26 Şubat 2011 Cumartesi

Peki, Ben Neden ‘Gençlerbirliği’li Oldum?


6 yaşından beri hasta derecesinde Galatasaraylıyım. Galatasaray maçı olduğunda hayat durur benim için. Galatasaray maçı kazanırsa, evde bir bayram havası ama olur da kaybederse evde kırılmadık kül tablası, tekme atılmadık sehpa kalmaz. Yakın zamanda, bu fanatiklik derecedeki Galatasaray sevgisi ikinci bir emre kadar rafa kaldırılmıştır benim için. Bunun sebebi Galatasaray’ın şu anki kötü durumu değil, benim durumum başka.

Nedenlerini birazdan belirteceğim ama öncelikle Gençlerbirliği ile olan ilişkimin başlarına gitmek istiyorum:

Ben dededen Gençlerbirliğiliyim aslında ama babamın babasını hiç görmedim. Ben doğmadan vefat etmiş, ondan bana kalan tek hatıra evimizin duvarındaki eski bir saat ve Gençlerbirliği. Dedem Fuat Öktemer, zamanında Gençlerbirliği’nde top oynamış, kulübün rozetini ceketinin üzerinde taşıyan biri. Takım tutmanın babadan oğula geçmesi sorgulanamaz kurallarından biridir, ya dolayısıyla babam da Gençlerbirliği taraftarı. Yayılmacı İstanbul büyükleri Fenerbahçe, Beşiktaş ve Galatasaray birer semt takımı olmayı bırakıp dünya kulübü olmaya karar verdiklerinde, Anadolu kentlerinde müthiş bir yayılmacılık gösterdiler ve ülkenin her yerinde büyük taraftar kitlelerine sahip oldular. Ankara’da okuyan bir ilkokul öğrencisi olan ben de bu yayılmacılığın etkisine kapılıp Galatasaraylı olmuştum zaten Galatasaray dışında iki seçenek vardı ya Fenerbahçe ya Beşiktaş. 1993-1994 senesinde farklı bir şey oldu, Gençlerbirliği takımıyla tanıştım. Ankara’da oturup İstanbul takımı tutan ben, Galatasaray maçlarını ancak televizyondan izleyebiliyordum, uzaktaki sevgiliden bir farkı yoktu Galatasaray’ın benim için. Federasyondan bir tanıdığımız sayesinde edindiğimiz maçlara bedava geçiş kartı sayesinde, her Pazar babamla beraber Gençlerbirliği maçlarına gitmeye başladık.

İlk defa stadyum ortamı görüyordum. Oyuncular gerçekti. Buruna gelen çim kokusu ile benim için gerçekten müthiş bir deneyimdi. Gençlerbirliği o sezona üç yeni transfer ile girmişti. Büyük girişimci İlhan Cavcav’ın Afrika seferinden aldığı Mosheou, Khuse ve Kona ile lige fırtına gibi girdi. Özellikle bu üç yeni transfer ligde şok etkisi yarattı, ligimizde o tarihe kadar yaygın olan Yugoslav ekolü, bu transferler ile Afrika kıtasına kayacaktı. Her Pazar, bir avuç taraftar ile Gençlerbirliği’ni yürekten destekliyor, herkes tek bir ağızdan ‘’Haydi Gençler’’diye bağırıyordu.

Tribünlerden küfürlü tezahüratlar yükselmiyordu. Yeşilçam’a özgü bir naiflikle maçları izliyorduk, en ayıp kelimelerimiz “Yuh Be" veya “Ah Be” idi. Dönemin büyük yıldızları, Metin Diyadin, Erkan ve Engin eşe dosta nazire yaparcasına harika top oynuyorlardı. O sezondan sonra, aramıza biraz mesafe girdi Gençlerle. Galatasaray ile kazanmanın tadını almıştım çünkü ofsayttan atılan goller, penaltı olmayan pozisyonlarda çalınan penaltılarla gelen şampiyonluklar beni o yaşlarda rahatsız etmiyor aksine daha çok bağlanıyordum Galatasaray’a. Gelen şampiyonluklarla okulda caka satabiliyordum, hele kazanılan UEFA şampiyonluğundan sonra, burnumdan kıl aldırmıyor, diğer takımları aşağılıyordum. 2000-2001 senesinde üçüncü haftada Gençlerbirliği-Galatasaray maçı vardı, UEFA şampiyonu takımımı görmeye ve onlara teşekkür etmeye gitmiştim. Stat tıklım tıklım dolu, her yer sarı kırmızıydı. Sanki Gençler, İstanbul’a gelmiş gibiydi. Bana çok acıklı bir gelmişti bu durum. Kale arkasında toplanan bir avuç Gençlerli bağırıyordu fakat stadın genelinden yükselen ıslıklar onların tezahüratlarını kesiyordu. O maçta 4-1 Galatasaray’ın kazanmasına rağmen ben tatmin olmamış aksine üzülmüştüm. Ortada bir haksızlık vardı, kazanını değil, güzel kaybedeni tutma hissi o yıllarda başladı. 2000 yılıyla beraber İstanbul oligarşisinin kaybetmeye tahammülü olmamaya başlamıştı. Kaybedilen her maçtan sonra hakemi, karşı takımı suçlamalarla gelen seviyesiz bir ortam oluşmuştu. Taraftarlar müşteri olmuş, güzel kaybetmenin erdemi yerini kirli galibiyetler almıştı. Bu durumdan ciddi ciddi rahatsız olmaya başlamıştım. Özellikle Galatasaray’ın en şaşaalı döneminde büyük pay sahibi oyuncularına takındığı vefasız durum, iyice soğutmaya başlatmıştı beni Galatasaray’dan. Göz ucuyla çaktırmadan Gençlerbirliği’ne bakmaya başladım tekrardan. Yine bir avuç taraftarıyla en centilmen taraftar sloganı eşliğinde Gençlerbirliği, eskiye oranla biraz güç kaybetse de bütün sempatikliği ile orada duruyordu. Artık eski aşka geri dönmenin zamanıydı. Bu dönüşü taçlandırmak için edindiğim Gençler atkımı alarak, stada gitmesem bile evde maçlarını seyretmeye başlamıştım.

Arkadaşlarım Gençler taraftarının hakeme karşı ettikleri “Hakem dışarı” tezahüratlarına “Of! Ne sıkıcı bu adamlar” demelerini ve benim atkımı görüp gülenleri gördükçe ben daha çok sahiplenmeye başladım Gençlerbirliği’ni. Çarpık yapısallıklarıyla çürümeye mahkûm İstanbul oligarşisine kafa tutan bu sempatik takımı çok seviyorum. Her şeyden önce hiç tanımadığım dedemi hatırlatıyor. Gençlerbirliği bana, “galiptir bu yolda mağlup” sözünü hatırlatıyor. Hayata ve sisteme karşı olan romantik duruşumu perçinliyordu. Ankara rüzgârının tekrardan eseceği günler için: “Haydi Gençler”...

Bu yazıyı yazmamda bana ilham olan Tanıl Bora’ya teşekkürü bir borç bilirim.

Can Öktemer

Hiç yorum yok: