3 Nisan 2012 Salı

Haftanın Çok Bilmişi #13 yerine Çocukların Ölümü Üzerine

Bu blog, sadece içimizde oluşan sözü söylemek amacıyla katkı sunabileceğimiz gönüllü bir mecra olduğu için, gündelik hayattaki yoğun tempoya arada yenik düşüyor. Üç haftadır olduğu gibi… Geride bıraktığımız bu süreç içerisinde, “Yine erkekler kazandı!” diyerek Mor Bülten ekibinin görevine son veren IMC TV’yi, Pozantı Cezaevi’nde yaşanan insanlık dışı olayların olmasına izin veren tüm kurumları, sonrasında işkence ve tacize maruz kalan çocukların başka bir cezaevine aktarılmasını “Yeni yuvalarına kavuştular” gibi yüzsüz bir başlıkla duyuran NTV’yi, Banu Güven’e “devletsever” reflekslerle yakışıksız biçimde saldıran Osman Gökçek ve insanları telefonlarını teşhir ederek yıldıracağını düşünen babası Melih Gökçek’i, adı üstüne bir bayram olan Newroz/Nevruz’u kutlamak için illa ki belirli bir gün dayatarak kan bulaştıranları, Özgür Gündem gazetesini, her ne kadar karar geri alınsa da kapatma cüreti gösteren mahkeme heyetini ve daha önce defalarca kez denenmiş ve başarılı olunamamış yöntemleri kamuoyuna yeni (!) Kürt politikası diye sunan hükümeti,  “haftanın çok bilmişi” seçemediğimiz için derin mahcubiyetlerimizle özür dileriz.


26 Mart-1 Nisan 2012- Ramazan Dağ’ı hatırlayanımız var mı? Daha 13 yaşındayken devlet tarafından öldürülmüştü. Peki ya Uğur Kaymaz (12), Ceylan Önkol (10), Elif Akın (10), Mehmet Uytum (18 aylık), Enes Ata (8), Seyfi Turan (11) veya Roboski’de ölen 19 çocuk? Ocak ayında yayınlanan rapora göre, sadece 2011’de, tam 50 çocuk “devlet eliyle”, 673 çocuk da “devlet önlem almadığı için” yaşamını yitirdi. Öldürülmeyen ama işkenceden geçirilen, yani devletin hayatlarını karartmaya çalıştığı onlarca çocuktan kaç tanesini hatırlıyoruz? Manisalı gençler, Pozantı Cezaevi’ndekiler veya Utku Çetin (6), Meltem Yılmaz (10), Melih Çalayoğlu (13), Gülhan Yılmaz (14), Özcan Beldek (14), Hasan Keskin (15), Ercan Özkan (15), İbrahim Koyuncu (16), Bilal Ateş (16), Gökhan Umut (16), Yaşar Serdar (17) ve sayısız diğerleri? Yok edilen çocuklara bir yenisi daha eklendi bu hafta sonu. Damla Orhan… 1 Nisan günü yapılan YGS öncesi evinde sınav stresinden dolayı kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti.

Bu yitirmelerin hepsi, öl(dür)meyi kutsayan ve başarının tek ölçütünü dörtten veya beşten seçmeli yüzlerce sorudaki net sayısına endeksleyen rekabet anlayışını pompalayan bir sistemin ürünü. “Bir torna tezgâhı” olan eğitim hayatına adım atan “milli” atletler olarak yetiştirilen ve tüm “tabiat” tarafından hiçbir zaman “çocuk” olması veya “çocuk” olarak yaşaması istenmemiş insanların kaybı, bize artık bu sistemin böyle yürümemesi gerektiğinin işareti değil mi? Sistemi sürekli değişen ama içeriğine bir türlü dokunamayan bir düzenin oradan oraya koşturan ve bu sırada hayatı kaçıran kurbanları, çocuklar… Cüneyt Yalaz’ın dediği gibi “her çocuk biraz eşkıya, biraz umut” olamıyor Türkiye’de. Önce aileden başlıyor her şey. Ya da çocuklarını maratona hazırlayan antrenörler mi desek? Meslek seçiminin kazandığı paraya endekslendiği bir norm sistemine sokuluyor çocuklar. Aldıkları “milli” haplarla önce umutları, sonra da isyanları törpüleniyor okulda. Nefes almadan, oyun oynamadan, gülmeden, ağlamadan, sokağa çıkmadan dersanelere koşturuluyorlar tatillerinde. Yuttukları hapların pekiştirilmesi veya “sınav sistemine göre şekillendirilmesi” sağlanıyor. Sonra devlet, kendi hükümranlığındaki ve özgür hareket etme, bilim üretme hakkı olmayan üniversitelere alıyor çocukları. Sürekli değiştiği için artık ismini karıştırdığımız, sayısını hatırlamadığımız envai çeşit sınava tabi tutarak... Yıpratarak, bir “yarış atı” gibi koşuya sürerek, ailenin, okulun ve maddi rantın boyutunun dağları aştığı dersanelerin baskı düzeneklerinin eline bırakarak, yalnızca “doğru şıkkı seç” diyerek…

Kalbi, bu sürece dayansa bile akıl sağlığı, bu “başarı eşittir para” şiarıyla kurulmuş düzene dayanamayan milyonlarca “yorgun genç akıl ve beden” var bu ülkede. Üniversite sınavında aldığı yaraları sarmaya çalışırken, aynı yırtıcı sistemin tepesine oturmuş ve öğrenciyle birlikte diğer meslektaşlarını öğütmeye çalışan akademisyenlerle uğraşarak üniversite hayatını geçiren birçok genç yürek çarpıyor. Bu sistemle birlikte arkadaşlarına rakip edilen insanlardan, “ötekiler” için “empati” beklemekse ancak boşa ümit etmek haline geliyor. Sistem, bir şekilde kendini temelden besliyor. Kendi acımasız düzenini besleyecek bir “ordu”yu, üniversite yolunda kendi kariyerini çizmeye çalışan insanları, yavaş yavaş iğdiş ederek yeniden var ediyor. Ailelerin, öğretmenlerin, okulların ve dersanelerin bir yönüyle beslediği bu insanlık dışı sistemin dikte ettiği rekabete dayanamayan çocuklarsa, “devlet dersinde öldürülen çocuklar”ın kanı elinden akan sistemin altında sessizce eziliyor. Biz ise sadece bu insanların çözmeye çalıştıkları saçma soruların zor mu, kolay mı olduğunu tartışıyoruz. Ama artık bırakalım “yaşasın çocuklar” ama Hovhannes Tumanyan’ın dediği gibi “yaşamasınlar bizim gibi…”


Hiç yorum yok: