17 Mayıs 2012 Perşembe

Demir Demirkan: 'Rock ancak tek şey olmaz, yalancı değildir'

Demir Demirkan (Kaynak: Facebook)
- Sizi bugüne dek müzisyen, besteci, prodüktör gibi çok farklı rollerde, sayısız kaynaktan beslenen ve çok ayrı soundlara sahip projelerde gördük. Bu esneklik müzik yolculuğunuzun ilk zamanlarından beri hissettiğiniz bir ihtiyaç mıydı? Bu farklılıklar size ve müziğinize neler kattı?
Müzikle ilgilenmeye başladığımdan beri hiç tarzlar veya formlar arasında ayırım yapmadım. Lisedeyken bile tiyatrolara müzik yazıyordum ve ayrıca aynı zamanda sahnede gitar çalıp şarkı söylüyordum. Bu durum şu ana kadar hiç değişmedi. Farklı tarzlar ve farklı alanlar konusunda sorulan sorular hala beni şaşırtıyor. Benim için hepsi müzik. Farklı alanlarda ve tarzlarda müzik yazmak veya çalmak beni hem müzisyen hem de insan olarak geliştiriyor. Ayrıca her alanda ve tarzda farklı insanlarla birlikte müzik yapma şansı da buluyorum bu da çok olumlu yansıyor hayatıma.
- Geçtiğimiz günlerde, Vatan gazetesine verdiğiniz bir röportajda, sahnede yaptığınız performansın Türkiye’nin kültürel dokusu ile uyuşmadığı için sahneleri bırakacağınızdan bahsetmiştiniz. Bize bu durumu biraz açar mısınız? Sizden ileride bu yönde ne gibi projeler bekleyebiliriz?
Bu tip açıklamaları yanlış anlamak, özellikle de basındaki kısaltmalar sayesinde çok kolay. Benim "sahneleri bırakmak" gibi niyetim yok. Bir ara dinleyicim ile aramda bir şey yakalamıştım, 2004'den 2010'a kadar sürdü bu. Sonraları konserlerde bunu hissedememeye başladım. Bu sebebi sanırım benim gelişimim ve değişimimin dinleyicimle aynı yöne doğru olmamasından kaynaklandı. Hatta bunun ana sebebi müzikal de değil, daha çok organizasyon ve teknik ile ilgili. Tabi ki hala beni seven dinleyecilerim var, kimseyi yarı yolda bırakmış olmak istemiyorum ancak ülkedeki "konser, canlı müzik" anlayışı "normal" standartlara gelene kadar kendimi kompozisyon ve prodüksyona yönlendirdim. Yıllardır ertlediğim projelerim vardı, şimdi onları yapıyorum.
Eğer bu "normal" standartlar nedir diye soracak olursanız kısaca şunu söyleyebilirim; Menajer, organizatör, teknik ekipman ve ekip, mekanlar, bilet sistemi gibi temel öğelerin işler bir hale gelmesi gerekiyor. Bunların yokluğunda yapılan konserlerden ben de izleyicim de mutlu ayrılmıyor, bunu biliyorum çünkü defalarca konuşuldu. Dinleyicimle diyaloğum konserlerden sonra ve sosyal medyada oldukça iyidir. Bildim bileli organizasyonun eksikliği, tanıtım eksikliği, sesin kalitesizliği gibi konularda yakınırlar, ben de organizasyon aksaklıkları ve sahne üzerindeki duyumun kötülüğünden yakınırım. Benim gibi müziğe bu kadar itina ile yaklaşan ve ciddiye alan birisi buna ancak 11 yıl dayanabildi. Ben de daha doğru işleyen ve kaliteyi tutturabildiğim alan olan kompozisyon ve prodüksyona yöneldim, aslında bir bakıma geri döndüm de diyebiliriz çünkü 96'dan beri bu alanda çok üretimim oldu.
- 2000’lerden itibaren müziğin gerek dinleme gerekse yaratımında teknolojiyle ilişkisi oldukça karmaşıklaşmaya başladı. Siz bu gelişmeleri nasıl yorumluyorsunuz? Sizce gelecekte müzik ve müziğin dinleyiciyle ilişkisi nasıl bir yön izleyecektir?
Ben teknolojiye inanan ve destekleyen biriyim. Yeter ki teknolojiyi akıllıca kullanalım ve doğayı ve ruhumuzu kaybetmeyelim. Teknoloji en baştan beri sanatı ileri taşıdı. Akustik ortaçağ enstrümanlarından elektro-gitara, synthesizer'lara, oradan digital audio'ya ve soft-synth'lere kadar geldik. Bir kompozitör için önemli olan sestir. Renk dünyası ne kadar çeşitli ve şekillendirilebilir olursa müzik de o kadar fazla şey ifade edebilir. Bir de tabi buna hızı da ekleyin. Eskiden bir eserinizin duyulması için önce el ile notaya yazılması, sonra el ile kopyalanması, orkestra provası ve buların hepsinin sonucunda da çalınacak bir mekana ihtiyaç vardı. Bu da haftalar alıyordu. Daha yakın zamanda, hatta benim profesyonel hayatımın başlarında digital audio yoktu ve bir müzik parçasının her bölümünü ve her kanalını baştan sona kadar mükemmel çalmak gerekiyordu. Şükürler olsun ki bunlar geçmişte kaldı. Şimdi bir besteci/prodüktörün hayatı çok daha kolay. Bu sayede hem daha çok üretebiliyor hem de daha çeşitli üretebiliyor. Olasılıklar sonsuz.
Buradaki asıl sorun yaratabilecek alan ise müziğin dağıtımı ve paylaşımı ile ilgili. En basite indirgenmiş haliyle durum şöyle: "eğer müzik karşılığında bir değer alınmazsa müzisyenlerin soyu tükenir." Dinleyici eğer müziğin karşılığında bir şey vermek istemiyorsa o zaman dinleyecek kaliteli müzik bulamamaktan da şikayet etmemeli. "Eski müzikler daha iyiydi", "artık her şarkı birbirine benziyor" gibi yorumlar normal bu durumda. Fark yaratacak bir ortam ve motivasyon kalmamaya başladı. Bence her ciklet ve çikolata da birbirine benziyor, iki farklı marka hamburger de birbirine benziyor ve eskiden yemeklerden aldığımız tadı alamıyoruz, çünkü özensiz ucuz ve kalitesizleşmeye başladı çoğu şey. Malesef müzik de bunlardan biri.
- Üniversite hayatınızı Ankara’da geçirdiniz. Bu arada Tarkan Gözübüyük, Alp Turaç gibi şu anda Türkiye müzik piyasasının önemli insanlarından bazıları ile tanıştınız. Bize biraz Ankara dönemizden bahsedebilir misiniz? O dönem Ankara’da nasıl bir rock müzik ortamı vardı?
Tarkan ve Alp ile 1989 sonbaharında Ankara'da tanıştık. 1990'da da aynı evde yaşamaya başladık. İstanbul'da da Pentagram evinde (Hakan Utangaç'ın evi) kalıyorduk prova zamanlarında. O zamanlar Alp Turaç da bas çalıyordu, genelde kendi kendine :) Sonra ben Los Angeles'dayken ses teknisyenliğini seçmiş. Tarkan Gözübüyük ile ilk tanıştığımız gün sabaha kadar gitar çalmıştık. Bu bir süre böyle gitti. Ankara'da Süden Pamir'in solistliğini yaptığı bir grup bile kurmuştuk. Volkan Öktem de davul çalıyordu grupta. Daha sonraları rock-bar'larda çalmak için Özlem Tekin'in solistliğini yaptığı bir grup kurmuştuk.  Neyse, o zamanlar Farabi Sokak'ta üç mekan vardı çalınabilen, A Bar, Grafitti ve Dorian Grey. Bizim ev de Güvenlik caddesine çok yakındı, yani bu barlara yürüme mesafesindeydik ve üniversitedeydik! Daha ne olsun, hayat iyi geçiyordu yani… O dönemde Türkçe rock yok denebilecek kadar azdı. Bazı gruplar Türkçe'yi Amerikan aksanıyla yoğurup Türkçe sözlü rock ve metal yapıyordu, ama genel kanı bizim dilin bu müzikle uyuşmadığıydı. Bir de o zamanlar, belki gençlikten, belki cahillikten, belki de özentidendir Türkçe sözlü müziği sanki daha hor görür bir halimiz vardı. Bunun sebebini hala sorarım kendime ve sonunda da politik sonuçlara ulaşırım hep, bu da ayrı konu.
- Pentagram, bu ülkede 90’ların başında rock müziğin bayraktarlığını yaptı. 2000’lı yılların başında ise Türkiye’de Rock müzik ciddi bir atılım gösterdi, fakat devamında ortaya çıkan grup ve müzisyenler arasında vasatlık, birbirlerine benzerlik göze çarpmaya başladı. Darbe sonrası büyük travma geçirmiş bir toplumda, heavy metal gibi bugün bile Türkiye’de bir azınlığın dinlediği bir müzik türünü yapmanın nasıl zorlukları vardı? 90’lardan günümüze Türkiye Rock müziği için ne demek isterseniz? Türkiye Rock müziğini dünyada nereye konumlandırırsınız?

Pentagram'ın ilk albümünun hikayesini (Pentagram/Pentagram) Tarkan Gözübüyük veya Hakan Utangaç'tan dinlemenizi tavsiye ederim. Ben gruba 2. albümde katıldım (Trail Blazer). Kayıt stüdyosu, alet edevat, davul, gitar, vokal kaydı yapmayı bilen insan neredeyse yoktu. Genelde her şey deneme yanılma ile oluyordu. Internet falan da yok, guitar player dergileri falan vardı, oradan ne öğrenirsek uygulamaya çalışıyorduk. Plak ve kasetlerde duyduğumuz sesin kalitesine ve gücüne ulaşmaya çalışıyorduk. Hadi albümü yaptık da kim, nasıl dinleyecekti? Şimdinin Türkiye'si tuhaf, o zamanın Türkiye'si daha da tuhaftı. Biz bu ülkede kendini batılı sanan son kuşağızdır herhalde. Yanlış anlaşılmış, yanlış anlatılmış bir ülke fikri, bir cumhuriyet fikri, bir medeniyet fikri, kulaktan kulağa oyunun sıradaki son oyuncuları gibiydik biz. Aslında biz bir yerde çoğunluk başka bir yerdeydi. Biz de tabi ki kendi bildiğimizi yaptık ve bildiğimiz şekilde ilerledik. Grubun bütün elemanları çok kuvvetli egolardı, bu da bizi kuvvetli bir grup yaptı. Pentagram'ın muzik dışında başka bir çekim gücü vardır bu da bu büyük egoların bir hedefe doğru ilerlemesinin gücüdür, ve tabi ki bu güç de kontrol edilmesi zor bir güçtür.

Türkiye'de şu anda bir kaç grup ve sanatçı dışında "rock" yok denilebilir. Tamam gitar, davul, bas ile bir müzikler yapılıyor bağırış çağırış ama eğer konu "rock" ise bunu iliklerinde hissedip de yapan çok az grup var. Kanımca "rock" bir var oluş halidir ve bağırıp çağırmakla, gürültüyle patırtıyla, maçolukla özdeşleştirildiğinde bu varoluş halini "hiç"'e indirgemiş olursunuz. "Rock" aşık da olur, sarhoş da, inanır da inanmaz da, maço da olur gay de, akustik de olur, elektrikli de, mırıl mırıl da olur, gürler de… Rock ancak tek şey olmaz, yalancı değildir. Dürüsttür. Kendine dürüsttür. Hissetmiyorsa bağırmaz, değilse maço taklidi yapmaz, canı istemiyorsa içmez, ait olmak için üniforma giymez. "Tarz" denen hapishaneye mahkum edildiğinde de etrafı ateşle sarılmış bir akrep gibi kendini zehirler. Benim anladığım "rock" bu, şimdi buyurun siz değerlendirin günümüz dünyası ve Türkiye'sindeki "rock" müziğini...
- 90’lı yılların başında Los Angeles’a taşınıp Musician Institute’da eğitim gördünüz. Bize biraz o dönemizi anlatabilir misiniz? Los Angeles sizin hayatınıza ve müziğinize neler kattı? Painted on Water ile yıllar sonra Amerikan sahnesine dönmek nasıl bir duyguydu?
90 başlarında Seattle akımı bütün dünyada olduğu gibi Los Angeles'da da yapacağını yapıyordu. Ben rock bulacağım diye gitmiştim ama meğer rock oradan geçmiş 3. dünyaya göçmüştü. Okulda rock gitar dersi veren hocalar vardı ama genelde jazz ve fusion üzerine eğitim alıyorduk. Eve gelince de deli gibi metal ve rock gitar riff'leri ve lick'leri çalışyorduk. Gerçekten deli gibi, 9-10 saat falan günde, her gün! Rock şarkıları yazarken içine biraz jazz/fusion katıyorduk. Ayrıca şarkı yazma üzerine de ben seçmeli ders alıyordum. Türkiye'de Ingiliz edebiyatı olumuştum ve çok seviyordum edebiyatı (hala severim). Söz yazma konusunda çok faydası oldu. Sonra İngilizce olarak öğrendiğim her şeyi Türkçe'ye adapte ettim buraya dönünce.
Painted On Water ile Amerika'ya dönünce aslında bambaşka bir dünyaya dönmüş gibi oldum. Ben ilk gittiğimde Los Angeles'da yaşamıştım, daha sonra gittiğimde ise New York'da konuşlandık. İnanın bana aynı ülke olmasına rağmen ayrı gezegenler gibidir iki şehir. New York iyiydi ama ben o kadar da ısınamadım. Zaten Amerika'da da yaşamak isemediğime karar verdim. Ailemin bir bölümü oralarda yaşamını sürdürse bile bana hep bir şeyler eksik gibi gelir. Garip bir his.
- 2010 yılında  Sertab Erener, Aynur Doğan, Ayşenur Kolivar ve Antakya Medeniyetler Korosu ile gerçekleştirdiğiniz Biriz projesi ile binyılların kültür mirasını bizlere tekrar sundunuz. Son yüzyılda ulus devlet zihniyetinin bu topraklarda bize unutturduğu kültür mozaiğini yeniden hatırlamaya çalıştığımız bir dönemde yaşıyoruz. Bununla birlikte insanların devletin tebaası olmak için var olduğu algısı ve “tek dil, tek din” tekilliği tekrar tekrar dayatılıyor. Sizce ”Biriz” gibi projelerin çoğalmasıyla yerleşik devlet zihniyetinin yıkıcılığı kıralabilir mi?
Soruyu sorarken zaten durumu özetlediniz. Bunun gibi projeler bu yöne doğru olan hareketi durdurur mu? bence hayır. Ancak şunu yapar, bu hareketi durduracak olan insanlara ilham olur. Sonuçta bizler sanatçılarız, politikacı, bürokrat, iş adamı, endüstri devi, medya patronu falan değiliz. Biz insan ruhuna hitap ederiz. İnsanların ruhlarını tanıdıkça onlar arasında ayrım yapmak, ötekileştirmek de imkansızlaşır, işte bizim yegane yapabileceğimiz insanların birbirleriyle ruh düzeyinde birleşmelerini sağlamak olabilir. Barışın yolu ne hoşgörüdür, ne ayrımcılıktır, ne de aynılaştırmaktır. Hoşgörünün merkezinde bile ayrımcılık vardır, kendini büyük görme vardır, kibir vardır. Bireysel düzeyde, bireysel algıda cehalet aşılmadıkça, bireysel özgürlük yaşanmadıkça sosyal barış falan da olmaz. Bunu ben demiyorum, dönün ve tarihe bakın, toplumsal değişim hareketleri felaketle sonuçlanır bütün taraflar adına.

-  Metropollerin sanatçılarda bir tür üretimsizliğe yol açtığı söylenir. Bülent Ortaçgil, Turgut Berkes gibi müzisyenler metropol sıkıntılarından arınmak ve kafa dinglinliği amacıyla İstanbul’dan ayrılıp Bodrum ve Bozburun’a yerleştiler. Siz de bundan bir kaç yıl önce ani bir karar ile Bodrum’a taşındınız. Bodrum ruhunuza ve müziğinize iyi geldi mi?
Çok iyi geldi. İlk anda kulağa klişe gibi geliyor "Bodrum'a yerleşmek" ama gerçekten çok iyi geliyor üretim sürecime. Kendi ritmimi yakalıyorum ve her şey tıkır tıkır işliyor. Her gün az ya da çok bir şey yazıyorum ki bu çok sağlıklı benim için. Bir süre yazmadığımda ciddi sorunlar yaşıyorum, böyle iyi anlayacağınız.
- Bugün geçimini sadece müzikten kazanan bir çok müzisyen, hayat standartlarını koruyabilimek için piyasa dinamiklerinin çizdiği sınırlar içinde müzik yapmaya devam edebiliyorlar. Az sayıda müzisyen kendi müziklerini yapabilmekte. Endüstrinin bu saldırganlığı karşında sanatçılar kendilerini nasıl koruyabilirler ve kendi müziklerini yapabilirler?
Kendi yapmak istediğin müzik ile çoğullar birleşmiyorsa o müziği yaparak yüksek bir yaşam standartı tutturamazsın. Bu net zaten. Bu durumda iki seçenek var, ya düşük standartı kabul edip küçük yaşayıp istediğini yapmaya devam edeceksin, ya da başka bir işten gelir sağlayacaksın. Bu başka iş müzikle ilgili de olabilir olmayabilir de. Bu sadece bizim ülkenin sorunu değil, bütün dünyadaki sanatçıların sorunudur. Örneğin bugün bir fotoğraf sanatçısı ile bir dergi röportajıma çekim yaptık. İsim vermeyeceğim ama bu fotoğrafçı kendi sergileri olan hatırı sayılır bir sanatçı, ancak bir dergi için bir röportajın fotoğraflamasını yapıyor. Bu ne ayıptır ne de davaya ihanettir. Bu bildiğin "hayatın gerçeğidir." Keşke toplumun çoğunluğunun görsel ve işitsel estetiği gelişmiş ve eğitilmiş olsa da "sanat" da sanatçıyı insan gibi yaşatsa, değil mi? Evet, belki bir gün…
- Son dönemlerde, Türkiye’de ve dünyada beğendiğiniz müzisyenler kimler? Dinlemekten hiç bıkmadığınız müzisyenler var mı?
Erkan Oğur, Şebnem Ferah, Sertab Erener, Bülent Ortaçgil bazıları. Ben çok gürültülü müzikler sevmiyorum, genelde içerik beni daha çok tatmin ediyor. Bir söz vardır ya, "kim olduğun o kadar çok bağırıyor ki ne dediğini anlamıyorum," işte bu söz çok doğru bence. Kendini değil de sözünü anlatanı dinlemeyi seviyorum. 
Huzurlu kalın, erdem ile yaşayın...

Can Öktemer - Sertan Şentürk

Hiç yorum yok: