Ermeni Soykırımı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ermeni Soykırımı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Eylül 2017 Cuma

Makbul olmaya yazgılı olanlar: Martayan, Pehlivanyan, İhmalyan

Toxi, 1952 yapımı bir Batı Almanya filmi. Film, II. Dünya Savaşı sonrasında Almanya’nın bir kısmını ele geçiren Batı ittifakından ABD’li siyah asker ile Alman kadınların ‘kahverengi çocuklar’ı fenomenini ele alıyor. Toxi, 1955 itibarıyla sayıları yaklaşık 5 bini bulan bu ‘meşru olmayan’ çocuklardan sadece biri. Anneannesi tarafından yıllarca çalıştığı orta sınıf beyaz bir Alman ailenin evinin önüne bırakılan küçük Toxi, film boyunca Alman ailenin evinde tutunma mücadelesi verir. Evin büyük damadı Theodor hariç herkes kendisine karşı ‘sempatik’tir aslında, ancak Toxi de sürekli şirinlikler-sevimlilikler halindedir. Nihayetinde Toxi’nin bu iyilik meleği halleri sonunda Theodor’a da ‘doğru yol’u gösterecek ve onun da radikal ırkçılığı ‘iyileşecektir.’ Film, Almanya’da siyahlara yönelik ırkçılığa karşı iyi niyetli bir çıkış olsa da, nihayetinde toplumdaki yapısal ırkçılığı gizleyen ve ırkçılığın mahiyetini ‘aşılabilir önyargılar seti’ olarak gösteren düzinesiyle sıkıntıyı içerir. Yine de filmde Toxi’nin bir cümlesi adeta sistematik ırkçılığın içinde yaşayan tüm dezavantajlı grupların hissiyatını faş eder: ‘Her zaman iyi olmalıyım, yoksa beni evde barındırmazlar.’

Toxi (1952)
Rober Koptaş’ın dediği gibi ‘iyi olmaya yazgılı olmak’tan başka çareleri, hayatta kalma yöntemleri yoktur.[i] Makro veya mikro iktidar fark etmeden, kendilerini var ettikleri ortamda, azınlık olmanın ‘ahlak’ına uygun olarak var olmak zorundalardır. Bu zorundalık sadece baskı veya zorlamayla ilgili değil, hissederek, isteyerek, severek de ‘makbul’ olabilirler. Yine de Türk milliyetçisiyse en sağlamı, sosyalist ise en kızılı olacaktır. Herkesten çok çalışacak, herkesten çok tolerans gösterecek ve hep makul olanı seçecektir. Her zaman hadlerini bilecek, cüretlerini hesaplayacaklardır. Şeffaflaşacak, görünmez olacak, yok kabul edilecek kadar iyi olacaktır. Nihayetinde onlar insan olarak değil, çoğunluğa katılan zenginlik olarak var olurlar ve o zenginliğin çeşnisini, uyumunu bozmamak zorundadırlar. Ancak elbette bu her zaman işe yaramayacaktır. En iyisi bile her zaman nereden geleceğini bilemediği bir sadakat testine tabi olacak ve bu testi hiçbir zaman tamamen geçemeyecektir. Ömrünü de verse, ‘biz’in o yüksek duvarlarını aşmak neredeyse imkansızdır.

Agop Martayan (Kaynak: Ara Güler/Agos)
Akla gelebilecek en iyi örnek Agop Martayan herhalde. 1932’de yapılan ve Güneş-Dil Teorisi’nin temellerinin atıldığı I. Dil Kurultayı’na bizzat Mustafa Kemal’in isteğiyle o sırada görev yaptığı Sofya’dan çağırılan Agop Martayan, 1934’te yapılan II. Dil Kurultayı’ndan sonra Türk Dil Kurumu’nda (TDK) ‘başuzman’ unvanıyla iş başlar. Aynı yıl çıkarılan Soyadı Kanunu’yla Martayan’ın yerine Dilaçar soyadı, yine bizzat Mustafa Kemal tarafından verilir. Buna karşılık, kendisi de 24 Kasım 1934’te Meclis kararıyla Mustafa Kemal’e verilen Atatürk soyadını önerir. Güneş-Dil Teorisi’ne ve dildeki ‘öztürkçeleştirme’ye büyük katkılar sunar. 1935-1950 yılları arasında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde 'genel dilbilim' ve 'dilbilim tarihi' derslerine devam eder. Özellikle ‘Hatay’ın Türkiye’ye iltihakı üzerine İskenderun-Antakya ahalisi üzerine yazdığı yazılarda açıkça Türk ırkçılığını savunur. Kısacası ‘kraldan çok kralcı’dır. Yine de ismi kamusal alanda her daim A. Dilaçar olarak anılacaktır. Hatta 1979’da vefatını haber veren TRT spikeri, kendisini ‘Adil Açar’ olarak tanıtır.[ii] Geçmişteki bunca hizmete rağmen 12 Eylül rejimi de ismini zikretmekten kaçınır. Ömrünü adadığı Türk Dil Kurumu (TDK) tarafından 1982 yılında yayınlanan ve Kaya Türkay’ın hazırladığı biyografisinin ismi de A. Dilaçar olacaktır.

Kaya Türkay'ın TDK Yayınları'ndan çıkan Agop Dilaçar biyografisi
Bu sadece devlete özgü bir durum değil elbette. Türkiye solu da 'bazı şeylerin sessizce geçiştirilmesini,' 'mümkün olduğunca konuşmamayı' tercih edecek ve 'anlamlı bir suskunluk' içine girecektir. Aram Pehlivanyan, uzun yıllar Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) içinde yer alan bir şair ve yayıncı. Bir yandan çıkardığı Ermenice dergi ve gazeteler, diğer yandan illegal parti üyeliği sonunda sürgüne düşmesine yol açar. Sürgünde, 'Bizim Radyo'da redaktörlük ve TKP politbüro üyeliğiyle siyasi faaliyetlerine devam eder. 1977’de hastalandığını öğrenene kadar ‘devrim yolunda mücadelesi’ni sürdürür. Hatta bu yolda şairliğini bile feda eder. 1979’da yakalandığı kansere yenik düşer ve Almanya’da hayata gözlerini yumar. Uzun yıllar emek verdiği partisi ise 13 Aralık 1979 tarihinde yayımladığı ölüm ilanında Pehlivanyan’ı partide kullandığı Ahmet Saydan ismiyle anar. Bu ilanda, “ne Pehlivanyan’ın gerçek adından ne gerçek kimliğinden ne de Ermenice gazetecilik yaşamından ve bunların sebep olduklarından” bahsedilir.[iii]

Aram Pehlivanyan, Getronagan'daki öğrencilik yıllarından (Kaynak: Agos)
Benzer bir tecrübeyi Vartan İhmalyan’ın anısı da yaşar. Pehlivanyan gibi İhmalyan da 1933’ten itibaren içinde bulunduğu TKP’yle ilişkisinden ötürü işkencelerden ve hapislerden geçtikten sonra sürgüne düşer. Fransa’da geçen 8 senenin ardından Türkçe radyolarında çalışmak için Macaristan, Çekoslovakya, Polonya, Çin ve Sovyetler Birliği’nde yaşar ve nihayetinde 1987’de Moskova’da vefat eder. Çok iyi bir masal yazarı olan Vartan İhmalyan’ın kitapları Türkçede ilk olarak 1987 yılında yayımlanır. Kitaplarını ilk olarak, sol tandanslı kabul edilen ve 'Türkiye’de ilk kez resmi olmayan bir tarih yaklaşımı sergileyen' kitapları basan Cem Yayınevi tarafından yayımlar.[iv] Bu kitapların imzası İhmal Amca olarak atılır ve İhmalyan’ın gerçek ismi kitaplarda yer almaz. ASALA eylemleri sonrası yaratılan dönemin 'anti-Ermenicilik' havasının ticari bir kuruluş için bu “gizleme”yi meşru kılacağı iddia edilebilir. Ancak bu “gizlilik” 2014 yılına kadar devam ediyordu.[v] En son baktığımda, İhmalyan’ın kitaplarını yayınlayan Can Yayınları da kitapların 4. sayfasında yer alan yazarın özgeçmişi kısmında, İhmalyan’ın gerçek adından hiç bahsetmemeyi sürdürüyordu:

İhmal Amca: 1913’te Konya’da doğdu. Robert Kolej Yüksek Okulu’nu İnşaat Mühendisi olarak bitirdi. Yalnızca mühendislik yapmadı, çok değişik işlerde çalıştı. Bunlar arasında yazarın andıkları: tezgâhtarlık, gömlekçilik, düzeltmenlik, desinatörlük. Yazar ilk masal kitabını 1987 yılında Sihirli Çiçek adıyla Bulgaristan’da Türkçe olarak yayınladı. Dilimize birbirinden güzel masallar kazandıran İhmal Amca, 1987 yılında, Moskova’da yaşamını yitirdi.
***
İlginçtir, tüm bunlar aklıma günün anlam ve önemine uygun bir vesileyle düştü. Çoğunluktan farklı olduğumu anladığım en belirgin ilk anımı bir Kurban Bayramı’nda yaşadım. İlkokul ikideydim. Ankara’da kendini hiç açık etmeden yaşayan bir memur ailenin çocuğu olarak ‘farklılık’ bilincim hiç yüksek değildi. Ailemin Hıristiyan olmakla bir derdi yoktu elbette, bunun kamusallaşmasından fazla hazzetmiyorlardı. Gerçekten iyi insanlardı, her şeyleriyle onlara kucak açacaklarından sürekli kuşku duydukları insanlarla ‘biz’ olmaya çalışıyorlardı. Bu havayı soluyarak ilkokul çağına erişince ben kendimi iyiden iyiye çoğunluk olma gururuna kaptırmıştım ki, halamın beni kovalarken yükselen adrenalin ve beynime daha fazla giden oksijen seviyesi beni kendime getirdi. Suçum, arkadaşlarının sorularına muhatap olduğunda geri kalmak istemeyen bir çocuğun hevesiyle ‘Bu bayramda ne kesiyoruz?’ diye sormamdı. Halamın ‘Bu çocuk ne saçmalıyor?’ bakışının üzerine yapıştırdığım ‘Niye, biz Müslüman değil miyiz?’ sorusuyla hayatımın en coşkulu yüzleşme/travmasını yaşamam arasında sadece bir tokat hızı kadar zaman vardı. O anda, ne yaşadığım o gururdan eser kaldı ne de çoğunluk olmanın yarattığı konfordan. Gerisi işte, kendini fazla göstermeden, gizleyerek, gizlenerek ve zaten saklanması istenerek yaşamaya yazgılı olmak.

Emre Can Dağlıoğlu


[i] Rober Koptaş, ‘Yandı bitti kül oldu,’ T24, 3 Nisan 2017, https://goo.gl/2aGme4, Son Erişim Tarihi: 31 Ağustos 2017.
[ii] Levent Özata, ‘‘Cumhuriyet’in iyi çocuğu’ Hagop Martayan ya da A. Dilaçar,’ Agos şapgir, 21 Eylül 2012, https://goo.gl/sfsnvy, Son Erişim Tarihi: 31 Ağustos 2017.
[iii] Aram Pehlivanyan, Özgürlük İki Adım Ötede Değil (İstanbul: Aras Yayıncılık, 1999), s. 104-5.
[iv] Cem Yayınevi daha sonra İhmalyan’ın otobiyografisi Bir Yaşam Öyküsü’nü de basacaktır. İhmalyan, hayatını kaleme alırken neleri söylemekten imtina ettiğine dikkat çeken bir yazı için bkz. Nevzat Onaran, ‘Vartan İhmalyan’ın Ermeni deyip de yaz[a]madığı!,’ Evrensel, 12 Ocak 2017, https://goo.gl/SqeZub, Son Erişim Tarihi: 1 Eylül 2017.
[v] En son kontrol ettiğim tarih 2014’tü. Daha sonra İhmal Amca’nın kitaplarının yeni baskısı yapıldı mı veya Can Yayınları söz konusu özgeçmişi değiştirdi mi, bilemiyorum.

29 Nisan 2016 Cuma

Kut’ül Amare ve Ermeni Soykırımı

Geçtiğimiz yıl bir anda Çanakkale Zaferi’ni Ermeni Soykırımı’nın 100. yıldönümüne denk gelecek şekilde 24 Nisan’da anmaya karar veren hükümetin bu yıl icat ettiği gelenek 100. yılında Kut’ül Amare Zaferi’ni kutlamak oldu. 29 Nisan’da Cumhurbaşkanlığı başta olmak üzere Kültür ve Turizm Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı gibi kurumların da katkılarıyla ülke çapında sempozyumlar, belgeseller ve sergilerle I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı’nın kazandığı bu zafer anılacak. İlk törenin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın katılımıyla 29 Nisan’da Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda yapılacağı kutlamalar, 1 Ekim’e kadar devam edecek.
Kut Zaferi'nin ardından çizilen bir Alman karikatürü
Söz konusu kuşatma, Aralık 1915’ten başlayarak yaklaşık 145 gün sürmüş ve nihayetinde Osmanlı güçlerinin Bağdat yakınındaki Kut’u, şehirdeki 277 İngiliz ve 204 Hindistanlı subayın yanı sıra yaklaşık 13 bin askerle birlikte ele geçirmişti. Yaklaşık 2 bin askerin karşılıklı değişiminin ardından Britanya kuvvetlerindeki askerler Bağdat’a sevk edilmişti.[i] Britanya kuvvetlerinin I. Dünya Savaşı’nda aldığı en ağır yenilgilerden biri olan Kut kuşatması sırasında, şehirde bulunan orduyu kurtarmak için yardıma gelen Britanya orduları da 23 bin kayıp vermişti.[ii] Bu yenilgiyle birlikte, İngiliz güçlerinin ‘kolayca ele geçirmeyi hedeflediği’ Bağdat’ın el değiştirmesi yaklaşık bir yıl gecikmiş ve Britanya’nın Çanakkale’nin ardından Irak’ta da başarısızlığa uğraması savaşın seyrine ve Müslüman koloni politikalarını dair önemli kuşkulara sebep olmuştu.
Osmanlı açısından bu parlak zaferin bir de karanlık yüzü var elbette. Kuşatma sırasında şehre gidebilecek her türlü yardımın kesilmesi sonucu, şehirde Nisan ayında ciddi anlamda kıtlık baş göstermiş ve Britanya birliklerine ait atların kesilip yenilmesinden başka çare bulunamamıştı. Fakat Müslüman ve Hindu Hindistanlı askerlerin inançlarından ötürü at eti yememeleri, bu gruplar arasında ciddi salgınların baş göstermesine sebep oldu.[iii] Osmanlı güçleri şehrin kontrolünü tamamen ele aldığı Mayıs ayında ise, bir Hıristiyan din adamının raporuna göre, İngilizler için sadece çeviri yapan veya İngilizlere çeşitli şekillerde yardım ettiği düşünülen şehrin Yahudi ve Arap sakinleri yargılanarak asılıyordu. Bir subay da şehirdeki tüm ağaçlarda cesetlerin asılı olduğunu ve şehir nüfusunun yarısının öldürüldüğünü iddia ediyordu.[iv]
Esirler ise Kut’tan Bağdat’a kadar yürümeye zorlandı. Bağdat’a ulaşmalarının ardından, Enver Paşa, onları ziyaret etmek için şehre geldi ve ‘sıkıntılarının artık son bulduğunu’ duyurdu. Paşa, esirlere ‘Sultan’ın özel konukları’ olduklarını söylese de, tarihçi Eugene Rogan’a göre, Sultan’ın misafirleri arasında ayrım yaptığı kısa süre sonra belli olacaktı.[v] İngiliz ve Müslüman Hindistanlı subaylar, çok daha iyi muamele görürken, düşük rütbeli askerler ve Hindu subaylar, Suriye’ye, Ermenilerin ölüm kamplarının olduğu bölgelere doğru yola çıkarıldılar. Bu esirler, yolda katliamlardan kurtulan Ermeni çocuklara, boşaltılan Ermeni köylerine rastlayacak ve Ermenilerin kaderlerine yakından tanık olacaklardı.[vi]
Kut esirlerinden bir Hint askeri (Kaynak: Eugene Rogan)
Esir askerler, Ermenilerin ‘sevkiyatı’nda olduğu gibi, yaşamlarını sürdürmeleri için tüm temel ihtiyaçlardan yoksun halde yaklaşık 700 kilometre yürütüldüler ve bölge aşiretlerinin ve köylülerinin saldırılarına uğradılar. Adeta yaşamaları için de hiçbir şey yapılmıyordu. Esir alınan askerden en az 4,200’ü bu sevkiyat sırasında öldü veya öldürüldü.[vii] 
Hayatta kalan esirler, Bağdat’a ulaşması planlanan demiryolu inşaatında çalıştırıldılar. Öldürülen veya kamplara gönderilen Ermeni işçiler yerine,[viii] Hintliler çoğunlukla Resulayn’da görev alırken, İngilizler daha çok Toros ve Amanos tünellerinde çalışmaya zorlandılar. Krikor Balakyan, Bahçe Tren İstasyonu’nda bu esirlere rastlayacak ve onları ‘kamburları çıkmış, giysileri paçavraya dönmüş, kir, toz içinde ve iskelet haline gelmiş’ bulacaktı:[ix]

‘- Aranızda Ermeni var mı? – Bize bir parça ekmek verin. Günlerdir bir şey yemedik.’ İngilizce konuştuklarını duyduğumuzda serseme döndük. Onlar İngilizlerdi. Kaderimizi paylaşan uzaktan arkadaşlarımız, bize ekmek soruyorlardı. Ne ironi ama, gerçekten!’
Kut'ta Britanya kuvvetlerinin Osmanlı Ordusu'na teslim oluşunu tasvir eden bir resim
‘Kut’un fatihi’, soykırım faili
Erdoğan, bir gün önce söz konusu töreni duyururken sözlerine şu satırları da ekledi: ‘Bu büyük zaferin kahramanlarını Süleyman Askeri’yi, Nurettin Paşa’yı, Halil Paşa’yı rahmetle, saygıyla, minnetle yad ediyorum.’[x] Cumhurbaşkanı’nın ‘rahmet, saygı ve minnetle yad ettiği’ bu ‘milli kahramanların’ sicilleri devlet adına bir hayli ‘parlak.’ Süleyman Askeri, İttihat-Terakki’nin önemli komitacılarından ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın kurucularından. Nurettin Paşa, nam-ı diğer Sakallı Nurettin ise 1921 Koçgiri İsyanı’nın ‘namlı katil’ Topal Osman’ın yardımıyla büyük bir sertlik bastıran, Pontus Soykırımı’nın bir numaralı faili, İzmir’in yeniden Türk kuvvetlerinin eline geçmesinin ardından şehrin gayrimüslim mahallelerini ateşe veren, İzmir Rum Metropoliti Hrisostomos ile Ali Kemal’i linç ettiren komutan.
Halil (Kut) Paşa ise Enver Paşa’nın kendisinden bir yaş küçük amcası. I. Dünya Savaşı öncesinde İstanbul’da görev alırken, Nisan 1915’te V. Kuvvet-i Seferiye’nin başına getirildi ve İran Azerbaycanı’na yapılacak seferi yönetme görevi verildi. Fakat Dilman’da General Nazarbekov yönetimindeki VI. Bölük ile Antranik Paşa’nın gönüllü birliklerine yenilince, Başkale’ye doğru çekilmek zorunda kaldı. Bu bölgede de alınan yenilgilerle geri çekilen Halil’in emrindeki kuvvetler, Van’da Ermenilere karşı katliamlara giriştiler.[xi] Bitlis’te de aynı şiddeti devam ettiren birlikler, vilayetin 218 bin Ermeni nüfusunun neredeyse tamamını iki ay içinde yok ettiler.[xii]
Halil (Kut) Paşa
Ocak 1916’da Irak’taki VI. Ordu’ya kumandan atanmadan önce, bölgedeki Ermeni katliamlarını düzenlemek için güneye inen Halil Paşa, Temmuz 1915’te Urfa’daydı. İsviçreli Peder Jacob Künzler’in raporuna göre, bölgeye çeteci Çerkes Ahmet’le gelen Paşa, şehrin ‘yumuşak’ yönetimini tersine çevirmiş, tutuklu bulunan Ermeni ileri gelenlerin bağlı ve yaya olarak Diyarbekir’e gönderilmesini sağlamıştı. Sonrasında Halil Paşa, şehrin boşaltılmaması ve Diyarbekir’e gönderilenlerin sağ salim varması vaadiyle, Ermenilerden 1300 lira almış ve bu sır açığa çıkacak olursa Urfa’nın bütün Ermenilerini sürmekle tehdit etmişti. Fakat elbette ki bu sözleri yerine getirmedi. Ayrıca Künzler’e göre, Halep’ten sözde Diyarbekir'deki mahkemeye gitmek üzere yola çıkarılan iki Ermeni mebusu Krikor Zohrab ve Vartkes Serengülyan’ı da Çerkes Ahmet’e Halil Paşa öldürtmüştü.[xiii] Kasım 1915’te ulaştığı Musul’dan bu kez Alman Konsolos Yardımcısı Holstein şunları bildirecekti:[xiv]
‘[Halil Paşa’nın] Kurmaylarından bir albay biraz önce bana Musul’da da Ermenilerin başının ezilmesi gerektiğini ve bunu kendisinin yapmak istediğini söyledi; benim engel olmama da izin vermeyecekmiş; Almanlar Türklerin dostluğuna ihanet ediyormuş, çünkü Ermenileri kurşuna dizmelerine engel olmak istiyormuşuz.’
Holstein’ın uyarılarına rağmen, Musul’da da Halil Paşa’nın emrettiği bir Ermeni katliamının önüne geçilemedi. Nihayetinde, savaş sonrasında Divan-ı Harbi Örfi'de yargılanmak üzere diğer önde gelen İttihatçılarla beraber tutulduğu Bekirağa Bölüğü’nde kendisini ziyaret eden Britanyalı bir bahriye zabitine, kurbanlarının sayısının ‘Aşağı yukarı 300 bin Ermeni. Saymadım... 50-60 bin Arap... 13 Yahudi...” olduğunu söylediği iddia edilecekti.[xv]
Bekirağa Bölüğü’nden kaçırılarak Anadolu’ya geçirilen Halil Paşa, Milli Mücadele’ye destek için Sovyetler Birliği’yle görüşmeleri yürüttü. Ardından Cumhuriyet döneminde önemli bir görev almayan Kut, ‘Kut’ül Amare Zaferi kahramanı’ olarak bazen gazetelerde boy gösterdi. Bu söyleşilerden birinde, II. Dünya Savaşı sırasında da Sovyetler Birliği’nin muhakkak yenilmesini istediğini ve bunun olmaması durumunda ‘dünyanın büyük bir müşkülle karşı karşıya kalacağını’ düşündüğünü dile getirmişti. Hatta bu hususta, Hitler’e bir telgraf ulaştırmayı ve İngiltere’yle ittifak yapması gerektiğini tavsiye etmeyi ihmal etmemişti.[xvi]

Ali İhsan (Sabis) Paşa
Ali İhsan Paşa, Kuvvet-i Seferiye’de Halil Paşa’ya birlikte görev alırken, Kut’a kadar onunla benzer güzergahı izledi. Bu güzergah üzerindeki Hıristiyanları katlederek yoluna devam eden İhsan Paşa’nın hedefinde tehcir edilen Ermeniler de vardı. Temmuz 1915’te Erzurum’dan gelen 7 bin Ermeni’nin katledilmesini emretmiş ve ölüleri Dara’daki Bizans sarnıçlarına attırmıştı. Ardından Ağustos ayında, Nusaybin’deki Ermeni ve Süryani erkeklerini tutuklatmış ve aynı gün Hıristiyan kadın ve çocukların ölüm emrini vermişti. Daha sonra, Halil Paşa’yla birlikte geldikleri Musul’da yaşanan amele-asker ve sivil katliamlarının baş sorumlusu olmuştu. Kendisiyle Musul’da görüşen Alman Sefareti askeri papazı Teğmen von Lüttichau’nun aktardığına göre, kendisi yetki alanındaki bölgede tek bir Ermeni’yi bile sağ kalmasına izin vermeyeceğini açıkça belirtmişti.
1917’de Bolşevik Devrimi’yle tüm cephelerden hızla çekilen Rusya’nın yarattığı boşluk, Pantürkizm’in ateşini yeniden alevlendirince, Ali İhsan Paşa Kuzey İran’a konuşlanan kolordunun başına atanacaktı. Bu kolorduyla ele geçirdiği Van’da bulunan Ermeniler ve Gürcülerin ‘temizlenmesi’ emrini vermiş ve Dilman, Urmia, Salmast ve Khoy’da Ermeni, Süryani ve Nasturilerin katledilmesinde hiçbir beis görmemişti. 11 Ağustos 1918’de Tebriz’e girdiğinde kendisini karşılamaya gelen Ermeni heyete yaptıklarını tüm açıklığıyla anlatacaktı: ‘Urmia, Salmast ve Khoy Ermenilerinin Müslümanlara ne kadar acı çektirdiklerini biliyorsunuz. Biz de bunun karşılığını Khoy’daki Ermenileri öldürdük ve Maku Ermenilerinin katledilmesi için emir verdim.’
Ali İhsan (Sabis) Paşa
Kuzey İran ve Azerbaycan işgali, bölgenin yüzlerce yıllık Ermeni mirasına çok ciddi bir darbe indirmişti. Bölge Ermenileri ya katledilmiş ya da bölgeden kaçmak zorunda bırakılmıştı. Tebriz Ermeni Başepiskoposu Tangian, Ali İhsan Paşa’yla bu konuda görüşmeye gittiğinde, Paşa’nın ağzından büyük bir soğukkanlılıkla şu cümleler dökülecekti: ‘Yarım milyon dindaşınızı katlettirdim. Eğer arzu ederseniz size bir bardak çay ikram edebilirim.’ Paşa’nın tehdit ettiği sadece Ermeniler değildi, bölgede Ermenilere sığınak sağlayan hanları bundan nasibini alacaktı. Bu hanlardan kendisine biat etmeyenlere saldırarak, en az 500 kişiyi öldürtmüştü.
Azerbaycan seferi dönüşünde Ali İhsan Paşa, Musul’a sığınmıştı. Burada da bir köyde yaptığı katliam, İngiliz güçlerinin şehre el koymasına giden sürecin başlangıcı olmuştu. Sonrasında İngiliz güçleri tarafından savaş suçlusu olarak tutuklanıp Malta’ya gönderilecekti. Paşa için hazırlanan dosyada ona yöneltilen suçlar, Van, Musul ve Urmia’da Hıristiyan katliamlarını bilfiil yönetmek ve Kut'ül Ammare Kuşatması sonrası ele geçirilen İngiliz savaş esirlerini öldürtmekti. Ayrıca, Ali İhsan Paşa 1915 Nisanı’nda Dilman’da Osmanlı ordusunun yenilmesinin ardından Van’daki Ermenilerin öldürülmesi, Haziran’da Hakkâri’de 3.300 Nasturi ile 700 Ermeni’nin topluca katledilmesi, Temmuz’da Urmia’da Fransız misyonuna sığınan 620 köylünün öldürülmesi ve Eylül 1915’te Musul’da 270 sivil Ermeni'nin öldürülmesi olaylarının faili olarak görülüyordu. Fakat Malta’da devam eden yargılama sürecinin ‘boşluklar’ından faydalanarak Haziran 1921’de adadan kaçmayı başaracaktı.

Türkiye’ye döndüğünde Milli Mücadele’de aktif olarak görev aldı, fakat Batı Cephesi komutanlığına kendisinin kıdem olarak altında yer alan İsmet (İnönü) Paşa’nın atanmasıyla birlikte ordu içinde ciddi sorunlar yarattı. Bunun üzerine, Meclis kararıyla askerlikten emekli edildi. Paşa’nın bir kez daha gündeme gelişi II. Dünya Savaşı’yla birlikte olacaktı. Bu dönemde çeşitli gazetelerde askerlik konusunda yazılar yazmış ve Nazilerin ilerleyişini coşkuyla selamlamıştı. Türkiye’nin Hitler Almanyası’na savaş ilan etmesiyle, İhsan Paşa, Cumhurbaşkanı İnönü’ye suçlayıcı imzasız mektuplar göndermeye başlamıştı. Bundan dolayı tutuklanacak ve 15 ay ağır hapis cezasına çarptırılacaktı. 1950 yılında Demokrat Parti iktidara geldikten sonra çıkartılan af kanunu ile siyasi haklarına kavuşmuştu ve nihayetinde 1954’te DP Afyonkarahisar milletvekili olarak TBMM’deki yerini alacaktı.

Emre Can Dağlıoğlu



[i] Eugene Rogan (2015), The Fall of the Ottomans, New York: Basic Books, s. 267.
[ii] Rogan, s. 264.
[iii] Rogan, s. 263.
[iv] Rogan, s. 268.
[v] Rogan, s. 270.
[vi] Bu yolculuk, sonrasındaki esir hayatı ve bölgedeki Ermenilerin durumuna dair Hindu bir askerin tanıklık için bkz. Amitav Ghosh (2015), ‘Paylaşılan Acılar: Hintliler ve Ermeniler Ras al-‘Ain Esir Kamplarında (1916-1918)’, Birikim, http://goo.gl/2S9m8h, Son Erişim Tarihi: 28 Nisan 2016.
[vii] Rogan, s. 272.
[viii] Grigoris Balakian (Krikor Balakyan) (2009), Armenian Golgotha, New York: Alfred A. Knopf (Kindle), s. 711.
[ix] Balakian, s. 710.
[x] T24, ‘Erdoğan: Kut'ül Amare zaferini tarihten kazımaya çalıştılar, yarın resmi anma yapacağız’, http://goo.gl/QqXQfe, Son Erişim Tarihi: 28 Nisan 2016.
[xi] Vahakn N. Dadrian (2005), Türk Kaynaklarında Ermeni Soykırımı, İstanbul: Belge Yayınları, s. 60.
[xii] Raymond Kevorkian (2011), The Armenian Genocide: A Complete History, New York ve Londra: I.B. Tauris, s. 339.
[xiii] Wolfgang Gust (der.) (2010), Ermeni Soykırımı 1915-16: Alman Dışişleri Bakanlığı Siyasi Arşiv Belgeleri, İstanbul: Belge Yayınları, s. 371-72.
[xiv] Gust, s. 527.
[xv] Taylan Sorgun (1972), Bitmeyen Savaş, İstanbul: Yenigün Yayınları, s. 241’den aktaran Dadrian, s. 61
[xvi] Milliyet (1950, 7 Ağustos), ‘Eski komutanımız vaziyet için ne diyor’, s. 2.