundan böyle internette kendi saklamadığı içeriklerin de uygun olup olmadığına karar vererek sansürcülük rolünü başkalarının sırtından kendi üzerine yüklüyor. Üstelik sansürü algoritmik bir biçimde uygulayarak, arama sonuçlarını topluca “uysallaştırarak...”

Buradan karlı çıkanın ise, Google’ın iddia ettiğinin aksine, internet kullanıcısı olacağını söylemek kolay değil. Korsanın “sorun” olmaya başladığı 2000’lerden günümüze her yıl çıkarılan albüm sayısı ve satış rakamlarını incelersek, korsanın  satışları da, yaratıcılığı da öldürmediğini görüyoruz. Telif hakları yasalarının ve korsanı önlemeye yönelik çalışmaların asıl amacı, yaratıcı çalışmaları yaratıcıların haklarını gözetecek şekilde korumakla, toplumun bu çalışmalardan yararlanabilmesi ve/veya keyif alabilmesi arasında bir denge kurmaktır. Google’ın bu yeni uygulaması ise yaratıcı zihinlerin haklarını kollamaktan ziyade (özelikle de gelişmekte olan ülkelerde) bilginin özgür paylaşımına bir darbe olacak. SOPA ve PIPA gibi yasaların reddiyle isteklerini elde edememiş “kültür” endüstrisi ve sansürün Wikileaks gibi “sakıncalı” sitelere genişlemesini umabilecek yasal otoritelerin ise bu gelişmeden memnun olacağını tahmin etmemek mümkün değil.

Sertan Şentürk

Bu yazı, 16 Ağustos 2012 tarihli Agos gazetesinde yayınlanmıştır.

2 Şubat 2012 Perşembe

Agos Sansürünün Geri Alınması Bir Kazanım mı?

Geçtiğimiz günlerde Agos gazetesinin internet sitesine, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullardan girişin engellendiği ortaya çıktı. Bu keyfi uygulama sebebiyle Agos dava açmaya hazırlanırken, Türk Telekom içerik filtreleme sisteminin Agos’un internet sitesini yanlışlıkla “kişisel web siteleri ve bloglar” olarak kategorize edip otomatik olarak blokladığını duyurdu ve erişim sorunun giderildiğini açıkladı.

Türk Telekom’un açıklamasında filtreleme sisteminin site kategorizasyonunu nasıl yaptığı teknik bilgisi olmayanlar için muğlakta kalacak şekilde yazılmış. Yine de açıklamada değinilen kavramlar üzerine biraz konuşmakta yarar var. İnternet sitelerinin kategorizasyonu, bilgi teknolojileri alanının şu andaki sıcak konularından birisi. Bu kategorizasyon, internet sitesi önermek, kötü niyetli (virus yayan vb.) internet sitelerini bulmak, şirketlerde “zamanı verimli kullanma ve sakıncalı siteleri engelleme” gibi sebeplerle eğlencelik siteleri bloklamak gibi çeşitli amaçlar için kullanılır. Bu iş için çok farklı yöntemler kullanılabilir: örneğin web sitesinin hangi formatta saklandığını kontrol etmek, belirli kelimelerin kullanılma sayısı ve şekillerinden bir sitedeki yazıların haber (gazete olma olasığı yüksek site) veya yorum (blog olma olasığı yüksek site) amaçlı olduğunu tahmin etmek ya da sitede kullanılan resimleri işleyerek pornografik içeriği belirlemek gibi. Elbette ki milyonlarca internet sitesinin kagetorilere ayrıştırılması gibi kapsamlı bir problemi %100 başarıyla çözmek imkansız, algoritmaların hatalarının olması kaçınılmaz.


Bununla birlikte bu tür sistemler şüpheci yaklaşılması gereken noktalar da barındırıyor. Örneğin bu sistemdeki kategoriler nelerdir ve hangilerinin bloklanmasına karar verilmiştir? Devlet, teknoloji ile gençlerin “pırıl pırıl zihinlerinin” resmi söylemler haricinde kirletilmemesi için Türkiye’nin karanlık tarihini ortaya seren, homofobi karşıtı ve “Türk” “aile” yapısına aykırı sitelerin bloklanmasını istemekte midir? Bu siteleri kategorize etmek için Ermeni, Haydar veya (daha önce TİB’in kullandığı gibi) Adrianne Curry gibi “sakıncalı” anahtar kelimeler kullanılıyor olabilir mi? Türk Telekom’un Agos’u bu çeşit bir kategori yerine kişisel site ve blog olarak sınıflandırdığına dair açıklamasına, devletler ve şirketler asla yalan söylemeyeceği için (!), gözü kapalı inanmalıyız, elbette ki. Yine de bu filtreleme sisteminin benzer siteleri “pis” site kapsamında engellemiş olma ihtimalini göz önünde tutmakta fayda var.

Öte yandan gazete sansürü üzerine giriştiğimiz bütün bu teknik detaylar ve çoğumuzun hafta boyunca yaptığı yasaklamanın sınırlarını sorgulamalar, ne yazık ki, sadece soruna yanlış yönden bakmaktan ibaret. Belki de tepemizde bizler adına, bizlerin iyiliğini düşünen yüce ve soyut tüzellikleri kanıksadığımız içindir; sansürün varlığından ziyade sansürün neye karşı yapılıp yapılamaması üzerine konuşuyor ve sansürcünün zihniyetine ortak oluyoruz. Kişisel özgürlüklerin teknoloji aracılığıyla bizim ülkemizden daha “verimli” ve “etkili” ihlal edilebildiği ABD’de bile şirketlere dost, yaratıcılığa düşman SOPA yasası geri çekilirken, kendimize şunu sormamız gerekiyor: Türkiye’de internet ve entelektüel haklara getirilen mümkün olan neredeyse tüm yasaklarına sahipken, otoritenin bu küçük geri adımı (ya da lütfu) ne kadar büyük bir kazanımdır?

Sertan Şentürk 

Bu yazı, 29 Ocak günü Agos Web'de yayınlandı.

5 Mart 2011 Cumartesi

Sanal Kubbede Hoş Bir Seda: WikiLeaks

WikiLeaks’in gündemimizde kalması pek uzun soluklu olmadı. Belgeler ufak çaplı bir hezeyan yarattı ama ardında, Julian Assange’ın cinsel taciz davası dedikodularını ve CIA bağlantılı komplo teorileri bırakarak bu diyarları terk etti. Narsist miyopluk mağduru Türkiye medyası da sağ olsun geriye dönüp hiç bakmadı bir daha… Fakat WikiLeaks’in işaret ettiği direniş mecrası, iki devrimle sonuçlanacak kadar güçlü bir alan olduğunu gösterdi. İnternet üzerinden örgütlenen ve yerelden ulusala ve uluslararasına taşınan direnişler, şimdilik yalnızca anlamaya çalışabileceğimiz bir yeni düzenin içine hızla yol aldığımızın göstergesi oldu.

Biz ise her zamanki çok bilmiş özneliğimizle, olup biteni eskiye dair ne kadar kavram varsa yeninin üzerine uydurmaya çalışarak anlatma ve bir cümlelik “Arap milliyetçiliği”, “sosyalist direniş” veya “eyvah İslam geliyor!” konseptli açıklamalarımıza sığınma yollarını tercih ettik. Tekinsiz bir ortam olduğunu ve daha huzurlu zamanlarımıza dönme isteğimizi anlıyorum fakat yine de ortaya konulması gereken tavrın, korkudan titreyerek bir anlama yolculuğuna çıkmak olduğunu düşünüyorum. Bu yolculuğa öncelikle internette direnişe ilham veren WikiLeaks’le başlamak benim için bir minnet borcudur.

Yolculuğa Timur Kuran’ın “Yalanla Yaşamak”[1] kitabında bahsettiği gibi, iktidarın baskısından korkan muhalif grupların esas dillendirmek istediklerini başka mecralara akıttıkları ve dolayısıyla tercihlerini çarpıttıkları gerçeğiyle başlayalım. Şimdiye kadar devrimlerin gerçekleştiği Tunus ve Mısır’daki diktatörlüklerin yanında hâlihazırda büyük bir direnişe sahne olan Libya’nın iç politik ortamındaki baskılar ve yıldırmalar hepimizin malumu. Muhaliflerin açıkça isyanlarını dile getirememeleri ve bunun için örgütlenememeleri, iktidara karşı duydukları korkunun bir sonucu. Bu korku sonucu, muhalifler bile sonu gelmesi gerektiğini düşündükleri rejimler hakkında kamusal alanda rahatça tercihlerini ortaya koyamıyorlardı.  İşte WikiLeaks’in rüzgârı, bu baskı ve yıldırmalardan korkan ve bu yüzden düşündüğünü kamusal alanda net ifade edemeyen muhalif gruplara, iktidara karşı haykırma şansı verdi. Herkesin bildiği çürümüşlüğü, uluslararası alanda sistemlerin yüzüne çaldı. Elbette ki devrimlerin ve direnişlerin kıvılcımını WikiLeaks çaktı demiyorum ama ekonomik kriz ve hâlihazırda bir devamlılık içinde olan toplumsal hareketliliğin yanı sıra, Žižek’in dediği gibi, WikiLeaks, “rezil olanı daha da rezil etme”[2] misyonunu başarıyla yerine getirdi diyebiliriz.

Ayrıca, WikiLeaks’i, Panoptikon’u rahatsız eden bir mekanizma olarak da tanımlayabiliriz. Panoptikon’un en temel özelliği, iktidarın her şeyi görmesinin yanı sıra aynı zamanda gözetlenememesidir. Fakat WikiLeaks sayesinde, Panoptikon’un bir kısmının gözetlenebildiği ortaya çıktı. Panoptikon sistemini alaşağı edecek, sistemin içine girmiş bir böcek büyüklüğüne ulaşamasa da iktidarın tedirginliğini arttırmak bakımından çok önemli bir adım... Ancak unutulmaması gereken çok önemli bir ayrıntı da, aslında WikiLeaks’in de her şeyi gören/gözetlenemeyen bir Panoptikoncuk esasıyla işlerini görmesi. Bülent Somay’ın uyardığı gibi istendiğinde kamu aleyhine büyük zararlara yol açması için kullanılabilecek bir sistemin bilgisi birkaç iyi adamın elinde[3]. Bu da var olan iktidara direnen ama kendi içinde yeni bir iktidar sahası oluşturan bir ortamı işaret ediyor. Fakat bu yeni sahada, direnişi yürütebilmenin tek şartı, hacker becerisine sahip olmak. Bu da bizi beceri ve bilgi sahiplerinin kendiliğinden üst katmanda yer aldığı yeni bir hiyerarşik düzene götürüyor. Var olan direniş örgütlenmelerinden daha yatay ve mobilize bir sınıflandırma olsa da, iktidarın engellenemez yozlaştırıcılığını göz ardı etmemek gerekir. Aynı zamanda, varabileceğimiz yeni iktidar sahasını açıklamak için, Jerry Bentham’ın “bir üst aklın, gücü elde etmesi”[4] olarak tarif ettiği Panoptikon’a geri döneriz.
  
Aynı zamanda, Burçe Çelik’in Birikim’deki yazısında[5] da bahsettiği gibi, WikiLeaks’in ele geçirdikleri aslında iktidarın bilgi üretim mekanizmasının ham maddeleri olan işlenmemiş malumatlar yığınından ibaret. Bunlar iktidara karşı bir direnişin bilgi üretim sisteminde kullanılmazlarsa, kamunun bilmesinin aslında pek bir getirisi olmayacak. Hatta tam tersine, geçmişteki iktidar kayıplarıyla hadım edilme sendromu yaşayan Türkiye ve Rusya gibi milliyetçi ülkeler için, iktidarın lehine kullanılması bile söz konusu olabildi. AKP’nin ABD temsilcileri tarafından güvenilmez addedilişi ve bozuk ilişkileri, AKP’ye puan kazandırırken, eski veya yeni bakanlar hakkındaki iddialar hasıraltı edilebildi. Aynı zamanda, Putin ve Medvedev hakkında çıkan belgeler de, Rus medyası tarafından ABD’nin Rusya’nın yükselişinden korkması olarak yorumlandı.

Şu ana kadar yaşananlar hakkında bildiğim tek şey, yine de şimdilik WikiLeaks’in bıraktığı sedanın kulağa hoş geldiği... Artık iktidar yerinde rahat oturamayacak. Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’da söylediği gibi, dünya yumrukla değil, beyin ve kıçla yönetiliyorsa, WikiLeaks bir arı misali o kıça bir iğne batırdı. Ve John Holloway’in dediği gibi, dünya tek yumruk darbesiyle değil, bir milyon arı sokmasıyla değişecek[6]

Emre Can Dağlıoğlu



* Bu yazı, 3 Mart 2011 tarihli Agos gazetesinde yayınlanmıştır.
[1] Kuran, Timur (2001), Yalanla Yaşamak: Tercih Çarpıtmasının Toplumsal Sonuçları, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
[2] Žižek, Slavoj, Good Manners in the Age of Wikileaks, s. 10, London Review of Books, Vol. 33 No. 2, 20.01.2011, http://www.lrb.co.uk/v33/n02/slavoj-zizek/good-manners-in-the-age-of-wikileaks.
[4] Bentham, Jerry (1995), Panopticon (Preface), Panopticon Writings, Londra: Verso.
[5] Çelik, Burçe, Wikileaks’ten sızanlar, internet teknolojisi ve iktidar, s. 44, Birikim, 261, Ocak 2011.
[6] Holloway, John, Bir Milyon Arı Sokması, Bir Milyon Erdem, s. 62, Birikim, 205-206, Mayıs-Haziran 2006.