22 Mayıs 2012 Salı

Kenan Başaran: 'Gün gelir, belki yeniden borsadan arsaya şutlar çekmeye başlarız'

- Geçen yazdan beri Türkiye futbolunda birçok olaylar gelişti ve (zaten fazlaca şişirilmiş olan) futbolumuz kalite ve prestij anlamında çok ciddi yaralar aldı. Bağış Erten de bu hafta şampiyonluk maçı ve ligi değerlendirdiği yazısına “Ve futbolumuz dibe vurdu” diye başlıyordu. Siz bu görüşe katılır mısınız? Bu sezonki Türkiye Liginin kısa bir değerlendirmesini yapabilir misiniz? Şampiyonluk maçını ve Galatasaray’ın şampiyonluğunu nasıl yorumlarsınız?

Bu sezonki Süper Lig, bu memleketin bir özeti oldu. Susurluk Davası süreciyle çok paralellikler var esasında. O meşhur ‘kamyon kazası’ olduğunda “Artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak” denildi ancak biz sonrasında Hrant Dink’i kaybettik. O kazanın aktörlerinin temsil ettiği hukuk dışı yöntemlerinin bedeli de ‘kurumlar’ ve ‘kişiler’ ayrımı yapılarak üç-beş kişiye göstermelik cezalarla örtüldü. 3 Temmuz da futbolumuzun Susurluk’u olarak sunuldu. Yıllardır şike ve teşvik söylentilerinin eksik olmadığı her sezonun ikinci yarısının sadece bu tür iddialarla geçildiği Türkiye’de, açıkçası 3 Temmuz operasyonu ‘temizlik’ isteyenleri umutlandırmıştı. Çünkü bir değil 8 takımın adı geçiyordu. Ceza yargısı bir yana, spor yargısını işletmekle mükellef TFF, karar alma süreçleri öteleyerek, öncelikle hem suçlanan kulüplere yargılanarak aklanma hakkı tanımadı, hem de bugün gelinen noktada aldığı kararlarla kamuoyunu ikna etmeyi başaramadı. Ne yargılananlar, ne de oyunlarına halel getirilenler kararlardan memnun değil. 3 Temmuz’dan sonra kararlılıkla konuyu sonuçlandırmak yerine sürekli ‘arkadan dolanarak’ vakit kazanmaya çalışan TFF, böylece iddia ettiklerinin aksine ‘değersiz’ bir ligle bizi başbaşa getirdiler. Futbol bildiğimiz anlamdan bir oyun olmanın çok ötesinde; bizim oyuna getirildiğimiz bir oyuna dönüştürüldü. 34 haftalık bir ‘oyun’un yaratacağı gerilimler de tıpkı kararlar gibi ötelenerek ‘Süper Final’ adı altında ambalajlandı. Neyse ki, son sahnede kurgucuların istediği gibi bir mutlu son oluşmadı.

Diğer yandan elbette yeşil saha üzerinde akıtılan alınterine hürmet edilmeli ve bu anlamada lig şampiyonu Galatasaray ile kupa şampiyonu Fenerbahçe’yi tebrik etmeli. Aslında, bu saçmalığa dayanabilen herkesi tebrik etmeli. Bir yandan da kınamak lazım. Çünkü adaletin sağlanmasının istendiği bir sezonda oyun daha da adil olmayan bir formata sokularak onun temel aktörlerinin boynuna bir vebal olarak yüklendi. Ancak, acı olan bu vebali taşımaya kimsenin fiilen itiraz etmemiş olmasıdır. Evet özellikle bazı hocalardan itirazlar yükseldi fakat bunlar ‘çatlak ses’ olmanın ötesine geçemedi. Bırakın bu şartlarda bir ligi oynamayı reddetmeyi, bir maçın bir dakikası bile bir protesto tertipleyemediler. Oyunun temel aktörlerinin söz sahibi olma anlamında ayağını uzatamadığı bu oyunda ‘adalet’ ve ‘haysiyet’ aramak nafile bir uğraşa dönüşüyor daha baştan... Hasılı, spor yargısının olumlu veya olumsuz ama bir karar veremeden bu sezonu bu şekilde tamamlamış olması bize özgü. Patagonya’da olurdu diyerek onlara haksızlık etmek istemem...



- Play-off süresince taraftarlar arası kamplaşma ve nefret söylemleri tavan yaptı. Sadece kadınların ve çocukların izlediği maçlarda bile küfür edildiğine şahit olduk.  Türkiye'de taraftarlık kültüründe çok ayrı bir yeri olan Beşiktaş taraftarları bile Eboue'ye ırkçı söylemlerde bulunup, sahaya atlayıp onu dövmeye bile kalktı. Şampiyonu belirleyen maçtan sonra tavan yapan bu ürkütücü futbol atmosferini nasıl yorumlarsınız. Bu nefret söylemi ileride daha ciddi boyutlara ulaşabilir mi?
Bu tablonun temel sebebi futbolu yöneten ve adı değişse de zihniyeti aynı kalan yönetenlerdir. Futbolda nefret söylemi yeni değil. Hep vardı ama nedense biz kendimize pek konduramayız. Bunun için de ‘münferit’ diye İngiliz anahtarı kabilinden bir kelimemiz var. Kendimize yakıştıramadığımız ne varsa bu kelimeyle örtbas edilir. Toplumsal olaylarda da böyledir, sporda da. Elim bir olay yaşanır ama yönetenlerin kılıf hazırdır: Bu bütün bir şehre maledilemez! Şehir yerine alın ‘camia’, ‘taraftar’ veya ‘polis’i koyun... Herşey münferittir. Oysa Yeşilçam’dan sıkça aşina olduğumuz ve suçun nedenlerini bize gösteren bir replik de vardı: Asıl suçlu cemiyettir! Şimdi cemiyet pak, birey kirli! Doğru ya, kapitalizm bireycidir!

Her şeyin kazanmaya kurgulandığı ligimizde taraftarın davranışlarını da iddia durumu belirliyor. Şampiyonluğa oynuyorsa, son haftaya kadar bütün duygularını bastırıyor, “aman sahamız kapanmasın” diye. Ama işte kaybedince son maçta bütün bir sezon kazanılan iltifatlar bir çırpıda yakılıyor, yıkılıyor. (Bunu Kadıköy’deki son maçtan azade söylüyorum zira orada başka bir durum var). Evet, Çarşı “Hepimiz Eto’o’yuz” der, sonra Ebou vakaasını yaşatır. Trabzonlular Fenerlileri ‘Papazın çayırından gelenler’ diyerek ötekileştirir sonra Zokora olayında ayağa kalkar. Topyekûn olarak statlarımızda Diyarbakırspor’a yapılanlar da ortadadır...

Küfür ve kadın meselesine gelince... Şike iddianamesinin tapelerini okuyanlar bilir ki statlarda yapılan küfürler çok hafif kalır. Ha nedir mesele, tribün küfürü umuma açık. Bu neyi değiştirir. Tıpkı ırkçılık gibi galiz küfürcülük de günlük dilden nemalanmaz mı? Birbirileriyle münasabetlerinde ana avrat düz giden yönetenlerin statlarda küfürü üstelik kadınları ‘manken’ niyetine kullanıp çözmek istedikleri düşünülebilir mi? Taraftarı oyunun temel unsuru görmek yerine sürekli cezalandırılması gereken bir ‘baştan suçlular topluluğu’ olarak gören bir anlayışla karşı karşıyayız. Şiddet Yasası bile taraftara ‘gününü göstermek için’ çıkartılmıştı da. Ama yasa gelip önce yönetenleri vurdu. Kadınları, erkelerin suçlarının bir cezası olarak gören bir sistemden bahsediyoruz. Hollanda benzer bir uygulamayı kadın-erkek eşitliğine aykırı buldu ve reddetti. Bizim kadınlarımız ise koşa koşa gidip o statları doldurdular; “Bizim neyimiz eksik” hesabına. Bu anlamda kadınların küfürden ötürü ceza aldırmalarını olumlu buluyorum. Erkek küfür eder kadın edemez, öyle mi?

Bizatihi futbolu yönetenlerce oyundaki ‘ötekileştirmeler’ sürdükçe nefret de her geçen gün büyüyecektir. Önce yarı yarıya paylaşılan tribünleri elimizden aldılar sonra deplasman hakkımızı... Herşeyi yasakla halletmeye çalıştıkça sorunlar daha da büyüdü. Bu çıkmaz sürdükçe nefret büyüyecektir...

- Bu sene Süper lige federasyonun, şirketlerin ve medyanın taraftara yönelik "Artık futbol konuşulsun" sloganları ile girdik. Ardından ligimizin kalitesini ve heyecanını arttırmak için playoff uygulaması konuldu. Pratikte bu gelişmelerin taraftarlarla ilişkisi nasıl oldu? Sizce, futbola gerçek bir katkı oldu mu?
Bu sezon oynanan ligin gerçek şampiyonu yayıncı kuruluştur. Süreci kendi lehine çevirmeyi başaran tek kurumdur. Şampiyon olanlar olmayanlar bugün hâlihazırda birbirlerine girişmeye devam ederken yayıncı kuruluş, oynanır mı oynanmaz mı denilen bir ligden 40 haftalık bir ‘para lig’i çıkardı. “Artık futbol konuşulsun” söylemi de utanmızlığın sloganıdır. Bir çok noktasına itiraz edebilirsiniz ama her ay Aziz Yıldırım gibi güçlü bir fenomenin hâkim karşısına çıktığı, Türkiye’nin en büyük kulüplerinden birinin şike yapmakla suçlandığı bir ortamda yargılama sürecini olumlu-olumsuz sonuçlandırmak amacıyla da doğru düzgün ve hızlı bir şekilde hareket de etmeden bizim sadece futbol konuşmamızı istiyorlar. Asıl ahlaksızlık buydu ve maalesef büyük oranda da istediklerini aldılar. Herkes isyanı diline doladı ama paşa paşa da televizyondan ve tribünden bu ‘kurgulanmış ticari oyun’u izlemeyi sürdürdü. Bunun futbola hiçbir katkısı olmadı, sadece yayıncı kuruluşa oldu...

- 3 Temmuz’da başlayan şike davasının sonuna yaklaştık. Sizde bu davayı yakından takip eden bir gazeteci olarak genel olarak dava sürecini nasıl değerlendirirsiniz? Mahkemeden nasıl bir sonuç çıkmasını bekliyorsunuz?
Mahkemedeki yargılamayla sportif yargılamayı birbirinden ayırmak gerekir. Ancak sezon başından bu yana bu iki durum ya bilerek ya da cehaletten ötürü sürekli birbirine karıştırıldı.  Bunu bir kenara bırakırsak, ceza yargılamasında başından beri benim de haklı bulduğum önemli itirazlar var. Sanıklar hem örgüt kurmaktan, hem nitelikli dolandırıclıktan hem de şike ve teşvik eylemlerinden yargılanıyor. İddianameyi okuyan ve davaya izleyen biri olarak aklımın erdiğince söylemeliyim ki ben örgüt iddiasını anlamlı bulmuyorum. Kulüp yapısı zaten bir örgüttür ve orada karar alma süreçleri hiyerarşiktir. Benim gördüğüm sanıklar arasındaki ilişkiler bunun dışında bir yapılanma çerçevesine oturmuyor. Ha bu kişiler şike veya teşvik girişimlerinde bulunmuş mudur? Ceza yargısı yüzde yüz kesinlik ister. Spor yargısı ise kanaatle bile karar alabilir. İddianamenin mantığıyla hareket ettiğimde suçlamalar çok iyi delillendirilmiş değil. Bu konuda ciddi sıkıntılar var. Herşey telefon konuşmalarıyla kotarılmaya çalışılmış. Sportif yargı açısından ise bu telefon kayıtları önemli veridir. Toplamda benim kafamda bir iki maça dair henüz tam yanıtlanmamış sorular var. Bu da ay sonunda yapılacak çapraz sorgulamada netleşebilir. Davanın temmuzda sona erme ihtimali bulunuyor. Davada yargılananlar şike ve teşvikle yargılanıyor. Suçlu bile olsalar çoktan tahliye olmaları gerekiyordu zira yattıkları süre bunu gerektiriyor. Ancak, örgüt ve nitelikli dolandırıcılıktan da yargılandıkları için hala bırakılmayanlar var. Bir türlü açıklanamayan durum şu: Şike artık bir yasa ile suç olarak tanımlanmış durumda. Yani bir eylemi hem şike hem de nitelikli dolandırıcılık olarak tanımlayıp bir suçtan iki ayrı suçlamada bulunamazsınız... Bu davanın en büyük açmazı bu. Sanıklar yasa 14 Nisan 2010’a kadar dolandırıcı sonrasında ise şikeci olmakla suçlanıyor. Oysa kanunlara göre sanığın lehine olan kanun uygulanır.

Aziz Yıldırım tahliye olur mu? Kendisinin iddia ettiği gibi bu iş bir şike davası değilse bırakmayacaklar. Ama bu bir basit şike davasıysa bırakılacak, hatta geç bile kalındı...

- Futbol federasyonun bir gece yarısı ansızın değiştirdiği maddeler ile bir bakıma şikenin önü açılmış oldu. Birçok kişi bu noktadan sonra UEFA'nın Türkiye'ye büyük cezalar vermesini ve takımların önümüzdeki senelerde kendi aralarında oynamaya mahkum olmasını bekliyor. Genel olarak federasyonun almış olduğu bu kararları nasıl yorumlarsınız? Uefa’dan nasıl bir karar bekliyorsunuz?
Gerek Şiddet Yasası gerekse de Futbol Disiplin Talimatı, parmak ısırtan cinsten çok sertti.  Avrupalıların bile çok önündeydi. Bırakın şike yapmayı, düşünmeyi bile ağır şekilde cezlandırıyordu. Futbol Disiplin Talimatı 2009’da değiştirildi ve bugün 58 olarak bildiğimiz meşhur madde teşvik primi girişimi bile ağır cezalara muhatap kılındı. Çünkü artık kulüplerin birbirlerine yönelik suçlamalarından gına gelmişti. Ninayet taraftar olaylarından da gına geldi ki bir de bu işin kanunu çıkartıldı. Fakat, futbolu yönetenler bu kanunları uygulamak zorunda kalacaklarını hiç akıllarına bile getirmediler. Onlar sadece Şiddet Yasası’nı taraftara uygulamının iştah ve heyecanını taşıyorlardı. 3 Temmuz soruşturması –haklılığı haksızlığı bir yana-, bu talimat ve kanunların özellikle büyük kulüpler söz konusu olunca uygulanamayacağını bize bir kez daha ayan beyan gösterdi. Davanın konusu zayıf kulüpler olsaydı bu talimat ve kanunlar çatır çatır uygulanırdı, yedi aleme nispet olsun denilerek. Bir yandan yasa ve talimatları değiştirerek yargılanan kulüpleri kafadan mahkum ettiler bir yandan da onları cezadan kurtardılar. Bunun böyle olacağını ben daha temmuzda söyledim. Talimatı değiştirip bu işi bağıtlayacaklar dedim ve öyle de oldu. Özerk olsa da siyasete göbekten bağlı bir futbol yönetiminden başka bir şey beklenemezdi. Genel kurulunda bir siyasetçinin şike konusunda ne yapılması gerektiği konusunda konuşmasına izin veren diğer yandan da siyaset futbola karışamaz diyerek federasyonlara ‘Ana Statü’ dayatan UEFA’nın nasıl kararlar alacağını kestirmekte açıkçası artık güçlük çekiyorum. Euro 2020’ye karşılık CAS’tan dava çektirdiği iddialarını en azından yalanma ihtiyacı bile duymayan bir kurum galiba suyun akışan göre hareket edecektir.

- Şike skandalının ardından az sayıda futbolsever bu durumu futbolu kirlilikten arındırma adına büyük bir fırsat olarak gördü. Öte yandan, başta İstanbul büyükleri olmak üzere birçok kulüp ve taraftarı, takımlarının ısrarla tertemiz olduğunun iddiasında bulundular. İronik olarak şu anda şikenin “bilindiği fakat sahaya yansımadığına” karara verildiği bir ortamdayız. Bu kadar kirliyken ve kirli kalmayı tercih etmişken Türkiye futbolundan herhangi bir temizlenme refleksi bekleyebilir miyiz? Sizce, UEFA gibi dışarıdan bir kurumun yaptırımlar uygulaması ne kadar anlamlı olacak?
UEFA’nın bizim de uymakla yükümlü olduğumuz Ana Statü’sü çok açık sıfır toleranstan söz eder ve yerel federasyonların uluslararası yönetmeliklere bağlı olduğunu söyler. Bizim bugün yapmaya çalıştığımız süreci doğru bir şekilde işletip sonucu neyse katlanmak yerine yargılamadan kaçınmak. Aziz Yıldırım, ister blöf yapıyor deyin ister demeyin ama herkesten daha tutarlı davranıyor talimatın değiştirilmesine karşı çıkarken. Çünkü, talimat değişikliğiyle ‘Fenerbahçe kurtarıldı’ algısının yaratılacağını çok iyi biliyordu. Peki neyden kurtarıldı? Bunu cezası bu şartlardı şike cezasından; yani küme düşürülmekten. Yıldırım, bu algının oluşmasına karşı çıktığı için ısrar etti, “Talımatı değiştirme, yargıla ve suçluysam düşür” demekte. Ama futbolu yönetenler, onu suçlu bulmaları halinde düşüremeyeceklerini bildikleri için yarım ağızla ‘suçlu’ deyip ellerinde tutmayı seçtiler çünkü Fenerbahçe’nin etinden sütünden faydalanmak lazım yoksa bu decoderler nasıl satar?

Talimat değişikliği yapılarak zaten bundan sonra sahaya yansısa bile, suçüstü bile yapılsa takımın büyüklüğüne göre ‘yorumlama’ olanağı veren bir değişiklik yapıldı. ‘Ağır ihlal’ koşulu, TFF’ye duruma göre şerbet verme olanağı sunuyor. UEFA, dere geçilirken at değiştirildiği için bu değişikliğe karşı çıkmazsa, bundan sonra kendisinin de tutarlılığı tartışma konusu olur...

- Yıldırım Demirören, Beşiktaş Jimnastik Kulübü'nün başına geçtiğinden beri gerek kulüp gerekse taraftarlar içerisinde büyük olaylara ve tartışmalara yol açtı. Benzer bir şekilde, Kulüpler Birliği'nde verdiği demeçlerle başlayan, oradan federasyon başkanlığına uzanan olaylı bir süreçle Türkiye futbolunun başına oturdu. Bu süreci siz nasıl yorumluyorsunuz? Demirören'in Beşiktaş'ı Avrupa Kulübü yapma gayesiyle başladığı Türk futbolununu tekrar düzene kavuşturma hedefiyle devam eden futbol yöneticiliği macerası sizce futbolumuzu nerelere götürecek?
Demirören, ailesi tarafından Beşiktaş’a, siyaset tarafından da TFF’nin başına bir nevi tayin edildi.  ‘Beşiktaşlı duruşu’ diye diye bir zamanların Fenerbahçesi’ni yarattı. İş öyle noktaya geldi ki maddi ve manevi olarak kulübün ayakta duracak hali kalmadı. Beşiktaş’ın kimyasını bozan Demirören’in TFF Başkanlığını reddetme şansı yoktu çünkü siyaset öyle istedi. Neticede ticari hayatında son yıllarda en büyük hamleleri yapan gruplardan birinin mensubu. Zaten daha sürecin başında da “Önemli olan decoder satışı” diyerek, tavrını düzenin devamından yana koyduğunu ilan etmişti. 3 Temmuz’un en büyük kazananı bu anlamad Beşiktaş olmuştur ki, bu sayede Demirören başkanlıktan ayrılmıştır. Böyle bakınca bu bile büyük bir kazanım. Çünkü böylece belki Siyah-Beyazlı kulüp eski yapısına kavuşur. Çünkü futbolumuz ne yasalarla  ne yönetmeliklerle temizlenebilir. Futbolumuz ancak ikinciliklerle de gurur duyan kulüplerin varlığıyla temizlenir...

- Şike davası süresince entellektüel Fenerbahçe'li köşe yazarlarından, sıradan taraftara kadar bu davanın şike davası olmadığının, Fenerbahçe'yi ele geçirme davası olduğu yönündeydi. Fenerbahçe’li taraftarları bu yargıya götüren sebepler sizce ne oldu?
Fenerbahçe taraftarını bu yargıya götüren Aziz Yıldırım’ın açıklamaları ve yaptığı savunmadır. Verdiği ipuçlarını takip eden taraftarlar  davanın Fenerbahçe’yi ele geçirme operasyonu olduğuna inandılar. Bazı köşe yazarları ise büyük bir çelişkiye düştüler. Aynı yargı sisteminin diğer siyasi davalarda yazdıkları iddianamelere koşulsuz iman ederken, söz konusu Fenerbahçe olunca bunu yargı operasyonu olarak görmeye başladılar. Burada derin bir tutarsızlık ve ikna etme sorunu var bu yazarların. Diğer yandan Aziz Yıldırım, nedense işaret ettiği yerlerin adını açıkta söylemeye yanaşmadı. Kaç kere konuşacağını söylese de son dakikada bundan hep kaçındı. Bu da beraberinde Yıldırım’ın kendisini kurtarmak için böyle bir stratejik söylem tutturduğu iddialarına neden oldu. Bu işin adını medyanın koymasını istiyorlar. Oysa suçlanan sizsiniz ve adını da siz koyun ki biz de ona göre fikrimizi beyan edelim...


- Sene boyunca süregelen Türk futbolunu kurtarma çalışmalarında Yıldırım Demirören’in TBMM'de gerçekleştirdiği kulis çalışmalarından, iktidar partisinin spor yazarları, teknik direktörler ve kulüp başkanlarıyla yaptıkları görüşmelere ve son olarak başbakanın talimat vermesiyle teslim edilen şampiyonluk kupasına kadar aktörlerin devletle gittikçe daha iç içe bir ilişki içerisine girdiğini gözlemledik. Stadyum isimlerininin çoğunun devlet büyüklerinden geldiği ve transferde askeri uçakların kaldırıldığı futbol kültürümüzden alışık olduğumuz bu çarpık ilişki için neler demek istersiniz? Bu ilişkiden en fazla kimler zarar görüyor?
Bu topraklarda futbol siyaset ilişkisi İttihat ve Terakki’ye kadar uzanır. Örneğin Fenerbahçe, maddi olanaksızlıklardan kapanmanın eşiğine gelmişken İttihatçılar el atmıştır. Tek parti döneminde malum, bütün spor kulüpleri doğrudan CHP’ye bağlanmış, adeta birer il örgütü olmuştur. Keza sonrasında Demokrat Partili’yi başkan yapmayanı dövüyorlardı. Askerin futbola ilgisi sır değildir. 12 Eylül darbecilerinin ilk arzuları Fenerbahçeli futbolcularla tanışmak olmuştur. Semra Özal’ın Beşiktaş aşkı da dillere destandır, Mesut Yılmaz ve Mehmet Ağar’ın Aslanlığı da... Elbette bir de bunun mafya ayağı vardı.  Görüldüğü üzere bu cenahta değişen bir şey yok. Şimdi olan şu: Siyaset topa toptan giriyor. Sadece bir kulübe değil bütüne yön veriyor. Herkese ayar veriyor. Yani mahalle futbolundaki metaforla, kuralları topun sahibi çocuk belirliyor. Kulüpler ve futbol yıllarca bu ilişkiden karşılıklı olarak yarar sağladılar. Şimdi siyaset bu yararın biçimini tek başına belirler hale doğru gidiyor.

- Geçenlerde attığınız bir tweet’te Galatasaray’ın son şampiyonluğundan sonra medyada futbolcular yerine neden yöneticilerin boy gösterdiğini eleştirmiştiniz. Futbolumuzun bence en önemli sorunlarından biri olarak görülen yöneticiye ve güce biat kültürü hakkında neler söylemek istersiniz?
Bakın Ünal Aysal, başkan seçildiğinde “Beni çok fazla ortalıkta görmeyeceksiniz” demişti. Öyle ya iş hayatı yurtdışındaydı daha çok. Öyle ki bu durum endişe yaratmıştı, başkan kulüple fazla ilgilenmeyecek diye... Aysal’ın konuşmadığı yayın organı kaldı mı?

İşadamları için futbol bir nevi boşalma alanı. İş dünyasında bastırmak zorunda oldukları kimliklerini futbol adamı kimliğiyle rahat rahat ortaya koyuyorlar. Firma sahibi olarak misal Mehmet Bey, gazeteciye çok kibar davranmak zorundayken kulüp yöneticisi olarak yeri geldiğinde kaba davranabiliyor. Gerçek kimliğini kulüp yöneticisi olarak gösteriyor. Yöneticinin içinde yatan esas gerçek ise bir futbol yıldızı olma arzusu. Çoğu bunu başaramadığı için bu tür kutlamalarda futbolculardan da haha heveskar oluyorlar podyuma çıkmakta. Hepsinin Aykut Kocaman’ın son kupa töreninden öğreneceği çok şey var. Diğer yandan, hiçbir sevinç şeref turu atılan o eski samimi sevinçlerin yerini tutmuyor. Beni konfetiler coşturmuyor....

- La Liga, Bundesliga gibi üst düzey futbol liglerini açık kanallar vermeye başladıktan sonra, ülke futbolunun çağın çok gerisinde kaldığını açıkça görüldü. Futbolseverlerin bu liglerde ki takımlara ilgisi yoğun bir biçimde arttı. Sosyal medyada Barcelona-Real Madrid maçı için kavga eden, bu takımları delice sahiplenenleri bile gördük. Sizce gelecek nesiller ülke futboluna tamamen sırtlarını dönüp, bu takımlara daha da bağlanabilirler mi?
Küreselleşme tartışmalarının sularına girmiş oluyoruz bu soruyla. İlitişimin getirdiği yakınlaşma illaki bu oyunla kurduğumuz ilişkiyi değiştirecektir. Şimdilik çabuk haberdar olma olanağı bulduğumuz bu kulüplere yerinde ulaşma olanağı da kolaylaşınca gerçek değişim yaşanacaktır. Endüstriyel bir oyuna dönüşen futbol, bugün Real Madrid’e Uzakdoğu pazarı için sabahın köründe maç oynatıyorsa yarın öbür gün de üç beş maçını ciddi ciddi o ülkelerde oynamayı dayatacak. Uluslararası taraftar olacağız ama bu ‘mahalle’deki rekabetin verdiği tadı verir mi, işte ondan şüpheliyim... Gün gelir belki yeniden borsadan arsaya şutlar çekmeye başlarız....

Can Öktemer - Sertan Şentürk

Hiç yorum yok: