7 Temmuz 2014 Pazartesi

Etgar Keret: Sıkılanların sesi


Bu çivisi çıkmış dünyada ikamet etmek zor, cidden zor. Hiç bitmeyecekmiş bir kötülüğün hükümranlığının ortasında sıkışıp kalıp yaşamaya çalışanlar için hakiki kaybeden tanımını yapmak herhalde yanlış olmaz. Son yılların en heyecan verici yazarlarından Etgar Keret öyküleriyle bir nevi hakiki kaybedenlerin sesi görevi görüyor.  

Keret,  dünyanın bu acıklı haline üzülüp de değiştiremeyecek olan insancıkların aşır acıklı hikayelerini fantastik ve gerçek üstü öğelere yer vererek anlatıyor.  Yaşamak zorunda kalınan bu sıkıcı yerkürede yolda yürürken muza basıp düşenlerin, pencere altından geçerken kafalarına saksı düşenlerin, yağmurlu havada yıldırım çarpanların, kısacası bahtsızların, kaybedenleri sesi Etgar Keret... Kendisinin öyküleri şimdiden 29 dile çevrilmiş durumda. Salman Rushdie'ye göre "Orta Doğu'nun en iyi yazarı ve yeni kuşağın sesi".  Keret'e yönelik bu beynelmilel ilgi kendisini sinema da göstermiş bulunuyor. Kendisinin "Kneller'in Mutluluk Kampı" isimli öyküsü 2009 yılında Goran Dukic  tarafından yönetilen ve Tom Waits'in de oyuncu kadrosunda yer aldığı  “Wristcutters: A Love Story” (Kesik Bilekler) adıyla uyarlanmıştı.Keret'in öyküleri genellikle bir iki sayfayı geçmiyor, söz oyunları ve uzun tasvirler yok metinlerinde yalın ve akıcı bir dili var. Siren Yayıncılık tarafından ve Avi Pardo'nun eşsiz çevirisiyle Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü, Nimrod Çıldırışları, Buzdolabının Üstündeki Kız, Gazze Blues, Kapı Birden Vuruldu ve Yedi Güzel Yıl kitapları Türkçeye çevrilmiş durumda. 

1967 Tel Aviv doğumlu Keret tansiyonun bir an olsun hiç düşmediği bir coğrafya da öykülerini anlatıyor. Öykülerinde ağırlıklı olarak görülen konulardan biri de savaşın bireyler üzerinde yaratmış olduğu tahribat ve askerlik travmaları üzerine.

Etgar Keret
Hiç Geçmeyecek Travma: Savaş

Gerilimin ve tansiyonun bir an olsun hiç düşmediği bir coğrafya da yaşıyoruz. Her gün gazetelerden okuduğumuz çatışma haberleri, sınırlara düşen bomba haberleri ve her geçen giderek normal bir durummuş hali alan bu durum hiç kuşku yok ki insanların üzerinden kolay kolay atamayacağı bir travma bırakıyor. Keret'in kitaplarında en çok karşılaştığımız öyküler de  askerlik ve savaş üzerine anlattığı olanlar. Keret zaten sürekli savaş halinde olmanın yaratmış olduğu halet-i ruhiye üzerine bir röportajında şöyle demiş: “İsrail’de bir kafeye gittiğimde pencere yanına oturmam, çünkü bir bomba patlarsa cam parçalarının yüzümü keseceğini biliyorum.”

Keret, İsrail ordusunda 3 yıl askerlik yapmış. Kendisini dünyanın en berbat askeri olarak tanımlıyor. Aynı zamanda ilk öyküsünü de askerliği sırasında yazmış. Askere en yakın arkadaşıyla birlikte gitmiş, yerin altında ışık görmeyen bir yerde zamanını geçirmek zorunda kalmışlar ve arkadaşı daha fazla dayanamayıp bir duygusal kriz sonrası intihar etmiş. Etgar Keret de, yakın arkadaşının intiharı sonrası, “Borular” isimli, kendine boru yapıp onun içine girip gerçek dünyadan kaçan bir karakterin hikâyesini yazmış. "Borular" hikayesinin oluşum hikayesini şöyle anlatıyor: "Askere en sevdiğim arkadaşımla birlikte gitmiştim. Kötü bir deneyimdi. Yerin altında ışıksız bir odada bulunuyorduk devamlı. Arkadaşım duygusal bir krize girmişti. Bir gün bana yaşamak için bir neden söylememi istedi. 6 saat boyunca konuşmuştuk; aklıma bir neden gelmemişti. Odadan çıktım ve intihar etti. Devamındaki günlerde o nedeni kendim için aradım. İki hafta sonra yazmayı denedim ve ‘Borular’ adlı şeyi yazdım."

Borular hikayesinde hayatla uyumsuzluk problemi çeken bir karakterin borular inşa ederek başka bir dünyaya gitmesini anlatıyor. Bu sıkıcı dünyadan ne kadar uzağa gidilirse o kadar mutlu olunabileceğini söylüyordu bize Keret. "Tanrı böyle bir karar vermeyecek kadar merhametli ve müşfik. Cennet dünyada gerçekten mutlu olamayanların yeri." Keret, aslında hiç bitmeyecek gibi duran savaş coğrafyasında yaşanların iç dünyalarını anlatmış aslında bu hikayesinde.  Bu coğrafyada artık neredeyse sıradan bir hale gelen savaş ölüm haberleri bir çoğumuz için akşam yemeği yerken televizyondan duyduğumuz bir kaç rakamdan ibaret. Böyle bir ortamda ölümün ve savaşın yaratmış olduğu yıkımların altında ezilenler için boruların içinden başka bir dünyaya kaçmak en güzel çözüm olabilir gerçekten. Hele söz konusu askerlik travmasıysa. Savaşın yaratmış olduğu travmalar bazen hiç geçmeyecek gibi olur. Keret'in bir başka öyküsü Nimrot Çıldırışları bu durumu anlatır. Öykü aynı yerde askerlik yapan üç arkadaşın askerlik sonrası sırayla delirmelerini konu alır. “Doktorlar, askerdeyken geçirdiği travmanın birden beyninde tekrar belirdiği görüşünde, sifonu çektikten çok sonra suyun yüzüne çıkan bok parçası gibi.”

Wristcutters: A Love Story
Bu coğrafya da yaşamak aynı zamanda kafanızın içinde bir şüpheyle dolaşmak, her an patlayabilecek bir bomba ya da terör saldırısı ihtimali ile yaşamak demek bir anlamda  Bununla beraber bu travmatik durumun daha da ağrının Filistin'de yaşandığını söylemek gerek. Çok uzun zamandır bitmeyen bir savaşın ortasında ve her an patlayacak bombalar arasında yaşam filizlenmeye çalışıyor, çoğu zamanda başarısız oluyor Filistin topraklarında da. Gökten yağan bombalar ve kurşunlar arasında çocuklar çocuk olmaya çalışıyorlar. Zaten Naci Selim El Ali'nin yaratmış olduğu çizgi kahraman ve Filistin topraklarında yaşanan acılar yüzünden tüm insanlığa sırtını dönmüş Hanzala'nın sırtının hala bize dönük olmasının ana sebeplerinden biri Filistin'de bir türlü bitmek bilmeyen savaşın yaratmış olduğu acılar karşısında kayıtsız kalan tüm insanlara karşı bir protesto hali değil mi?

Savaş tüm o ölümlerin, acıların ortasında iki taraf içinde üzerlerinden hiç çıkmayacak gibi duran travmalar bırakmış durumda.  Keret tüm öykülerinde savaşın bu anlamsızlığını haykırmaya çalışıyor bu topraklarda yaşanan bu acılara dikkat çekmeye çalışıyor. Malum sadece Filistin ve İsrail'de değil tüm Orta doğu halklarında yaşanan bir durum bu ölümün tüm yıkıcılığı arasından yaşamaya çalışmak. Böyle bir ortamda Barış Bıçakçı'nın dediği gibi: " Bunca acıya rağmen hala hayatta olduğumuza göre ya üçkağıtçıyız ya da umudumuz var. Ben kendimi üçkağıtçı gibi hissediyorum.”

Türkiye'de de bu durumun çok farklı olmadığı da bir gerçek.  Kapalı alanlarda özellikle metro gibi yerlerde insanların akıllarının bir ucunda hep olası bir canlı bomba paniği yok mudur zaten? Metrodaki güvenlik görevlisinin özentisiz bir şekilde çantalara bakmasının ardından bir çok kişide tedirginliğin artması da muhtemel değil midir? Keret'in Süpriz Yumurta öyküsü tam da bu durumu anlatıyor. Otobüs durağında otobüs beklerken patlayan bir bomba sonrası hayatını kaybeden bir kadının öyküsü. Hikaye kanımca Keret'in en sert öykülerinden biri... Hikayenin devamında öğreniyoruz ki aslınca bomba patlamasa bile kadın bu sefer vücudunu sarmış kanser yüzünden hayatını kaybedecekmiş. "Yukarıdan gelen bir terörist saldırısından başka neydi ki kanser? Bir şeye karşı olduğu için bize terör uygulamak değilse ne bu Tanrı’nın yaptığı? Neye karşı olduğu için? Çok yüksek ve bizim kavrayamacağımız kadar aşkın bir şeye.” Aslında Keret bağıra bağıra ölümü hatırlatmaya çalışıyor bizlere. Yaşamın değersizleştiği insanların Bergman'ın Yedinci Mühür filmini hatırlatırcasına sürekli olarak ölümle satranç oynamak zorunda olduğu bir coğrafya burası netice de. Elbette Keret'in bütün öyküleri karamsarlık üzerine kurulmuş değil. Onun alametifarikası ölüm gibi ciddi meseleyi bile belirli bir mizah dozunda yazması. Bunun en güzel örneklerinden biri de kendi öz yaşamından izler taşıyan Yedi Güzel Yıl kitabından ki "Pastırma" öyküsüdür.  Keret, eşi ve çocuğu ile arabada seyahat etmektedirler, birden hava saldırısı siren sesi  duymalarının ardından hemen arabadan inip yolun kenarında çocukları Levi'nin endişesini biraz olsun azaltmak için birbirlerinin üzerine yatıp sandviç oyunu oynarlar. Öykü her ne kadar absürt gözükse de savaşın acımasız gerçekliğini yüzümüze vuruyor. Yolda arabanızla seyir halindeyken etrafa düşebilecek bomba korkusuyla yaşamak gerçekten tedirgine edici. Keret'in dikkat çektiği başka bir hüzünlü durum ise etrafa düşen bomba parçacıklarının çocukların oyuncakları haline gelmesi. "Of", diyor Lev, hayal kırıklığıyla, "şimdi Lahav bir parça bulacak muhtemelen. Dün son düşen füzenin bir parçasıyla geldi okula ve parçanın üzerinde imal eden şirketin amblemiyle Arapça adı yazılıydı.Neden bu kadar uzağa düştü ki?"

"Dünyadasın Bunun Tedavisi Yok"

Bu çağın ağızlara en çok pelesenk olmuş kelimelerinden, kavramlarından biri kaybeden olma üzerinedir. Özellikle 90'lı yılların sonunda Türkiye'de üst orta sınıfa mensup olanlar hem sistem çarklarını döndürüp aynı zamanda sistemin karşısında oldukları iddiasındadırlar. Aslında onların kullandığı tabirle kaybedenlik biraz içi boşaltılmış bir kavram halini almış durumdadır. Asıl kaybedenler için hayat zordur çoğu zaman dertlerini bile duyuramazlar insanlara. Hayatın acımasız gerçekliğiyle boğuşan ve çoğu zaman hayat karşısında en sert mağlubiyet yaşayan hakiki kaybedenler. Keret'in karakterleri biraz bu türden kaybedenler olarak tanımlanabilir. Keret'in kaybeden karakterleri karşılıksız aşkların içerisine giriyorlar, zaman karşısında çaresizliği sonuna kadar yaşıyorlar ve savaşın  gölgesinde hayatı her şey yolundaymış gibi yaşamaya çalışıyorlar. Hiçbir şekilde hakim olamadıkları bir dünya içerisinde çaresizlik içerisinde debelenip duruyorlar. Keret'in ifadesiyle açıklayacak olursak:  “İki tür insan vardır; duvar yanında uyuyanlar ve onları yataktan aşağı iten birinin yanında uyuyanlar.” Keret'in karakterlerinin tamamı için yataktan aşağıya itilenler olarak kabul edebiliriz.  Bu bağlamda  onlar biraz da anti kahraman olarak da tanımlanabilir.  Hiç bir zaman mutlu olamayacakları bir dünyada çaresizliklerini sonuna kadar yaşayanlar. Aynı zamanda içine tıkılıp kaldığımız bu dünyadan sıkılanlar ve yaşamın manasızlığı karşısında olanca çaresizliği yaşayan karakterler. Dünyada var olmanın vermiş olduğu sıkıntıyı en iyi anlatan öyküsü ise "Gur'un Sıkıntı Teroisi"dir. Keret bu öyküsünde sürekli teoriler üreten Gur'un geliştirdiği doğruluk olasılığı en yüksek teori olan sıkıntı teorisini anlatır. "Gur'un Sıkıntı Teorisi'ne göre bugün dünyada olup bitenlerin asıl nedeni; sevgi, savaş, keşifler, yapay şömineler-bütün bunların yüzde doksan beşi sıkıntından kaynaklanır." Bu anlamda Keret'in mutsuzluk olan öyküleri Beckett'in sözünü hatırlatıyor biraz da "Dünyadasın bunun tedavisi yok"  Sürekli tekrar eden bir kaosun içine sıkışmış gibiyiz ve bu anlamda hayatın manası da giderek kaybolmakta bir nevi...



Keret'in bir başka öyküsü  "9.90"da yaşamın manasızlığı üzerinedir.  Hikaye gazete ilanından 9.90'a satın aldığı hayatın anlamını öğrenen Nahum’un ölüm karşısındaki çaresizliğini anlatıyor: “Ondan sonra hayatın anlamının insanlığın bütününe açıklaması uzun sürmedi… Dünyanın bütün ülkeleri silahsızlanma anlaşması imzaladılar, bazı ülkeler kılıçlarını saban demirine çevirdi… Nahum zamanının büyük kısmını ailesinin evinin küçük bahçesinde domates yetiştirerek geçiriyor, bütün dünyanın mutluluğunda pay sahibi olmanın tadını çıkarıyordu. Onu kaygılandırmaya devam eden bir mesele vardı ama ölüm…”

Keret'in tasvir ettiği dünyaya neticede gerçek dışı bir dünya tasviri değil. Yaşadığımız dünya özellikle bu coğrafya ölüm kavramının baskın olduğu ve yaşamın ikinci planda olduğu bir coğrafya. Her an patlayacak bombaların ya da silahların gölgesinde yaşam  yaşamamaktadır birazda. Haliyle bu ruh hali Keret'in bütün öykülerinde baskın bir durumda. Özellikle ölüm fikri. Yedi Güzel Yıl kitabında mesela hikayelerinin hemen hemen tamamı Keret'in kişisel hikayesinden oluşmakta. Çocuğuyla olan ilişkisi onu büyütürken yaşadığı zorluklar, beynelmilel bir şöhrete sahip olmanın getirisi uzun seyahatler de yaşadığı komik anlardan oluşuyor kitap. Fakat kitabı okurken bir anda Keret'in babasını kanserden kaybettiği öyküye sıra geliyor ve tabiri caizse midenize okkalı bir yumruk yemiş gibi  hissediyorsunuz. "İyi bir babam var. Şanslıyım, biliyorum. Bütün babalar iyi değil. Geçen hafta rutin bir muayene için onunla hastaneye gittim ve doktorlar onun öleceğini söylediler. Dilinin gerisinde ileri safhada kanser var.  Tedavisi olmayan türden."

Bana kalırsa Keret'in yapmaya çalıştığı modern insanın unuttuğu ya da hatırlamak istemediği ölüm kavramını hayatımızın önemli bir parçası olduğunu bizlere hatırlatmak. Keret bu durumu şöyle açıklamış Notos'a vermiş olduğu röportajda: "Kabaca bakarsak hepimiz günün birinde öleceğiz ve bu gerçeğin bilincindeyiz, yine de sürdürüyoruz yaşamlarımızı... ölümle oynadığımız bir oyunsa bu, sonuçta kazanacak olanın kim olduğu baştan belli. bize düşen, oyunun tadını çıkarmak ve yenilgimizi zarafetle kabullenerek performansımızdan gurur duyarak sahadan ayrılmak."

Ölümün her daim baskın geldiği bir coğrafya da Keret'in kaleminden aşırı neşeli şeyler çıkmıyor belki ama öykülerinin içerisinde barındırdığı mizahı tonla okuyucuları karanlığa hapsetmiyor aklımızın bir köşesine umudu yerleştiriyor.

Her an patlayacak bir bombanın korkusuyla ya da vücudun içinde gizlice pusuya yatmış kanser tehdidiyle  yaşamanın insana vermiş olduğu çaresizlikler ve sıkıntıların öykücüsü bir nevi Keret. Kaybedenler Kulübü ile hayatımıza giren o meşhur cümleyi "Ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir" hatırlatıyor onun öyküleri birazda.

Barış Hala İhtimaller Dahilinde

Etgar Keret uzun zamandır uluslarası mecralarda barış çağrısı yapıyor. Sürekli savaş halinde olmanın vermiş olduğu travmanın artık bir an önce sonlanması gerektiğini savunuyor. İsrail'in, Filistin'i işgalinin ardından bu durumu protesto etmek için alışılmışın dışında bir şeyler denemeyerek Filistinli yazar Samir El-Youssef'la birlikte kitap çıkarmaya karar vermişler ve bu birliktelikten Gazze Blues çıkmış. Keret, kitabın öyküsünü şöyle anlatıyor: "Bomba saldırısından sonra Samir beni aradı ve, 'Bir şeyler yapmamız gerek,' dedi. 'Evet ama hiçbir işe yaramayacak bir imza kampanyası daha başlatmak istemiyorum,' dedim. Bunun üzerine, 'Hayır, bir fikrim var,'dedi. 'Birlikte bir kitap yapalım. Seni okuyan ve beni hiçbir zaman okumayacak o kadar insan  var ki... İki tarafı da insanlıktan çıkarmanın çok kolay olduğu bir konuda tarafları insancıllaştırmak için bir çaba göstermiş oluruz."

Bu anlamda hem aynı coğrafyada hem de benzer ruh hallerinde olduğumuzdan dolayı Keret'i en iyi biz anlayabiliriz gibime geliyor. Keret gündelik hayatın içerisinde sürekli başrolde olan savaşın yaratmış olduğu tahribatlar üzerine yazıyor hemen hemen bütün öykülerinde.

Öykülerin konu olarak ağır meseleleri içerse de içinde barındırdığı mizahla Keret bir bakıma bu durumu protesto ediyor bir nevi. Yedi Güzel Yıl kitabında ki "Kibrit Çöpü Savaşı" öyküsü bir bakıma bu durumun absürtlüğünü anlatıyor. Öykü üniversitede hocalık yapan Keret'in artık rutine bağlamış bomba saldırıları esnasında hatta bombalar çevrelerine doğru yağarken üniversitenin sığınağında eski okul arkadaşı Kobi'yle karşılaşmasını anlatıyor. "Şu füze büyük şans dedi Kobi."Düşünsene; şu Kassam füzesi olmasaydı birbirimizin yanından geçsek de karşılaşmayabilirdik."

Böyle bir ortamda kalıcı barış sağlanabilir, belki edebiyat ya da genel olarak sanat bu konuda yardımcı olabilir bize, neden olmasın.  Edebiyat  bize çoğu zaman karşımızdakini anlamaya onunla empati kurmamızı sağlayabilir. Keret'de barış konusunda iyimser görünüyor: "Barışın getirmesi gereken kaynağın kahramanlık değil işlevsellik olduğuna inanıyorum. Bu yüzden, barışı önemli ve ahlaklı bir kavram olarak “satma” derdinde değilim. Önemli ve ahlaklı olmadığından değil elbette; ama kimselerin zaten o tarafıyla ilgilendiği yok. İnsanların hayatlarını güzelleştireceği iddiasıyla “satmak” çabasındayım barışı. Barış her iki taraf için de gerekli. Uzlaşma gerektiriyor ama sonuçta, çocuklarınız öleceklerine sağ kalıyorlar. Bence bu, gayet güzel bir çözüm."

Gülmeyi ve kalıcı huzuru uzun süredir unutmuş bir coğrafyada barış olasılığına inanmak zorudnayım diyen Keret gibi yazarlar her zaman için bize iyi gelecektir. Özellikle Türkiye gibi antisemitizmin çok yaygın olduğu bir yerde üretilen her komplo teorisinin altından illa ki Yahudileri sorumlu tutan sorunlu yaklaşıma karşı Keret'in öyküleri bir nebze olsun ön yargıları kırmaya yarayabilir. Ailesi Yahudi soykırımına uğramış Keret'in öykülerinde ki kırılganlığı ya da bu durumun daha belirgin hale geldiği "Ayakkabılar" öyküsünde Adidas marka ayakkabı giyerken kafa karışıklığı yaşayan çocuğun da hissiyatını anlamamız sağlayabilir. Karşı tarafı ne kadar anlarsak kalıcı barışa o kadar yaklaşmaz mıyız zaten? 

* Bu yazı, Duvar Dergisi'nin Mayıs-Haziran 2014 tarihli 14. sayısında yayınlanmıştır.

Can Öktemer

Hiç yorum yok: