5 Aralık 2014 Cuma

Ama Kitabı Daha Güzeldi

Genellikle, sinemaya uyarlanan edebi eserler hakkında aynı tepkiyi veririz: "Kitabı daha iyiydi." Bu çok anlaşılabilir bir durumdur. Bir kitabı okurken zihnimizde kurduğumuz görsel dünya ile yönetmenin kurduğu dünya arasında belirgin farklar oluşur (normal olarak.) Kendi kurduğumuz ve hiç sınırlılık içermeyen bir dünya ile yönetmenin sinemanın imkanları dahilinde kurduğu görsel dünya kanımca kıyaslanamaz bile. Zaten insanlar kendileri için kutsal saydıkları kitapların sinemaya uyarlanmasına genelde karşı çıkar, yine aynı şekilde kitabın sinema versiyonundan hiç bir şekilde hoşlanmazlar. Bu uyarlama çabalarının yaratmış olduğu başka bir sorun ise; kitabı okumadan sinema uyarlamasıyla karşılaşanların görsel dünyalarını artık filmin oluşturmuş olması. Tolkien'in Yüzüklerin Efendisi kitabını henüz okumayanlar için Gandalf artık Ian Mckkellen'dir ya da David Fincher'in Chuck Palahniuk'un kült eserinden uyarladığı Dövüş Kulübü'ndeki Tyler Durden artık Brad Pitt'tir.


Sinema ve edebiyat arasında ilişkinin tarihi, sinema kadar eskidir. Yedinci sanat olarak kabul edilen sinema, varoluşunu bir anlamda diğer sanat dallarından aldığı anlatım teknikleri, biçimleri ile oluşturmuştur. Sinema, bünyesinde resimden heykele hatta dansa varana kadar birçok farklı sanat dalını barındırır. Fakat sinema, bu sanat dalları içinden en yakın bağını hep edebiyatla kurmuştur. James Monaco bu durumu şöyle açıklar: "Sinemanın anlatı potansiyeli öylesinedir ki, en güçlü bağını resim hatta tiyatroyla değil romanla kurmuştur. Hem filmler hem de romanlar çok ayrıntılı uzun öyküler anlatırlar..." Sinema ve edebiyat ilişkisi, birbirlerine hem çok yakın, hem de zarar veren bir ilişki olarak tanımlanabilir. İyi yazılmış bir edebi metnin sinema perdesinde kusursuz olarak yansımama ihtimali vardır. Bununla beraber kült mertebesine erişmiş birçok roman uyarlamalarındaki başarısızlık da izleyicinin filmi güzel hatıralar ile anmamasına sebep olabilir ki, sinema tarihi bu örneklerle doludur. Bu durumun ana sebebi ise okuyucunun görsel dünyasıyla yönetmenin kurduğu görsel dünya arasındaki derin farklılıktır. 

Sinema ve edebiyat arasındaki farklardan biri de;  anlatım biçimi farklılıklarıdır. Sinemada yönetmen hikayesini seyirciye aktarırken bunu belirli bir zaman dilimi içerisinde yapmak mecburiyetindedir. Fakat yazar için bir zaman kısıtlaması yoktur. Yazar anlatacağı hikayesini istediği kadar uzatarak anlatabilir. Bununla beraber sinema, teknolojiyle de sıkı bağlara bir sanat dalıdır ve anlatım biçimlerini teknolojinin olanakları doğrultusunda yapar. Fakat bir romancının böyle kaygıları yoktur. Neticede hayal gücü sınır tanımaz.

Sinema ve edebiyat arasındaki temasın geçmişinin, sinema tarihi kadar eski olduğundan bahsetmiştik. Özellikle Hollywood'un endüstrileşmeye başladığı yıllarda birçok roman uyarlamasıyla karşılaşmaktadır. Bu durumun ana kaynaklarından biri; hiç kuşku yok ki kitabın barındırdığı ticari potansiyeldir. Çok satan bir kitap, sinemaya uyarlandığında benzer bir ticari başarı yakalama olasılığı muhtemeldir. Sinema tarihinde bu duruma örnek birçok filme rastlarız. Bugüne kadar Ernest Hemingway, Gabriel Garcia Marquez, Marcel Proust, Alexander Dumas gibi birçok yazarın eseri sinemaya uyarlanmıştır. Murat Belge sinema ve edebiyat ilişkisini en basit haliyle şöyle anlatır: "Edebiyatın önemli bir kısmı anlatıdır, sinema da sonuç olarak anlatı temeline dayanan bir sanattır."


Senaryo-Edebiyat ilişkisi
Sinema ve edebiyat ilişkisinin temeli,  bir anlamda sinemanın edebiyattan ödünç aldığı anlatım teknikleridir. Sinema, edebiyatın anlatım teknikleri ve hikaye kurgulama biçiminden etkilenip, kendine özgü yeni bir anlatım biçimine uyarlar. 

Sinemanın-özellikle popüler sinema özelinden gidecek olursak- ihtiyacı olan ilk şey, iyi bir hikaye ve onun üzerine inşa edilecek kusursuz bir senaryodur. Hollywod'un endüstri haline geldiği dönemlerde yapımcılar seyirciyi salonlara çekmek için iyi bir hikayeye ihtiyaçları olduklarını biliyorlardı. Bu sebeple yapımcıların, senaristlerin ve yönetmelerin kafalarını çevirdikleri ilk yer edebi eserler olmuştur. Geniş kitlelerce kabul gören ve klasik mertebesine ulaşan romanları sinema perdesin taşımışlardır. Bu durum sinema endüstrisi için bir anlamda ticari garantiyi de beraberinde getirmiştir. Sıfırdan bir senaryo yaratmak yerine hazır güçlü bir metni senaryo olarak tasarlamak bir anlamda kolaylıkta sağlıyordu elbette. Bugün Hollywood tarihine bakıldığında ödüllü filmlerin ya da klasik haline gelmiş filmlerin bir çoğunun roman uyarlaması olduğu görülmektedir. Bu başarının altında sadece para kazanma heveslisi, kurnaz yapımcılar yer almadığını söylemek gerek. Stanley Kubrick, Frances Ford Coppola gibi sinemanın ustaları sayılabilecek yönetmenlerin filmlerinin birçoğunun roman uyarlamasıdır. Özellikle bu yönetmenlerin yaptıkları uyarlamalar, hem kitabın fanatik okuyucusunu, hem de sıradan izleyiciyi tam anlamıyla tatmin etmiştir. Aynı zamanda filmden önce henüz kitabıyla tanışmamış olanlar için, kitabın, iyi anlamda reklamını da yapmışlardır.


Bu başarının sırrı Murat Belge'nin de dediği gibi olmuş olabilir: "Belki de mesela o yönetmen, o sinemacı onun gördüğünden, bulduğundan daha iyi, daha ilginç, çok güzel olabilecek bir şey bulmuş olabilir." Kubrick ve Coppola gibi çok önemli yönetmenlerin uyarlamalarının zaman zaman eserin etkileyiciliğini aşmıştır da. Coppola'nın, Mario Puzo'nun kitabından uyarladığı Baba filmini hatırlarsak mesela, Coppola'nın ortaya çıkardığı film  o kadar güçlüydü ki, eser neredeyse ikinci planda kalmıştır. Bu da Coppola'nın eseri yorumlamadaki başarısıdır bir anlamda. Yine Coppola'nın metni sinema perdesine uyarlarken kurduğu görsel dünyanın kusursuzluğudur. Burada şunu da belirtmek gerekmekte sanırım; bir roman sinemaya uyarlanırken, kitabın sinema diline yakınlığı da gözetilmelidir. Gabriel Garcia Marquez gibi, Jack Kerouac gibi yazı dilleri çok katmanlı olan yazarların eserlerini sinema diline çevirmek çok zahmetlidir ve elbette başarısız olma riskini taşımaktadır. Walter Seller'in geçtiğimiz sene sinemaya uyarladığı, Kerouac'ın kültü kitabı Yolda'nın başarısızlığı bu duruma iyi bir örnek olabilir. Kerouac'ın çok katmanlı dili, çok karakterli hikaye örgüsünü tam anlamıyla uyarlamak çok zor haliyle... Seller'ın özellikle senaryo aşamasında çözemediği filmi eksik ve başarısızı kılmıştır. Burada şunu da belirtmek gerekir; sinemada iyi bir edebiyat uyarlamasının en önemli kıstaslarından biri de yönetmenin yazarın dünyasıyla, hatta yazarın kendisiyle kurduğu yakınlıkta yatıyor. Sellers'in birçok röportajında beat kuşağı edebiyatıyla, Kerouac'ın eserleriyle çok yakın bir ilişkide olmadığını belirtmesi, filmin başarısızlığındaki diğer sebeplerden biri sayılabilir. Bu noktada Adalet Ağaoğlu'nun şu açıklaması zihin açıcı olabilir: "Sinema edebiyatın kapısını çalacaksa; yazarın seçimlerine, hayattaki duruşuna, sanat anlayışına, duyarlılıklarına saygılı olmak zorundadır. Tersi manevi hakların ihlali kapsamına girer." Bu duruma verebilecek en iyi örnek iflah olmaz bir Tolkien hayranı olan Peter Jackson'ın Yüzüklerin Efendisi serisi olabilir. Tolkien'in dünyasına, metinlerine hakim ve hayran olan Jackson'ın seriyi sinema uyarlaması neredeyse kusursuzdu. 

Bununla beraber, günümüzde sinema ve edebiyat birbirine anlatım dili hiç olmadığı kadar yakınlaşmış gözüküyor. Bu tanıma en uygun yazar ise kanımca Dan Brown'dur. Kitapları dünya çapında büyük satış rakamlarına sahip Brown, bütün romanlarını sinematografik bir üslupla yazmakta. Yalın, akıcı bir dil ve senaryo mantığına yakın bir şekilde kurduğu diyaloglar ile kitabı okurken zihnimizde hep bir Hollywood filmi içerisindeymiş hissi yaratıyor. Zaten Da Vinci şifresi bütün dünya da çok satanlar listesinde uzun süre yerini koruduktan kısa bir süre sonra sinema perdesinde  kendine yer bulmuştu. Filmin yönetmeni Ron Howard ve senaryo ekibi, Dan Brown'un metnine farklı bir yorum getirmekten çok, kitabın bütün sayfalarını neredeyse tek tek senaryoya aktarma yolunu tercih etmişlerdi. Bu tercihleriyle film ve kitap arasında büyük yorum farkı ortadan kalkmış olmuştu. Film her ne kadar müthiş bir uyarlama olarak görülmese de, kitabın okuyuculara sunmuş olduğu keyifli vakit geçirme vaadini başarıyla yerine getirmişti. Elizabeth Gilbert'in Ye Dua Et Sev kitabı ve Stepheni Meyer'in Alacakaranlık serisi de benzer şekilde sinemada büyük gişe başarıları elde etmişti. Burada dikkati çeken nokta ise; bir dönem sinemanın sırtını yasladığı edebiyatın, artık günümüzde tam tersi bir konuma gelmesidir. Artık sadece sinema için yazılan romanlarla karşılaşmıyoruz. Yayınevleri de artık sinemaya uyarlanan eserlerin kapaklarını, filmlerin afişlerinden esinlenerek oluşturuyorlar. Hatta Türkiye'de bazı yayınevleri kitap kapağının arkasına filmin künyesini bile koymakta. Edebiyatın sinemaya yakınlaşması sadece bu örneklerle de kalmamış. Matrix'den ya da Speilberg'in Er Ryan'ı Kurtarmak filmden esinlenerek yazılan romanlara da rastlamaktayız. Elbette bu durumun popüler anlatı ve kültür endüstrisi için geçerli olduğunu söylemek lazım. Bir takım ticari kaygılar, kitapları ve filmleri birbirine yakınlaştırmış gözükse de nitelikli sanat yapıları için bu denli keskin dönüşümler ya da etkileşimler olduğu söylenemez.

Sosyal Medya  ve Kitap İlişkisi
Son bir kaç yıldır hayatımıza müthiş bir hızla giren sosyal medya, hiç şüphe yok ki birçok alışkanlığımızı değiştirmiş durumda. Bu değişimlerin başında ise okuma ve izleme pratiklerimiz geliyor. Özellikle Facebook ve Twitter'ın yaratmış olduğu bir değişim bu... Twitter'da 140 karakterle yazışma kültürü ya da Facebook'ta akıllı telefonlarımız yardımıyla, son sürat haber akışı takip etmenin yaratmış olduğu yeni bir okuma biçimi oluşmuş durumda. Bu son sürat hıza tam anlamıyla alışmış bünyeler, haliyle kitapta, sinemada benzer hızları arıyorlar. Türkiye'de özellikle Nuri Bilge Ceylan'ın filmleri için çok yavaş ve sıkıcı tanımı yapılması ya da Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ının çok karmaşık ve bitirilmesi zor bir kitap olarak adlandırılması bu tanıma örnek teşkil edilebilir. Sosyal medyanın getirmiş olduğu hızla birlikte, artık yetişmemiz ve sürekli bir takip etmemiz gereken bir dünya var. İzlenecek filmlerin ya da okunacak kitapların çok zaman almaması, bir an önce tüketilmesi beklenmekte. Son zamanların en çok ilgi gören yazarlarından biri olan Murat Menteş'in bir röportajında söylediği gibi: " Romanı saatte 300 km. hızla giden bir spor araba gibi tasarlıyorum." sözü bu duruma örnek bir bakıma. Murat Menteş'in kitaplarındaki aforizmalarla dolu ve yalın, akıcı dilinin genç okuyucu tarafından karşılılık bulması, en önemlisi de bir çırpıda okunup bitirilmesi bu anlamda önemlidir.


Sosyal medyada, özellikle Twitter'da insanların sıklıkla aforizmalar paylaşmaları da önemli bir duruma işaret etmektedir kanımca. Karmaşık ve çok katmanlı bir şekilde yazılmış bir kitabın tamamını okumaktansa, o kitaptan yapılan bir alıntı çok daha önemli bir hale gelmiştir. Sosyal medya hesaplarımızda inşa ettiğimiz avatarlar için çok  önemlidir o aforizmalar. O sözün paylaşılmasındaki ana dürtü, bir anlamda; cümlenin barındırdığı edebi derinlikle birlikte, paylaşan kişinin ruh hali ya da vermek istediği mesajla ilgilidir. Zaten aforizmaları paylaşanlar için o cümleyi kimin söylediğinden çok, esas olan  cümlenin ne kendisi için ne ifade ettiğidir. Bu bağlamda, insanların uzun uzun paragraflarla, karmaşık hikaye örgüleriyle pek ilgilenmedikleri, hatta bunları okumak için zamanları olmadığı söyleyebiliriz. Çeşitli sosyal platformlarda uzun metinler için kullanılan "özet geç" talebi bu tavrın en belirgin göstergelerinden biridir. Bu yalnızca edebiyatta karşımıza çıkan bir trend değil, aynı zamanda haber diline de yansımış bir olgudur. Foto haber gibi görselin büyük, yazının az olduğu haberlerin ilgi görmesi, haber metninin özetinin daha dikkat çekmesi, sosyal medyanın okuma alışkanlıkları üzerinde yapmış olduğu değişimlere örnek gösterilebilir.

Bununla beraber, sosyal medyanın getirisi olan bir başka özellikle ise artık okuyucunun pasif durumdan aktif duruma kayması. Twitter'da zekice yazılmış iletilerin çok dikkat çekmesi, kendi fenomenlerini oluşturması ya da bloglarında yazdıkları yazılarla meşhur olup kitap çıkarmış yazarlarla karşılaşmamız doğal artık. Sosyal medya her anlamda okuma ve yazma pratiğimizi değiştirmiş durumda. Geçtiğimiz senelerde, Twitter'da 140 karakterle hikaye yazma çabaları da bir anlamda bu değişime örnektir. Sosyal medyada oluşan bu yeni dünya, yazma pratiklerimizden edebiyata ya da genel olarak sanatın üretim biçimlerinden tüketim biçimlerine varana kadar değişimi zorunlu kılmıştır. Genç yazarları internetten arayan yayınevleri, çekmiş olduğu kısa filmlerle sosyal medya sayesinde meşhur olan genç yönetmenler, bu yeni duruma iyi birer örnek teşkil etmektedir.
Neticede yukarıda da belirttiğimiz gibi sinema ve edebiyat ilişkisi sinema tarihi kadar eskidir. Edebiyat anlatım tekniği olarak sinemayı etkilemiş, onun hikaye anlatım biçimlerinin derinleşmesini sağlamıştır. Sinema her zaman için iyi, orjinal senaryoya, hikayelere ihtiyaç duyacaktır. Bunun için de, bir gözü her zaman edebiyatta olacaktır. İkisi arasındaki bu ilişki hiç bitmeyecektir bir anlamda. Fakat burada önemli olan nokta sanat ürünlerine nasıl yaklaştığımızdır. Kültür endüstrisinin, ticari kaygıları ön plana çıkarıp, kitapların içeriklerini boşaltıp, salt eğlencelik haline getirmesi hem yapıtların kendisine zarar vermekte, hem de sinemaya zarar vermektedir. Diğer taraftan kitaba aşkla bağlanan, onu en iyi, en kusursuz şekilde sinemaya aktaran sinemacılar ise hiç kuşku yok ki o edebi esere olumlu katkılar yapacaktır. Sonuç olarak sinemada karşımıza çıkan her kitap uyarlamasında sanırım aynı cümleyi tekrar edeceğiz: " Ama kitabı daha güzeldi." Neticede insanın hayal dünyası kadar zengin bir şey yoktur kanımca.

Can Öktemer
* Bu yazı, Lacivert Dergisi'nin Mayıs-Haziran 2014 tarihli, 57. sayısında yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok: