20 Haziran 2015 Cumartesi

İstanbul’da Fidayda



Ankara’nın ender gösterişli (!) yapılarının şehrin her yerine inşa edilmiş “fışkiyeler” olduğu zamanlardan bu gösterişin yerini bozuk saat kuleleri ve devasa kapılara bıraktığı zamanlara kadar Ankara’da yaşamış ve sonradan İstanbul’a yerleşmişseniz, burada geçen zaman ikiye ayrılır: İlk zamanlar ve sonrası… İlk zamanlar müthiş bir heves ve heyecanla geçen yerli turist evresidir. Bir insan ülkesinin turizmine yerli bir turist olarak ancak bu kadar katkıda bulunabilir. İstanbul’da yıllardır yaşayanların bile gitmediği yerleri gezmek, tüm müzelerin altından girip üstünden çıkmak, Boğaz’daki her yapıya karşı fotoğraf çektirmek, her vapura binişte Boğaz’ın her girintisini, çıkıntısını, akıntısı son anda sınava çalışan bir öğrenci telaşıyla adeta ezberlemeye çalışmak… İlk zamanlardaki fotoğraflar da şöyle sınıflandırılır: Gün batarken boğaz, gün doğarken boğaz, yağmurda boğaz, karda boğaz, martıyla boğaz, simitle boğaz, aralara serpiştirilmiş Kız Kulesi, Kız Kulesi ve çay sonra biraz daha Boğaz, Boğaz, Boğaz, Boğaz…
Sonrası olarak adlandırılan evredeki fotoğraflarda aynı Boğaz kombinasyonlarının sizi ziyarete gelmiş arkadaşlarınızın farklı versiyonları vardır ve siz bu karelere girmeye üşenecek kadar bıkmışsınızdır. Sonrası olarak adlandırabileceğimiz evrede kendi adıma konuşmam gerekirse ben hep Ankara’nın sakinliğini ve mütevazılığını aramaya koyuldum. Boğaz’a karşı çay içme hayalinden çoktan vazgeçtim. Çünkü öyle bir yer yok. Evime yakın, Ankara’ya koysan zerre sırıtmayacak kadar mütevazı bir çaycı buldum mesela. Ara sokağın tekinde kuytu ve salaş. Halini hatırını sorabildiğim bir çaycı abim var ve çayı şekersiz içtiğimi ilk günden öğrendi. Boğaz görmüyor. Martı sesi gelmiyor. Aman gelmesin. Ben ikinci evredeyim. Ankara mütevazılığına döndüğüm, sessiz bir köşe aradığın ve hal hatır sorabildiğin insanların yanında kalmak istediğin evre.
Mesela İstanbul’a ilk geldiğim zamanlarda, “Boğaz’a karşı çay içebileceğimiz” bir yerdeydik ve çay kaşığı ile şekeri kenara koymama fırsat bulamadan orayı sel bastı. Bence orayı sel basmasının sebebi kesinlikle ön taraflarda oturabilme şerefine erişmiş olmamdandı çünkü o kadar şanslı olamazdım. Bu lüks ne münasebetti. İnsanlar mekânın güvenli yerlerine kaçmaya çalışırken ön safları hak ettiğine inanmış ve bunu tüm hücreleri ile benimsemiş bir abimizin tek yaptığı sandalyesinin tepesine çıkıp bardağını kurtarmak oldu. Çünkü böyle bir fırsat insanın hayatına kırk yılda bir gelirdi ve hiçbir doğal afet bu “keyfi” mahvedemezdi. “Ankara’da deniz yok, nasıl yaşıyorsunuz?” diye soran İstanbul insanına, “Siz İstanbul’da denizi görebiliyor musunuz?” diye sorunuz. Çünkü inanın göremiyorlar, hani baksalar dahi göremeyecek cinsten. İstanbul insanı telaş selinin içinde hayatta kalmaya çalışıyor, o kadar.
Bu telaş ve hayatta kalma çabası, İstanbul insanın şımarık olarak algılanmasına yol açıyor ama inanın ki, bu insanların şımarıklığa bile ayıracak vakitleri yok. Herkes işten beş dakika erken çıkıp, trafiksiz saati yakalamak umuduyla oradan oraya koşuyor. Hafta sonları uzun bir kahvaltı edebilmek için Ankara’nın doğalgaz sıralarından daha uzun sıralarda bekliyor. Sonrası hüsran, sonrası kuru İstanbul simidi… Simit demişken, Ankara simidi ayrı bir mevzudur. İkindi kahvaltıları için İstanbul insanı sıra bekleyedursun, Ankara’da ikindi kahvaltıları evde yapılır ve başrolde Ankara simidi vardır. Saat kaç olursa olsun, bu simit İstanbul’un en taze simidinden bile gevrektir. Hayır, bir kere öyle ekmek içi gibi tatsız, tuzsuz, yavan değildir. Kahvaltıcı da yer bulamadın diye mecbur kalınmış bir İstanbul simidi gibi poşetin içinde öksüz de bırakılmaz. O, sofranın gözbebeğidir. Yanına az biraz peynir, bir iki zeytin ve başrol oyuncumuzun koyu gevrek rengine ulaşıncaya kadar demlenmiş çay kâfi gelir. Öyle otantik reçellere, havalı kreplere, Avrupa’nın bilmem hangi dağındaki ineğin sütünden yapılmış peynire lüzum yoktur. Yine de kendi halindedir. Akşam olduğunda, Kızılay’da mesela, yedi diğer simitle 1 liraya satılmasına gocunmaz.
Bu ikinci evrenin sadece Ankara insanına has olma olasılığı göz önünde tutmakta fayda var. Çünkü Ankara insanını tarif edecek sıfatlar listesinde ilk sırayı “mütevazı” alır. Biz Kuğulu Park’la yetinmeyi bilmiş hatta sonrasında pavyon ışıklarıyla aydınlatılmasına bile alışmış, bir elin parmağını geçmeyecek kadar durağı olan metroları dakikalarca beklemeyi öğrenmiş, bozkır kokan birasıyla dar zamanlara derin sohbetleri başarabilmiş (çünkü büyük ihtimalle son otobüse yetişebilmek için 10 ya da 11’de hesabı istemişizdir), yapay göllere gözümüzü kısarak bakıp deniz olduğunu hayal etmiş insanlarınızdır. Bu mütevazı insanın bünyesi, bu hızlı hayatı, denizin her tarafından sağlanan ulaşımı, Boğaz’ın ihtişamını, selamsız girilip sabahsız çıkılan bakkalları, sokakları, mekânları kaldırmaz ve bu bünye kuytuya yönelir. “Hasretinin nazlı” olmasının sebebi de belki aranan o kuytunun 450 km doğuda olmasındandır ve Ankara ile Kadıköy o yeşil tabelada alt altadır. Kalmakla kalmamak arasında vermen gereken kararı bir kez daha sorgulatmak istercesine.
Nurefşan Uğurlu

Hiç yorum yok: