22 Aralık 2016 Perşembe

Murat Meriç: ‘Danslı devrim hadisesini biz daha yeni keşfettik’

Murat Meriç, Türkiye'de müzik tarihi denilince akla ilk gelen isimlerden. Uzun yıllardır çeşitli mecralarda Türkiye'nin yakın dönem tarihini müzik üzerinden okuyor. Bu mesele üzerine kalem oynatıyor, üniversitelerde sunumlar yapıyor. Geçtiğimiz aylarda Ağaçkakan Yayınları'ndan çıkan 100 Şarkıda Memleket Tarihi kitabında Türkiye'nin siyasi, politik tarihini 100 şarkı üzerinden anlatan Meriç’le yeni kitabını, tarihyazımında şarkıların önemini ve son dönem dikkat çeken şarkıcı ve grupları konuştuk.
Murat Meriç ve Can Öktemer
- Klasik bir soruyla başlayalım isterseniz. Geçtiğimiz aylarda raflara düşen 100 Şarkılı Memleket Tarihi kitabının oluşum süreci nasıl başladı?
Geçtiğimiz yılın Kasım ayında başladık bu kitaba. Kitabın yayımcısı ve Ağaçkakan Yayınları'nın kurucusu arkadaşım Metin Solmaz -kendisi ilk kitabımın önsözünü yazan ve müzik üzerine yazmamı teşvik eden kişidir- onunla Ağaçkakan Yayınları'nın başladığı 100 serisi üzerine neler yapabileceğimizi konuşurken ona anlatabilirim dedim. Metin Solmaz dabir şema çıkartmamı önerdi. Bir şema hazırlayıp gönderdim. Başta kısır bir şeydi ortaya çıkan. İlk gönderdiğim metinde 50 şarkı ve hikaye vardı, onun ötesine geçememiştim. Hatta Metin'e zorda kalırsak seçim şarkılarını ekleriz, 100'e tamamlarız dedim. “Tamam o zaman başla” dedi ve geçen sene bu dönemlerde başladım kitaba. Bu süre zarfında araştırma ve yazımı sürdü. Zaten elimde olan bir kısım yazılmış metinler vardı işte Express,BirGün ve başka yerlere yazdığım. Onları da bu kitabın içerisinde kullandım. Mart gibi de bitirdim kitabı.Görselleri ve şarkı bulunması filan derken 30 Nisan'da satışa çıktı ilginç bir şekilde de 1 Mayıs'a denk geldi.
- Şarkılar kitap üzerinden okunabiliyor ve dinlenebiliyor değil mi?
Şarkıların altındaki karekoda tıklandığında Youtube'da şarkılar açılıyor. Ara ara linklerde bozukluklar oluyor. Yenisiyle değiştirmek için uğraşıyoruz.
- Geçen sefer konuştuğumuzda hazırlamakta olduğunuz bir kitaptan bahsetmiştiniz. Şarkılı Memleket Tarihi isimli. Onun son durumu nedir?
Bu o değil, o zaman başka bir planım vardı. O kitap daha çok kronolojik sırayla akan, şarkılardan ve şarkıcılardan bağımsız olarak bir akış izleyecek. Eskiden okullarda bir ünite kitabı vardı bir de yardımcı ders kitabı vardı. Ünite kitabında anlatılan örnekleri yardımcı ders kitabına konurdu. Bu kitap biraz öyle. Bu arada yardımcı ders kitabı diyince yanlış anlaşılmasın ama bu onu tamamlayan bir kitap oldu.Çünkü ben onu yazarken, en büyük sıkıntı; benim anlatmak istediğim bambaşka bir hikaye olmasıydı. Orada şarkılar yüzünden ilerleyemedik. Sürekli şarkı olduğu için bir türlü hikaye ilerleyemiyordu. O kitapla şarkılardan kurtardım kitabı. Dolayısıyla bir yerden akacak, yazılıyor. Ne zaman biter bilmiyorum, biraz yılan hikayesine döndü.

- Geçtiğimiz yıllarda çıkarmış olduğunuz Pop Dedik kitabının devamı gibi mi olacak?
 Onu tamamlayan bir şey olacak, elbette aynısı olmayacak PopDedik'in. İki kitap varken, üçüncü kitabın da aynı mevzulara yakın bir kitap olması biraz dertli olabiliyor. Yani ne zaman, nasıl, ne yapabiliriz, farklı ne anlatabilirim diye sorular geliyor aklıma, oradan ilerliyor şimdilik. Birçoğu yazıldı, planı var, plan dahilinde ilerliyor.
- Peki, dönemselliği nasıl olacak onun?
1900'lerin başından bugüne kadar gelecek. Seslerin kayıt altına alınması ve yaygınlaştırılması sürecinden başlıyor diyelim. Kendime müzik tarihçisi diyorum ya da insanlar öyle diyor ama müzisyen değilim. Müzik, nota bilmem. Dolayısıyla kayıtların sözleri ve anlattıkları üzerinden gidiyorum. Olay, biraz da elimizde bir şeylerin olmasını gerektiriyor.Örneğin,marşların, kantoların bir kısmının notaları var sadece ya da sözleri var. Kantoların bir kısmı basılmış ama çoğu kaydedilmemiş.
- Bu kitapta Türkiye'deki müzik tarihini bir anlamda dönemselleştiriyorsunuz. Bunun kararını nasıl verdiniz?
Bu benim kendi kafama göre vermiş oldum karar oldu. Bunu da çok tartıştık nasıl yapacağımıza dair. Tarihi bir sıralama ile mi gitsek yoksa başka türlü mü yapsak diye. Lakin düşündük şayet tarihi bir kronolojik sırayla gidersek; şöyle örneklerle karşılaşır oluyorduk. Deniz Gezmiş asılıyor ardından Boğaz Köprüsü açılıyor. Böyle kötü olaylar, iyi olaylar art arda sıralanıyor. Bir bakıyorsunuz araya Şemsi Yastıman'ın Uzaylılar Hoşgeldiniz şarkısı giriyor. Çünkü ABD Ay'a ayak basıyor ya da ilerliyorsunuz pat diye Fenerbahçe'nin şampiyonluğu için yapılmış bir plakla karşılaşıyorsunuz. Bunu tercih etmedim ve kendi içinde bir bütünlük olsun diye bazı bölüm başlıkları belirledim. Tabii bu başlıkları kendi başıma belirlemedim. Editörüm ve yayıncım Metin'le konuşarak yaptık. Biraz daha kolay okunsun diye de böyle bir işe giriştik ama okunmayı zorlayan bir tarafının da olduğunu söyleyenler var ki haklılar bence. Karışıyor bazı noktalarda.

- Ağıtlar kısmında belki bir karışıklık olabilir.
Ağıtlar kısmında işte tam ağıtlar kısmı değil. O kısım Türkiye'de olup biten üzerine. O ağıtların olduğu kısımda Boğaz Şarkısı da var. Aslında 1970'ler Türkiyesi sıkıntılı bir dönem. Sıkıntılı dönemde olan olaylar üzerine ağıtlar yazılmış. O yüzden biraz ağırlıklı ağıtlar bölümü oldu. Uğur Mumcu'nun öldürülmesi, Sivas olayları gibi acı olayları da ekleyince yakın dönem Türkiye tarihinin ne kadar acılarla dolu olduğu görülüyor bir kez daha.
- Bildiğiniz üzere tarihyazımından artık sadece belgelerden değil sinema ve edebiyat gibi alanlardan da faydalanılıyor. Tarih yazımında öğreniminde müzikten, şarkı sözlerinden faydalanılabilir mi?
Tabii mutlaka. Akademik bile olabilir. Aslında birilerinin şarkılar üzerinden akademik araştırmalar yapması gerekiyor. Ben başladım ama benimkiler çok akademik düzeyde değil. Akademik dilden de anlamam. Sinema, edebiyat, resim ve tiyatro üzerinden böyle bir tarih anlatısı kurmak mümkün. Dolayısıyla müzik üzerinden de kurmak mümkün. Baştan beri benim yapmaya çalıştığım şey tam da bu. Müzik üzerinden Türkiye tarihini okumaya çalışıyorum. Ne derece başarılı oldum bilmiyorum ama ortaya bu işin taklitleri çıktığına göre, demek ki doğru bir işe başlamışım. Bu arada çıksın tabii ki insanlar yapsın. Benim tekelimden olan bir şey değil. Neticede bunu bulan da ben değilim. Mehmet Alkan, İstanbul Üniversitesi'nde bunu derslerine taşımıştı zaten. O zaman ben başka türlü yazılar yazıyordum ama işte Kıbrıs şarkılarını anlatan yazılar da yazmıştım. Mehmet Alkan derste plakla şarkı dinleterek anlatıyordu tarihi, bence o çok iyi bir yöntem. İnsanların aklında da kalıyor bu yöntemle.
- Bu şarkılar aslında tarihi de not düşmüşler bir anlamda.
Kesinlikle, asıl olayımız o.
- Haberden ziyade, o tarih için yazılmış şarkılar olduğu için faydalanabilmek, bir tarih okuması yapmak lazım belki de.
Seçimler için yazılmış şarkılardan hareket edip sahiden bir seçim tarihi çıkartabiliyorsun. Çünkü o şarkılarda vaatler var. Artık bu tür içeriklere sahip seçim şarkıları yok, bugünlerde lideri öven, onu ön plana çıkartan şarkılara rastlıyoruz. 1960'ların sonunda itibaren 1972 aslında şarkılı seçim dönemi 1965'te var ama o çok parlak değil tek şarkı olduğu için. 1970 ve 1980'ler boyunca yapılmış seçim şarkılarında vaatlere rastlıyoruz.
- Ben ANAP'ın seçim şarkısını hatırlıyorum en çok o aklımda kalmış. İsmi de “Hadi Bakalım.”
“Hadi bakalım, sandıklara, 2000'li yıllara, 20 Eylül Pazar günü bütün oylar ANAP'a” diye devam ediyordu. Bir de Hasretim vardı, “Oy Mesut, denizleri aş da gel kurbanının olam” Deniz Baykal'a süper göndermedir. Bence Türkiye'de yapılmış en iyi seçim şarkısı olabilir.

- Bir de Moğolların Bir Şey Yapmalı parçası çok sık kullanıldı birçok farklı parti tarafından.
Tabii onu kendine yakın hisseden her parti kullandı. Bir seçim şarkısı varsa o “bir şey yapmalıdır.”
- Cumhuriyet’in kendisi bir kültürel inşa aslında, bunun üzerine şekilleniyor yeni rejim. Kitabın ilk kısmında da bahsediyorsunuz aslında.Cumhuriyet'i kuranlara, Cumhuriyet'in ilk yıllarında bu anlamda nasıl bir müzik politikasına sahipler?
Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde müziği bir propaganda amacı olarak kullanıyorlar. Marşlar bunun için çok önemli. Yapılan bütün yenilikler, inkılaplar müzikle duyuruluyor. O dönem yapılan her şey için marş yazdırılmış. Bir kısım türküler devreye sokulmuş ya da şarkılar da bunlar geçmiş. Özellikle 1920'ler,1930'larda, yanikayıt teknolojisinin yaygın olmadığı yıllarda,olayı şarkılarla anlatmak gibi bir yol seçilmiş ama ben aslında ondan ilham alarak bundan ilerledim. Cumhuriyet'in kökeninde şarkılarla propaganda var. Bir de Atatürk hem müziksever bir insan olduğu için hem elinde Osman Zeki Üngör gibi bir besteci olduğun için böyle bir şey yapılmış. Zeki Üngör, hem İstiklal Marşı'nın bestecisi hem de Harfler Marşı olmak üzere birçok marşın. Onun dışında Orhan Veli'nin babası olan Mehmet Veli gibi birçok kişi marşlar yazıyor. Yerli malı, harfler, yurtta gezi, çiftçi, sanayii gibi her şey üzerine bir beste yapılmış. O dönem bütün inkılaplar için marşlar yazılmış.Kitapta da anlatıyorum 1950'li yıllarda Marshall yardımını ön plana çıkartmak için Zeytinyağlı yiyemem aman diye bir türkü yapıyorlar. Marshall yardımıyla gelen mısır yağının propagandasını yapmak için yapıyorlar esasında. Zeytinyağı tüketmeyin siz mısır yağı tüketin anlayışı aslında. Mısır yağı da öyle giriyor hayatımıza onu da işte bir türkü fişekliyor.Öyle diyorlar, öyle anlatıyorlar. Hikayesi bambaşka da olabilir ama bu hikaye çok yanlışmış gibi gelmiyor bana.
- Bir de o dönem belirli saatlerde radyo yayını var ve o yayınlar da denetim altında.
Aslında bandolar sağa sola gidip o parçaları çalıp öğretiyorlar insanlara. Radyo yayını da çok etkili değil. Radyo cihazı alıcı var insanların ama kayıt teknolojisi çok ileride olmadığı için canlı olarak çalınıyor bu parçalar. Yani ne denli işe yaradı, onu bilmiyorum. O marşlar sayesinde insanlar bir şeyler öğrendi mi? İnsanlara bir şeyler kattı mı? Hiçbir fikrim yok. O dönemde kayıtları olmayan ama sözleri olan bir sürü marşa rastlıyoruz.
- Bir de o dönem Mısır filmleri furyası var.
Mısır filmlerine yönelme hikayesi aslında bambaşka bir hikaye. Alaturkanın radyodan yasaklanmasının bir sonucu. Alaturka radyodan yasaklanınca insanlar kendilerine yakın gelen ezgilere yönelmeye başlıyorlar. Mısır radyolarını dinlemeye başlıyorlar. Mısır radyolarını dinmeye başlayınca o şarkılar bir anda ortalığı sarıyor. Şarkılar ortalığı sarınca bir anda Mısır filmleri getiriyorlar iş yapsın diye, sonra onlar da baya iş yapıyor. Hatta sonra devlet buna el koyuyor. Mısır filmlerindeki şarkıların Türkçe olmasını zorunlu kılıyor. Bunun için başta sözler yazılıyor sonradan. Münir Nurettin Selçuk ve Saadettin Kaynak gibi müzisyenler devreye girip bu parçalara şarkılar besteliyor. Böyle enteresan bir dönem. Mısır filmleri furyası çok acayip gerçekten, o dönemin ayrıca incelenmesi lazım.
- Kitapta en çok dikkat çeken bölümlerden biri de ağıtlar. Sizce bu şarkılar, ağıtlar bizim geçmişle yüzleşmemize sebep olabilir mi? Daha da önemlisi müzikle iyileşebilir miyiz?
Mutlaka, ağıtlar direkt onunla alakalı zaten. Ağıtlar sadece yas dönemini kayıt altına almıyor aynı zamanda o dönemin geçmesi için de bir çaba aslında. İnsanın içini döktüğü bir şey ağıt. Ağıtların özelliği de o zaten.Bir dönem BirGün'de yazmıştım sanırım, ağıtlar nasıl oldu, nasıl çıktı nasıl ilerledi üzerine. Yaşar Kemal'in Ağıtlar kitabından yola çıkıp yazmıştım. Çünkü ağıt denilen tür doğrudan içindeki acıyı dökme çabasıdır. Yas dönemini iyileştirir mi, bilmiyorum ama tamamlayan bir şey. Tüm dünyada ağıt denilen bir tür var.Muhtemelen müziğin icadından beri ilk noktalar duyulduğu günden bu yana ağıtlar hep revaçta. Ben yazarak anlatıyorum, birileri de müzikle anlatıyor.
- Üst üste çok fazla üzücü olayla karşılaştık. Peki, bugün yaşadığımız şeyleri müziğe dökebiliyor muyuz?
Aslında yapılıyor, evet. Eskisi gibi değil ama eskiden refleks biraz daha hızlıymış. Şimdi yavaşladı ama bu yavaşlığın sebebi bu şarkıların olmamasından değil, iktidarın bu şarkılara bakışından. İktidar doğrudan müdahale ediyor bu şarkılara.12 Eylül döneminden bile bu kadarı yoktu. Tamam Kenan Evren ile ilgili bir şarkı yapılmadı ama hemen arkasından gelen Özal'la ilgili bir dolu şarkı yapıldı. Sonra Demirel için, Ecevit için söylenmiş birçok şarkı var. Ecevit için yapılan şarkılar genelde onu öven parçalar, fakat birçoğu da Demirel'i, Erbakan'ı yeren parçalar. İçlerinden hiç kimse çıkıp da yasaklamıyor filan. Yakındönemde pek görmediğimiz bir durum bu.Eleştiriye pek tahammülü olmayan bir iktidar var karşımızda.
- Kitaptan da gördüğümüz kadarıyla siyasetçilere “kel”, “tombul” gibi şarkılar yapılmış.
Fiziksel özelliklerine varana kadar her şey var o şarkıların içerisinde. Keller Başbakan Olamaz diye şarkı var bu ülkede. Bugün böyle bir şey yapsanız başınıza neler gelmez. Bu kelimeyi kullanmayı hiç sevmiyorum ama sıklıkla kullanıyorum eskiden şarkılarda ve her şeyde hoşgörü varmış. Bu günlerianlatan şarkılar bir şekilde yapılacak elbet.
Kaan Tangöze
- Politik şarkı mevzusunda Kaan Tangöze'yi nasıl buluyorsunuz? Tek gitarlar böyle Woodie Guthrievari bir şeyler yaptı o da son zamanlarda.
Bence şahane bir iş yapıyor. O yoldan ilerliyor olması çok şahane. Kaan'ın şarkı sözü yazarlığını ve Duman'la yaptığı işleri çok seviyorum. Böyle bir ortamda tek gitarlar, boyuna mızıkasını alıp gündeme dair şarkılar söylemesi çok büyük iş bence. Cesur, çünkü zaten kocaman bir kitlesi var. Aslında çok kolay bir şekilde gündemden bahsetmeden kitlesine seslenebilir. Kendi kitlesini kaybetmek uğruna üçüncü albümlerinde Özgürlüğün Ülkesi ile çıkageldi. Manası Yok ve Dönek'i de ekleyebiliriz bu listeye. Neticede bütün şarkılarda politik göndermeler var. Fakat bu kez direkt söylemeyi tercih etti. Gezi'nin yıldönümünde “Taksim Meydanı” isimli parçayı yayınladı. Eyvallah'ı koyması da çok şık hareketti. Hem Gezi'nin fitilini ateşledi hem de bir sürü şarkının ortaya çıkmasına sebep oldu. Son dönemde hiç böyle politik şarkı yok denirken, bir anda Gezi direnişi sırasında bir sürü şarkı ortalığı sardı. Bu iyi bir şey oldu, çünkü bir sürü eleştirel parça yapılmaya başlandı. İnsanlar yeniden şarkıların gücünü keşfetti. Bu önemli bir şey, çünkü bu da unutturulmuştu. 1980'lerde, 90'lardaki üniversite eylemlerinde, 96'daki meşhur eylemde asıl ateşleyici unsur şarkılarda. Yeni Türkü'nün Fırtına'sıyla, Moğolların Bir Şey Yapmalı parçalarıyla yürüyorduk. Bulutsuzluk Özlemi daha sonra YÖK'ün yıldönümünde o parçayı yaptı, keza Acil Demokrasi her zaman dilimizdeydi.Bunlar alanda insanların toplanmasını sağlayan şarkılara dönüştü. Ses yükseltme hali, bir olma hali, beraber olma halini sağlıyordu o şarkılar. 1970'li yıllarda şarkılar çok önemliydi, başta Aşık Mahzuni Şerif'in şarkıları insanları alanlara çağırırdı, alanlarda o şarkılar söylenirdi. Mitinglerde kısmenbeynelmilel marşlar söylenirdi, Çav Bella, Avusturya İşçi Marşı gibi şarkıların Türkçe versiyonları o dönem alanlarda söylenen şarkılardır. 1 Mayıs İşçi Marşı alanlarda söylenecek parça olmadığı için Serdar Özhan tarafındanbesteleniyor. Kimi şarkılar da ilginç bir şekilde marş haline geldi Fırtına'nın alanlarda, öğrenci eylemlerinde kullanılacağını Yeni Türkü büyük ihtimal tahmin etmiyordu. Üstelik yıllar sonra patlıyor şarkı, albüm 1988 yılında çıkıyor 96'da öğrencilerin alanlarda söylediği parça haline geliyor. Bir Şey Yapmalı da alanlarda söylensin diye değil, hep beraber konserlerde söylensin diye yazılmış. Fakat şarkı bağımsızlığını ilan ediyor ve halk tarafından sahipleniyor. Biz bu durumu unutmuştuk Gezi bize bu durumu hatırlattı işte. 2000'li yıllarda eylemler de küçülmeye başlanınca şarkıların gücünün farkına varamadılar. Sizin kuşak şarkıların bu kadar güçlü olabileceğini Gezi'de öğrendi bence. Şarkılarla müziğin anlatılabileceğini Gezi'de öğrendi bir kuşak daha doğrusu apolitik olarak yaftalanan kuşak diyeyim.

- Bu biraz eski şarkıların, marşların daha asık suratlı ve ciddi olmasından kaynaklanıyor olabilir mi? Bu yeni parçalar daha eğlenceli, daha coşkulu sanki.
Elbette. Mesela Bandista bu anlamda çok önemli. Bandista şarkıları alanlara taşıyan grup oldu. Bunu da hem konserler de hem de alanlarda eğlendirerek yaptılar. Bütün Bandista şarkıları çok eğlenceli parçalar ağıtlar dahil. Bu yeni bir duruma sebep oldu; yakın zamanda tutuklanan akademisyenler için Boğaziçi’nden Bak Bir Varmış Bir Yokmuş şarkılı destek geldi. Bu şahane bir şey bence.
- Bir de bu tip eğlenceli, ironik şarkılar direk insanlara temas ediyor. Sloganvari oldu mu insanlar kaçıyor sanki?
Artık slogandan uzaklaştık, tabii Gezi'de de bunu gördük, Gezi'de slogan yok muydu? Elbette vardı,“Bu daha başlangıç mücadeleye devam!” tarzı sloganlar atıldı. Eski marşlardan uzaklaştık ve daha farklı bir yöne ilerledik, çünkü derdimizi anlatabilmek için çok farklı yöntemlerimiz var bunlardan biri mizah. 1970'lerde Şanar Yurdatapan vardı bir tek şarkılarından mizah kullanan. Onun dışında şarkılarında mizah kullanan pek kimse yoktu.Dolayısıyla hep asık suratlı oldu marşlar. Bu yüzden Fırtına ve Bir Şey Yapmalı biraz daha güler yüzlü ve hareketli parçalardı. İnsanları dans ettiren, eğlendiren ve zıplatan enerjik parçalardı. Danslı devrim hadisesini biz daha yeni keşfettik. Aslında en başından itibaren yapmamız gereken buydu.
- Ya da rock formatında söyleyip daha enerjik bir şekildeisyanı dışa vurmak.
Duman, Redd, Mor ve Ötesi gibi gruplar işte memleket ahvali üzerine şarkılar yapıyorlar. Dolayısıyla bu heyecanlı bir şey bir taraftan.
- Gezi zamanı daha eğlenceli şarkılar, gruplar ön plana çıktık dedik ama Gezi'den kısa bir süre sonra uzun isimli, melankolik parçaları olan bir sürü grup ortaya çıktı. Bu biraz 80 sonrası edebiyatta görünen “lirik, içe çekilme” durumu olabilir mi?
Bu durum biraz baskı rejimin getirdiği bir şey. İnsanlar alternatif arıyorlar, dertlerini doğrudan alanlara çıkıp anlatmak yerine daha farklı bir şekilde anlatmaya çalışıyorlar. Bunu doğrudan da anlatamadıkları için birtakım sembollere yöneliyorlar. Bu grupların birçoğu da apolitik gruplar aslında. Büyük Ev Ablukada ve Yüzyüzeyken Konuşuruz için demiyorum ama tuhaf ve uzun isimli grupların çoğu aslında bireysel dertlere yöneliyorlar. Bu tip gruplara da ihtiyaç var aslında. Neticede bu da bir isyan. 1970'lerin sonunda arabeskin kenara itilmesinin sebebiydi. Aslında bireysel isyanı anlatıyordu. Bu isyanın toplumsal isyana dönüşmediği filan üzerine dolayısıyla insanları daha bir karamsarlığa itiyor. Kaderciliği filan öne çıkarıyor. Bugün bir kısım şarkılarda da bu durum var ama Kalben'in şarkıları gibi biraz daha kişisel isyan şarkılarına da rastlamak mümkün. Dolayısıyla bunlar da değerli hareketler ama hepsinin çıkış noktası baskı noktası. Çalacak yerimiz yok, yazacak yerimiz yok, film yapsak gösteremiyoruz, dolayısıyla bu mağlubiyet hissini bir şekilde üzerimizden atmamız gerekiyor. Eskiden en azından kendi adıma değişik bir mekanda 45'liklerimi döndürürken şimdi çalacak yer bulamıyorum. Bunun 45'liklerin modasının geçmesi ya dabenim eskimiş olmamla bir alakası yok bu herkes için böyle. Birçok müzik grubu için de bu durum böyle. Eskiden her hafta konser veren gruplar artık iki hafta da bir konser vermeye başladılar. Mekan sayısı ciddi anlamda azaldı. Beyoğlu öldü, Beyoğlu'nun bütün barları Kadıköy'e geldi. Lakin bu durum nereye kadar gidecek bir süre sonra bu da bitecek.
- Ankara'da da benzer bir görüntü var.
Voodoo'dan, İF'e birçok mekan var ama bunlar ne kadar iş yapıyor bilmiyorum. Çok parlak olmadığı da aşikar bence.
- Bu anlamda mekansal olarak bir gerileme var sanırım.
Geçmişe baktığımızda 1960'lar Türkiye'de mekan cenneti. Türkiye'de müzik esas olarak mekanlarda yapılıyor. Kayıt ve plak teknolojisi o kadar gelişmediği için dolayısıyla insanlar ya radyodan ya da mekandanseslerini duyurabilecekler. İnsanlar da doğal olarak müzik dinlemek istediklerinde mekanlara gelecekler. 60'lar herkesin her yerde çaldığı dönem esasında. Moğollar'danHaramiler'e o dönemin tanıklarını dinlediğinizde her biri bir başka mekanda çalıyordu, hatta bazı geceler tek gecede iki farklı mekanda çalıyordu.Bir gece Lunapark Gazinosu’nun Zeki Müren'li açılışını yapıyor birgrup arkasından gidiyor, Whisky Agago'da çalıyor, geceyi sabaha karşı Çatı'da sona erdiriyor mesela. Aynı gece üç farklı mekandaçalmışlıkları var, uzun bir süre böyle devam ediyor bu durum. Şimdi bunu yapmak hiç mümkün değil. O dönemde o mekanların konseptlerinin de müşteri kitlesinin de aynı olması sayesinde hepsinde çıkabiliyorlarmış. Bugün, aynı gün hem Kızılay'daki bir mekanda hem Tunus Caddesi’ndeki bir mekanda çıkamazsınız. En başta mekanlar buna itiraz eder müşterileri farklı olsa da. Hatta aynı günü bırakalım, aynı ay bile başka bir yerde çıkamazsın. Mesela bir ay Nefes'te çıkıyorsan, aynı ay IF'te çıkamazsın. Böyle bir hale döndüolay. Bu isimleri tabii aklıma ilk geldiği için söyledim. Etikten de öte oldukça farklı bir durum var ortada.

- Bir de sadece canlı müzik değil, aynı zamanda güzel müzik çalan mekan sayısı da oldukça azaldı. Ankara simitçiler ile hamburgerciler arasına sıkışmış durumda.
Kadıköy'de öyle her yer dilim pizzacı ve hamburgercilerle çevrilmiş durumda. Her yer ona dönüyor aslında. Kadıköy'de mesela, Moda'dan Yeldeğirmeni’ne Selimiye'ye kadar her tarafta yeni nesil kahveci açıldı. Benim oturduğum yer İstanbul'un en sakin yerlerinden birisidir, böyle bir yerde kahveciler çoğalıyorsa durum vahim demektir. Çanakkale'de bile buna rastlıyorum.
- Alkollü mekanları kamusal alandan uzaklaştırmak gibi bir şey olarak da okunabilir sanki bu kentsel ve mekansal dönüşümler.
İktidar alkollü mekanları kapatmak için uğraşıyor, onlara ceza veriyor, belirli bir saatten sonra içki satışını yasaklıyor. Bu eskiden böyle değildi. Benim çocukluğumda Çanakkale'de çay bahçelerinde alkol vardı. 1980'den sonra alkol yasaklandı. Akçay Kordon'da, Ankara Mamak'ta çay bahçesinde bira içebiliyordunuz. Çünkü bira bir içecekti. Kola gibi, çay gibiydi. Aynı masada çay, bira, gazozun olması yadırganmazdı. İşte çay bahçelerinden kaldırdılar, lokantalardan kaldırdılar, Gar Lokantası'ndan içki kaldırıldı. Alkollü bir mekandan rahatsız oluyorsan oraya gitmezsin. Başkalarının alkol almasına karışamazsın. Gar Lokantası,bir yandan insanların rakı içtiği, diğer yandan insanların tren beklediği şahane bir yerdi. İstanbul'da, Ankara'da öyle yerler vardı. Kimse kimseyi rahatsız etmezdi. Şimdi alkol tüketmeyen insanlar alkollü mekanlarda rahatsız olmaya başladılar. Kimsenin hayat tarzına karışmıyoruz demiş olmalarına rağmen müdahale ediyorlar aslında.
- Dolayısıyla müzikli mekanlarda çok sıkıntı çekecek bu durumdan.
Tabii ki. Müzikli mekanlarda alkolsüz hala gelmeye başladı. Alkolsüz mekanlar açılsın tabii ki. Eskiden Halk Eğitim Merkezleri vardı Yenimahalle'de veya Ulus'taki Altındağ Belediyesi’nin salonu kapılarını herkese açan yerlerdi. Elbette Melih Gökçek gelmeden önceki Ankara'dan bahsediyorum. ANAP'ın Ulus'taki Atatürk Heykeli’nin olduğu çarşıda kocaman bir kültür merkezi vardı. Şimdi Belediye Meclisi’nin toplantı salonu oldu orası maalesef. Gençlik Parkı'nın içinde harika bir amfi tiyatro vardı, ben orada Ahmet Kaya ve Timur Selçuk'u izledim. Aynı zamanda ilahi konseri de veriliyordu. Altındağ Belediye'si her zaman muhafazakar partilerin elinde oldu ama işte Anastasia grubunu biz orada izledik. Yağmur'dan Önce filmi vizyona girdi işte filmin müziklerini yapan grup orada sahneye çıktı.
- Hipodrom konserleri vardı JoanBaez'li.
Evet, CHP'li belediyeler hep yapıyordu. Şimdi belediyeler kültür sanatla pek uğraşmıyorlar. AKP öncesi İstanbul Refah Partisi'nin elindeyken şahane işler yapıyordu,sahiden yapıyordu. O zaman sağ sol ayrımı da yoktu ama şimdi bendensin-ondansın ayrımı yapıyorlar. Dolayısıyla bir kısım insanları para vaadiyle kandırıp kendi saflarına çekiyorlar ve konser verdiriyorlar.Burada da hep aynı insanları görüyoruz.
- Üst üste yaşadığımız acı verici terör saldırıları sonrasında bir çok dünyaca ünlü müzisyen de artık buralara gelmeyecek gibi gözüküyor. En son Joan Baez ve Morrisey konserlerini iptal etmişti. Eskiden Metallica, Gun's and Roses geliyordu, insanlar onlardan ilham alıyordu. Şimdi böyle bir etkileşime girememe tehlikesi de var.
Neden gelsin ki? JoanBaez hayal kırıklığı yarattı ama bende.Her yerde çıktı burada çıkmadı. Metallica'nın, Guns and Roses'ın, Roger Waters'ın, Eric Clapton'ın konser verdiği ülke doğru bir ülkedir diye geliyordu bir sürü sanatçı, şimdi gelemiyorlar. Türkiye'de bir sürü iş iptal oldu. Çünkü bir yerde bir şey oluyor, hemen müzik susuyor. Ben buna da karşıyım, en başında da konuştuk. Müziği öyle kullanırsın ki, oraya toplanan insanlar olayın farkına varır ve ondan sonra bambaşka bir şeye dönüşür. Orada birlik ve bütünlük sağlamak için de müzik kullanılabilir. Elbette insanlar hayatlarını kaybettiği zaman, müzik yapabilmek güç oluyor. Ben de kendi işimi iptal etmiştim mesela, o gün çalamazdım. O benimle alakalı bir şey. Ben o gün bambaşka bir şey yapabilirdim. O gün beni dinlemeye gelen insanların başka bir amaç için geleceklerini bildiğim için iptal ettim. Fakat bir müzisyen konser zamanı bambaşka bir şekilde verebilir konserini. Suruç'tan birkaç gün sonra Kardeş Türküler konserine gitmiştim. Biliyorum, çok tartıştılar konsere çıkıp çıkmamayı. Etmediler, bembeyaz giysilerle ölenlerin sayısı kadar kırmızı karanfil bıraktılar ve biraz daha yavaşlatılmış bir konser verdiler. Bence bu iyi bir şey. Konser iptal edilince eve kapanıyorsun. Zaten sokağa çıkamaz durumdasın, en azından konser bahanesiyle evden dışarı çıkıyorsun. Konserler en azından birlikteliği de sağlayan şeyler. Müzik birleştirici bir güç. Sadece eğlencelik bir şeymiş hissiyatına girmemek gerekiyor. Aslında benim kitapta yapmaya çalıştığım şey biraz da bu. En başından beri yazılarımda göstermek istediğim de bu.
- Buradan plak mevzusuna geçelim istersiniz. Son dönemde plaklara çok yoğun bir ilgi söz konusu. Siz bunu neye bağlarsınız?
Maalesef. Bu soruyu her sorana aynı cevabı veriyorum.
- Sanki Issız Adam'ın etkisi çok fazla.
Sanırım ondan da önce başladı.Issız Adam'dan sonra da var ama nasıl olduysa bir anda ortalığı plaklar sardı.

- Ortaçgil'in bile eski albümleri plak olarak basılmaya başladı.
O da bu ilgiden sonra oluşmaya başladı.
- Burada sanki biraz objenin fetişleştirilmesi gibi bir şey var.
Aynen. Tümüyle bu oldu. Plak denilen nesne tümüyle fetişleştirilmiş bir nesne olarak hayatımızda. Ben bu yüzden yeni koleksiyonculara üçüncü nesil koleksiyoncular” diyorum. Bu tavra da karşıyım açıkçası. Bu plak bende olsun, herkese göstereyim, bununla övüneyim diyen insanlar plak toplamaya başladılar.
- Çoğunlukla evde de dinlemiyorlar garip bir şekilde. Evde toplandıkları vakit internet üzerinden müzik dinliyorlar.
Asla dinlemiyorlar, çünkü plaktan dinlerlerse plak eskiyecek. Geçenlerde bir yerlerde çalarken karşılaştım. Ben her zaman plak çalmayı tercih ediyorum. Her yere giderken bir dolu plakla gidiyorum. Koleksiyonumun en nadide parçalarını da yanımda taşıyabiliyorum. Ahmet Kaya'nın “Yorgun Demokrat” albümü en sevdiğim albümlerdendir. Koleksiyonumun da en değerli parçasıdır. Ben o plağa sahip olduğum için çok mutluyum. Onu çaldığım yerlere götürüyorum ve çalıyorum. Aynı şekilde Yeni Türkü'nün “Günebakan” albümü de çok değerlidir benim açımdan. Bulunur da bir albüm değil. Zor bulunur ve büyük paralara el değiştirir. Bunları çalmayı çok seviyorum. Geçenlerde biri geldi yanıma, “Nasıl bunları buraya getirebilirsin, nasıl bunları ortalığa çıkartabilirsin? Nasıl iğneyi o plağa değdirebilirsin?”diye söylendi. Bu lafı söyleyen için o plağı asla dinleyemeyeceksin saklayacaksın. Saklıyorlar, jelatinini bile açmıyorlar. Bu plağı dinlemeyeceksen neden alıyorsun? Satmak için mi alıyorsun? O da değil. Garip.
- Değişen teknolojiyle beraber müzik dinleme alışkanlığımızda büyük miktarda değişti. Eskiden bir albüm alırken esasında kişisel tarihimize not düşüyorduk. İşte albümü alırken olanları hatırlıyoruz. Müziği internetten ya da başka mecralardan dinlemeye başladıkça sanırım bu durum gitti. Plak ilgisi yeniden bu ilgiyi canlandırabilir mi?
En başından belleksiz bir toplum olmamız ayrı bir dert zaten. Albüm dinleme olayı ortadan kalktı.Plağa olan ilgi bu durumu geri getirmeyecek. Keşke geri getirse ama hiç sanmıyorum. Albüm dinleyen yine dinler ama.
- Dünyada bu durum böyle mi?
Dünyada albüm dinleniyor bence. iTunes, Spotify gibi mecralarda albüm dinleniyor. Şarkı alabiliyor olmakbir taraftan şahane bir şey, diğer taraftan çok sinir bozucu. Eskiden bir şarkıyı ön plana çıkartmak istiyorsan, onun 45'liğini çıkartıyordun. Şimdi başka bir şeye döndü olay. İstediğin şarkıyı seçip alıyorsun ve albüm denilen şey ortadan kalmış oluyor.İnsanlar da single çıkartıyorlar filan haklı olarak.
- Albüm dediğimiz şey eskiden tematik bir bütünlüğü olan bir şeydi.
Turgut Berkes'in Karakutu'sunu düşünsene ya da Barış Manço'nun 2023'ünü ya da Redd'in 21'i. Hepsi tematik bir bütünlüğü ve hikayesi olan albümler. Eskiden albüm üzerine düşünürdük. Tamam longplayler ilk çıktığında o güne kadar çıkmış 45'liklerin toplandığı şeyler imiş. Sonrasında albüm denilen fikir ortaya çıkınca, bu durum başka bir şeye dönüştü. Albüm yapma her albümde farklı tema ve konu üzerinden gider.Redd mesela bunu çok iyi yapar, keza Bulutsuzluk Özlemi, Ezginin Günlüğü de. Albüm yapma fikri giderek kayboluyor, gidiyor. Muhtemelen plağın ilgi görmesi bu durumu fişekleşmeyecek.
Gaye Su Akyol
- Uzun tuhaf isimli gruplar haricinde bir Gaye Su Akyol, Elif Çağlar gibi şarkıcılarla da karşılaşır olduk. Onları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bence çok başarılı.Tabii Elif Çağlar'ı ayrı tutmak lazım, o biraz daha caz sularında takılıyor.JehanBarbur gibi, Ceylan Ertem gibi kendi şarkısını yazan, söyleyen, hatta başkalarının şarkılarını kendince yorumlayan insanlar da çıktı. Mesela onların yorumlarını da kimini beğenirim kimini beğenmem ama o şarkıları farklılaştırıp bozduğu için severim. Bunu bir dönem Mirkelam yapmıştı. Diğerlerinden kendini ayırmıştı ve çok özel bir noktadaydı, hala o noktada ilerliyor bence. Gaye Su Akyol, Ceylan Ertem ve JehanBarbur'u ayrı tutuyorum. Özellikle Gaye Su Akyol kendine has bambaşka bir yol tutturdu ve ilerliyor. Sahiden rakipsiz şu anda.Öyle bir noktada ki, alaturka desen alaturka değil ama alaturka; caz desen caz değil ama caz. Arabesk desen arabesk değil ama bir tarafında dibine kadar arabesk. Yani Gaye'yle kendi aramızda da çok konuştuk. Bu müziğe ne diyeceğiz? Nasıl tanımlayacağız? Çünkü Gaye'ye yurt dışından da soruyorlar nedir senin müziğin diye. Gaye buna bir cevap veremiyor, açıkçası ben de veremiyor. Bir taraftan cevap vermemiz degerekmiyor zaten.
- Büyük Ev Ablukada da benzer bir hattan ilerliyor. Onlar da sözü bozan, daha ironik, sokağın diliyle şiiri birbirine boca eden bir yerde duruyor.
Onları da çok beğeniyorum, seviyorum. Hoşuma gidiyor bu durum. Diğer taraftan da çok büyük kitlelere ulaşamadıkları için müziğin seyrini değiştirmeye muktedir değiller. Lakin yakın zamanda o da olacak, öyle gözüküyor. 1990'ların ortasında bu rock patlaması yaşandığında kimse Duman'ın, Mor ve Ötesi'nin bu kadar büyük bir iş yapacağını beklemiyordu. MFÖ'nün de 1980'lerdeki çıkışı da böyle, dolayısıyla onlar da böyle bir şeyi beklemiyordu. Buradan bir ana arter yaratıp ilerlemek mümkün, yavaş yavaş oluyor o da. Asıl güzellik daha önceTürkiye'de gidilmeyen yerlere gidiyorlar. Denizli, Samsun, Burdur, Gaziantep, Van, her yere gidip konserler veriyorlar. Bir dönem özellikle 1990'ların başında bu konserler başka bir olaydı. Özellikle yerel festival olduğu zaman gidilirdi. Belediye seni çağırırsa gidiyordun konser vermek için. Şimdi ise neticede artık mekanlar var ve insanlar gidiyorlar. Üniversitelerden ve belediyelerden kurtuldu müzik. O çocukların atlayıp oraya gidiyor olmaları da şahane bir şey.
- Dünyada şarkı sözü yazarlığı nereye gidiyor? Bir taraftan, bu ekolün son temsilcilerinden biri Leonard Cohen yakın zamanda hayatını kaybetti. Diğer taraftan, Nobel ilginç bir şekilde Bob Dylan'a gitti.
Bence şarkı sözü yazarlığı kaybolmuyor.Özellikle Türkiye'ye baktığımızda kendi şarkı sözlerini yazan bir grup var, az önce de bu isimleri tek tek saydık. Ben heyecanlanıyorum, bir sürü insan kendi sözünü söylemeye başladı. Bu da bir anlamda Gezi'nin getirdiği bir şey oldu.1990'larda artan pop şarkıları ve onların getirdiği basitleşme müziği başka bir yere soktu ve hep böyle gidecek sanıyordum. Mor ve Ötesi, Kumdan Kaleler ve Redd gibi grupların yükselişiyle birlikte insanlar şarkı sözü yazımını yeniden dikkat çektiler. Herkes kendi şarkısını tek gitarla çalıp söylüyor. Bunlar hayırlı şeyler. Şarkı sözü yazımı giderek yükseliyor.

- Aşık geleneğiyle bir akrabalık bağı da var sanki.
Bence bu durum aşık geleneğinin şimdiye yansıması oldu.Kaan'ın durduğu nokta 1970'lerde Aşık Mahzuni'nin durduğu nokta. Sadece değişti biraz. Benim hiç sevmediğim bir tanımlama vardır kent ozanı diye, bence Kaan kent ozanı filan değildir. Dolayısıyla o geleneğinden yeniden canlanması da güzel bir şey. Çünkü artık türkü de öldü, türküyü türkü gibi söyleyen de kalmadı. Tamam Kardeş Türküler, Aynur Doğan, Efkan Şeşen, Hüsnü Arkan, Jülide Özçelik nefis işler yapıyorama türküyü türkü gibi söyleyen yok. İşte bir Belkıs Akkale yok artık. Bir dönem Kamil Sönmez, Aşık İhsani filan vardı. Tabii Pir Sultan Abdal'dan gelen bir gelenek vardı ama bu ortadan kalkmıştı. Kimse eline sazını alıp şarkısını söylemeye çalışmıyor. Ahmet Kaya da bu işe böyle başladı, eline sazını alıp söylemeye başlamıştı.
- Bir de kent ozanı kavramı daha baskın çıktı sanırım zamanla. Cenk Taner, Teoman gibi müzisyenlerin varlığıyla.
Evet, onlar şarkı sözü yazımının hasını yapan insanlar. Dolayısıyla şarkı sözü yazma meselesinde, 90'lar dikkat çeken insanlar. Popta da Mirkelam işte ayrı bir yere koymamım sebebi kendi şarkılarını yazıp söylemesi.
- Mirkelam'daki ironik, absürt dil, Gaye Su Akyol'da da vardır. Hatta Mazhar Alanson'da da vardır.
Evet, kesinlikle. Kendi hatlarını yaratan ve rakibi olmayan sanatçılar bunlar. Levent Yüksel'i de çok severim ama bir sürü Levent Yüksel var. Levent Yüksel yorumcu olarak en iyisi. Hadi Tarkan diyelim, kendi sözlerini yazdığı için ama ondan da çok var. Görüntü de dahil olmak üzere.
- Buradan radyo üzerine bir şeyler konuşalım isterseniz. Radyo da dijitalleşti, internet radyosu oldu. Radyo dinliyor muyuz?
Bence dinliyoruz. İnternet radyosu denilen şeyler iyi şeyler. Dolayısıyla insanlar bilgisayarın başında sosyal medyadan gelen linkler doğrultusunda da olsa radyo dinliyorlar. Eskisi gibi radyo geleneği yok. Radyonun 60'lardaki gücü yok tabii. Eskiden Zeki Müren radyoya çıktığında ertesi gün ortalık karışabiliyor. Mirkelam'ın 90'lardaki tek gecelik şöhreti gibi. Erkin Koray radyoya çıktığında ortalık yıkılıyor. 1960'larda ve 70'lerde radyo çok önemli. 90'larda yine bir patlama yaşanıyor ama biraz yalancı patlama oluyor. 2000'lerde ise radyonun internete taşınmasıyla yeniden keşfediyoruz aslında.
- Müzik programları?
Müzik programı denilen tür ortadan kalktığı için böyle bir durum artık yok maalesef. Bir dönem İzzet Öz'ün Teleskop programı vardı, Sevda Özver'in Sizler İçin'i ya da Gecenin İçinden'i filan takip eden birinsan olarak şimdiki durumu hoş karşılamıyorum. Müzik programı yapan pek kalmadı. Açık Radyo var ama Rock FM de kapandı. Yapılacak bir şey yok sermaye. Radyoculuk arka arkaya şarkı çalma işine döndü.
- Siz de Açık Radyo'ya bir program yapıyorsunuz şarkılı memleket tarihi üzerine.
Benimki baya belgesel programı. Hafta için her gün sabah 7'de. Şarkılı Memleket Tarihi'nin programlaşmış hali. O gün müzik tarihinde ne olduysa ondan bahsediyorum. Mesela 1 Aralık'ta DarioMoreno'nun ölüm yıldönümünde, baştan sonra DarioMoreno programı yaptık.
- Radyo Arkadaş döneminiz var sizin, hep hayırla yad ettiğiniz.
Radyo Arkadaş şahane bir radyoydu. O, TRT'yi 90'lara taşıyan radyodur. Nefis programlarımız vardı. Tanıl Bora ve Selami İnce program yapıyordu. Tamer Kozaklı ve Metin Solmaz programyapıyordu. Ben, Dünden Bugüne diye bir program yapıyordum, daha sonra Çıtır Çıtır diye bir şey yaptım, bir de Tıngır Tıngır diye bir Türkçe rock programı yapıyordum.Cezmi Ersöz de orada program yapıyordu. “Arkadaşıma Dokunma” kampanyası bir dönem Radyo Arkadaş'tan aldı yürüdü.
- Selda Bağcan'ı yeniden keşfettik son dönemde. Kendisine ilginç bir şekilde yurtdışında da çok ilgi var. Bu durumu neye bağlarsınız?
Selda Bağcan'ı yabancılar keşfettiği için biz yeniden keşfettik. Elimizde bir sürü güzel insan var, Selda Bağcan'ından, Gökçen Kaynatan'ına, Mustafa Özkent'e varana kadar. Bu isimleri yabancılar keşfedince biz de yeniden keşfediyoruz. Çünkü ben yıllardır bu isimleri anlatmak, duyurmak için çok çaba sarf ediyorum ama bu maalesef görünmüyor. Türkiye'de çok görülme şansı yok. Yurtdışında FindKeepers bunları plak olarak bastı. Bir yanda dünyanın ilgisi bu müzisyenlere çekilince bizim de ilgimiz arttı. Yani Guardian'da bir Selda Bağcan yazısı çıkması gerekiyormuş bizim onu hatırlamamız için. Selda Bağcan kayıp olan birisi de değil, aktif müzik yapan, konserlerini veren birisi. Kamusal olaylara zamanında doğru tepkiler veren bir insan. Buna rağmen herkesin bildiği bir isim değildi ama şimdi oldu. Bir tarafından çok güzel bir şey bu.Selda Bağcan'ın bu kadar popüler olması çok güzel bir şey. Keşke biz yeniden keşfetseydik. İngiltere üzerinden gelmeseydi bu olay. Mustafa Özkent'i biz keşfetseydik mesela.
Selda Bağcan Barcelona konserinde
- Yurtdışındakilerin bu müzisyenlere olan merakını nasıl yorumlarsınız?
Çünkü onlar üçüncü dünya ülkelerinde böyle bir müziğin yapılabileceğine inanmıyorlar. Japonya'da, İran'da, Afganistan'da çok sayıda saykodelik grup çıkmıştı zamanında. Her yerde herkes kendi doğusunda böyle müzikleri yakalayınca ilgi gösteriyor. Bir de bu yerel motiflerin, world folk denilen türün yükselmesiyle birlikte yeniden ortalığa çıkmasıyla bunların önü açıldı. Selda Bağcan, yerel ezgileri, motifleri kullanan ama bunun şahane bir batı altyapısıyla destekleyen bir solist. Onun yaptığı işleri o yüzden çok ilginç geliyor onlara hatta bizlere. Biz sadece Selda Bağcan'ı değil kendimizi de tanımıyoruz. Türkiye'nin en büyük derdi bu bence.Onun için de şu kitapla, yazılarımla farkındalık yaratmak, dikkati şarkılara, şarkıcılara çekmek istiyorum. Radyo programında da keza. Çünkü en başta kendimizi tanımımız gerekiyor, ondan sonra dışarıya bakmak gerekiyor. Aslında bir empati yoksunluğu ve karşındaki dinleme eksikliği. Memleketin en büyük derdi. Karşımızdakini dinlemediğimiz için onu tanımıyoruz. Bu anlamda, Selda Bağcan'ınpolitik geçmişinin, Deniz Gezmiş için şarkı yapmasının bilinmemesi, Uğur Mumcu için yaptığı şarkının bilinmemesi vahim durumlar. Bir taraftan bunların ortaya çıkması şahane bir şey.
- Peki, son olarak son dönem müzik yayıncılığında dikkat çeken bir yayınevi var Kara Plak. Onu nasıl görüyorsunuz?
Şahane iş yapıyorlar. İyi ki varlar ve daha da çok olsunlar. Türkiye'de yazılabilecek kaç biyografi var, bunu yazabilecek kaç kişi var? Bütün derdimiz bu. Biyografi işine hiç girmiyor. Bir sürü insan keşke anılarını yazsaydı dediğim çok oldu ama anılarını yazanları da görüyoruz. Biyografisi yazıldığında buna itiraz edecek insan sayısı çok fazla. Ailenin kendisini sansürlemesinin yanı sıra bir de devlet sansürü bir de yayınevi sansürü ortaya pek bir şey kalmıyor. Türkiye o kadar beter ki bir yandan. Selda Bağcan biyografisinin olmaması fena bir şey ama onun biyografisini kim yazsın dersen, o bile meçhul işte. Elbette itiraz edecek, ailesi, hayranları, yazsak bile.

Can Öktemer

Hiç yorum yok: