Sevag Beşiktaşlıyan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sevag Beşiktaşlıyan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Eylül 2013 Cumartesi

Ecdadından bihaber dizi: Fatih




Filmleri kaç kişinin izlediğinin sayılamadığı Yeşilçam dönemlerine haksızlık etmemek için tüm zamanların diyemesek de, bilinen “en çok izlenen filmler”in ilk sırasında “Fetih 1453” var artık. 2012 Nisan ayı itibariyle 6 milyondan fazla kişinin bu filmi izlediği söyleniyor. Yapımcı Fatih Aksoy, bu sezon filmi dizi olarak televizyona taşımaya karar verdi ve “Fatih” ismiyle dizinin çekimlerine başlandı. Filmin gişe başarısının yanı sıra, konunun popülerliği ve tarihi dizilerin, özellikle “Muhteşem Yüzyıl”ın izlenme oranları da elbette ki bu kararda pay sahibi. 

Yaklaşık üç hafta önce dizinin ilk fragmanı dönmeye başladı ekranlarda, bu hafta da ikincisi... Fragmanlardaki garipliklerden önce cast seçimine değinelim. Filmde Fatih’i canlandıran Devrim Evin’in de, dizideki Mehmet Akif Alakurt’un da maşallah boyları posları gayet yerinde. Hâlbuki Fatih’in yaklaşık 1,65 boyunda ve çelimsiz olduğu rivayet edilir. Böylesi bir “büyütme” ve mitleştirme anlayışı, Türkiye’de bir alışkanlık... Hatırlarsanız Mustafa Kemal’in boyu da epey bir tartışma konusu olmuştu. Nedense “büyük Türk”ler cismen küçük olamıyorlar. 

Gelelim fragmanlara... İlk fragmanda, Fatih atının sırtında tahminen İstanbul’a giriyor ve ekrana bir anda koca puntolarla “Büyük Türk” ibaresi yansıyor. İlk olarak İttihatçılarla başlayan Fatih’i milliyetçi tarih yazımının en büyük muzafferi olarak konumlandırmanın bariz bir dışavurumu akıyor ekranlardan. Avrupa’da zikredildiği söylenegelen bu hitap şekli gururla kullanılırken, Fatih’in kendi kullandığı Kayser-i Rum (Roma İmparatoru) unvanının hep arkada bırakılması da açık bir zihniyet tercihi. Aynı fetihten sonraki üç günlük yağmanın “büyük anlatı”da hiç yer almaması gibi…

İkinci fragman ise bir fecaat... Uzak çekime yansıyan Tarihi Yarımada’ya giderek yaklaşıyoruz. Bir bakıyoruz ki, bugünkü Sultanahmet Meydanı’nda koca bir hipodrom... Hâlbuki 300’lerde kurulan bu devasa yapı, 1200’lerde Haçlı Seferleri sırasında Latinlerin Konstantinopolis’i istilası sonucu kaderine terk edilmişti diye yazıyor tarih kitapları. Yani 1453’te İstanbul’da bu yapıdan eser yok.


Gariplikler bununla da kalmıyor. Ayasofya’da Fatih’le birlikte cemaatin kıldığı namaza odaklanırken, Ayasofya’yı bugünkü haliyle, yani dört minareli olarak görüyoruz. Fakat biliyoruz ki Fatih, Ayasofya’yı camiye çevirdikten sonra sadece tuğladan minareyi ekletmiştir. Hatta Fatih’in bu minareyi aceleyle ahşaptan yaptırdığı, oğlu II. Beyazıt’ın bu minare yerine tuğlalı minareyi ve de ikinci minareyi yaptırdığı söylenir. Birbirinin aynısı olan diğer iki minare ise II. Selim, Mimar Sinan’a Ayasofya’nın bakım çalışmalarını yaptırırken, inşa edilmiştir. Zira Ayasofya’nın dört minaresi farklı zamanlarda yapıldığı için birbirinden farklıdır. Aynı fragmanda, imamdan yani padişahtan önce davranarak cemaatin secdeye yatması ise başka bir ‘gariplik’ olarak duruyor önümüzde.

O zaman, dizinin yapım ekibine sormak gerekir: Milliyetçi hamasete kolayca konu ettiğiniz “ecdadınız”ın tarihinden bu kadar mı bihabersiniz? O kadar para verip böyle bir tarihi dizi çekerken, bu tür çok bariz hataları engelleyebilecek bir tarih danışmanı bulamadınız mı? Yoksa tanıtıma koyduğunuz “Büyük Türk” paranteziyle birlikte alt metinde “buralar hep bizimdi” mesajı mı vermek istiyorsunuz?

* Bu yazı, 15-22 Eylül 2013 tarihli Agos Derkenar sayfasında yayınlanmıştır. 
Sevag Beşiktaşlıyan

9 Ağustos 2013 Cuma

Tufan’dan öncesi



Türkiye tarihinin “ötekiler”i tartışmasına bir katkı kabilinde Tanıl Bora, Cumhuriyetin “kurucu öteki” olarak kendi “tarih”ini gördüğünü söyler. Bu tarihe büyük anlamda rengini vermiş olan İslam’ın bu ötekileştirmeden nasibini çokça aldığı artık büyük ölçüde kabul ediliyor. Fakat İslam’la özdeşleştirildiği için Arapların bu aşağılayıcı ve dışlayıcı tavra maruz kalmaları halen gölgede kalan bir vakıa. Bu mevzuda İlhan Arsel’in Arap Milliyetçiliği ve Türkler gibi bir magnum opus’u olmasına rağmen bu çerçevedeki Kemalist oryantalizm hâlâ tartışmaya açılmış değil.  
Çok yaşanan bu durumun son örneğini geçtiğimiz hafta Mısır’da yaşanan gelişmeler üzerine Tufan Türenç, “arab'ın demokrasisi bu kadar olur” tvitiyle verdi. Sosyal medyada yoğun tepki görmesine rağmen geri adım atmayan Türenç’in Hürriyet gazetesindeki köşe yazılarından, bu zihniyeti üreten Kemalizm’in önde koşan bayraktarlarından olduğu malum. Bu sebeple, esas tartışılması gereken nokta, “Tufan’dan öncesi”. Yani Türkiye’de resmi tarihin yalanlarının ve bu zihniyetin arazlarının özellikle Kürt ve azınlık meselelerinde ortaya çıkarılmasına büyük katkı sunan sol ve liberal entelektüellerin, Araplar söz konusu olduğunda susmalarının çok da tesadüf olmamasından bahsediyorum.
Bu cenahta Arapça veya Farsça bilen ve bu coğrafyayla ilgilenen, diktatörlüklere karşı isyanlar başladıktan sonra bile çok az sayıda isim var. Türkiye’de en bilineni Necip Mahfuz olan Arapça edebiyatın en seçkin ürünleri bile Türkçeye halen Avrupa dillerinden çevriliyor. Hatta hâlâ Avrupa’nın benmerkezci haritacılık anlayışının sonucu olan “Orta Doğu” ismi bile tartışmaya açılmış değil. Türkiye siyasi tarihine denk gelecek biçimde Türkçenin Türkler dışında kalan tüm etnik gruplarla ilgili nefret söyleminin Araplarla ilgili “güzide” örneklerinden birisi olan “mal bulmuş Mağribi gibi” deyiminin kullanımında, bahsettiğim entelektüeller hiçbir beis görmüyorlar. Örneğin Murat Belge, Bülent Somay ve Halil Berktay gibi akademisyenler, bu deyimi çeşitli zamanlarda defalarca köşe yazılarında kullanabildiler. Pek tepki görmediklerine de neredeyse eminim.
Evet, sürekli olarak Arap kadınları belki de bir fantezi unsuru olarak tamamen örtülü ve cahil; erkekleri ise çapkın, kurnaz, “sahte Müslüman”, çok eşli ve “entari” giyen insanlar olarak karikatürize edilmesine çok gülünüyor. En çok okunan karikatür dergilerinden Penguen, Arapların aşağılanmasına parmak basan Başbakan’ı şu ırkçı kapakla resmedebiliyor halen. Fakat kimse kusura bakmasın, zaten iyice göze batan bu durumu pek de ses yükseltmeden eleştirmek çok kolaycı bir tavır. Hele ki, Kemalizm’le bağını çoktan koparmış olduğunu varsaydığımız yakın cenahımızın bile tipik “beyaz Oryantalist” tavrı bu kadar yaygınken…
* Bu yazı, 12-19 Temmuz 2013 tarihli Agos Derkenar sayfasında yayınlanmıştır.
Sevag Beşiktaşlıyan

8 Eylül 2012 Cumartesi

Mahir Ünsal Eriş: 'Hikâyesini anlattığım taşra artık yok'

- Kitabın oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz?
Elbette. Okur olarak edebiyata duyduğum ilgi beni bir şekilde onu üretmekten hep uzak tuttu. Buna kalkışmayı biraz fazla cüretkar buluyordum çünkü.  Birinin çıkıp “etin ne budun ne” diyeceğinden çok korkuyor ve içimdeki isteği görmezden gelerek idare ediyordum. Sonra ufak ufak yazmaya başladım. Fakat bu epey geç oldu. Bir şeyler yazayım deyip başına oturduğumda otuz yaşımı geçmiştim bile. İnsanların yazmayı okumaktan bile çok sevdiğini, evlerinde, okullarında, defterlere, ajandalara, word dosyalarına bir şeyler kaydettiklerini biliyorum, görüyorum. Ben de aynı niyetle bir şeyler yazmaya başladım, sonra bunları bir blog’a koydum. Arkadaşlarımla paylaşıyor, ekşisözlük’e, Facebook’a, twitter’a linkler yapıştırıyordum ama pek de kimse okumuyordu. Okuyanlarsa çoğunlukla arkadaşlarım olduğu için çok objektif bir değerlendirme alamıyordum. Ya da en azından objektif olma ihtimallerini zayıf görüyordum diyeyim. Sonra Emel Uzun ve Aksu Bora aracı olup beni inanılmaz bir adama götürdüler: Levent Cantek. Cantek, yalnızca popüler kültür ya da onun güçlü damarlarından biri olan mizah ile ilgili bilgisi ve bakışıyla değil, bu ülkenin edebiyatına sahne arkasından ya da bizzat sahneden yaptığı katkılarıyla da çok önemli bir isim. O değerlendirdi ve çok önemli, hayati katkılarda bulundu benim blog’da kimseye okutamadığım bu öykülere ve ortaya içimize sinen, vermek istediğimiz şeyi yansıtan bir kitap çıktı. Cantek’in görünen ve görünmeyen katkıları kitabın vücut bulmasında çok önemlidir diyebilirim.

- Türkiye’de taşra sıkıntısı, özellikle sinemada sıklıkla karşımıza çıkmakta… Yazarların, yönetmenlerin taşraya bu ilgisinin sebebi ne olabilir? Karşımıza çıkan örnekler hakkında neler düşünüyorsunuz?
Sanırım bunun sebebi taşralılığın bizzat kendisinin bu sanatsal ürünlerin oluşumunda rol alıyor olması. Şöyle özetlenebilir kısaca; taşra çocuklarının üniversite okumasının oransal artışıyla birlikte her alanda bu çocuklar üretime önemli katkılar sunmaya başladılar. Sanatsal üretim özelinde baktığımızdaysa insanın bildiğini, gördüğünü anlatması kabulünden hareketle taşranın sanatsal üretimde bu kadar öne çıkmasında, bu kadar başrole oturmasında bir tuhaflık görmediğimi hatta gayet doğal bulduğumu söyleyebilirim. Üstelik aradan geçen zaman ve taşrayı anlatan ürünlerin içinde bulunduğu bu alanın genişlemesiyle birlikte, ilk başlarda düşülen “taşrayı şehirliye anlatma” telaşından bile vazgeçildiğini söyleyebilirim. Şimdilerde katıksız taşra anlatısı başlı başına kendini kurabiliyor bu ürünlerde. Bu durumda öncekilere kıyasla daha yakın dönem ürünlerini daha samimi bulduğumu söyleyebilirim. Buna sinemada olduğu kadar edebiyatın çeşitli alanlarında da sık rastlamak beni mutlu ediyor. Çünkü bizim Cumhuriyet sonrası edebiyatımızda köy ve taşra, şehirli münevver kısmının oryantalist sayılabilecek bakışından daha yakın, daha doğal bir anlatıma hiçbir zaman sahip olamadı. Yolu bir şekilde taşraya düşmüş, taşradan geçmiş münevver oradan ya da döndüğünde şehrinden taşrayı anlatıyor bunu da şehirlinin, tiyatrosu, sineması, matbuat hayatı olan şehirlerde yaşayan sanat tüketicisinin ilgisine sunulacak şekilde ortaya koyuyordu. İyimser bir saptamayla bu durumun on-on beş senedir seyrinin değiştiğini söyleyebiliriz sanırım. Artık kalemi, fırçayı, kamerayı eline alan taşra çocukları anlatıyorlar taşrayı ve ortaya daha ete kemiğe bürünmüş anlatılar çıkıyor. Bunu bizi toplumsal olarak da zenginleştirici buluyorum.


- Özellikle sinemada taşra hikayelerinde, ne tam şehirli olabilmiş ne de taşradan kopamamış karakterler ile karşılaşıyoruz. Kitapta da bu duruma benzer öyküler var. Siz bu durum için neler söylemek istersiniz?
Ben kendi adıma bu hali çok anlaşılır buluyorum. Ortada hikayesini anlatmaya uğraştığımız bir taşra var. Fakat o taşra aslında artık yok. O insanlar, o ilişkiler, o yapılar ve bağlar artık bizim anlatımızda nostaljik bir motif olarak bulunuyor yalnızca. Günümüzün internetle sarılmış dünyasında, dünyanın herhangi bir parçasının bir başka parçasından siyahla beyaz kadar ayrı kalabileceğini düşünmüyorum. Galiba biraz da bu yüzden, uzaktan, büyük şehirlerden baktığımız taşrayı gözümüzde, onları bıraktığımız gibi hatırlamanın verdiği nostaljik beklentiyle anlatıyoruz. Anlattıkça yeniden var ediyormuşuz yanılsamasıyla avunuyoruz. Dolayısıyla da bu bizi oralardan da koparıyor biraz biraz. Çünkü gerçekte artık oraları yok. Fakat biz, ben kendi adıma söyleyeyim, ne Ankaralı olabiliyoruz ne Bandırmalı. Ortada bir köksüzlük olduğu muhakkak! Bandırma’da, Ankaralıymışım gibi görünmekten çekiniyorum, Ankara’daysam da Bandırmalı olduğum daha karşıdan bakınca anlaşılmasın istiyorum. Her iki durumda da dışlanan bir konum alıyor oluyoruz çünkü.  Üstelik buna çabalasam da tam anlamıyla başaramıyorum zaten. Ne Ankara’da Bandırmalı oluşumdan ne Bandırma’da Ankara’lı oluşumdan kurtulabiliyorum. Arada, arafta kalınmış bir hal var. Almanya’da yaşayan Türklerin Almanya’da “Türk”, Türkiye’de “Alman” sayılması gibi bir durum. İşin tuhafı bu köksüzlüğümüzün acısını ortaya koymaya uğraştığımız bu anlatılardan çıkarmaya uğraşıyoruz. Çünkü bizi yalnız onlar, onların duygusuna ortak olabilenler anlar sanıyoruz. Anlıyorlar mı bilemiyorum tabii. Bu bahsedilen araftaki halin herkesteki etkileri farklı boyut ve şiddetlerdedir çünkü büyük ihtimal. O yüzden anlatabiliyor olmakla yetinmek bile bize kendimizi iyi hissettiriyor. Ne oraya ne buraya kök salabiliyorken, kendi anlatımızda ve orada kurmaya çalıştığımız o dünyaya, o artık olmayan gerçekliğe ait olmaya çalışıyoruz. Biz, diye bahsediyor olmam yanıltmasın ama, daha ziyade kendi serüvenim üzerinden vardığım yargılar bunlar.

- Son yıllarda 80’li ve 90’lı yıllara ait hatıralar tamamen o yılların bugün herkese komik gelen popüler kültür imgeleri. Halbuki o yıllar Türkiye’nin en karanlık yıllarıydı, siz bu algı için neler söylemek istersiniz?

Burada iki farklı görüş var sanırım ve ben ikisini de biraz arızalı buluyorum. Bir tarafta, 12 Eylül’de tatsız şeyler yaşandı ama çok şükür geçti gitti diyen, o günlere takılıp kalmayalım diyen, sonrasındaki bu iki onyılı yaraları sarma, normale dönme, serbest piyasa ekonomisine tümüyle entegre olma, dünyadaki “değişim rüzgarı”na alkış tutma taraftarı olan görüş var. Diğer tarafta da, yalnızca “çok acı çektik” diyen bir başka görüş var. İkinciyi daha anlaşılır bulmakla birlikte 80’leri ve 90’ları anlamakta temel hareket noktam olarak alamıyorum. Bir şeyi hiç unutmamalıyız diyorum; bu ülkede 70’lerin sonuna doğru artık fiziksel anlamda da bir varlık kazanmaya başlayan çok ciddi bir umut vardı. Bugün telaffuz etmekten bile çekineceğimiz kazanımlar vardı. Ve bu bir gecede, bir daha asla o coşkuya ulaşamayacağı biçimde sekteye uğratıldı. Sonrası korku, ümitsizlik, keder, suya sabuna dokunmadan yaşamanın bir yolunu bulmak, yalnızca ekmeğinin peşinde olmak hatta bir yolu bulunduysa serbest piyasa ekonomisinden nemalanan tarafa sıçramak, sınıf atlamak… Gerçekten çok büyük acılar yaşandı 12 Eylül’de. İnsanlar her çalan kapıda ölümün, işkencenin, ciğerini, böbreğini  “laboratuarlarda” bırakmanın, bir kişi daha eksilmenin korkusunu yaşadılar yıllarca. Korkunç işkenceler, zulüm dolu zamanlar, korku dolu, ihanet dolu yıllar yaşandı. Ama şunu kabul etmek zorundayız. “Çok acı çektik” kabulüne takılmakta bir sorun var. Evet, çok acı yaşandı. Üstelik yıllarca sürdü. Bir neslin hayatını tamamen mahvetti, ikincisini de çok travmatik bir iklimde büyüttü. Ama 90’larda da çok büyük acılar vardı. 90’ların başında politik sebeplerle hapse girenlerin arasında hapiste ölenler, hala çıkamayanlar var. Kayıpların, kaybedilmelerin sayısı bile bilinmiyor. Ne yapalım şimdi? “90’larda çok acı çektik” deyip dertlenelim mi? Bence doğru yol bu olmamalı. 12 Eylül’ü de, bize o karanlık, korku dolu, yasak ve eziyet dolu 80’leri yaşatanları, 90’larda bambaşka bir canavara dönüşen mekanizmayı da unutmamalıyız. Ama “çok acı çektik” deyip de bir kenara çekilip, anılara dalmakta da içime sinmeyen bir şey var. Çünkü o yılları unutmamaktaki tek saikimiz bence öfke olmalıdır. O öfkeyi hiç yitirmemeliyiz. O yılları, ne “yaşandı geçti, çok üzücüydü” diye ne de “biz çok acı çektik, çok kötü yenildik” diye anmak yeter. O yılları inatla, öfkeyle hatırlamalıyız. Bunun bir popüler kültür malzemesi olarak tüketilebilir, satılabilir bir şeye dönüşmesinin ancak bu şekilde durabiliriz. Yalnızca “80’ler, 90’lar ne komikti ya”, “ne güzel yıllarıdı be!” deyip geçmek bence ahlaki açıdan da problemlidir. Benim kitabımın da böylesi bir niyetle yazılmış olduğunun düşünülmesinden çok rahatsız olurum, eğer böyle düşünen varsa. Çünkü yaşadıkça, bu insanları bunları yaşatanlara öfkemi hiç yitirmeyeceğimden çok eminim.

- Kitapta  ezan okununca eve koşan çocuklara, etrafa sinen Maltepe sigarası kokusuna, Brehme’nin kendini yere atmasına, henüz Fenerbahçe’ye transfer olmayan Semih’e, Beşiktaş’ın sürekli şampiyon olduğu ve evlerde Ferdi Tayfur, Bergen çalınan bir dönemin eksik kalmış, hüzünlü hikayeleri  ve bugün için olabildiğince nostaljik hikayeler ile karşılıyoruz. Türkiye’de nostalji algısı için neler söylemek istersiniz?
Galiba biraz önce kendi coşkuma kapılarak cevap vermeye çalıştığım şey de buydu. Biz çok hızlı tüketen bir toplumuz. Bu adlı adınca tüketim toplumu olmamızdan önce de böyleydi. Pek kaydetmeyi sevmiyoruz. İyiyi de kötüyü de çabuk unutuyoruz. Ve özellikle de Özalcılığın iktidarıyla birlikte ivme kazanan tüketiciliğimizle her şeyi çok hızlı eskitip çok çabuk “nostaljik” bir şeye dönüştürüyoruz. Sonra da hızla tüketip “geçmiş” kıldığımız şeyi şimdiki zamanda bir kez daha “tüketip”, üzerinden bir kez daha geçip tamamen tarihe devrediyoruz. Çünkü geçmiş satılabilir, alıcısı olan bir şeydir. İnsan sınırlı ömründe, yılların akış hızının yarattığı kaygıyla sürekli geçmişe kancalar atarak kendi yaşantısına tutunmak istiyor. Bizde her şey çok hızlı eskidiği için de kendi geçmişimizin bile bir on yıl kadar sonra alıcısı oluyoruz. Bu durum acıklı elbette fakat biz böyleyiz, yapacak pek bir şey yok.

- 80’li yıllarda taşrada çocuk olmak için neler söylemek istersiniz?
Soruyu biraz genişleterek 90’ları da içine almama izin verirseniz sanırım şunu diyebilirim; benim için taşrada çocukluk sokak ve televizyon diye ikiye ayrılır. Sokak, oyun demektir, çete demektir, futbol demektir, arkadaşlık, kardeşlik, büyükşehirlerdeki çocukların olmadığı kadar birlikte büyümek demektir. Çünkü sokak komşuluğu da kapsayan bir şeydir. Sokakta oynadığımız çocuklar çoğunlukla anne-babalarını da tanıdığımız, evlerine girip çıktığımız, akşam oturmalarına, denize, pikniğe gittiğimiz çocuklardı. Şehirler büyüdükçe, imkanlar almayacak kadar genişlediğinde bu ilişkilerin de çözülmeye başladığını ve bugün artık can çekişir hale geldiğini kabul etmek zorundayız galiba. İkinci kısım da televizyon. Çocukluğuma dair, sokağı ve okulu ayıkladığımda aklıma gelen anıların hemen hepsi ya doğrudan ya da dolaylı olarak televizyonla ilgili. Eurovision’lardan dünya kupalarına, hafta sonu televizyonu işgal eden futbol maçlarından, Barış Manço’lara, Bizimkiler’e, özel televizyonların başlamasına kadar hemen her anıya bir şekilde sinmiş durumda. Galiba bizim, taşra ölçeğinde söylüyorum, anne-babalarımıza kıyasla biraz daha asosyal olmamızda, sosyal zekamızın zayıflamasında da televizyonun hayatımıza bu kadar yerleşmiş olmasının büyük payı var. Şimdi bu işlevi internet ve bilgisayar görüyor. İnsanlar internet üzerinden, evlerinden bile çıkmaya gerek duymadan sosyalleşiyorlar ve daha fazlası hiç cezbetmiyor kimseyi. Bunun bile televizyonun üzerimizde bıraktığı ağır etkiden kaynaklandığını düşünebiliriz.

 
- Öykülerde minimalizme kaçan, okuyunca insanda hüzün bırakan hayata dair ufak ayrıntılara bolca rastlıyoruz, aynı durum Barış Bıçakçı öykülerinde de vardır. Siz neler demek isteriniz bu konuda?
Buna benzer bir soruyla Vatan Kitap’dan Canan Hatipoğlu’yla yaptığımız görüşmede de karşılaştım. Şunu utanarak itiraf etmeliyim ki ben Barış Bıçakçı’yla ayıp sayılacak kadar geç tanıştım. Kitabı bitirip yayınevine teslim ettikten sonra kısa bir süre yurtdışında kaldım. Ve giderken yanıma Barış Bıçakçı’ları almıştım. Niyetim, bunca övülen bu kitapları okumaktı. Ve hayrete düştüm. Barış Bıçakçı’nın hayranlık uyandırıcı bir dili ve kurgu yeteneği var. Açıkçası bana “bu bir Barış Bıçakçı’da var bir de sende varmış” yollu sözler edildiğinde içten içe seviniyorum. Bu durum hoşuma gidiyor, bunu övgü sayıyorum; aksini de düşünemiyorum. Ama sanırım bu çağrışımı yaptıran şey, sizin de dediğiniz gibi, ufak ayrıntılarla bezeli yalın bir anlatım. Bu benim kendi adıma çok özen gösterdiğim bir şey, bu yalınlık yani. Okuyanlar da hak vereceklerdir, çok yalın insanların çok yalın hikayelerini anlatmaya çalışıyorum ben. Ve bunu daha süslü, daha edebi anlatmanın yolunu bilmiyorum. Belki de benim beceremediğim, eksik olduğum bir konudur bu. Ama yazma serüvenimi, “anlatacaklarım vardı ve içimde kalmasınlar dedim” diye özetleyebilirim. Dolayısıyla anlattığım şeyi, nasıl anlattığımdan daha önde tutma gayretimden olsa gerek konuşur gibi, hakikaten bir ahbabıma anlatır gibi dile getirmeye özen gösteriyorum. Çünkü okurken de yazarken de böylesini seviyorum, içime siniyor. Bu eğer iyi bir şeyse, çok mutlu olurum. Ama eğer ‘bunu Bıçakçı çok güzel yapıyor ama sende biraz sakil durmuş’ diyorsanız, o zaman daha iyi, daha da iyi ifade etmenin yollarını aramaktan başka şansım yok. Daha alınacak çok yol olduğu muhakkak.

- Bandırma, Erdek hikayeleri edebiyatta sıklıkla karşı karşıya kalmadığımız bir durum.  Siz bu durum hakkında neler söylemek istersiniz?
Bizim oraları anlatan ve çok okuyucuya ulaşma imkanına sahip olmuş çok az yazar var maalesef. En bilineni Gönenli Ömer Seyfettin. Çocukluk anlatılarında Gönen ve civarının sesi, kokusu hep duyulur. Bandırmalı olan Salah Birsel’in anlatılarında da yer yer var. Ama sanırım sorun memlekette değil de çok okuyucuya ulaşma imkanı bulabilmekte. Ben de belki Ankara’da yaşıyor olmasaydım, yayıncıma ve editörüme ulaşma, onlarla tanışma imkanı bulamasaydım bu hikayeler birer blog yazısı olarak kalacaklardı. Kazara internette Bandırma ya da Erdek’i aratan insanlar belki haberdar olacaklardı. Biraz şans diyebilirim. Ben bizim oraları anlatmayı seviyorum ve bildiğimi, gördüğümü anlatıyorum. Orada daha anlatılmaya değer, esin kaynağı olacak o kadar güzel hikayeler, o kadar şahane insanlar var ki, ömrüm boyunca anlatsam bitiremem. Öykülerde Ankara’da  gösteriyor ister istemez, çünkü neredeyse Bandırma’daki kadar Ankara’da da yaşadım, yaşıyorum. Yine de oraların tadını, kokusunu, müziğini, ışığını anlatmanın benim için hem özel bir anlamı hem de bana keyif veren bir tarafı var. Umarım anlattığım her şeyde, bir şekilde olmaya hep devam ederler. Bu içimdeki Bandırma’yı, Erdek’i, Biga’yı, Çanakkale’yi, Gönen’i, Tatlısu’yu, içimdeki halleriyle yaşatmanın yollarından biri benim için.

- Emrah Serbes’in Behzat Ç.’si ve Barış Bıçakçı’nın romanlarının giderek popülerleşmesiyle beraber, edebiyat ve  sinemada Ankara hikayeleri ile sıklıkla karşılaşır olduk. Sizce edebiyat ve sinemada İstanbul hakimiyeti sona mı eriyor?
Umarım. Ya da dilerim demeliyim. Emrah’ın da Barış Bıçakçı’nın da yakın dönem Türk edebiyatının en başarılı, en güçlü yazarları arasında olduğu inkar edilemez şüphesiz. Ve sanırım hiç İstanbul anlatmak zorunda kalmadan bu başarıyı yakalamış olmaları da onları da verdikleri eserleri de daha özel bir yere koyuyor. Tanzimat’tan beri İstanbul anlatan edebiyata kafa tutan bir halleri var. Üstelik de bunu kafa tutmak için değil, burada da, buradan da anlatılacak binlerce şey olduğu için yapıyorlar. Bir de şunu kabul etmeliyiz; Ankara, edebiyat okuyucusu için de popüler kültür için de çok yeni ve neredeyse bakir bir malzeme. Çünkü dikkat ederseniz anlattıkları Ankara, o koca koca sütunlu, kaba, andezit binalarıyla, bürokrasisi, “her bahtı kara”nın görmek istediği, aydın-bürokrat ile halk arasında kalın çizgiler çizen, olmamış cumhuriyetin olmamış başkenti Ankara değil. Göçmen olarak gelip Ankara’nın yerlisi olmuş Orta Anadoluluların, kıt-kanaat geçinen memurların, kağıt toplayanların, Yüksel’de eylem yapanların, Sakarya’da içenlerin, haftasonları alışveriş merkezlerine hücum edenlerin, Alevilerin, Kürtlerin, kalabalık dolmuş hatlarının, Ankaragüçlülerin, Gençlerbirliklilerin, A Takımı’nın, Gökçeklerin, üniversitelilierin Ankara’sı bu. Cumhuriyet’in idealize ettiği Ankara anlatısı artık tükendi. Çok koftu üstelik. Daha gerçek, daha canlı, daha hareketli ve renkli bir Ankara. O yüzden de bu tüm memleketi “İstanbul ve devamı” olarak kurgulayan bir edebiyat için de, bütün değirmenini bunun üzerinden döndüren popüler kültür ürünleri için de çok yeni bir malzeme. Bundan sonra Ankara’nın da, memleketin hikayeleriyle dolup taşan başka köşelerinin de, Bandırma’nın da daha çok anlatılmasını, kendi kendini anlatmasını çok isterim. Bunun için de Emrah Serbes’e de, Barış Bıçakçı’ya da, “Ankara, Mon Amour!”uyla beni kendine hayran bırakan Şükran Yiğit’e açtıkları yoldan ötürü çok şey borçluyuz. Dilerim ki daha daha çok yazarlar, bizi bu tatla daha çok baş başa bırakırlar.

Bu söyleşinin 'epey' kısa bir versiyonu, Agos Kirk'in Ağustos 2012 sayısında yayınlandı. 

Sevag Beşiktaşlıyan

19 Şubat 2012 Pazar

Uçak Kazasından Çıkan Şampiyon

Gabon ve Ekvator Ginesi’nin ev sahipliklerinde 28.’si düzenlenen Afrika Uluslar Kupası boyunca, tüm izleyicileri şaşırtarak finale kadar gelen küçük Zambiya’nın yaşadığı en kritik an belki de final maçının 69. dakikasıydı. Afrika futbolu deyince ilk akla gelen ülkelerden Kamerun, Nijerya ve Güney Afrika’nın yokluğunda herkesin işaret ettiği takım olarak gol dahi yemeden finale gelen Fildişi Sahilleri’nin futbolun beşiği Ada’yı kendisine hayran bırakan dev golcüsü Didier Drogba, Zambiya kalecisi Kennedy Mweene ile artık baş başaydı. Uzun adımlarla ceza sahasına girdiğinde Zambiyalı Chansa tarafından düşürülerek, ülkesine penaltıyı kazandıran Gervinho büyük bir sevinçle kaptan Drogba’ya sarıldığında, Kaptan’ın yüzündeki soğuk ifade bir şeylerin ters gittiğini hissettiriyordu. Kaptan topun başına geçti ve 94 Dünya Kupası finalinde Roberto Baggio’nun kaçırdığı penaltıyı andıran bir vuruşla topu direğin üstünden auta vurdu. Aynı 2006’da Mısır’la oynadıkları finalde yaptığı gibi…


Normal süresi 0-0 sonuçlanan maçta, uzatmalardan da gol çıkmayacak ve seri penaltı atışlarında 9. penaltılarda bu sefer Gervinho penaltıyı kaçırınca, 1974 Mısır ve 1994 Tunus’tan sonra üçüncü kez finale çıkan Zambiya, tarihinde ilk defa Afrika’nın şampiyonu olacaktı. Hem de Gabon’un başkenti Libreville’de, 27 Nisan 1993’te, 94 Dünya Kupası elemesi maçı için Senegal’e giden takımı taşıyan uçağın düştüğü yere yalnızca birkaç kilometre mesafedeki Angondje Stadı’nda… Kazadan uçaktaki 25 kişiden hiç kimse kurtulamamıştı. Yeni bir kadroyla elemelerde mücadele etmeye devam etmek isteyen Zambiya’yı, Gabonlu Jean-Fidel Diramba’nın reddetmesi üzerine, Gabon artık Zambiyalılar için “güvenilmez, sahtekâr” anlamına gelmeye başlamıştı. Motor arızası sebebiyle gerçekleştiği ortaya çıkan kaza için Zambiyalılar, Gabon ordusunu suçluyorlardı. Bu tarihten yaklaşık 19 yıl sonra, yine Gabon’da bu kez Afrika Kupası’nı, şans eseri o uçakta bulunmayan Afrika futbolunun en büyük isimlerinden Kalusha Bwalya, Chipolopolo (Bakır başlı kurşunlar anlamına gelen Zambiya takımının lakabı) adına kaldırıyordu. Saha içinde elden ele dolaşan kupa, Pazartesi günü Zambiya’nın başkenti Lusaka’ya turnuva boyunca takımı hiç yalnız bırakmayan ülkenin eski lideri Kenneth Kaunda’nın elinde indi. Afrika kıtasında siyahların hak mücadelesiyle özdeşleşen Nelson Mandela’nın Afrika Ulusal Konseyi’ne (ANC), baskı ortamında hiç çekinmeden kapılarını açan Kaunda, siyah Afrika adına bu kupaya en çok yakışan isimlerden biriydi hiç kuşkusuz.

Nüfusunun %40’ı yoksulluk sınırında yaşayan ve yaklaşık 600 bin AIDS yetimine sahip olan bir ülke için, aynı zamanda “futbolun en büyük filozoflarından biri olan” Liverpool’un efsanevi teknik direktörü Bill Shankly’nin dediği gibi, “futbol hayat memat meselesi değil, ondan çok daha önemliydi.” Takımın saha içindeki lideri ve turnuvanın “en değerli oyuncusu” Christopher Katongo’nun dediği gibi, bu kupayı kazanarak, Zambiya halkının acılarını biraz olsun dindirmişlerdi. Binlerce insanın gündelik hayatlarında giderek yeşeren sevinçleri, bu kupayla biraz daha büyümüştü. 1993’te bir kazayla kaybettikleri umutları, futbol sahasında taçlandırdıkları başarıyla dirilmişti artık. Kupayı kazandıktan sonra kendisine uzatılan mikrofonlara, turnuvanın yıldızlarından Emmanuel Mayuka, “Onların (1993 Zambiya’sının) yarım bıraktığı işi, biz tamamladık” diye haykırıyordu.

Sevag Beşiktaşlıyan 

* Bu yazı, 16-22 Şubat 2012 tarihli Agos'ta yayınlandı.