İlker Cihan Biner etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İlker Cihan Biner etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Aralık 2014 Pazar

Huo Rf: 'Gizemler soru sorduruyor; düşündürmek ve cevaplamak güzel'



Mümkün olan kapı açandır. Mümkün olanla açılan kapılar bilinmeyen denizlere, seslere, dokunuşlara yolculuktur. Ressam Huo Rf bizleri mümkün olana taşıyor. Onunla yeni sergisi ‘Mümkün’ü, sanata bakış açısını kısacası her şeyi konuştuk.
Huo Rf (Fotoğraf: Beril Bozdere)
 - Huo Rf isminin hikâyesini bize anlatır mısınız? 
Dört yıldan uzun süredir Taner Ceylan ile çalışıyorum. Sanat üzerine bildiğim çoğu şeyi Taner Bey sayesinde öğrendim ve algımın açılmasını sağladı. Okulda gördüğünüzden bambaşka bir sanat dünyası var. Düzenli bir iş ve eğitim ilişkimiz var. Annem ve babamın bana uygun gördükleri resmi ismim Taner Ceylan ile çalışıyor. Huo, benim adımın ve soyadımın baş harflerinden oluşuyor. Rf ise sanatçı adımın uzantısı, uzun bir süre sanırım kimseyle paylaşılmadan, bir sır gibi kalacak. Gizemler soru sorduruyor; düşündürmek, soru sordurmak ve cevaplamak güzel. 
 -Bugüne kadar hangi sanatsal projelerde yer aldınız? 
Lisede ve üniversitede güzel sanatlar resim bölümlerini okudum. Meksika’da, Polonya’da, Bulgaristan’da ve Çin’de uluslararası sergilerde çalışmalarım sergilendi. Benim için en heyecan verici proje, geri dönüşleri, tepkileri beklediğimizin çok üstünde olan Signs Of Time’ı (Zamanın İşaretleri)  Hatice Utkan ile kurmak oldu. Zamanın İşaretleri’ni 2012 yılının Kasım ayında kurduk ve bu yıl 3. sergimiz Başı Balkonda Dünyaya Ters’i açıyoruz. İlk kişisel sergime gelene kadar grubum ile üç sergiyi geride bıraktık. Beraber üretim ve sergilemenin gücüne inanıyoruz ve kolektif çalışmaya devam ediyoruz.
 -Gelecek serginizin ismi: ‘Mümkün’.  Neden ‘Mümkün’?
İnandığımız, istediğimiz, dilediğimiz her şeyi yapabilmek için: Mümkün. 
- ‘Mümkün’ adlı serginizdeki eserleri yaratırken hangi materyalleri kullandınız? 
Klasik materyal olarak, tuval üzeri yağlıboya, çalışmalarımın hepsi diptik. Boya resimlerimin yanlarında ise resimlerimle aynı ölçülere sahip düz ve parlatılmış bakır levhalar görüyorsunuz. 
 - Serginizde Ceylan Ertem’in ‘Kaçıncı Yarın’ adlı şarkısının müziğini kullanacaksınız. Serginizin müzikle ilişkisini açıklar mısınız?
Resim yaparken genelde bir playlist değil, tek bir parça dinliyorum. Bazen sözleri duymazsınız, bazen müziği duymazsınız sadece hissedersiniz. Sözü müziği Ceylan Ertem’e ait olan bu parçanın çalışmalarımı desteklediğini ve kişisel olarak resmimle aynı tonda olduğunu düşünüyorum. Yani birbirini destekleyen iki iş gibi düşünebilirsiniz. 
- Paul Cezanne: “Gözleri ilk kez görmeye başlayan bir körün gözünü açması gibi, sanat yapıtından gözlerini açmasını bekliyorum” demişti. Cezanne’a katılıyor musun? Bir sanat yapıtından beklentiniz nedir?
Sanat yapıtlarıyla yönlendirme yapabileceğimizi düşünmüyorum. Bu sebeple bir beklentiye girmedim hiç. Yalnız çok çok iyi sanatçılardan sadece daha da iyi çalışmalar bekleyebilirim. Cezanne’a dönecek olursam, sanat tarihinde çok ciddi rol oynamış benzersiz bir ressam. Bazı sanatçıların söylediği cümlelere teslim olabiliriz. Ben, sanat yapıtının ruhuma hitap etmesini istiyorum. Yaşadığımız yerkürede çok güzel şeyler var ama diğer yanda çok da acı var. Eleştirel sanat yapıtlarını bambaşka bir gözle inceliyorum, romantik veya esprili işleri ise daha başka. Dediğim gibi tek bir potada eritemiyorum, çok karmaşığım bu konuda.
- Başka bir ressam Klee ile devam edelim. Klee diyor ki; “Ben görünürün resmini yapmıyorum, görünür kılıyorum.” Siz neyi görünür kılıyorsunuz? 
Klee’ye daha yakınım sanırım. Ben bütün karmaşamı, yaşadığım toprağı, sevgilimi, kedimi, komşumu, seyahatimi, kavgamı maddeleştirmeye gayret ediyorum. Duyguya çok önem veriyorum. Bir eseri incelerken, direkt görsel olarak iletişime geçip geçemediğimi sorguluyorum. Başlık altında incelemek istemem ama sorunuz üzerine duygum diyebilirim.
İlker Cihan Biner

2 Kasım 2014 Pazar

Azra Deniz Okyay: ‘Amacım, kadını Türkiye sinemasında daha farklı bir yere koymak’



Little Black Fishes isimli kısa filmiyle 2014 yılında !F İstanbul Bağımsız Film Festivali’nde “En İyi Kısa Film” ve Barcelona Film Festivali’nde “En İyi Sinematografi” ödüllerini alan Azra Deniz Okyay’la sinema dilini konuştuk.
Azra Deniz Okyay
(Fotoğraf: Engin Iriz)
- Jean-Luc Godard, Çinli Kız filmindeki karakterlerden birine şunları söyletir: ‘Lumière kardeşlerin belgesel çektikleri, buna karşılık Mèliès’in kurmaca filmler yaptığı söylenir. Yanlış! Lumière izlenimci filmler çekmiştir. Mèliès ise güncel olayları yeniden canlandırmıştır.’ Çektiğiniz filmler ve videolar izlenimci filmler ya da videolar mıdır? Yoksa güncel olayları yeniden canlandırma mı?
Yıllarca kadınların normalleşmiş ölüm haberlerini okudum. Batman women are heroes [Batman kadınları kahramandır] adlı videom, bu haberleri okuduktan sonra gerçekten de sahaya inerek/kendi gözlemlerimle çektiğim bir video oldu. Amerikan filmlerindeki vahşi/ aksiyon sahneleri benim için, Batman women are heroes’da anlatılan ve normalleşmiş intiharları dinlemekti. Olayları tekrar farklı canlandırdığınızda -yani benim videomdaki gibi- Batman kadınlarını, bir Amerikan filmi gibi karakterleri büründürürseniz aynı hikâyeden esinlenerek, kadınların kendine uyguladıklarını insanlarda daha farklı tepkilere yol açacağını düşünerek yol aldım. Hikâyeleri normalleştiren bir toplumdayız, kader”, “olabilir” gibi, korkunç hikâyeleri bir film gibi izleyip kapatmak, benim en büyük derdim. Şiddetin olduğu bir bölgedeki kadının üstündeki yük bin kez daha fazla. Bu konuya ışık tutmak lazım.
Bir de, 1 Mayis videosunda da helikopter sesini filmin müziğinde sürekli olarak kullandım. Son dönemlerde, özellikle Taksim’de oturuyorsanız, duyduğunuz bu ses çok normalleşti. Çok şiddetli olmasına karşın, bizdeki algı da o müzik kadar doğallaştı. Belgeselde kullanınca herkes aslında bu sesle yaşadığının farkına vardı. Bir katmanı tekrarlamak değil de, bir sinemacının, bunu tekrardan farklı bir yerde kullanması, o obje ve öğeye farklı ve günceldeki yerini daha da oraya çıkartıp değerini verir. Bu sesin, bu hikâyelerin bizde normalleşmesi zaten durumu çok net bir şekilde koyuyor.
-Abbas Kiarostami bir söyleşisinde, ‘Yeni bir sinema tasavvur etmenin tek yolu izleyicinin rolünü daha fazla kale almaktır. Bitmemiş ve tamamlanmamış bir sinema tasavvuru elzemdir, böylece izleyici müdahale edebilir ve bir boşluğu, eksiklikleri doldurabilir’ diyor. Kiarostami’ye katılıyor musunuz? Sizin sinemanızda izleyiciye biçtiğiniz rolü bizlere açıklar mısınız?
Kiarostami’nin söylediği gibi, seyirciyi elinden tutup bir yerde bırakırsanız ve o karar verip filmin anlamını çıkartır. O zaman herkes mutlu olur sanki. Küçük Kara Balıklar filminin sonunda bir cümle var. Seyirci bana gelip o soruyu tekrardan yöneltip, ‘Gerçekten Ermeni soykırımı olduğunu düşünüyor musunuz, tam anlayamadık” diye soruyor. Ben de her seferinde seyirciyi düşündürtmek istiyorum. Türkiye’de hâlâ soru soramama, cevabını anlamamazlıktan gelme veya cevabı hep değiştirme var. Ve bu soruyu hep soruyorlar. Bir de video artta kullandığım dili sinemada kullanmanın, yeni bir sinema oluşturduğuna inanıyorum. Seyircinin rolü olmazsa, zaten anlamayıp o filmden kaçar. Sinemada onlara soru sormak, izleyip nereye götürdüğünü görmek, seyircinin en güzel heyecanı benim için.
- Bir edebiyatçıyı anmak isterim. Andre Gide’i. Andre Gide önemli olanın bakılan değil, bakış olduğunu söyler. Sizce önemli olan bakılan mı? Yoksa bakış mı?
Annem ve babam mimardı ve küçüklüğümden itibaren bakmakla görmek arasındaki farkı anlatmışlardır aslında bana. Beni etkileyen başka bir isim de yazar Nezihe Meriç. Yazdığım her sahnenin bir anlamı olduğunu, o sahneleri neden koyduğumu sorgulamam gerektiğini anlattı. Bendeki gelişen sinema dili, videoların kurgusu da hayatta normalleşmiş “değerleri” tekrardan incelemeyi, tekrardan yazmayı gerektirdi. Sinemacı olmak, sizin o objeyi oraya koyma ve neden oraya koyup, ne anlatmanızla ilgili bir şeydir. Yarattığım filmlerde amacım, kadını Türkiye sinemasında daha farklı bir yere koymak. Yere bakan adamlar yerine, bir işlevi, bir amacı olan kadınları var. Gerçek karakterler var. Kadınlar, gerçekten sizlerin bakkalda gördüğü kadınlar veya kız arkadaşlarınız da olabilir. Bu yeni bakış açısını çok fazla film izleyerek kazandım. Dünya sinemasında, insan, etnik kavramları normalleştirdikçe, yeni bir dile ulaşıyor artık. Çok katmanlı, çok kültürlü, kendi içinde göçmen sayısı da çok olmalı ki, bizlere bir şeyler söyleyebilsin.
- There is no censorship in Turkey [Türkiye’de sansür yok] adlı video çalışmanızda, Türkiye’deki sansür meselesini ele alıyorsunuz. Sansürün gündelik yaşamdaki etkilerini hatırlatıyorsunuz. 6 stops [6 durak] isimli videonuzda ise Gezi direnişini ve polis şiddetini işliyorsunuz. Her iki videoyu mesafeli bir toplumsal eleştiriden öte ‘radikal bir eylem’ olarak ele alabilir miyiz?
There is no censorship in Turkey, Abdullah Gül’ün 2010 yılında ilk internet sansürüyle ilgili verdiği bir demeçti. Bu demeç, slogan şeklinde basına yansıdı. Sokaktaki sansür bizim için, “normalleşmiştir” mesela. Hayatımızda birayı siyah poşete koymakla başlayıp, kadın pedini hızlıca gazete kâğıdına sarmakla devam eden bir sansür var. Televizyondaki sansür de aynı mantık. Yeni sinemacılar, kadın göğsünü direkt gösteremiyor, korkuyor. Ben de There is no censorship in Turkey adlı videomda bir odanın içinde yok olan objeleri dönüştürdüm. Videoyu koyduktan sonra 1 ay sonra, Vimeo kapatıldı bir süre. Sonra biz de başka internet tünellerinden, başka yollar kazarak, izleyeceğimizi izledik. Kapıyı kullanacağımıza sürekli yan pencereden geçiyoruz. Artık bu durum eylemi geçti. 6 Stop’ın hikâyesi ise şöyle: Paris’te Fransız bir gruba bir çekim yapmaya gittim ve ormanlık bir bölgede dumanlı bir ortam yarattığımız anda, o duman ve kokusu bende şok etkisi yarattı ve kalakaldım. Fransızlar, ormanın ne kadar romantik gözüktüğünden bahsederken, benim konuşabilmem bile mümkün değildi, travması bütün bedenimi sarmıştı. 2 gün sonra bu videoyu orada çekip, Gezi direnişini yaşadıktan birkaç ay sonra, halen en ufak dumanın, koşunun, yaşanan olayları travmatik bir şekilde çıkartmamızdan yola çıkarak yaptım. Baktığımız hiçbir duman estetik olamayacaktı. Baktıkça videodaki “sakinleştirilmiş şiddet” halini yansıttığının, bir bakıma da sansür olduğunu düşünüyorum. Çekerken Paris’teki yetkililerden izin almadım. Sabahın ilk saatlerinde çekerken de yine bir eylemci gibiydik. Her yer eyleme dönüşüyor ama bu durum bir o kadar da normal artık bizim için.


K Ü Ç Ü K K A R A B A L I K L A R TRAILER from azra deniz okyay on Vimeo.

- Tayyip Erdoğan 4 yıl önce Türkiye’de yaşayan kaçak Ermeni göçmenleri kovmakla tehdit etmişti. Siz Little Black Fishes [Küçük Kara Balıklar] adlı filminizde kaçak bir Ermeni göçmenin hikâyesine de yer veriyorsunuz. Kaçak bir Ermeni göçmenin hikâyesine yer verme fikri nereden aklınıza geldi?
Little Black Fishes adlı kısa filmin karakterlerinden Maral, benim Fransa’dayken ve tam o ülkeden biraz farklı bir şekilde, kovularak ayrılmam gerektiğinde karşıma çıktı. Ailemin yanında Ermenistan’dan kaçak gelip, orada hemşirelik okumasına rağmen, para kazanmak için ev işçiliği yapıyordu. Konuştuğumuz konular, hayalleri hep aynıydı. Filmi sırf onun hikâyesini için çektim diyebilirim. Benim için müthiş bir kadın.
Filmin hiçbir yere ait olmamasını, tam bir “göçmen sineması” olmasını istedim. Hikâye Maral ile benden çıkınca tam istediğim gibi oldu. Paramız olmadığından, ekibi taşımak yerine iki ekip kurduk. Paris’te profesyonel bir ekip, Türkiye’den başka bir ekip. Hepsi aynı fikre inandılar. Film tahminimden daha çok uluslararası dostluk köprüleri, herkesin kimliksiz, ülkesiz olduğu bir filme dönüştü. Film, kısa film kategorisinde olmasına rağmen 70 kişi çalıştık.
- Little Black Fishes adlı filminizin bir diğer karakteri de Paris’te bürokrasi ile problemler yaşayıp kaçak konumuna düşen bir Türk. Fransa’ya baktığımız zaman Le Pen’in aldığı oy oranlarındaki artış, Paris’te göçmen mahallelerine yönelik polis şiddeti… Göçmen düşmanlığı sadece Türkiye’ye has değil. Türkiye’de her zaman göçmen düşmanlığı vardı. Fakat son 2-3 yıldır daha da arttı. Suriye’de süren iç savaş yüzünden Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan Suriyeli göçmenlere yönelik saldırılar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Yüzyıllardır göç ederek oluşmuş toplumlarız. En büyük ülkelerin kökleri göçmüş olan ailelerden geliyor. Benim ailemde iki tarafta göçmen. Göçmen olmak çok doğal ve bitmeyecek bir enerji gibi geliyor. Benim filmimde savaştan kaçan değil, umutları için göç eden insanlar var. Ama bunların kökleri de halen konuşulamayan, üçüncü kuşak, ülkelerin kendi aralarında cevap vermediği sorulara cevap arayan gençlik. Le Pen, Fransa’da kendilerinin kolonyalist bir toplum sayesinde oluştuklarını söylemedikçe, göçmenleri gereksiz görecek. Ve baskı, düşmanlık devam edecek bence. Şu anda belediye binalarında, artık Fransız olan üçüncü göçmen jenerasyonundan insanlar bizlere bağırıyor bir kâğıt eksik olunca. Türkiye’de herkesin, göçmen olmasına rağmen, üçüncü jenerasyonu, kendileri vermedikleri cevaptan dolayı düşman olarak kodladığını düşünüyorum. Irkçılık insanlığın en korkunç zehri benim için. Zaten bu düşman olan insanları başka bir yere koysanız, çırılçıplak kalırlar. Savunacakları hiçbir şey kalmaz. Bu algıyı değiştirmek gerek. Geçen sene Altın Portakal’da beyaz İstanbullu bir kısa filmci ile Diyarbakırlı bir çocuğu aynı masaya oturttum. Ve hadi konuşun dedim. O gece kavga ettiler çok. Diyarbakırlı çocuk, Kürt kimliğinin nasıl yaşanması gerektiğinden bahsetti. Sabah hep birlikte denize girdiğimizde, Diyarbakırlı’ya denize girmesinde İstanbullu ilk yardım edendi. Elini uzatıyordu. Bu benim için her şeyi açıklıyor. Konuşmadıkça, anlamaya çalışmadıkça, sınırları aşamazlar.
(Azra Deniz Okyay’ın kısa filmleri ve video çalışmaları 23 Ekim ve 13 Kasım tarihleri arasında Prizma Space’te!)
İlker Cihan Biner

9 Eylül 2014 Salı

Sessiz Gemi



Mert Keskin’in ‘Muğlaklık ve Ufuk’ adlı fotoğrafı (Kaynak: http://instagram.com/p/reynScxgPw/?modal=true)
 ‘Çünkü kendimizi daima ruhumuz tarafından kuşatılmış hissetsek de, bizi çevreleyen bu ruh, sabit bir hapishane değildir; daha ziyade ruhumuzu aşmak, dışarıya ulaşmak için sürekli hamleler yaparak onunla birlikte, bir hayal kırıklığı içinde sürüklenir, etrafımızda hep, dışarıdan bir yankı değil de, içimizdeki bir titreşimin çınlaması olan ve hiç değişmeyen bir tını işitir gibiyizdir.’
Marcel Proust[i]
0. Başlarken veya başlamadan önce
Mert Keskin’in objektifinden çıkan bir kare ile karşılaştık. Bu fotoğraf karesi toz bulutları arasında beliren bir gemiden ibaret. Bizi oldukça etkileyen bu fotoğraf karesinden yola çıkarak depresif bir hal alan yaşamlarımızı tartışmaya çalışacağız.
1. Görsel Hafıza
Görsel hafıza, birbirinin aynısı olanların denkliğindeki hayatın güncelliğinde fark etmemiz gerekenleri nihayetinde eksiksiz bir biçimde paylaşır. Didaktik, kendini ezbere boğan ve hep tekrar eden makamlardan, hareketlerden azade, özgünlük ve özgürlük bahisleri için bir kaç söz etmenin imkânını sağlar. Görselliğin dijital karesinde hayatlarımızın kodları da mevcuttur. Her bir kod, her bir satır, her birim bizi bize anlatmayı üçüncü bir göz ile beraber sağlamaktadır. Sağlama alınan görülmesi gerekenler için bir yolun sağlanmasıdır. Her halükarda unutulan şeylerden, hatırlanıp bir türlü yüzleşilemeyen şeylere dair bahislerdir bunlar. Eksiğin tamamlanması için hamlelerdir bizi bize anlatmaya devam eden. Mert Keskin’in hapsettiği alan daima koştura koştura ilerlediğimiz bir zaman akışı içerisinde aslen nelerle hemhal olduğumuzu ortaya çıkartıyor.
2. Yaşam
Mert Keskin’in çektiği karede kaotik yaşamlarımızın izleri var. Ve bizler böyle bir yaşamın içinde sorgularımızı eyliyor, birbirimizi tanımaya çalışıyoruz. Olta, misina, gemi veya bildiğimiz o sabit alanda kendi kendine eyleme çabası.
3. Kurtarılmış Vesikalar
Birbirimizin hikâyelerinin hem en olmadık yerlerini, hem de en bilindik tevatürlerini birbirimize aktarabilmemiz için elde kalan yegâne ihtimallerden birisidir muktedirden kurtarılmış olan vesikalar. Hiç kimselerin ipoteğinde değil sadece kendimizi kendimize anlatabilmemiz için bir yerlerde saklı duran suretlerdir. Saklı kalan kutuların içerisinden dökülenler bazen umuttur, bazen kahırdır. Vesikalar bir nevi “hack” edilerek elde edilmiş olan hayat hikâyelerimizdir. Rutinler içerisinde ufkumuzdur o kutulardan dökülen, artık unutulmuş olan ağıtlardır. Yüzlerini hayal meyal hatırladığımız canlarımızdır, kayıpların bahsinde hiç bitmeyen, dinmeyen gözyaşıdır. Çektiğimiz cefalardır, sıla hasreti olduğu kadar, aşk acısıdır. Aşkın cennetinden, cehennemin ortasına düşmelerin teminatıdır. Bir hikâye değildir belki ama en çok ihtiyacımız olan sesleniştir.
4. Fotoğraf Karesi ve İktidar
Bazen bir fotoğraf karesinin (ya da kurtarılmış vesikalar dediğimiz şey) kendi içine bir dolu şey sığdırmakta olduğundan bahsettik. Üzerine düşündüğümüz ve yazdığımız fotoğraf karesi yaşamın neye dönüştüğünü sıradan olanın ne kadar da kendi başına bırakıldığını onca denetim ve gözetim öğesine rağmen açık etmektedir. Heyula gibi, gümbür gümbür her yandan yağıp duran devlet şiddetinin göstergesi olan pornografik ya da propagandif ya da bir anlam odağı olarak ajitatif olan suretlerden azade gerçekliği görebilmenin çabalanarak bayağı ince eleyip sık dokuyarak gerçekleşeceğini göstermektedir.
5. Renkler
Fotoğraf karesinde tek bir renk yok. Sanki bir sis var gibi. Bir olayın önünde duran bir perde gibi. Koyu bir ton. Ne denizin rengi net ne de o ufuk bildiğimiz gibi. Tıpkı ruhun kendisi gibi.
6. Ruh
Nedir ruhumuzu bu kadar rahatsız eden? Neden ufuktaki gemiyi çok net göremiyoruz? Bu kaostan bir çıkış var mıdır? Parçalanmış ve hızlanmış bir zaman ve uzamda ikamet eden insan genellikle kendi yüzünü tanımakta zorluk çekiyor. İmgelerin ve metaların satın alındığı bir çağda kendi ruhunu tanımakta zorluk çeken insan, medyatik akış, gösteri ve reklamlarla kendini kurtarmaya çalışır. İmgelerde boğulma, imgelerin ruhu alıp götürmesi… Halüsinasyonlar, kendinden geçme: Artık ne zevk, ne de gerçeklik ne de doğru ile yanlış arasında bir sınır vardır. Gösteri yaşamın kendisi haline gelmiştir. Herkes bu yaşamdan pay almaya çalışır. Sonuçta standartlaşan ifadeler, normalleşen söylemler ve tuzaklarla dolu alanlarda yapaylaşan, boş, robotlaşmış bedenler vardır.
7. Epilog
Yaşıyoruz ve soluk alıyoruz. Yaşıyoruz ve sadece görüyoruz. John Berger görme sözcüklerden önce gelmiştir, diyordu.[ii] Yaşıyoruz ama bir ihtimal yarın ne getirecek bilmeden sürüp gidiyoruz. Tek bir kare bir sürü şey söylüyor. Kayıplara karıştığı tavan arasından günümüze bir sürü şey anlatıyor. Peki, görünenin ardında yatanı görür müyüz, düşünür müyüz, tahlil eder miyiz? Suallerdeki gibi hayatın anlamı ne yandadır? Hayat nedir idrakine erer miyiz? Taşlaşmadan önce kötülüğe dibimize kadar batmadan önce, insaniyet bahsini hayatiyet için bir mesele olarak anlar mıyız? 
İlker Cihan Biner - Misak Tunçboyacı


[i] Marcel Proust, Swann’ların Tarafı, çev. Roza Hakmen, YKY Yayınları, s. 91
[ii] John Berger, Görme Biçimleri, çev. Yurdanur Salman, Metis Yayınları, s. 7