13 Eylül 2014 Cumartesi

Derinliklerin Moru (1)

deep_purple1

İlk Morluklar (Mark1)

“Bu adamlar ben dört yaşındayken başlamış bu işe. Sonra ben ilkokula başladım, basamakları tek tek tırmandım, ardından üniversiteye gittim. Sekiz yıllık bir ara haricinde bunlar hep vardı. Evlendim, çocuğum oldu, şimdi torun sahibi olacak yaştayım ve hala varlar. Hatta son yıllarda birkaç kez de Türkiye’ye geldiler. Şöyle bir düşünüyorum da Deep Purple’la ilk tanışmam 1974 yazında gerçekleşmişti galiba. Ablamın her hafta aldığı Almanca içerikli Pop dergisinin kapağında genç David Coverdale vardı. Alabildiğine gülümsüyordu kerata… On yaşındaydım...”

Jon Lord Kraliyet Flarmoni orkestrasıyla 1970

British Rock’ın efsane ismi Deep Purple 1968’de İngiltere’de doğdu. Topluluğun ilk başlarda bugünkü adını almadan önce Roundabout adıyla yaptığı arayışları, birkaç ay süren doğum sancılarını ve Jon Lord, Nick Simper’la birlikte çalışan ilk üçlüden Chris Curtis’in bu işten vaz geçmesini çabucak özetleyip geçersek ilk kadro şu elemanlardan oluşuyordu: Gitarda Ritchie Blackmore, klavyelerde Jon Lord, davulda Ian Paice, basta Nick Simper ve vokalde Rod Evans. Grubun fanlarınca Mark1 olarak adlandırılan dönemi böylece başlamıştı. Barok müzik delisi olan Jon Lord, çalıştığı gruplarda genç yaşına rağmen Jimmy Page gibi yeteneğiyle kendini kanıtlamış fakat yer aldığı organizasyonlarda uzun süre kalamayan nalet herifin teki Blackmore, kuvvetli ve yanlışsız bir davul tekniğine sahip Ian Paice ve bunlara eklenen (şimdilik) vokalist Evans ve basçı Simper ile birlikte Deep Purple güzel bir gelecek vaad ediyordu. Söylentilere göre grubun ismi Blackmore’un büyükannesinin çok sevdiği bir şarkıdan geliyordu.

Ritchie Blackmore 1970'lerin ilk yarısında

1968 tarihli Shades of Deep Purple grubun çıkış albümüydü. Dönemin modası psychedelic unsurlarla gayet progresif bir yapıya sahip şarkılar üretmişlerdi ama dişe dokunur ve Amerika plak listelerinde ilk dörde giren Hush dışında bir başarı elde edememişlerdi. Barok müziğe son derece tutkulu ve klasik müzik ögelerini bestelere taşımaya meyilli olan Jon Lord grubun görünürde lideriydi. Lakin diğer bir yetenekli ağır top gitarist Ritchie Blackmore için tüm bunlar yeterli değildi ve ilk albümden itibaren Lord’un liderliğini sarsmaya başlamıştı. Sadece blues sentezli parçalarla ve Beethoven, Mozart esintili org sololarıyla bir yere varılamayacağını sezen gitarist, bir yandan kendine özgü bir teknik geliştirirken, diğer yandan da grubun 1970’lerin başında diğerlerinden farkını gösterecek soundunu yaratmak için kafa patlatıyordu. Üretilenlerden de hoşnut değildi. Eski parçaların yeniden yorumu, kolajlar ve daha çok Amerikan zevkine hitap eden Hush’ın dikkat çekmesi Blackmore’u doğruluyordu. Zaten Hush da Amerikalı countryci Joe South’a aitti. Yetenekli gitarist bluesu çok sevse bile onu yeni bir soundla aşmak istiyordu. Geçen zaman Blackmore’u haklı çıkaracaktı!

Ian Paice 1970'lerin ilk yarısında

Fakat tüm bunlar olurken aynı yılın aralık ayında çıkan The Book of Taliesyn adlı albüm de umut veriyordu. Klavyenin ön planda olduğu ve zaman zaman Blackmore’un gitar sololarının süslediği parçalar epey değişikti ama henüz bir tarz oluşturmamıştılar. Bunda topluluğun iki önderi Lord ve Blackmore arasındaki çekişmelerin de rolü vardı. Bir anlamda karma beğenilere hitap ediyorlardı. Ancak grubun ilerideki tarzı hakkında da ilginç ipuçları bu albümdeydi. Tamamıyla hard rock olmasa da yer yer sonraları İron Butterfly’ın ilk dönemindeki soundu gibi benzer bir şeyler tutturup zamanın ünlü olmuş şarkıları yorumluyorlardı. Kentucky Woman bir Neil Diamond bestesiydi. We can’t Work it Out Beatles’ın, River Deep Mountain High ise o zamanlar kocası İke ile çalışan Tina Turner’ın söylediği popüler bir parçaydı. Albümdeki Anthem adlı şarkı ise tam Jon Lord’un istediği gibiydi. Görünen oydu ki kolajlama yoluyla yaptıkları coverlardan ziyade kendi ürettiklerini geliştirmek en doğru yol olacaktı. Var olan ekip yeterli miydi bu konuda? Herhalde o zamanlar Blackmore’un da düşündüğü buydu. Jon Lord ile iyi bir ikili oluşturuyorlardı ve davulcu Ian Paice bunlarla uyum içindeydi. Peki geri kalan ikisi Evans ve Simper? Bu kocaman bir soru işaretiydi.

İlk albüm. Shades of Deep Purple

1969 yılında grupla aynı adı taşıyan üçüncü stüdyo albümleri Deep Purple çıktığında ise tüm yapılan çalışmalar belirgin bir aşamayı simgeliyorsa da sağlanan ticari kazancın pek yüz ağartıcı olmadığı aşikardı. Blackmore, Lord ile birlikte iyi işler çıkardıklarını ve şarkılardaki barok etki ve klavye-gitar atışmalarının epey özgün olduğuna inanıyordu. Zaten April ve Concerto tamamen Jon Lord’un fikirlerinden doğmuştu ve yıl sonunda yapacakları Concerto for Group and Orchestra’yı müjdeliyordu. Bunun dışında Donovan coverı Lalena vardı dikkati çeken. Fakat Blackmore tüm bunların kendilerine yeterli çıkış sağlayacağına inanmıyordu. Ayrıca Nick Simper’ı sıradan bir basçı olarak görüyor ve Rod Evans’ın kalın sesinin ileride grubu taşıyacağı alana pek uymayacağını düşünüyordu.

Gruptan çıkarılan iki eleman Nick Simper ve Rod Evans

Ve bir gün üç grup üyesi Evans’la Simper’a, “Siz bir dolaşıp gelsenize, hem acıkmışsınızdır. Dönüşte bize de yiyecek bir şeyler getirirsiniz, hamburger, lahmacun falan” der. Simper ve Evans döndüklerinde yerlerinde başkalarını bulurlar. Bu işin şakası tabii, ama kesin olan Blackmore, Lord ve Paice’in diğer ikisini kovduğudur. Şüphesiz bugünden bakarsak grup için iyi olmuştur diyebiliriz. Ama bu hareketle gruptan adam kovmanın da önü açılmıştı. İleriki yıllarda Blackmore kendi kurduğu efsanevi Rainbow grubunda da bu işe sık sık başvuracaktı.

Yeni elemanlar Ian Gillan ve Roger Glover

Böylece topluluk gereken temizliği yaptıktan sonra Blackmore’un tavsiyesi ile Episode Six’in vokalisti Ian Gillan ile ilgilenmeye başlar. Bazı fanlar tarafından ise Gillan'ı asıl keşfeden kişinin Jon Lord olduğu söylenir. Rivayete göre Lord tesadüfen gittiği bir pubda vakit geçirirken sahneye Gillan çıkar ve onun sesinden, attığı çığlıklardan etkilenen müzisyen, koşa koşa arkadaşlarının yanına dönüp "Çocuklar galiba aradığımız vokalisti bulduk. Bir adam var müthiş söylüyor, gruba onu alalım" der. Sonuçta hangisi doğru olursa olsun Ian Gillan,  daha sonra hayranlarının onu anacağı ismiyle Jesus Christ grubun yeni sesidir artık. Ian Paice’in Gillan'ın grubundan basçı Roger Glover’ın tekniğinden de övgüyle söz etmesi onun da Purple’a dahil olmasıyla sonuçlanırken topluluğun efsanevi Mark2a dönemi başlar.

Orhan Berent

Hiç yorum yok: