2 Kasım 2014 Pazar

Azra Deniz Okyay: ‘Amacım, kadını Türkiye sinemasında daha farklı bir yere koymak’



Little Black Fishes isimli kısa filmiyle 2014 yılında !F İstanbul Bağımsız Film Festivali’nde “En İyi Kısa Film” ve Barcelona Film Festivali’nde “En İyi Sinematografi” ödüllerini alan Azra Deniz Okyay’la sinema dilini konuştuk.
Azra Deniz Okyay
(Fotoğraf: Engin Iriz)
- Jean-Luc Godard, Çinli Kız filmindeki karakterlerden birine şunları söyletir: ‘Lumière kardeşlerin belgesel çektikleri, buna karşılık Mèliès’in kurmaca filmler yaptığı söylenir. Yanlış! Lumière izlenimci filmler çekmiştir. Mèliès ise güncel olayları yeniden canlandırmıştır.’ Çektiğiniz filmler ve videolar izlenimci filmler ya da videolar mıdır? Yoksa güncel olayları yeniden canlandırma mı?
Yıllarca kadınların normalleşmiş ölüm haberlerini okudum. Batman women are heroes [Batman kadınları kahramandır] adlı videom, bu haberleri okuduktan sonra gerçekten de sahaya inerek/kendi gözlemlerimle çektiğim bir video oldu. Amerikan filmlerindeki vahşi/ aksiyon sahneleri benim için, Batman women are heroes’da anlatılan ve normalleşmiş intiharları dinlemekti. Olayları tekrar farklı canlandırdığınızda -yani benim videomdaki gibi- Batman kadınlarını, bir Amerikan filmi gibi karakterleri büründürürseniz aynı hikâyeden esinlenerek, kadınların kendine uyguladıklarını insanlarda daha farklı tepkilere yol açacağını düşünerek yol aldım. Hikâyeleri normalleştiren bir toplumdayız, kader”, “olabilir” gibi, korkunç hikâyeleri bir film gibi izleyip kapatmak, benim en büyük derdim. Şiddetin olduğu bir bölgedeki kadının üstündeki yük bin kez daha fazla. Bu konuya ışık tutmak lazım.
Bir de, 1 Mayis videosunda da helikopter sesini filmin müziğinde sürekli olarak kullandım. Son dönemlerde, özellikle Taksim’de oturuyorsanız, duyduğunuz bu ses çok normalleşti. Çok şiddetli olmasına karşın, bizdeki algı da o müzik kadar doğallaştı. Belgeselde kullanınca herkes aslında bu sesle yaşadığının farkına vardı. Bir katmanı tekrarlamak değil de, bir sinemacının, bunu tekrardan farklı bir yerde kullanması, o obje ve öğeye farklı ve günceldeki yerini daha da oraya çıkartıp değerini verir. Bu sesin, bu hikâyelerin bizde normalleşmesi zaten durumu çok net bir şekilde koyuyor.
-Abbas Kiarostami bir söyleşisinde, ‘Yeni bir sinema tasavvur etmenin tek yolu izleyicinin rolünü daha fazla kale almaktır. Bitmemiş ve tamamlanmamış bir sinema tasavvuru elzemdir, böylece izleyici müdahale edebilir ve bir boşluğu, eksiklikleri doldurabilir’ diyor. Kiarostami’ye katılıyor musunuz? Sizin sinemanızda izleyiciye biçtiğiniz rolü bizlere açıklar mısınız?
Kiarostami’nin söylediği gibi, seyirciyi elinden tutup bir yerde bırakırsanız ve o karar verip filmin anlamını çıkartır. O zaman herkes mutlu olur sanki. Küçük Kara Balıklar filminin sonunda bir cümle var. Seyirci bana gelip o soruyu tekrardan yöneltip, ‘Gerçekten Ermeni soykırımı olduğunu düşünüyor musunuz, tam anlayamadık” diye soruyor. Ben de her seferinde seyirciyi düşündürtmek istiyorum. Türkiye’de hâlâ soru soramama, cevabını anlamamazlıktan gelme veya cevabı hep değiştirme var. Ve bu soruyu hep soruyorlar. Bir de video artta kullandığım dili sinemada kullanmanın, yeni bir sinema oluşturduğuna inanıyorum. Seyircinin rolü olmazsa, zaten anlamayıp o filmden kaçar. Sinemada onlara soru sormak, izleyip nereye götürdüğünü görmek, seyircinin en güzel heyecanı benim için.
- Bir edebiyatçıyı anmak isterim. Andre Gide’i. Andre Gide önemli olanın bakılan değil, bakış olduğunu söyler. Sizce önemli olan bakılan mı? Yoksa bakış mı?
Annem ve babam mimardı ve küçüklüğümden itibaren bakmakla görmek arasındaki farkı anlatmışlardır aslında bana. Beni etkileyen başka bir isim de yazar Nezihe Meriç. Yazdığım her sahnenin bir anlamı olduğunu, o sahneleri neden koyduğumu sorgulamam gerektiğini anlattı. Bendeki gelişen sinema dili, videoların kurgusu da hayatta normalleşmiş “değerleri” tekrardan incelemeyi, tekrardan yazmayı gerektirdi. Sinemacı olmak, sizin o objeyi oraya koyma ve neden oraya koyup, ne anlatmanızla ilgili bir şeydir. Yarattığım filmlerde amacım, kadını Türkiye sinemasında daha farklı bir yere koymak. Yere bakan adamlar yerine, bir işlevi, bir amacı olan kadınları var. Gerçek karakterler var. Kadınlar, gerçekten sizlerin bakkalda gördüğü kadınlar veya kız arkadaşlarınız da olabilir. Bu yeni bakış açısını çok fazla film izleyerek kazandım. Dünya sinemasında, insan, etnik kavramları normalleştirdikçe, yeni bir dile ulaşıyor artık. Çok katmanlı, çok kültürlü, kendi içinde göçmen sayısı da çok olmalı ki, bizlere bir şeyler söyleyebilsin.
- There is no censorship in Turkey [Türkiye’de sansür yok] adlı video çalışmanızda, Türkiye’deki sansür meselesini ele alıyorsunuz. Sansürün gündelik yaşamdaki etkilerini hatırlatıyorsunuz. 6 stops [6 durak] isimli videonuzda ise Gezi direnişini ve polis şiddetini işliyorsunuz. Her iki videoyu mesafeli bir toplumsal eleştiriden öte ‘radikal bir eylem’ olarak ele alabilir miyiz?
There is no censorship in Turkey, Abdullah Gül’ün 2010 yılında ilk internet sansürüyle ilgili verdiği bir demeçti. Bu demeç, slogan şeklinde basına yansıdı. Sokaktaki sansür bizim için, “normalleşmiştir” mesela. Hayatımızda birayı siyah poşete koymakla başlayıp, kadın pedini hızlıca gazete kâğıdına sarmakla devam eden bir sansür var. Televizyondaki sansür de aynı mantık. Yeni sinemacılar, kadın göğsünü direkt gösteremiyor, korkuyor. Ben de There is no censorship in Turkey adlı videomda bir odanın içinde yok olan objeleri dönüştürdüm. Videoyu koyduktan sonra 1 ay sonra, Vimeo kapatıldı bir süre. Sonra biz de başka internet tünellerinden, başka yollar kazarak, izleyeceğimizi izledik. Kapıyı kullanacağımıza sürekli yan pencereden geçiyoruz. Artık bu durum eylemi geçti. 6 Stop’ın hikâyesi ise şöyle: Paris’te Fransız bir gruba bir çekim yapmaya gittim ve ormanlık bir bölgede dumanlı bir ortam yarattığımız anda, o duman ve kokusu bende şok etkisi yarattı ve kalakaldım. Fransızlar, ormanın ne kadar romantik gözüktüğünden bahsederken, benim konuşabilmem bile mümkün değildi, travması bütün bedenimi sarmıştı. 2 gün sonra bu videoyu orada çekip, Gezi direnişini yaşadıktan birkaç ay sonra, halen en ufak dumanın, koşunun, yaşanan olayları travmatik bir şekilde çıkartmamızdan yola çıkarak yaptım. Baktığımız hiçbir duman estetik olamayacaktı. Baktıkça videodaki “sakinleştirilmiş şiddet” halini yansıttığının, bir bakıma da sansür olduğunu düşünüyorum. Çekerken Paris’teki yetkililerden izin almadım. Sabahın ilk saatlerinde çekerken de yine bir eylemci gibiydik. Her yer eyleme dönüşüyor ama bu durum bir o kadar da normal artık bizim için.


K Ü Ç Ü K K A R A B A L I K L A R TRAILER from azra deniz okyay on Vimeo.

- Tayyip Erdoğan 4 yıl önce Türkiye’de yaşayan kaçak Ermeni göçmenleri kovmakla tehdit etmişti. Siz Little Black Fishes [Küçük Kara Balıklar] adlı filminizde kaçak bir Ermeni göçmenin hikâyesine de yer veriyorsunuz. Kaçak bir Ermeni göçmenin hikâyesine yer verme fikri nereden aklınıza geldi?
Little Black Fishes adlı kısa filmin karakterlerinden Maral, benim Fransa’dayken ve tam o ülkeden biraz farklı bir şekilde, kovularak ayrılmam gerektiğinde karşıma çıktı. Ailemin yanında Ermenistan’dan kaçak gelip, orada hemşirelik okumasına rağmen, para kazanmak için ev işçiliği yapıyordu. Konuştuğumuz konular, hayalleri hep aynıydı. Filmi sırf onun hikâyesini için çektim diyebilirim. Benim için müthiş bir kadın.
Filmin hiçbir yere ait olmamasını, tam bir “göçmen sineması” olmasını istedim. Hikâye Maral ile benden çıkınca tam istediğim gibi oldu. Paramız olmadığından, ekibi taşımak yerine iki ekip kurduk. Paris’te profesyonel bir ekip, Türkiye’den başka bir ekip. Hepsi aynı fikre inandılar. Film tahminimden daha çok uluslararası dostluk köprüleri, herkesin kimliksiz, ülkesiz olduğu bir filme dönüştü. Film, kısa film kategorisinde olmasına rağmen 70 kişi çalıştık.
- Little Black Fishes adlı filminizin bir diğer karakteri de Paris’te bürokrasi ile problemler yaşayıp kaçak konumuna düşen bir Türk. Fransa’ya baktığımız zaman Le Pen’in aldığı oy oranlarındaki artış, Paris’te göçmen mahallelerine yönelik polis şiddeti… Göçmen düşmanlığı sadece Türkiye’ye has değil. Türkiye’de her zaman göçmen düşmanlığı vardı. Fakat son 2-3 yıldır daha da arttı. Suriye’de süren iç savaş yüzünden Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan Suriyeli göçmenlere yönelik saldırılar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Yüzyıllardır göç ederek oluşmuş toplumlarız. En büyük ülkelerin kökleri göçmüş olan ailelerden geliyor. Benim ailemde iki tarafta göçmen. Göçmen olmak çok doğal ve bitmeyecek bir enerji gibi geliyor. Benim filmimde savaştan kaçan değil, umutları için göç eden insanlar var. Ama bunların kökleri de halen konuşulamayan, üçüncü kuşak, ülkelerin kendi aralarında cevap vermediği sorulara cevap arayan gençlik. Le Pen, Fransa’da kendilerinin kolonyalist bir toplum sayesinde oluştuklarını söylemedikçe, göçmenleri gereksiz görecek. Ve baskı, düşmanlık devam edecek bence. Şu anda belediye binalarında, artık Fransız olan üçüncü göçmen jenerasyonundan insanlar bizlere bağırıyor bir kâğıt eksik olunca. Türkiye’de herkesin, göçmen olmasına rağmen, üçüncü jenerasyonu, kendileri vermedikleri cevaptan dolayı düşman olarak kodladığını düşünüyorum. Irkçılık insanlığın en korkunç zehri benim için. Zaten bu düşman olan insanları başka bir yere koysanız, çırılçıplak kalırlar. Savunacakları hiçbir şey kalmaz. Bu algıyı değiştirmek gerek. Geçen sene Altın Portakal’da beyaz İstanbullu bir kısa filmci ile Diyarbakırlı bir çocuğu aynı masaya oturttum. Ve hadi konuşun dedim. O gece kavga ettiler çok. Diyarbakırlı çocuk, Kürt kimliğinin nasıl yaşanması gerektiğinden bahsetti. Sabah hep birlikte denize girdiğimizde, Diyarbakırlı’ya denize girmesinde İstanbullu ilk yardım edendi. Elini uzatıyordu. Bu benim için her şeyi açıklıyor. Konuşmadıkça, anlamaya çalışmadıkça, sınırları aşamazlar.
(Azra Deniz Okyay’ın kısa filmleri ve video çalışmaları 23 Ekim ve 13 Kasım tarihleri arasında Prizma Space’te!)
İlker Cihan Biner

Hiç yorum yok: