12 Ocak 2014 Pazar

Utangaç, Naif ve Kırılgan Erkekler

Hiç kuşku yok ki Barış Bıçakçı son 20 yılda Türkiye edebiyatının başına gelmiş en güzel şey... Az kelimeyle dünya kadar şey anlatabilmesi ve edebiyat ile özellikle şiirle kurduğu müthiş uyumu, bütün kitaplarının satırlarına sindirebilmesiyle Türkiye edebiyatının daha şimdiden en önemli yazarlarından biri oldu. Bizim Büyük Çaresizliğimiz'in sinemaya uyarlanmasının ardından (buradan bir kez daha Seyfi Teoman'ı özlemle analım) Bıçakçı'nın kitaplarına yönelik yönelik müthiş bir ilgi söz konusu. Sosyal medyada kendisinin adına açılmış ve onun kitaplarındaki cümlelere yer veren Twitter hesaplarına yönelik ilgiye baktığımız zaman bile onun giderek artan popülaritesini görebiliriz.

Münvezi yaşamı, medyaya hiçbir röportaj vermemesi ile de ünlü Bıçakçı. Bu tercihinin imajlar çağında gayet garip hatta şaşkınlık verici olduğunu söylemek gerek. Günde yüzlerce tweet atan yazarlar karşısında kendisinin derin sessizlikte olması tıpkı kitaplarının birinde söylediği "İnsanın kendi dünyasını ve dilini susarak koruması ne tatlı paradoks!" gibi bir durum yaratmıyor değil. Edebiyat dünyamızın bazı yazarlarının sürekli röportaj verme ve görünür olma telaşında olduğu bir ortamda Barış Bıçakçı itina ile kendi dünyasını muhafaza etmekte. Medyada yayınlanmış herhangi bir fotoğrafının da olmaması, onun  dünyasına olan ilgiyi giderek arttırmakta. Bu durumun zaman zaman onu zorda bıraktığını da düşünüyorum. Uludağ Sözlük’te yer alan bir yorum onun okurlarıyla kurduğu sınırlı ilişkinin herkes tarafından pek de hoş karşılanmadığına dair iyi bir örnek olsa gerek:  "Kitabını imzalamayan yazar. Kendini saklar bir havası var. Belli ki sivrilmeyi sevmiyor ama okuru geri çevirmek de pek hoş değil doğrusu."
Kanımca medyada görünmeme gibi tercihlerinin dışında onu özel kılan bir durum da kitaplarında tasvir ettiği erkeklik halleri. Hemen hemen bütün kitaplarında başrolü verdiği erkek kahramanlar Türkiye'de eşine pek de sık rastlamadığımız türden. Malum, memleketi bir virüs gibi sarmış hegemonik erkeklik hayatımızın üzerine bir kabus gibi çökmekte. Neredeyse her gün gazetelerin sayfalarında yer alan kadın cinayetleri, dayak, taciz haberleri Türkiye'deki erkeklik hallerinin ne kadar vahim bir durumda olduğunun en somut kanıtı. Barış Bıçakçı'nın erkek karakterleri ise naif, kırılgan, feminen olarak tanımlanabilir. Bu sebeple hegemonik erkeklikliğin dışında yer almaktalar ve toplum tarafından onay görmeme tehlikesiyle karşı karşıyalar. Onların evlerinden pek dışarı çıkmamaları, insan ilişkileri bakımından biraz zayıf olmaları bu korkunun yaratmış olduğu bir durum olarak yorumlanabilir. Bununla beraber bütün erkeklik gösterilerinden çok uzaktalar. Araba kullanmıyorlar mesela. Futbolu seviyorlar fakat maç izlerken futbolculara küfür etmiyor, eşleri maçın en heyecanlı anında televizyonun önünden geçti diye bağırmıyorlardır büyük ihtimalle. Şiddetten uzaklar, evde oturuyorlar, onlara eşleri bakıyor. Hatta yemek yapabiliyorlar, ev temizliğinden bile anlıyorlar. Kanımca Barış Bıçakçı'nın erkek karakterlerinin bu farklı erkeklik halleri en çok kadınlarla olan ilişkilerinde belirginleşiyor.
Kadınlar Karşısında Suratları Kızaran Erkekler
Türkiyeli erkekler için çözülmesi en zor meselelerden biri kadınlarla olan ilişkileri olsa gerek. Ergenliğe giriş yıllarından itibaren erkekler için bir tür bilinmezdir karşı cins. Onlara nasıl yaklaşılacağı, onlarla nasıl muhabbet kurulacağı konusunda hep çuvallamaya müsait bir haldedirler. Fakat öyle bir memlekette yaşıyoruz ki aşkı da sevgiyi de orantısız güç kullanarak gösteriyoruz. Daha orta okuldan itibaren karşı cinse sevgimizi göstermek için onların saçlarını çekiştiriyoruz, tokalarını çöpe atıyoruz. Sevmek konusunda sıkıntı yaşamıyoruz da onu nasıl göstereceğimiz konusunda kafamız bir karışıyor galiba.  Sevme meselesi karşılıklı bir hal alınca da bu sefer karşı cinse nasıl yaşayacağını ve nasıl sevileceğini öğretmeye kalkışıyoruz. Çalıştırmıyoruz, kendimize olan güvensizliğimiz ortaya çıkmasın diye evden dışarı çıkartmıyoruz, onun eski dostu olan erkek arkadaşlarından nefret edip onlardan sevdiğimizi delicesine kıskanıyoruz. Bunları yerine getirmeyen kadınların da sırtından sopayı, karnından bıçağı eksik etmiyoruz. Aynı zamanda bu erkeklik gösterilerini yerine getirmiyorsak yarım erkek yaftasını yiyoruz. Barış Bıçakçı'nın erkek karakterleri ise Türkiye'deki  erkeklik kodlarına göre yarım erkekler olarak tanımlanabilir. Onun erkek karakterleri kadınlara salt bir cinsellik içeren bakış açısıyla yaklaşmıyor, aksine ilk başta onlara aşık olmaya çalışıyorlar, hatta uzun uzun konuşmak istiyorlar. Onlara aşık olmak istiyorlar. Bu durum  Sinek Isırıklarının Müellifi'ndeki Cemil'de daha belirginleşmiş bir haldedir: "Ben doğru dürüst konuşamadığım, konuşmaktan tat almadığım birine aşık olamam." Bıçakçı'nın utangaç erkek karakterleri kadınlar karşısında yanakları, kulakları hemencecik kızaran erkekler. Veciz Sözler'deki Sulhi mesela, sadece yanakları kızarmıyor heyecandan gözlükleri bile buğulanıyor. Yine Sulhi'den devam edecek olursak, Sulhi otobüste tesadüfen yanına oturduğu Nesteren'e hemen aşık oluyor. Fakat kadınlar karşısında ne yapacağını tam olarak bilemediğinden onunla yakınlaşabilmek için en güvendiği liman olan edebiyata sığınıyor. Ona bir sürü süslü edebi cümle kuruyor, bunları söylerken de kulakları kızarıyor, gözlük camları buğulanıyor ve bolca terliyor. Yolculuk boyunca aklında, ruhunda  edebiyata dair bildiği ne varsa dökülüyor ağızından Sulhi'nin. "Onun için varsa yoksa konuşmak, ruhunu döküp saçmak, varsa yoksa sözcükler."
Sulhi'nin bir başka özelliği de Nesteren'e kadar hiç bir kadınla bir ilişki yaşamamasıdır. "Sulhi kadınlar karşısında nasıl da savunmasızdır, bilemezsiniz. Diyeceğim, eline kadın eli değmemiş biriydi Sulhi. Hayata bu yoksunluğun ıraksak merceğinden baktığında her şey olduğundan daha uzak, daha farklı görünüyordu."
 Bu durum da Türkiye'de erkeklik kodları açısından sıkıntılı bir durumu işaret ediyor haliyle. Sulhi, okuldaki arkadaşları tarafından dalga konusu oluyor. "Şuna bakın! ‘... Hala nasıl bu kadar zayıf olduğu sınıfımızın erkekleri arasında ciddi tartışmalara yol açmaktadır.’ cümlesindeki "mastürbasyoncu" imasını fark ettiniz değil mi? Ah şu genç erkekler! Ah şu önlerinden sarkan şeyi varlıklarının muskası sananlar!"
Sulhi'nin bu halinin, elbette her an her dakika erkekliğin ispatlanması gereken bir toplumda garip ve dalga konusu olması kadar doğal bir şey olmasa gerek. Bu sebepten olsa  gerek onun kadınlar karşısındaki pasif tutumu okulda erkek arkadaşları tarafından alay konusu olabiliyor. Barış Bıçakçı'nın diğer karakterleri Sulhi kadar çekingen değil tabii ki de.
Bizim Büyük Çaresizliğimiz'deki Ender ve Çetin mesela, sevgilileri olması için Sulhi kadar uzun yıllar beklemiyorlar. Belki başarısız ilişkiler yaşıyorlar ama Sulhi’nin kadınlar karşısında yaşadığı tutukluğu da yaşamıyorlar. Sulhi ile ortak noktaları ise cinselliğin yine ikinci planda olması. Ama burada Ender ve Çetin arasında bir ayrım yapmak gerekiyor sanırım. Ender, Çetin'e göre daha duygusal, ruhunu edebiyatın büyülü kelimelerine teslim etmiş birisi. Bu anlamda Sulhi'yle bir nevi ruh kardeşliği var. Çetin ise biraz daha düz Türkiyeli, erkeklik normlarına göre daha tanıdık biridir. Kitaplarla arası iyi değildir. Ender ise daha suskundur, sürekli bir şeylerden sıkılıyormuş gibidir. Duygularını yoğun bir şekilde yaşıyor hali vardır ama bunu bir zaafmışçasına çok fazla konuşmayarak örtmeye çalışır. Çetin ise aşktan ziyade kuru cinselliğin peşindedir. Bu iki yakın dostun kadınlara bakış açılarının bu kadar farklı olmasının sonucu olarak birbirlerini eleştirmekten de geri kalmazlar.
Ender, Çetin'in kadınlar karşısında İngilizce şarkılar söylemeye çalışan bir bukalemuna dönüştüğünü söyler. Çetin ise Ender'i aslında kadınları değil de sadece kendisini sevmekle suçlar. Ender ve Çetin'in kitaptaki aşka olan bakış açılarında kırılma, üniversite öğrencisi Nihal'in evlerine taşınmasıyla olur. Ender ve Çetin, Nihal'in abisi ile yakın arkadaştır. Bir trafik kazasında Nihal ve abisi anne, babalarını kaybetmişlerdir. Ender ve Çetin evlerinde zamanla kalbi kırık, genç yaşta acılara tutunmak zorunda kalan Nihal'e aşık olurlar. Ona karşı hiçbir zaman açılamazlar ama ima yoluyla duygularını dile getirmeye çalışırlar. Ender mesela onun için şiir yazar:
"Uzaktakini çağırıyordu en uzaktakini
Mevsimlerin tekrar edemediği bir şeyi çağırıyordu,
gelmesi mümkün olmayanı.
Ve bir adım öne çıkıyordu mayıs."
Çetin ise espriler yaparak, komik hikayeler anlatarak Nihal'e yakınlaşmaya çalışır. İkisinin de zamanla Nihal'e olan aşkları derinlik kazanır ve onu arzulamaya başlarlar. Fakat Nihal'in pantolonundan taşan çiçekli iç çamaşırını görünce ona karşı hissettikleri derin duygular yerini masumiyete ve naifliğe bırakıyor. Nihal'in o hali akıllarından hiçbir zaman gitmiyor. Sinek Isırıklarının Müellifi'ndeki Cemil ise evine misafirliğe gelen üniversite öğrencisini arzular fakat onun arzuları bir noktadan sonra aşkla ilişkilenecektir. Ne de olsa Cemil uzun uzun konuşamadığı, anlaşamadığı kadınlara aşık olmakta zorlanmaktadır. Arkadaşlarına da altını çize çize bu durumu söyler, ben aşık olmak istiyorum der. Bu karakterlerin aşka ve karşı cinse olan bu bakış açılarının elbette hegemonik erkeklikte yeri yoktur. Ne de olsa bu topraklarda erkeğin duygularını açıkça göstermesi pek de hoş karşılanmaz. Erkekten ağır olması beklenir. Duygularını bu denli yoğun yaşaması beklenmez. Babalar mesela çocuğuna sevgisini ancak çocuğu uyuduktan sonra başını okşayarak gösterir. Belki çok sevdiği karısına dolu dolu  ve yüksek sesle seni seviyorum da diyemez. Seni seviyorum demek buralarda bir ayıpmış gibi bu duygular ruhun en derinliklerine saklanır. Cemil, Sulhi ve Ender pek de öyle değiller; edebiyata, şiire olan düşkünlükleri onların ruhlarını inceltmiştir biraz. Kadınlara seksüel olarak bakmayan, onlara hep aşık olmaya çalışan karakterler zaten. Sulhi'nin Nesteren'le ilk yaklaşmalarının hep edebiyat yordamıyla olmasının, Ender'in Nihal'e şiir yazmasının, Cemil'in Nazlı'ya yazdığı uzun mektupların da hep edebiyata bağlanmasını böyle açıklayabiliriz belki de. Ama bu meseleyi sanırım yine en iyi Cemil özetliyor: "Kadınlardan ne çok şey istiyoruz diye düşünüyor Cemil. Bizi affetsinler, bize memelerini göstersinler ve ölümsüzlük versinler.”
Barış Bıçakçı'nın erkek karakterlerini yerleşik erkeklik kodlarından ayıran bir başka durum da birbirleriyle kurdukları yakın dostluklar olabilir.

Erkek Dostlukları
Barış Bıçakçı'nın hemen hemen bütün kitaplarında rastladığımız durumlardan biridir erkek dostluğu. Onların dostlukları herhangi bir arkadaşlıktan öte, Ender'in deyimiyle bir tür aşktır. Birbirlerinin yoldaşı, tamamlayıcılarıdır bir nevi. Ender’le Çetin’in dostluğunun, kültürel kodlamadaki “erkek arkadaşlığı” kalıbında yeri yoktur, birbirlerine hasretle mektup yazar, gerektiğinde birbirlerinin sevgilileri, anneleri veya ablaları olurlar. Zaten Barış Bıçakçı kitaplarından erkek dostluğuna örnek verecek olursak bu kesinlikle Ender ve Çetin olur kanımca. Ender'in çok güzel bir şekilde anlattığı bu dostluk lise yıllarında başlıyor. Yıllar sonra kocaman adam olan ikilinin aynı eve taşınmalarıyla daha bir anlamlaşıyor. Onların dostlukları bir tür uyum, birbirlerinin sevgililerine aşık olma hayali kuracak kadar aşk dolu bir dostluk. Çetin mesela, bir adım daha ileri giderek sevgilisiyle yattığı odaya, Ender'in kendisini yalnız hissedeceği gerekçesiyle, yatağın yanına bir yatak da Ender için serer. Tabii ki onların bu durumlarının toplumda bir karşılığı yoktur. Onların bu halleri, çevreleri tarafından garip karşılanmaktadır. Örneğin Ender, Çetin ile dostluklarını büyük bir heyecanla anlattığında ve aramızda bir tür aşk var dediğinde Nihal şaşkın şaşkın bakarak "aşk mı?" diye sorar. Nihal, Ender'in “aramızda bir tür aşk var” ile ne demek istediğini anlayamaz; zaten Ender ve Çetin arasındaki dostluğu kendileri dışında kimse anlayamaz. Neredeyse 40 yaşına gelmiş olmalarına rağmen evli olmamaları, beraber yaşamaları birçok kişi için anlaşılmazdır. Apartmanda veya Çetin'in işyerinde arkalarından ne tür dedikodular yaptıklarını tahmin etmek güç olmasa gerek. Ender ve Çetin de zaten bu bakışlardan zaman zaman rahatsız olacaklardır. Gittikleri bir deniz kıyısı tatilinde birbirlerine güneş yağı sürerken bir sürü şaşkın göz de onları izler. "Birbirimize güneş kremi sürerken, dışarıdan birine nasıl göründüğümüzü düşündüm. Kıllı, göbekli iki koca adam. Bizim olduğumuzu hissettiğimizden farklı, çok farklı görünüyor olmalıydık. Bu acıklı gelmişti bana."
Barış Bıçakçı'nın kitaplarında erkek dostluklarının tamamlandığı bir başka nokta da kuşkusuz edebiyattır. Cemil mesela, daha sonra çok yakın arkadaş olacakları İlhan ve Metin  ile üniversitede tanışır. Dostluklarını edebiyat, müzik ve elbette şiir perçinleştirir. İlk tanıştıkları akşam toplandıkları öğrenci evinde bağıra çağıra şiirler okunur. Ya da üniversitede bir gösteri sırasında gözaltına alınan arkadaşları için mahkeme önünde  Turgut Uyar'dan Kırlardan Geliyorlar şiirini yüksek sesle okuyarak  protesto ederler.
Veciz Sözler'deki Sulhi ve Hasan'ın da dostlukları onlardan pek farklı değildir. Onların dostluklarının arasında da temeli edebiyat olan uyum ve ahenk vardır. "O günlerden sonra sıkça görüştüler. Tutkulu bir arkadaşlıktı bu şehrin sokaklarını arşınlıyor, parklarında oturuyor." 
Edebiyata, şiire düşkünlükleri olan bu karakterlerin nedense 80'li yıllarda ilk gençliklerini yaşayan kuşağa ait olduğunu düşünürüm. 12 Eylül karanlığında 80'li yıllar, öğrenci evleri, solculuk ve şiir... Barış Bıçakçı'nın nostalji seviciliği olsun diye değil, hoş birer hatıra niyetine anlattığı dönemin tanıkları ne de olsa bu karakterler. Bu anlamda da günümüz dünyasına pek ait değillermiş gibi dururlar. Aynı zamanda evlerinden pek dışarı çıkmayan mesai bitimi evlerine, kitaplarına, müziklerine ve sevgililerine koşarak giden karakterler. Ama zaman kavramı onlar için çok önemli bir yerde durur. Zaman onlar için dünyadan uzaklaşmak demek bir anlamda. Zaman ilerledikçe genç nesil tarafından anlaşılmayacakları için üzülürler, artık seslerinin dışarıdaki çocuk seslerine karışamayacak olmasından dolayı kendilerinin büyük çaresizliklerini yaşarlar.
Evde Oturan Erkekler
Bu topraklarda pek alışık olduğumuz ve hoş karşıladığımız bir durum değildir evde oturan ve çalışmayan erkek. Türkiye'de erkeğe verilen ödevlerden biridir çalışması, eve para getirmesi, eşine ve çocuklarına bakması... Barış Bıçakçı'nın karakterlerinin böyle dertleri yoktur. Cemil ve Ender mesela, evde otururlar. Bir mesaileri yoktur. Cemil mühendislikten istifa etmiş ve evde oturup kitap yazmaya karar vermiştir. Halbuki toplum ondan işinde daha da başarılı olmasını, iyi bir mühendis olup yüksek maaş almasını beklemektedir. Cemil bu idealleri elinin tersiyle itmiştir. Hayatın çok hızlı bir şekilde aktığı bir dönemde evde bir nevi zamanı yavaşlatmıştır. Hayatın gözden kaçan detaylarını gözlemleme şansını yakalamıştır. Banyoda otururken başında beliren örümceğin ördüğü ağlara hayranlıkla bakar, gazetenin üzerine dökülen su damlacıklarının arasından eski haberleri okur. Kavanoza koyduğu fındıkların çıkardığı ahenkli sesleri büyük bir keyifle dinler. Bu küçük detayları çalışırken yakalayamadığını düşünür. Ve o evde bu detaylarları incelerken karısı çalışır, ona bakar. Bu durum Türkiye'de elbette pek hoş karşılanmaz. Zaten bize verilen toplumsal rollerde tam tersi olması beklenir, Cemil'in çalışıp karısı Nazlı'nın evde oturması gerekmektedir. Cemil bu durumu kendisine dert edinmez, keza Nazlı da... Ama akrabalar, komşular için eleştirilecek bir durumdur bu... Cemil'in maaşı artma noktasına gelmişken işten ayrılması kabul edilecek bir durum değildir. Cemil daha çok çalışmalı, çok iyi bir mühendis olup ev almalı, araba almalı topluma göre onun ilk görevi bu olmalı hayatın ince detaylarında kaybolması değil. Ender de farklı değildir, Cemil'in aksine çalışır, kitap çevirileri yapar ama o da evde oturur. İnsan içine pek çıkmaz, toplumun içine pek karışmaz. Evde yemek yapar, fasulye ayıklar, dolma doldurur, reçel yapar.
Cemil'in, Ender'in evde vakit geçirmelerini, toplumla kaynaşmamalarını dünyanın saldırganlığı karşısında kendilerini korumaya çalışmaları olarak yorumlayabiliriz. Zaten Cemil'in "Bütün eve dönme hissi yaratan anlar güzeldir" deyip İstanbul'dan Ankara'ya koşarak dönmesini bu duruma örnek olarak gösterebiliriz. Elbette Cemil'de eve dönme hissi yaratan Nazlı'dır. Beyoğlu'nda yürürken aklına bir anda düşen Nazlı'yı görme isteğiyle hemen otogara koşar ve Ankara'ya ilk giden otobüse binip Nazlı’sına kavuşur. Evden çıkmak istememelerinin ve sürekli eve dönme isteklerinin altında yatan başka bir durum da orta yaş krizi olarak yorumlanabilir sanki. Mevcut dünyaya ayak uyduramama korkusu da olabilir. Cemil, Ender, Çetin ve birçok Barış Bıçakçı karakteri 30 yaş üstüdür. Saçları dökülmeye başlamıştır, göbekleri iyice belirginleşmiştir. Yeni neslin onları anlayamayacaklarını düşünürler. İlk gençliklerini yaşadıkları 80'li yıllara methiye düzmezler ama o yıllarda öğrenci evlerinde geçirdikleri şiir ve edebiyat dolu günleri anmaktan geri durmazlar. Zaten son tahlilde Cemil bu konuyla alakalı tartışmaya bir son verir: “80’leri yaşamayan biri bizi nasıl anlayabilir ki, gerçi anlamasalar da olur o kadar mühim insanlar değiliz.”
Vicdanlı Erkekler
Ender, Cemil, Sulhi için vicdanen solcular demek doğru olur sanırım. Ezberci zihin kalıplarından uzaklar. Fakat 1 Mayıs törenlerini kaçırmıyorlar, haksız yere tutuklanan arkadaşları için günlerce mahkeme önlerinde protesto eyleminde bulunuyorlar. Bütün bunları zamanın ruhu olduğu gerekçesiyle veya gençlik hevesi olarak yapmıyorlar. Doğru olduğuna inandıkları için yapıyorlar. Cemil mesela, anket yapmak için kapısını çalan yüzü kan ter içinde kalmış olan üniversite öğrencisinin haline çok üzülüyor. Çocukluğu ekonomik zorluklar içinde geçmiş karısı Nazlı'nın ve Nazlı ile benzer durumda olan küçük kız çocuklarının bir daha aynı zorlukları çekmemesi için sosyalizm gelmeli diyor. Haline üzüldükleri dünyanın düzelmesi ve insanların omuzlarının kaldıramayacağı yükü üstlenmek için yüksek sesle sosyalizm gelmeli diye bağırıyorlar neticede.
Bitirirken Barış Bıçakçı'nın kitaplarının başrollerinde yer alan Ankara'dan bahsetmemek olmaz. Sanırım insanlar su misali yaşadıkları yerin şeklini alıyorlar.  Edip Cansever'in de dediği gibi:
" insan yaşadığı yere benzer
o yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
suyunda yüzen balığa
toprağını iten çiçeğe
dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine"
Ender, Çetin, Sulhi ve Cemil de Ankara'nın şeklini almış görünüyorlar. Olabildiğince sakinler, aceleleri yok ve ancak bir Ankaralının alabileceği keyifleri alıyorlar. Sonbaharda Konur Sokak’ta yürümek, kışın Kuğulu Park’ta gezinmek gibi...  
Barış Bıçakçı'nın kitaplarının tamamına sinmiş olan naifliğin, onun şair elinden çıkma cümlelerinin yanı sıra yaratmış olduğu bu karakterler ile de ilgili olduğunu düşünüyorum. Çevremizde pek sık rastlamadığımız fakat bir yerlerden tanıyormuşuz hissi yaratan karakterler bunlar. Bütün gün evlerinde oturup balkonlarından bakıp önce Ankara'nın sonra dünyanın haline üzülen tipler. Bu halleriyle dünyanın bütün yükünü omuzlamış gibidirler. Bu bezgin hallerinin de sırtlarına yüklendikleri bu yükten kaynaklandığını söyleyebiliriz. "Gençliklerini, onlar gibi göğüs kafesleri açık yaşayanlar da hastalanıyordu sonunda." Barış Bıçakçı'yı sırf yaratmış olduğu, insanda iki kadeh içme isteği uyandıran, dertlerine ortak olma hissi yaratan naif, kırılgan karakterleri için de sevmiyor muyuz biraz da...
Can Öktemer

* Bu yazı, Duvar Dergisi'nin Kasım-Aralık 2013 tarihli 11. sayısında yayınlanmıştır.

1 yorum:

Ömer Özlü dedi ki...

Bu nefis değerlendirmeye hiç yorum gelmemiş olması tuhafıma gitti. Kalbiyle yaşayan fazla kişi kalmadı maalesef, kalanların da kıymeti ne kadar biliniyor, en büyük soru işaretimiz de bu.