30 Ekim 2015 Cuma

Serdar Korucu ve Elçin Macar: '6-7 Eylül’ün ruhu ölmedi, aramızda yaşıyor'


1955’in 6-7 Eylül günlerinde Türkiye’nin büyükşehirlerinde, özellikle İstanbul’da, öncelikle Rumları hedef alan, ancak tüm Hıristiyanlara ve Yahudilere yönelik pogrom, son yıllarda Türkiye medyasında kendine çok daha fazla yer buluyor. Ancak yine de açılmamış daha çok sayfalar var. Bunlardan birisi bu yıl, gazeteci Serdar Korucu’nun çabalarıyla ortaya çıktı. Dönemin İstanbul Rum Patrikhanesi fotoğrafçısı Dimitrios Kalumenos’un pogromdan hemen sonra çektiği fotoğraflardan bazıları daha önce Yunanistan’da yayımlanmış olsa da, Korucu’nun hazırladığı bir albüm ile Türkiye’de İstos Yayıncılık’tan çıkan kitapla ilk kez okurlarla buluştu. Bu önemli kitaptan yola çıkarak, Bilgi Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Ömer Turan’ın pogromun 60. yılı, Kalumenos’un fotoğrafları ve Eylül 2015’te HDP’ye ve Kürtlere yönelik yaşanan linç dalgasını Serdar Korucu ve Yıldız Teknik Üniversitesi’nden Prof. Elçin Macar ile konuştuğu ve Toplumsal Tarih dergisinin Ekim 2015 tarihli sayısında yer alan röportajı yayımlıyoruz.
- Dimitrios Kalumenos’un yaşam öyküsü ile başlamak uygun olur sanırım. Nasıl özetleyebiliriz Kalumenos’un yaşam öyküsünü?  Eylül 1955’te çektiği fotoğraflar bu öyküde nasıl bir yere oturuyor?
Serdar Korucu: 20. yüzyılın başında, imparatorluğun en zor döneminde başkent İstanbul’da doğan bir Osmanlı vatandaşı Kalumenos. Bu şehirde eğitim gördükten sonra hem iki gazete için haberler yapıyor hem de Ekümenik Patrikhane’de fotoğrafçı olarak yer alıyor. Patriklik fotoğrafçısı olması 6-7 Eylül sonrasındaki yıkımı fotoğraflamasında ona çok daha geniş imkânlar sunuyor. Bu vasfı sayesinde biz dönemin Patriği Athenagoras’ın yıkık bir kilisede yaşadığı hüznü de görebiliyoruz.
- Kalumenos’un 6-7 Eylül arşivinin öyküsü nedir? Bu fotoğraflar bir İstos kitabına nasıl dönüştü?
SK: Bu arşiv gizli değildi aslında. Ege’nin karşı kıyısında bulunuyordu sadece. Kalumenos 1958 yılında Yunan ajanı olduğu iddiasıyla sınırdışı edildi. Bu sürecin ilginç yanı, Kalumenos'un sınırdışı edilme sürecinde gazeteler onun ajan olduğu iddiasını ilginç temellere oturtuyordu. Patriklik fotoğrafçısı Kalumenos'un Patrik Athenagoras ile yakın olması ve 6/7 Eylül pogromunun fotoğraflarını çekip yurtdışında yayımlatması suç gibi gösteriliyordu. Sınırdışı edildikten sonra Kalumenos, 1966 yılında Atina’da bu fotoğrafların bir kısmından oluşan “Hıristiyanlığın Çarmıha Gerilişi” adında Yunanca / İngilizce bir kitap çıkartıyor. Ancak bu kitap bize ulaşamıyor, çünkü Bakanlar Kurulu kararıyla ülkeye girişi hızla yasaklanıyor. İkinci baskısı 1991’de yapılsa da Türkiye’ye yankısı gelmiyor. Patrik Bartholomeos’a yakın isimlerden, gazeteci fotoğrafçı Nikolaos Manginas sayesinde bu arşive ulaştım. Kendisi Kalumenos ailesinden, Dimitrios Kalumenos’un kızı Marina Kalumenos’tan izin aldı. Böylece yaklaşık 3-4 ay önce fotoğrafların kitaba dönüşme süreci başlamış oldu.
Serdar Korucu
- Kalumenos’un 6-7 Eylül fotoğraflarının sadece bir bölümü bu albüm ile gün ışığına çıktı. Diğer fotoğrafların araştırmacıların erişimine açılması planlanıyor mu?
SK: Tabii açılacak. Üstelik de yeni anlatılarla birlikte. Karşımızda 1500 fotoğraflık dev bir arşiv bulunuyor. Bu kitapta yer alanlar 60. yıldönümüne özel olarak 60 fotoğraflık bir seçki. Ama bizim istediğimiz sadece fotoğraf basmak da değil. Anlatılarla o gün yaşananları tam olarak yansıtmak, objektiften kaçanları da paylaşmak. Mesela Şişli Mezarlığı’ndaki fotoğraflar kadar önemli olan, adını vermek istemeyen bir Rum görgü tanığının o gece yeni gömülmüş bir naaşın çıkartılıp karnına Türk Bayrağı saplandığını anlatmasıydı…
- Şu ana kadar çoğumuzun 6-7 Eylül’e ilişkin görsel belleği, Tarih Vakfı tarafından yayımlanan Fahri Çoker arşivinde yer alan fotoğraflara dayanıyordu. Dimitrios Kalumenos fotoğrafları hâlihazırdaki görsel belleğe neler ekliyor, nasıl bir müdahalede bulunuyor?
SK: Doğru, hepimiz Fahri Çoker arşivinden de çok yararlandık. Ancak o fotoğraflarda o gece yaşananlara dair eksik bir parça vardı. Kilise ve mezarlık saldırıları bulunmuyordu. Daha çok “zengin azınlık” mitini desteklercesine ağırlıklı olarak ticarethanelere yönelik yağma vardı. Alt mesaj, Rumlar başta olmak üzere Ermeni ve Yahudilerin toplumda ekonomik olarak üst sınıfta oldukları, Müslüman nüfusun da dönemin tabiriyle Ortaçağ’daki köylü ayaklanmaları gibi bir yağmaya giriştiğiydi. Bu bakış açısı doğru olsa kilise ve mezarlıklara neden girilsin? Biz burada Rum toplumunun geçmişinin de İstanbul’dan tamamen silinerek kovulmaya çalışılmalarını görüyoruz. 
Elçin Macar: Kalumenos’un kitabı 1966’da Atina’da yayımlandığı için aslında Yunan ya da “ilgili” kamuoyu için yeni değil. Ancak Çoker arşiviyle temelde ayrıldığı nokta şöyle özetlenebilir: Çoker arşivi resmi kurumlarca çekilmiş ya da belki sonradan foto muhabirlerinden toplanmış, daha çok ortada olan biteni gösteren fotoğraflar. Esas itibarıyla; Beyoğlu’nu, ana caddeleri ve ticari alanları yansıtıyor. Kalumenos fotoğrafları ise doğrudan Rumların günlük yaşamının ve manevi dünyalarının nasıl etkilendiğini yansıtan fotoğraflar: Kiliseler, okullar, mezarlıklar, sünnet edilmek istenen Papaz gibi. Çoker arşivi ne kadar geneli ve ortada olanı gösteriyorsa, Kalumenos o kadar özeli yansıtıyor.
Elçin Macar
- 6-7 Eylül’ün 60. yılında bir yandan yaşanan pogromun fotoğrafları çoğalıyor. Bir yandan da Atina’daki İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu TBMM’ye gönderdiği dilekçeyle 6-7 Eylül’e ilişkin resmi kınama, geri dönüşlerin teşvik edilmesini talep etti. Sanki yaşanan dehşetin daha gerçekçi bir bilgisine erişiyoruz ve aynı anda “geçmişte yaşanan acılar” söyleminden, yüzleşmenin somut adımlarına ilişkin taleplere geçiyoruz. Ne dersiniz?
EM: Şahitleri, mağdurları henüz hayatta olan, yazılı ve görsel malzemesi gayet bol bir olaydan bahsediyoruz. Her şey ortada yani. 6-7 Eylül’ün hemen ardından göstermelik bir tazmin süreci başlamış, vaat edilenler bile ödenmemişti. Mesela Vryonis’in kitabında ne gibi bir tazmin mekanizması işletildiği, kime ne ödendiğine dair bilgiler var. Söz konusu federasyonun talepleri anlamlı, ancak Türkiye’nin içine girdiği yeni süreçte karşılık bulması çok güç. Ayrıca, Federasyon’un bu faaliyetlerine, İstanbul’daki Rumlardan “asıl muhatap biziz” şeklinde bir muhalefet/eleştiri olduğunu da ekleyeyim.
SK: Yüzleşme için daha çok adım atmamız gerekiyor. Belki yaşanan pogromun faili kadar düzenlenen saldırılara da odaklansaydık o zaman farklı bir noktada olurduk. Bugün elimizde sadece o gece yaşananlara dair bir bilanço bulunuyor. Ama bunun ayrıntılarına vakıf değiliz. Ben pogromun bütün ayrıntıları toplumla paylaşılana kadar yüzleşmenin gerçekleşebileceğine inanmıyorum.
Kalumenos arşivinden

- 6-7 Eylül’ün 60. yılı Türkiye’nin oldukça karamsar günlerine denk düştü. Tam da 6 Eylül’ü 7 Eylül’e bağlayan gece içlerinde bir milletvekilinin de bulunduğu bir grup Hürriyet gazetesine saldırdı. İzleyen günlerde HDP’ye yönelik çok geniş çaplı bir linç dalgası oldu. İstanbul’da 21 yaşındaki Sedat Akbaş telefonda Kürtçe konuştuğu için öldürüldü. Beypazarı’nda Kürt tarım işçilerinin çadırları yakıldı. Bu dehşet görüntüleri 6-7 Eylül’den günümüze ulaşan bir linç atmosferini akla getiriyor. Süreklilikler ve farklılıklar hakkında neler söylemek mümkün?
EM: Genel olarak bu süreci 6-7 Eylül ile başlatma eğilimi görüyorum, ama 1945’teki Tan Baskını’nı da hatırlatmak isterim. 1945’in Tek Parti dönemi Türkiyesi’nde böyle bir eylem için sokağa çıkabilmek büyük cesaret isterdi herhalde.  Ama ‘Sovyet yanlısı’ bir yayına saldırmak meşruydu. Ayrıca, sosyal medyanın olmadığı bir dönemde bu insanlar nasıl bir araya gelmişlerdi ya da kolluk güçlerinin nasıl haberi olmamıştı? Aslında benzerlikler çok açık. Patrik Athinagoras, Menderes’e yazdığı 15 Kasım 1955 tarihli mektubunda, bu kadar ayrıntıya vakıf olunamayan o tarihte, bunun ‘organize’ bir hareket olduğunu yazmıştı. Cumhuriyet dönemi tarihimiz, böyle organize şiddet eylemleri ile dolu. Devletin bunların neresinde durduğu da, çeşitli vesilelerle ortaya çıkıyor. Örneğin, Hrant Dink cinayeti sürecinde öğrendik ki, Trabzon-Pelitli’de resmi kurumların ilişkide olmadığı genç yokmuş neredeyse. 6-7 Eylül’de, hapishaneden Menderes’e telgraf çeken gençler, neden içerde olduklarını anlamadıklarını yazıyor ve konuşabileceklerini ima ediyorlardı. Bu işlere teşne “sivil toplum kuruluşları” da hep var. Yoksa da kurduruluyor. Bugünlerde gazetelere bakın, son günlerdeki eylemlerin içinde yer alan yeni bir örgütün, iktidar partisi ile ilişkisi tartışılıyor.
SK: Tabii süreklilik bulunuyor. Zaten 6-7 Eylül sadece Rumlara değil pek çok kesime bir gecede “istenmeyen vatandaş” olabileceklerini gösteriyor. 1990’larda PKK militanları içinde Ermenilerin bulunduğuna yönelik iddiaların ana akım medyada yer almasının ardından Ermeni Patriği Mutafyan 6-7 Eylül’ün ayak seslerini duyduğunu söylüyordu. Bugün de aynı mesajları biz, Cumhurbaşkanı’nın başdanışmanı Burhan Kuzu’dan almıyor muyuz? Ya da Kürtlere gelirsek, 2007’de Genelkurmay Başkanlığı teröre karşı kitlesel tepki istiyordu. Sonrasında Kürt mahallelerine tahrik edici bir şekilde giren, hakaretler yağdıran güruhlar olmamış mıydı? Bu nedenle tam da aynı nefret zincirinin parçası olarak görünüyor. Yoksa Kırşehir’de “teröre lanet” yürüyüşünde tatlıcıya saldırmanın ya da kırtasiyedeki okul çantalarını yakmanın nasıl bir mantığı olabilir ki? Yani 6-7 Eylül’ün ruhu ölmedi, aramızda yaşıyor.

Kalumenos arşivinden

- Dimitrios Kalumenos’un Objektifinden 6/7 Eylül 1955 albümünde fotoğraflara döneme ilişkin tanıklıklar ve anılar eşlik ediyor. Yassıada yargılamaları tutanaklarından polisin müdahale etmemek yönünde emir aldığını, ya da kimi karakol polislerinin “Bugün polis değiliz, Türk’üz” dediğini öğreniyoruz. Bununla birlikte askerler patrikhaneyi ve Yunanistan başkonsolosluğunu koruma altına alıyorlar ve bu binalar pogromu zarar almadan atlatıyor. Bu bilgiler bize devletin linç dalgasındaki rolü hakkında neler söylüyor?
EM: Demek ki devlet isterse koruyor, istemezse korumuyor. Şiddet, “devlet siyaseti”nin ayrılmaz bir parçası. Masalarında bunların konuşulduğu resmi kurumlar var. “Kırarız iki cam, atarız üç füze” diye açıkça planlar yapılıyor. Ama bazen, 6-7 Eylül’de olduğu gibi, senaryo sınırların dışına taşabiliyor. Çünkü kullanılmak istenen kitlelerin donanımını, yine o resmi kurumların hazırlattığı, düşmanlıkları yeniden ve yeniden üreten ders kitapları, yine o resmi kurumların empoze ettiği “yabancı” ve “yerli yabancı düşmanlığı,” kontrol altındaki medya şekillendiriyor. 6-7 Eylül’de özel olarak incelenmesi gereken üç nokta var: 1- Öncesinde basının ve özellikle Hürriyet gazetesinin rolü. Kamuoyunu hazırlamada en önemli rol Hürriyet’e aittir. 2- Atina’dan haberi “bahçede bir iki dinamit lokumu patladı” şeklinde geçen AA muhabiri Sara Korle’nin haberinin nasıl olup da “Yunanlar Atamızın evini bombaladı”ya dönüştüğü. 3-Kolluk güçlerinin tavrı. 6-7 Eylül, tüm bu “organize işler”de özel bir yere sahiptir. Yassıada’daki 6-7 Eylül duruşmaları birçok şeyin ortaya dökülmesini sağladı. 27 Mayıs’ın Menderes düşmanlığı olmasa, biz bunları öğrenemezdik.
SK: Kiliselerin çoğu zarar görse de bazıları saldırı dalgasından kurtulmayı başarıyor. Bu bilinçli mi? Bazı anlatılara göre evet. Dönemin tanıkları “Bütün kiliseler yakıldı” denilmesin diye bazı kiliselerin bırakıldığını, hedef alınmadığını söylüyor. Ama bir de tesadüfen kurtulan dini mekânlar var. Mesela kitabı tanıttığımız Panayia İsodion Rum Ortodoks Kilisesi bunlardan biri. O sokaktaki bir Rum’un dükkânının yakılması üzerine saldırganlar kiliseye ulaşamıyor. Böyle olasılıklar da bulunuyor.

10 Ekim 2015 Cumartesi

Taşradan İnsan Manzaraları


Başta Nuri Bilge Ceylan'ın sinemasından aşina olduğumuz, merkezle taşranın çatışmasını, sıkışmışlığı, arada kalmışlığı sahici bir dille anlatan birçok filmle karşılaşır olduk. Benzer mevzular son dönem Türkiye edebiyatında da işleniyor. Yönetmenlerin  ve yazarların taşraya bu kadar ilgi göstermesinin en önemli sebeplerinden biri de küreselleşme ve internetin de etkisiyle birlikte taşranın son sürat değişen kimliği olsa gerek. Arın Kuşaksızoğlu, bu değişimi şöyle açıklıyor: "Zaman artık taşrada dünya saatiyle akıp gidiyor, o yüzden hiçbir şey eski yerinde değil."
Taşranın bu değişen kimliği, beraberinde anlatılmayı bekleyen bir sürü hikâye getiriyor kuşkusuz. Sinemacıların ve yazarların iştahlı bir şekilde taşrayı anlatma heveslerinin altında yatan durum bu olabilir. Son dönem Türkiye edebiyatında taşrayı en iyi anlatan yazarlardan Mahir Ünsal Eriş ise taşraya olan bu ilgiyi, taşradan büyük şehre okumaya gitmiş olanların artık kendi hikâyelerini anlatmalarına başlamalarını ve Cumhuriyet sonrası Türkiye edebiyatındaki görülen taşraya dair "oryantalist" bakışın yerine taşraya daha içeriden daha tanıdık bir bakışın ete kemiğe bürünmüş anlatıların ortaya çıkmasına bağlıyordu bir röportajında.
Deniz Arslan'ın (kendisinin aynı zamanda 2013'te vizyona giren, farklı anlatımı  ve mizahıyla dikkat çeken Gözümün Nuru filminin senaristlerinden biri olduğunu da belirtelim) geçtiğimiz günlerde yayımlanan ilk öykü kitabı Rehavet Havası da taşraya hakiki bir bakış atan kitaplardan. Rehavet Havası'nda Deniz Arslan, tanıdığı yüzlerin, aşina olduğu seslerin, mahallelerin, taşra sıkıntısının, taşrada zorunlu ikametgahın, işsizlerin, tembellikle flört edenlerin, kendi evinde mağlup olanların, taşrada yapacak bir şeyleri olmayanların, büyük şehirde tutunamayanların ve Nurdan Gürbilek'in harikulade tanımıyla tarif edecek olursak, "Taşradayken bir başka dünyanın hayali asılı kalanların, yaşamak zorunda kaldıkları sınırlılıkları aşmak isteyenlerin" öykülerine yer veriyor. Rehavet Havası'nda sade bir anlatım var, edebiyat numaralarına pek rastlamıyoruz, öykülerin bilindik taşra anlatılarıyla akrabalık bağları var ama Deniz Arslan, Abdullah Ataşçı'nın şu sözünü hatırlatırcasına "Ne anlatılırsa anlatılsın, ne yazılacaksa yazılsın önemli olan bunun nasıl anlatıldığıdır ve edebiyatın merkezi dildir" taşra gerçekliğine muzip bir bakış atarak öykülerinin klişeye dönüşme tehlikesinden kurtarıyor bir bakıma.
Deniz Arslan
Yerel Motifler
Arslan, taşra sıkıntısını, hüzünlü ama neşesini bir an olsun kaybetmeyen bir dille anlatıyor. Uşak'ın Banaz ilçesinde yapılacak hiç bir şey olmadığından, etraflarındaki çemberi kırıp dünyaya temas etmek ve hayallerini bir kez olsun gerçek kılabilmek için kendi sıkıntılarını en iyi anlayacak müzisyene Bruce Springsteen'e "hayal kırıklarının başkenti" Banaz'da konser vermesi için ulaşmaya çalışan bir grup gencin hikâyesine, okuduğu üniversitede tanıştığı Polonyalı sevgilisini romantizmin doruklarına çıkarmak için Erzurum'a götüren Erdal'ın sonu pek de romantik bir şekilde bitmeyen gezisine, İsveç'teki akrabasının hediye ettiği Ingmar Bergman filmlerini izledikten sonra kendisini bambaşka bir dünyanın içerisinde bulan ve fellik fellik yaban çileği aşermeye başlayan kırtasiyeci Reşat'ın varoluşsal krizle imtihanını ve jilet gibi takım elbisesi, özenle taranmış saçlarıyla bütün mahalleliyi hazır ola çeken Canti Fuat'ın büyük şehirden gelen Nurhayat'a deliler gibi meftun olmasını ve Mecnun misali çöllere düşüp karşılıksız aşkından kendini yiyip bitirmesi gibi trajikomik hikâyelere tanık oluyoruz kitap boyunca. Hüzünlü, kırık öyküler bunlar; fakat Arslan okuyucuya mendillerini çıkartma fırsat vermeden, mizah dozunu yükselterek durumu dengeliyor bir anlamda.
Yazar taşraya özgü yerel motifleri ve argoyu kullanmaktan hiç çekinmiyor. Bu motifleri büyük bir iştahla yer veriyor metinlerin içinde. Hikâyelerinin ve karakterlerinin samimiyeti, doğallıkları da yazarın yaratmış olduğu bu sıcak atmosferden geliyor kanımca. Arslan bildiği, gördüğü, aşina olduğu toprakları, durumları Emir Kusturica filmlerini hatırlatan cümbüşüyle ve naifliğiyle büyük laflar etmeden, taşraya bir takım romantik anlamlar yüklemeden, nostalji bayatlığına düşmeden, sakince ve mizahı bir an olsun eksik etmeden anlatıyor.
Can Öktemer
*Bu yazı, Cumhuriyet Kitap'ın 8 Ekim 2015 tarihli sayısında yayınlanmıştır.