30 Ekim 2014 Perşembe

Orhan Uluca: ‘Türkiye, futboldaki gelişiminin çok uzağında’



Orhan Uluca, Almanya futbolu denilince akla gelen ilk isimlerden. Bundesliga üzerine engin bir bilgiye sahip olan Orhan Uluca, uzunca bir zamandır blogu üzerinden Bundesliga üzerine dikkat çekici analizler yapmakta. Çeşitli spor yayınlarında da yazılar yazan Uluca, vasatlığıyla meşhur Türkiye futbol kültürü içerisinde derinlikli analizleri ve yorumlarıyla futbol romantiklerinin ilgiyle takip ettikleri yazarlardan birisi. Orhan Uluca’yla son yılların gözde futbol ülkesi Almanya futbolunun başarısının ardındakileri ve son dönem Türkiye futbolu hakkında konuştuk.
Orhan Uluca
- Son yıllarda dikkat çekici bir şekilde futbolda Almanya’nın hegemonyasını görmekteyiz. Siz bu yükselişi neye bağlarsınız? Almanya futbolda hangi atılımları yaparak bu duruma geldi?
90’ların sonunda, otoriteler tarafından Almanya futbolunun kriz içerisinde olduğu konuşuluyordu. Oysa 1999 yılında, Bayern Münih, Şampiyonlar Ligi’nin o unutulmaz finalinde Manchester’a karşı son 1 dakikada kupayı ellerinden kaçırmış, 2001 yılında ise aynı kupayı kazanmayı başarmıştı. 2002 yılında ise bir başka Alman takımı Bayer Leverkusen, Şampiyonlar Ligi’nde yine final oynarken, Dünya Kupası’nda Almanya finale kalmıştı. Kulüp bazında başarılar bir yana Almanya’nın Dünya Kupası’nda final oynamasına rağmen, Almanlar, futbollarının bitme noktasına geldiğini sıklıkla dile getirmeye başladılar. Sorun Almanya’da geleceğe damga vuracak Sebastian Deisler hariç uluslarası bir yıldızın olmamasıydı. Amaçları yeni yetenekleri keşfetmek ve modern futbola uygun şekilde onları yetiştirmek oldu.
- Bunlar için neler yaptılar?
Almanya, her şeyden önce 2002 ve 2003 yılları içerisinde öz kaynak düzenini baştan aşağı değiştirdi. Önce yeni model oyuncu tanımı yapıldı. Çok yönlü, çok koşan, her iki ayağını da kullanan mevki ayrımı saha içerisinde gözetmeyecek farklı mentaliteye sahip bu yeni oyuncuların yetiştirileceği zirve futbolunun gerektirdiği şekilde eğitim için farklı metotları belirlediler. Eğitim farklılaştırıldı, yenilendi ve özellikle futbolcuların çok yönlülüğünün üzerinde duruldu. Örneğin Götze, Müller, Draxler, Kaan Ayhan vb.
Ülkenin 366 farklı yerinde kontrol noktası oluşturarak 11 ile 14 yaş arası 14 bin yetenek keşfedilecek şekilde “yetenek taraması” yapıldı. Yanlış hatırlamıyorsam, Deniz Naki de bu taramalar sonucu keşfedilmişti. Bu çocukların hemen hepsi, bir Bundesliga takımı çalıştırabilecek teknik direktör lisansına sahip antrenörler tarafından belirlenilen hedef doğrultusunda çağa uygun şekilde eğitildi. 2007’de, Matthias Sammer’in sportif direktör olmasıyla perspektif genişletildi. Kreşe giden çocuğa dahi müdahale ederken, 21 yaşına kadar olan süreç ayrıntılarıyla ele alınıldı. Bu verileri alındığında, toplam 600 bin insan yetenek taramasından geçirilmiş oluyordu.
Thomas Müller, Mario Götze ve Julian Draxler gibi ön alan oyuncularının sağ açık, sol açık gibi kavramlarla tanımanamayacak ölçüde çok yönlü olduğunu görürsünüz ama aynı zamanda bu oyuncuların hepsi maç başına 12 km koşabiliyor, Müller ise 13 km.
En önemli ayrıntı ise bu görevin başrolünde federasyonun olmasıdır. Kulüpler kendi çıkarlarına uygun şekilde hareket eden yapılardır. Gerek yetenekleri keşfetmek, gerekse de kulüplerin yetenekleri doğru şekilde eğitmesi için kimi yatırımları devreye sokmak federasyonun eylemidir. Bugün ülkede benzer bir metodoloji uygulanacaksa, burada Türkiye Futbol Federasyonu sorumlu ve baş aktör olmak zorundadır.
- Bundesliga, hem rekabet olarak hem de kalite olarak İngiltere Premier Lig’le yarışacak durumda olmasına rağmen, izlenirlik ve takip edilirlik konusunda hep geri kalmıştır. Siz bu durumu nasıl yorumlarsınız? Son yıllarda Almanya’nın futboldaki beynelmilel başarıları bu durumu dengelemiş midir?
Son yıllarda en fazla çıkış yapan uluslararası lig olduğu gerçeği bir yana genel olarak Bundesliga’nın tanınırlığı ve uluslarası piyasası bir hayli düşüktür. Bunun en önemli nedeni ise ligde var olan yıldız oyuncularının azlığıdır. Bu da aslında Bundesliga kulüplerinin sağlıklı bir ekonomiye sahip olması nedeniyle transfere görece çok az para harcamasından da kaynaklıdır. Dünyanın en sağlıklı futbol kulüpleri Bundesliga’dadır. İngiltere’nin orta sıra takımı olan Tottenham’ın harcadığı para, Almanya’da harcadığı para açısından diğerleriyle arasında bir hayli fark olan Bayern Münih’e ancak denk düşüyor. Üstelik Almanya’da parası olan herhangi bir zengin kulübün hisselerinin en fazla yasa gereği yüzde 49’u alınabilir ve yüzde 51 hisse her zaman kulübün kendisinde kalır. Zenginler, kulübün sahibi olamaz. İtalya’da ise Serie A, B ve C’de bulunan kulüplerin yüzde 70’i iflasın eşiğinde. İngiltere ve son dönemde Fransa’da kulüplerin başına zenginler geçiyor. Bu, bana göre zararlı olan koşulların Bundesliga’da yaşanmamasının bir başka getirisi de yıldızların lige uzak kalışı oluyor. Bu yüzden, Bundesliga oyuncu yetiştirir. “Parasıyla sürekli yıldız alır” algısına sahip Bayern Münih’in en çok kazanan dört oyuncusundan üçü, Lahm, Schweinsteiger ve Mülller kendi altyapısında yetişmiştir.
Barcelona'daki sayısız başarının ardından Bayern Munich'i çalıştıran Pep Guardiola
- Türkiye’de yaygın bir anlayış olarak, Pep Guardiola’nın başarısını antrenörlük kabiliyetine değil de, sahip olduğu iyi futbolculara bağlanır. Bu görüş sizce ne kadar doğru? Pep Guardiola’nın başarısının sırrı nerede yatıyor sizce?
Bakın şunu söyleyebilirim: Pep Guardiola, dünyanın bana göre açık ara en iyi teknik direktörüdür. Geçtiğimiz günlerde, Barcelona’nın bugününe bakarak, Roma Teknik Direktörü Rudy Garcia, Pep için antrenörlüğün değerini gösteren adam olarak övgüde bulunmuştu. Çünkü o gittikten sonra, Barcelona kupaları toplamaya devam etse de, imzası silindikçe uzay takımı kimliğinden de sıyrılmıştır. Üstelik Guardiola, çok başarılı bir kulübe gelmesine rağmen, sahanın içerisinde imzasını net bir şekilde atar. 30 yaşındaki dünyanın en iyi bekini “defansif orta saha” yapar, en yüksek pas yüzdesi yine onun çalıştırdığı takımın olur. Üstelik bunların dışında oyunu okuma ve müdahale konusunda da son derece başarılıdır. Geçtiğimiz sezon Mainz, Hertha Berlin gibi Bayern’i ilk devrede etkisiz kılmayı başaran takımlar, onun doğru müdahaleleri sonucu sahadan boynu bükük ayrıldılar. NTV yorumcusu Önder Özen ile olan bir muhabbet içerisinde Real Madrid’in başındayken Mourinho’nun presi karşısında çaresiz kalan Barça’nın üçlüye geçerek, beşli hat içerisinde Real Madrid’in presini kırmasını gördüğü en büyük teknik direktör hamlelerinden birisi olarak anlatmıştı. Almanya’ya geldikten sonra yakından takip ettiğimde gördüm ki, Önder Özen bu konuda çok doğru bir tespitte bulumuş; zira Katalan teknik adam, kendisine özgü futbol anlayışı ve oyunu okuma ve müdahale konusunda gerçekten çok üst düzey. Aynı zamanda, topladığı kupaların dışında futbola “yeni” bir şeyler katan devrimci teknik direktörler arasında yer alır.
- Almanya’da, son yıllarda Sami Khedira, Boateng ve Mesut Özil gibi Alman olmayan futbolcuların yer alabildiklerini görüyoruz. Bu tip konularda katılığını bildiğimiz Almanya, bu sürece nasıl girdi? Sizce aynı durum Türkiye içinde uygulanabilir mi?
Başta da belirttiğim gibi, Almanya 90’ların sonunda krize girdi. Bu dönemde ise önlerindeki örnek, 1998 Dünya Kupası’nı kazanan ve 2000’de de Avrupa şampiyonu olan Fransa vardı. O dönem, Fransa’nın kadrosunda 5 farklı kıtadan oyuncu bulunuyordu ve bu başarısı göçmenlerinden aldığı verime de dayandırılıyordu. Bu nedenle, Fransa örnek alındı ve yeniden oyuncu taraması yaparak göçmenler üzerine daha fazla düştü. Nuri Şahin’in Türkiye’ye kaptırılmasının ardından, Türk oyuncularla en azından Türkiye’ye göre daha yakından bir ilgi göstererek, Mesut, Serdar ve İlkay gibi oyuncuları da milli takıma kazandırdılar.
Bu durum, Türkiye’de olsaydı, bu futbolcular, pek tabii milli takıma katılırdı ama asıl soru bence şudur: Milli takımdan davet alanlar, Almanya’daki göçmenlerin pek çoğu gibi milli marşı söylemeyi reddetselerdi, nasıl olurdu? Bunu yapabilirler miydi? Mesut, Khedira gibi milli marşı söylemeyerek, davet almaya devam edebilirler miydi? Löw gibi Terim de bu onların tercihi diyerek anlayış gösterir miydi? Sanmıyorum.
- Bildiğimiz gibi geçtiğimiz günlerde yaşadığımız Gökhan Töre krizi çok konuşuldu, çok tartışıldı. Sizin bu konu hakkında görüşleriniz neler? Sizce bu kriz doğru yönetilebildi mi?
Birkaç farklı açıdan bakıp değerlendirebiliriz bu konuyu. Etik ve ahlaki değerden yoksun bir şekilde sadece pragmatist açıdan bakarak, milli takıma vereceği zarar ya da fayda üzerinden ele alındığında net bir hata yapıldığı görülüyor. Gökhan Töre, Hakan Çalhanoğlu ve Ömer Toprak arasında geçen bir olayda, yetkililer, üç oyuncu arasında bir hukukun gelişmesini başaramadılar. Bu, Fatih Terim’in başarısızlığıdır. Nihayetinde, bu olay basının kaşıması neticesinde değil, verilen cezayı yeterli bulmayan Ömer ve Hakan’ın gösterdiği tepki sonrası gündeme oturdu. Belki de ne ceza verildiğinin dışında oluşan korkunun giderilememesidir tüm mesele. Dolayısıyla, bu krizin yönetilemeyişinin bir başka mağduru da cezayı belki de çok daha ağır bir şekilde çekmek zorunda kalan Gökhan Töre oldu. Riera ve Melo kavgasında da adaletli davranılıp davranılmadığı konusunda basın bir tartışmaya girmedi, zira Riera, o dönem bu olayı büyütmedi. Eğer Riera, o dönem ikinci maça isteksiz çıksa ya da çıkmayı reddetseydi, basın bu olayı da uzun süre gündemde tutar ve cezanın adil olup olmadığı konusu uzunca süre tartışılırdı. Belki de tartışılması gerekiyordu. Burada nasıl bir yönetim başarısı varsa, bu olayda da başarısızlık söz konusu ama bu bakılması gereken nokta değil.
Diğer açıdan, ben sade bir vatandaş olarak yanıma silahlı bir arkadaşı alarak bir odayı basıp hedefimdeki insanın yanındakileri yere yatırıp korkutarak bir vatandaşa kanlar akıtacak şekilde girişsem, bunun cezai bir yaptırımı olmaz mı? Milli takım kampında sınırları bu denli aşan bir oyuncunun gerçekten cezası 6’sı özel olan 7 maç milli takıma çağrılmamak mıdır? Aynı zamanda, böyle bir davranışta bulunan oyuncuya psikolojik yardımı esirgeyerek silahlı olayların devamını hem milli takım yetkililieri hem de Beşiktaş kulübü sağlamış olmuyor mu? Gökhan Töre’nin yerine oraya ben oğlumu koyuyorum. Ne yaparsınız? Bir daha yaşamasından ve oğlumun kötü bir sona doğru gitmesinden korkmaz mıyım? Bir sonraki silahlı olayda kurşun sekerek omzuna denk geldi, ya beynine denk gelseydi? Ya o yanında getirdiği silahlı adamın elinden çıkan kurşun Hakan ya da Ömer’e ölümcül bir yara açsaydı, o zaman mı bu konulara gereken önemi gösterecektik? Bu ihtimal, Çek maçında alınacak olan 3 puandan daha mı az önemli? Konu buysa, milli takımın maçının ne önemli var?
Milli takım yoluyla Gökhan Töre, bu olaylar sonrası çok önemli Çek maçında son saniyede galibiyet golü atmış olsaydı, eğer bu oyuncunun yaptığı bu hareket toplumda nasıl algılanırdı? Gökhan Töre’nin milli takımın rezervasyonunu yaptırdığı otele silah sokması ayrı bir suç. Silahlı bir adam sokmak çok daha başka bir suç. Silahlı adamla milli takım arkadaşlarına saldırmak, kan akıtmak ve onları elinde silahla tehdit etmek ise çok başka bir suç. Hakan benim oğlum olsaydı eğer, ben asla ve asla Gökhan’ın olduğu takıma oğlumu göndermezdim. Bir garanti isterdim. Hakan’ın babasının verdiği tepkinin içeriği de budur. Zira Gökhan iyi niyetli olsa dahi, çevresinde silahın patlaması an meselesidir.
Almanya’da, İvan Rakitic evine hırsız girdiği için günlerce uyuyamadı. Evini taşıdı, psikologa gitti ve yine de psikolojisi düzelmedi, ülkeyi terk etti. Hakan’ın annesi, bu olaydan haberdar olduktan sonra günlerce ağlamış. Hakan bunu anlatırken gözü doldu ZDF ekranında. Söylenenlere göre, Ömer Toprak bu olaydan sonra oynayacağı ilk maçı için teknik direktörden izin istemiş, psikolojisi iyi değilmiş. Kendinizi bir başkasının yerine koyarak, her zaman doğruya ulaşamazsınız. Çok başka koşullarda yetişmiş olan bu çocukların psikolojisi çok fazla düşünülmedi. Hakan ve Ömer, hak iddia ediyorsa yüzde yüz haklıdır ve tüm bu sorunların altında, aynı zamanda Fatih Terim’in “Ben ceza verdim, yeterli olması gerekir, itiraz istemez” egosu da yatıyor.
 
Borussia Dortmund Teknik Direktörü Jurgen Klopp
- Jurgen Klopp, son Galatasaray-Borussia Dortmund maçından sonra, çok ilginç bir açıklama yaparak, ‘Başkanım, Türk mantalitesine sahip olsaydı bugüne kadar gelemezdim’ dedi. Klopp’un bu açıklamaları için neler demek istersiniz? Klopp’un Türkiye’de futbol zihnini tek cümleyle özetleyebilmesini neye bağlarsınız?
Öncelikle o röportajda soru da önemlidir. “Galatasaray bir sezonda 3 teknik adam değiştirdi” ile başlıyor soru. Klopp da bu mentalite olsaydı diye çok doğru bir tespit yapıyor. Nihayetinde bugün dünyayı kendisine futbolu ve tarzı ile hayran bırakan Dortmund, öncesinde küme düşme potasına kadar gerilemiştir. Nihayetinde, bu büyük çıkış için, şampiyonluk hedefi olmayan yılları geçirmeyi göze aldılar. Türkiye’de büyük bir takımın Dortmund’u örnek alması çok kolay değil. 3 büyüklerin hepsi her sezon şampiyonluk istiyor. Bu her şeyden önce matematiksel olarak mümkün değil. Dolayısıyla yılda 2 hoca değişimi, en azından düne kadar kaçınılmazdı. Bir şeyleri oluşturmak için zaman gerekir, bunu kavramak gerekir.
-Türkiye’de teknik direktörlük mesleğinin pek ciddiye alınmadığı bir gerçek. Gençlerbirliği, daha sezon ortasına gelmeden dört hoca değiştirdi, hatta İlhan Cavcav, Mustafa Kaplan’ın görevine son verdikten sonra bir sonraki maça kendisinin çıkacağını duyurdu. Türkiye’deki bu garip futbol anlayışının değişmesi için neler gerekiyor sizce? Sizce teknik direktörlerin, bu anlayışa dur demek için, Aziz Yıldırım ve İlhan Cavcav gibi başkanlara ne gibi tavırlar alabilir?
Bu iki başkanın yaptığı açıklamalar sonrası ben Antrenörler Derneği’nin bir tepki koymasını bekledim. Antrenörler bir açıdan sahipsiz. Çok zor koşullarda iş buluyorlar ve bunu kaybetmemek için çok fazla taviz vermek zorunda kalıyorlar. Bir röportaj esnasında, bir teknik direktöre sözleşmedeki hakkınızı neden talep etmediğini sorduğum zaman, bu “uygunsuz” davranışın sonucunda bir daha iş bulamayacakları korkusunun yattığını söylemişti. Benzer şekilde pek çok tavizi bu nedenle veriyorlar.
Kişisel isteğim, bu tarz yaklaşımda bulunan bütün başkanların başarısız olması. Başarısızlık, ancak antrenörlere yapılan bu saygısızlığı anlatır. Öte yandan iki başkanın da çok uzun süre başkanlık yapması da böyle bir aymazlık içerisinde bulunmalarına imkân veriyor. TFF’nin “Bir kulüp bir sezonda sadece bir kez teknik direktör değiştirebilir” gibi koşullandırmaları kısmen bu sorunu çözebilir. Toplum algısında bu açıklamaların absürtlüğünün anlaşılması için gereken tek şey ise başarısızlık.
Real Madrid'i çalıştırdığı dönemde 4 yılda 7 kupa kazanan Vincente Del Bosque, 2004'te başına geçtiği Beşiktaş'ta bir yılı bile doldurmadan kovuldu. Daha sonra yönettiği İspanya'yla bir Avrupa Şampiyonası ve bir Dünya Kupası kazandı.
- Bildiğiniz üzere, Frank Rijkaard, Roberto Mancini, Vincente Del Bosque gibi oldukça kariyerli hocaların Türkiye maceraları oldukça kötü hatıralarla bitti. Bu büyük isimlerin Türkiye’de başarısızlıkların sebebi neydi?
Çok bilinen cevabı ülkedeki futbol anlayışının yetersizliği. Lakin ben, 2-3 yıl önce Avrupa’nın beş büyük ligini kapsayan bir araştırma yapmıştım. Gördüm ki, Avrupa’da beş büyük lig kendi dilini konuşamayan teknik direktöre iş vermiyor. Premier Lig’de,  Avusturya veya İsviçre liglerinde başarı yakalamış teknik direktörler görev almıyor ya da Bundesliga’da Galli veya İskoç hocalar iş bulamıyor. Uruguaylı ve Arjantinli hocalar, dil birliği nedeniyle İngiltere ya da Almanya değil, İspanya’da başlıyor çalışmaya. Çünkü teknik direktör, tercüman aracılığıyla potansiyelinin yüzde 70’ini ancak sonuçlara yansıtabiliyor. Elbette beş büyük lig ile kalite farkı açılmış olan ligler, yabancının bu dezavantajında dahi fayda sağlayabiliyor. İstisnalar da her zaman mevcuttur.
Löw için konuşmak gerekirse Almanya’ya dönüşünde de başarısızlıkları oldu. Adana’da olduğu gibi Karlsruhe’de de 18 maçta 1 galibiyet alarak kovulmuştu. Aradan çok zaman geçti. Del Bosque’nin de İspanya dışında ne kadar başarılı olacağını bilemeyebiliriz. Rijkaard da keza Türkiye tecrübesi sonrası Arabistan’da da başarısız oldu. Özetlersek, tercüman aracılığıyla kendilerini ifade ederken, motive edici etkilerini kaybetmeleri ve futbolculara istediklerini yaptırma konusunda başarısız olmalarının yanı sıra, kültürel uzaklık ve ligler arası yapısal farklılık da önemli bir etken.
Eski model bir Alman teknik direktör, (Magath, Daum, Feldkamp) istediği disiplin ve fizik futbolunun geçişini dünyanın her yerindeki oyuncuya sağlayabilir. Fakat bugünün Almanyası’nda, 2000 sonrası farklı şekilde eğitilmiş yeni model oyuncularla çalışmaya alışmış, video analizleri ve yeniden oluşturulan taktiksel terminoloji ile derdini anlatarak başarı kazanmış teknik direktörlerin oyunculara istediklerini yaptırmaları güç. Almanya’da artık “geçersiz” olarak görülen Magath’lar, Daum’lar, belki Türkiye’de başarı kazanabilirler. İlk soruya dönersek, Almanlar oyuncularını farklı şekilde eğiterek, aynı zamanda bu yeni model teknik adamların başarısının da önünü açmış oldu. Türkiye, oyuncularına altyapıda ortalama eğitimi doğru bir şekilde vermediği sürece, İtalyan, yeni model Alman teknik adamların gelip de burada başarı kazanması çok zor. Dürüst olmak gerekirse, Prandelli’nin pragmatist zekasına güvenmiş ve başarılı olacağını düşünmüştüm ama İngilizce dahi konuşamaması, söylediklerinin aynı anda pek çok dile çevirmesi ve Sneijder’in betimlediği gibi soyunma odasının arı kovanına dönmesi sonucu başarılı olması zor.
- Geçten yıllarda BirGün gazetesi için Türkiye’deki teknik direktörlerle röportajlar yapmıştınız. Yapmış olduğunuz, röportajlarda sizi en çok şaşırtan detay ne olmuştu? Sizce Türkiyeli teknik direktörlerin başarı anlamında yurtdışındaki meslektaşlarına oranla geride kalmalarının en büyük sebebi nedir?
Tek ve net bir cevabı bence şudur: Kibir. O kadar çok kendilerine güveniyorlar ki, kendilerini yenileme ihtiyacını hissetmiyorlar. Hikmet Karaman, “olumlu” anlamda beni şaşırtmıştı, yeni bilgiye olan açlığı ve buna ulaşmak için çaba sarfetmesiyle. Maalesef pek çokları benim beklediğimin çok altında bir taktiksel içeriğe sahiptiler. Onlar için çok önemli olacağını düşündüğüm ayrıntılar söz konusu olduğunda, dillerinin dahi kabalaştığını görüyordum konuya karşı. İçten içe “Bırak bunları. Para yok, oyuncu disiplinsiz” gibi oyuncuların özel yaşamına dair yazılamayacak tonla ayrıntı sunuyor ve çok şeyi de buna bağlıyorlardı. Onlara üst düzey takımları başarıya götüren ayrıntılardan bahsettiğim zaman, neredeyse hepsi “Zaten tam da biz onu yapıyoruz” diyerek var olan bilgiyi deşmektense, aslında kendilerinin de o seviyede olduklarını anlatma çabası içerisindeydiler.
Oysa bugün Gladbach ile başarıdan başarıya koşan Lucien Favre, Hertha Berlin macerası sonrası kurslara gidiyor, Premier Lig kulüplerinde yeniden stajyer gibi antrenmanlarına ilgi duyup hafta hafta önemli teknik adamlarını ziyaret ediyor ve gelen teklifleri ise kendisini geliştirmek için bir yıl kabul etmiyor. Guardiola, Bielsa gibi teknik direktörlerin odaları kitaplarla dolu ve boş günlerinde dahi kendilerini geliştirmek için var güçleriyle çalışıyorlar. Türkiye’deki yerli antrenörlerin yüzde 95’i, abartmadan ifade etmek gerekirse, dünyanın değilse de Avrupa’nın en iyi teknik direktörü olarak görüyor, tek eksikleri büyük kulüplerin onlara yeteri kadar şans vermemesi. Ertuğrul Sağlam gibi beğendiğim teknik adamları saymazsak, bir kez olsun orta sıra bir Anadolu kulübü ile neden şampiyonluk yarışına giremediklerini kendilerine sormuyorlar. Gelişime kapalılar.
-Türkiyeli futbol yorumcuların Türkiye’de hocalık yapan kariyerli yabancı teknik adamlar için sıklıkla kullandıkları argüman ‘Futbolu bilmiyor’ olmuyor. Futbol yorumcularının bu sığ yorumlarının futbol kültürüne ciddi zarar verdiğini düşünüyor musunuz? Bu bağlamda iyi futbol bloglarının futbol kültürüne katkı sağlayabilir mi?
Bence bloglar kendilerine bir misyon biçmediler ama ülke futbol kültüründe bir eksikliği kapatarak, kendilerine sonradan biçilen misyonlarını yerine getirdiler. “Futbolu bilmiyor” tarzı açıklamalar, biraz da teknik adamların “yabancı” olduklarından dolayı kolay bir şekilde dile getiriliyor. Yerli-yabancı futbolcularda da bunu görürsünüz. Lincoln, Diego ya da Sneijder için rahatlıkla “Bunun neresi yıldız!” diyenini görürsünüz ama iki yıldır oynamayan Selçuk için olumsuz eleştiri olsa da, “Bunun neresi futbolcu!” yorumu yapılmaz. Eleştiri olsa da, nezaket elden bırakılmaz. İki gün sonra, bir mekânda karşılarına çıkıp o futbolcu hesap sorabilir çünkü. Her ikisine de yapılmamalıdır, o başka bir konu. Bir yorumcunun Melo’ya karşı olan öfkesine şahit olurken, aynı zamanda Emre’yi sarıp sarmaladığına da çokça kez şahit olduk. Melo da, Emre de gerçekten çok iyi futbolcular ve fakat karakter yapıları benzer. İki futbolcuya karşı olan yaklaşımdaki farklılık, hocalar konusunda da görülebilir. Çünkü yerliler, açar telefonu, hesap sorar, yabancıların pek çoğu o yorumu duymaz.
Genel olarak Türkiye’deki futbol yorumcularının eksikliği Avrupa futboluna olan uzaklıktan kaynaklanır. Oysa senin takımların her sezon en az 5 yabancı oyuncu transfer ediyor ve sıklıkla yabancı teknik direktörlerle çalışıyorsa, işinin sorumluluğu gereği Avrupa futbolu’na ilgi duymak zorundasın.
Aynı zamanda futbol yorumcularının neredeyse tamamı, bu işi en iyi kendilerinin yaptıklarını düşünürler. Bu “kibir” de yine gelişiminin önündeki en büyük sorundur. Bloglardan ziyade sosyal medyanın aracısız ve pervasız hesap soran dili, biraz olsun yorumcuları farklı maçları izlemeleri için ekran başına oturttuğunu da düşünüyorum.
Can Öktemer

Hiç yorum yok: