18 Kasım 2015 Çarşamba

Marsel Şalabi’den Melih Çelebi’ye: Türkiye’de bir ‘gayrimüslim’in ‘olağan’ öyküsü

Günümüzde Türkiye adına birçok ‘devşirme’ sporcu yarışıyor. Özellikle de atletizm ve masa tenisi branşlarında... Geçmişe döndüğümüzde de gözümüze çarpan, gayrimüslim sporcuların milli takımlardaki varlığı oluyor. Mıgırdiç Mıgıryan, Vahram Papazyan ve Aleko Mulos Türkiye adına yarışan ilk olimpik sporculardı. Fenerbahçeli Lefter Küçükandonyadis ve Sarıyerli Garo Hamamcıoğlu yeşil sahalarda boy gösterdi. Marsel Şalabi ise çok az insan tarafından tanınıyor. Oysa kendisi, Türkiye Milli Takımı’nın oynadığı ilk resmi voleybol maçında sahaya çıkan isimlerden biri. Şimdilerde Harbiye’deki bir huzurevinde yaşamını sürdüren 90 yaşındaki Şalabi ile sohbetimiz voleybol ile başladı, 6-7 Eylül olaylarına uzandı...
Marsel Şalabi (Fotoğraf: Miran Manukyan)
Marsel Şalabi kimdir? Kısaca anlatabilir misiniz?
Doğum tarihim 26 Nisan 1924, o da annemin söylediğine göre. Bakırköy’deki nüfus dairesi ise 1925 yazmış. Anlayacağın; yaşım gelmiş ya 90’a, ya 91’e... Bakırköy’de doğdum. İlk mektebi orada bitirdim. Sonra Bomonti’deki Saint Michel Lisesi’ne geçtim, ardından da İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi... 1945’te mezun oldum. Askerliğimi, Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nda Amerikalılara tercümanlık yaparak geçirdim. Askerdeki üç yılın ardından İstanbul’a döndüm. 1 Mayıs 1950’de Lubitsa Obradovic’le nişanlandım. Hayatımda aldığım en doğru kararlardan biri, eşimle evlenmekti. 54 yıl evli kaldık, bir kez bile kavga etmedik. Ben biraz sinirli bir adamımdır, zaten başka kimse 54 yıl beni idare edemezdi. İki çocuğumuz oldu. Kızım Montreal’de, oğlum ise Hamburg’da yaşıyor. Oğlumun dört, kızımın bir çocuğu var. Hatta bir torunumun 11 ve 16 yaşlarında iki çocuğu bulunuyor. Yani ben, torununun çocuğunu görmüş bir insanım...
- Peki, voleybola nasıl başladınız?
Saint Michel Lisesi’nde okurken başladım. 1930’lu yılların sonuydu. Mecburen oynuyorduk, zira Saint Michel’de teneffüste elleriniz ceplerinizde gezemezdiniz; herkes voleybol, basketbol veya herhangi bir spor ile meşgul olmak durumundaydı. Ben de voleyboldan ilerledim. 1946-1954 yılları arasında Türkiye voleybol şampiyonu olan iki takımın parçasıydım; Galatasaray ve Beyoğluspor. Ayrıca çok da özel bir anım vardır; Türkiye’nin oynadığı ilk resmi milli voleybol maçında forma giydim. 1953 yılıydı, Yugoslavya’yla oynadık, çok fena mağlup olduk. Takımda gayrimüslim dört sporcu vardı; Horyafkin Kardeşler ile Şalabi Kardeşler, yani ben ve abim. Horyafkinlerin büyük olanı Aleksandr, aynı zamanda Türkiye yüksek atlama şampiyonuydu. Kardeşi Valek de Türkiye’den Avrupa’ya giden ilk hakemdi. O maçta Sinan Erdem de forma giymişti, yakın arkadaşımdı. Toplamda sekiz yıl amatör olarak voleybol oynadım. Bizim zamanımızda profesyonellik yoktu, paradan bahsetseniz dayak yerdiniz. Bir lira dahi almadık. Para yoktu ama renk, kulüp, spor aşkı vardı. Her şey bundan ibaretti.
- Voleybolla amatör olarak ilgilendiğinizi söylediniz. Hayatınızı nasıl kazanıyordunuz?
Nişanlandıktan sonra kayınpederimin yanında çalışmaya başlamıştım. Deri ve bağırsak işlemesi yapan büyük bir şirketin bağırsak bölümünün başındaydı, ben de yanında çalışıyordum. Şimdiki Rahmi Koç Müzesi’nin olduğu yerde büyük bir mezbaha vardı, orada bağırsakları işleyip Almanya’ya ihraç ediyorduk. 90’ların sonuna kadar çalışmayı sürdürdüm ama bahsettiğim iş 1953’e kadar devam etti. Şirket kapandı, ben de Beyazıt yakınlarında elektronik eşya dükkânı açtım. Çok iyi çalışıyorduk, işler çok güzeldi. Fakat birkaç yıl sonra, 6 Eylül 1955’te her şey sona erdi. 6 Eylül sabahına kadar kendi çapımda küçük bir Vehbi Koç’tum, aynı günün akşamı koca bir ‘sıfır’ oldum. Gece 11 gibi çağırdılar, dükkânıma gittim. Kumkapı’ya çıkan yokuşun sonunda, hemen köşe başındaydı... Çok iyi hatırlıyorum; her dükkândaki her şey parçalanmıştı. Zaten gece 12’de sıkıyönetim ilan edildi, asker falan geldi. Çok kişi işini gücünü bırakıp gitti sonra; Rum, Ermeni, Yahudi, Fransız... Dikkat ederseniz 7 Eylül demiyorum; her şey 6 Eylül’de yaşandı, gece sıkıyönetim ilan edildi, ertesi gün ise hiçbir şey olmadı. 7 Eylül’de tüm İstanbul’u dolaştım; kabristanlara bile gittim, olayların ardında bıraktığı kalıntıları gördüm... Hatırlatmayın o günleri, hatırlatmayın...
- Peki ya sonra?
Sonra bunalıma girdim. Kafamı dağıtmak için Almanya’ya, hanımımın amcasının yanına gittim. Kayınpederim de bana bu konuda destek verdi, kısa bir süreliğine buradan uzaklaşmamı istedi. 15-20 gün orada kalıp Lübnan’a geçtim ki, orada hâlen akrabalarımız vardır. Annem ve babam İstanbullu ama dedelerimin hepsi Lübnan’dan gelmişler buraya. Neyse, bir süre sonra Türkiye’ye döndüm. Bankalar Caddesi 95 numarada bir dükkânım vardı, iki mühendis işletiyordu. Daha sonra ben de dükkânla ilgilenmeye başladım. 1965’e kadar her şey yolunda gitti. Derken Kıbrıs hâdisesi patlak verdi ve devlet, gayrimüslim işletmelerle ticaret yapmayı kesti. Bunun üzerine Marsel Şalabi olan ismimi Melih Çelebi olarak değiştirmek zorunda kaldım ve 50 yıldır bu ismi kullanıyorum. Kendi ülkemde ticaret yapabilmek için ismimden vazgeçtim yani, çok kötü. Bunun için ne söylesem az ama doğrudur, çok faydasını gördüm. Öyle olmasa 90’ların sonuna kadar çalışamazdım.
* Bu yazı, Socrates dergisinin Ekim sayısında yayımlanmıştır.
Vartan Estukyan

Hiç yorum yok: