26 Ekim 2014 Pazar

Hakan Bıçakcı: 'Kapitalist bir yapının hesabına çalışan herkes işçidir'


Hayatımız giderek betonlaşmakta. Gökyüzünün maviliğini, kapatan çirkin plazalar, gökdelenler her sabah bize çirkin bir günaydın diyor. Son yıllarda bu 'beton yeşilliğine' itiraz edenlerin sayısı artsa da, sistemin çarklarını döndüren, plaza iş yaşamı içerisinde, pahalı gökdelenlerde oturmak için gece gündüz çalışan,  hayata karşı kayıtsız olan, kendilerinden başka hiç bir şeyi önemsemeyen insanlar halen çoğunluk konumunda... Son yılların en dikkat çekici yazarlardan Hakan Bıçakcı, İletişim Yayınları’ndan çıkan son romanı Doğa Tarihi'nde hikâyesinin merkezine yıkıcı plaza hayatını almış. Hakan Bıçakcı'yla, Doğa Tarihi'nin başkahramanı Doğa'yı, plaza ve betonlaşan hayatımızı konuştuk...
Hakan Bıçakcı

- Son yıllarda beyaz yakalılara dair, plaza yaşamının yıkıcılığına dair yapılan araştırmalar dikkat çekmekte. Lakin bu durum anlatısal olarak pek işlenmiyordu. Son kitabınız Doğa Tarihi'nde bu durumu ele aldınız. Sizi, plaza yaşamına dair bir hikaye anlatmaya yönelten sebep neydi?

Alışveriş merkezleri, plazalar, yeni tip siteler ile kuşatılmış betonarme ve elektronik bir hayatın içinde geçen bir roman fikri vardı ilk başta aklımda. Bu ortamın başrolüne uygun bir robot gerekliydi. O da Doğa oldu. Yani aslında “plaza kadını” boyutu daha sonra, karakterle birlikte eklendi. Konunun romana dönüşebilmesi için böyle bir karakter gerekliydi. Sonuçta ağır basan bu olsa da, plaza hayatını anlatacağım diye yola çıkmamıştım.  

- Doğa Tarihi'nde, Doğa karakterinin, gerek sosyal medya üzerinden, gerek hayatın içerisinde sürekli bir görünür olma ihtiyacı var. Sizce, Doğa'nın bir tür takıntıya dönüşmüş bu ruh halinin altında yatan durum nedir?

Evet, görünme, beğenilme ve onaylanma telaşı içinde bir karakter var romanın merkezinde. Tüm yaşamını kendine göre değil, başkalarının gözlerine göre şekillendirmiş. Bu ruh hali bir noktadan sonra bir tür takıntıya dönüşüyor dediğiniz gibi. Altında yatan durumlar son derece karmaşık ve çok boyutlu ama kabaca şöyle özetlenebilir: Yitirilmiş içerik, aşırı biçimcilikle örtülüyor. Hemen her konuda olduğu gibi…

- Doğa, her ne kadar iş yaşamında üst mertebelere yükselmiş, ekonomik özgürlüğüne erişmiş bir kadın olsa da, erkek arkadaşının maço ve zengin olmasını neye bağlarsınız?

Kafasına göre değil, bir yol haritasına göre yaşamasına bağlarım. Bu haritada hep öyle erkekler mevcut. Köşe başlarını tutmuşlar. Ve Doğa gibi kadınlar kendilerini bu tip adamlarla birlikte olmak zorunda hissediyorlar. Adı konmamış bir kural gibi. Konformizm bazen, aslında sevilmeyen bu adamların koluna girmeyi gerektiriyor.   

- Plaza yaşamına dair anlatılarda özellikle sinemada karşılaştığımız örneklerde erkek hikâyeleri gelmekte. Siz, hikâyenizi neden bir kadın karakter üzerinden anlatmayı tercih ettiniz?

Bunu özellikle tercih ettim. Bizi boğan bu sistemin erkekten daha çok kadının boğazına yapıştığını düşündüğüm için. Kadının üzerinde daha çok baskı var. Hepsi yersiz, gereksiz, insanlık dışı baskılar. Tüm bu baskıları anlatmak, teşhir etmek, sorgulatmak adına karakterin kadın olmasını istedim. Tabii bunun eleştirilenin kadın olması gibi korkunç bir yanlış anlaşılmaya yol açmaması gerekiyor. Zaten romandaki hiciv yüklü eleştirel dilden iki cins de nasibini alıyor.                               

- Öğrencilik hayatını Ankara'da geçirmiş, Jean Paul Sartre gibi yazarları okumuş, rock müzikle ilgilenmiş birinin, iş yaşamına atıldığında tam tersi bir kişiliğe bürünmesini nasıl açıklarsınız? Sizce Doğa hayatında hiç kendi gibi olabilmiş midir?

Kendine göre zevkleri, merakları, ilgi alanları olan birinin bir yaştan sonra sadece dışarıdan dayatılanlarla yetinmeye ve robot uyumluluğuyla yaşamaya başlaması çevremde sıkça rastladığım bir durum. Açıklaması zor bir mevzu... Kurumsal hayatın karakteri aşındıran rekabetçi yönü, içinde bulunulan toplumun dayatmacı değer yargıları, sosyal medyanın gönüllü teşhir boyutu gibi olgular birleşerek bu manzarayı yaratıyor sanki. 


- Doğa'nın üst düzeyde korunaklı bir sitede oturmasına rağmen üst kat komşusuna dahi güvenmiyor. Doğa'nın insanlara yönelik bu korkusu ve çekincesinin sebebi nedir sizce?

Komşusuna güvenmiyor çünkü onu tanımıyor. Yepyeni bir yaşam alanı vaadiyle kendilerine satılmış o tuhaf sitede ölümcül bir yalıtılmışlık içinde yaşıyor annesiyle. Doğa’nın kapıyı açıp komşusunu tanımadığı ve bir yabancı olduğu için onunla iletişim kurmayı reddettiği o andan hemen önce, yani kapıya bakmadan az önce, Facebook’ta tanımadığı birinin arkadaşlık teklifini kabul etmiş olması da Doğa’nın absürd hayatının bir başka cilvesi.

- Son yıllarda plaza yaşamının yıkıcılığı karşısında beyaz yakalıların örgütlenme çabasında olduğunu görüyoruz. Romanda gördüğümüz kadarıyla Doğa'nın herhangi bir siyasi duruşu yok. Siz, Doğa'nın, siyasi görüşünü nasıl konumlandırırsınız?

Doğa hayattan, canlı olan her şeyden ve doğadan yalıtıldığı gibi siyasetten de yalıtılmış durumda. Dünyadan bağımsız bir cam kutunun içinde yaşıyor. Bu kutunun cam duvarları bazen ofisteki odasına ait oluyor, bazen alışveriş merkezindeki asansöre... Siyasetle, tarihle ve hatta coğrafyayla tüm bağları kopmuş bir insan Doğa. Sermaye için son derece cazip bir insan yani.

- Kitapta dikkat çeken bir başka durum ise, kentsel dönüşüm. Hayatımız, Albert Caraco'nun "Dünya bir süre sonra yalnızca şantiye olacak" sözünü gerçek kılacak şekilde hızla betonlaşmakta. Siz bu gidişatımız için ne demek istersiniz? Doğa'nın, doğaya olan ilişkisizliğini, etrafının bu kadar betonlaşmasına dair kayıtsızlığını nasıl yorumlarsınız?

Romanda benim için en az kentsel dönüşüm kadar önemli olan bir diğer konu da bu gidişattan rahatsızlık duymayan, betonlaşan ve insansızlaşan çevresiyle uyum için yaşan bir karakteri anlatma denemesiydi. Bu nedenle diğer romanlarımın aksine birinci tekil anlatıma değil, dışarıdan bir gözün anlatımına başvurdum. Daha önce yazdıklarımdaki gibi karakterin gözünden aktarsaydım çevre hakkında pek bir şey yazamazdım. Çünkü karakterin çevresi hakkında pek bir düşüncesi yok. Anlatının distopik bir havaya büründüğü noktada karaktere mesafe alan, dışarıdan bir anlatım mecburi oluyor sanırım.  

- Ali Şimşek'in Yeni Orta Sınıf - Sinik Stratejiler kitabında yeni orta sınıfın 90'lı yıllarda altın çağını yaşadıklarını, 2000'li yıllardaki finans kriziyle birlikte ekonomik ve varoluşsal sorunlarla karşılaşmış olduklarından bahseder. Siz yeni orta sınıfın geleceğini nasıl görüyorsunuz? Sizce yaşadıkları bu kriz daha da derinleşecek mi?

Yeni orta sınıf, çok büyük bir insan kitlesini işçi sınıfından ayırmak için uydurulmuş bir kavram bir yandan da. Hizmet sektörü kafa emeğiyle çalışan beyaz yakalı ve kol emeğiyle çalışan mavi yakalı işçilerden oluşuyor aslında. Ancak beyaz yakalı olanlar, kendilerini işçi olarak görmüyorlar.  Dolayısıyla işçi sınıfından çıkmış, işçi dayanışmasından kopmuş oluyorlar. Hâlbuki özünde ha kafa, ha kol emeği… Emek emektir. Ve kapitalist bir yapının hesabına çalışan herkes işçidir. Beyaz yakalı kesimin büyük çoğunluğu, ağır çalışma koşullarına karşı bırakın işçi örgütlenmesine katılmayı düşünmeyi, işçi olduklarını bile düşünmüyorlar. Orwell’in 1984’ünde sistemin bilinçli olarak ortadan kaldırdığı kelimeler vardı ya. İşte öyle bir şey. Diğer soruya gelirsek; bence kriz daha da derinleşecek. Toplu delirmeye kadar yolu var bu yozlaşmış gidişatın.  

Can Öktemer

Hiç yorum yok: