20 Şubat 2016 Cumartesi

Tanımlar, sınırlar, ötekiler: Hani biz de imza atmıştık ya, şu müstemleke aydınları!

Dün telefon açtım ona, yengeyle çocuklar güvende mi diye sordum, malum, lojmanlar yakın… İyiler dedi. N’olur, dikkat edin kendinize dedim. Kendisi Sur’da, malum mesele, hani biz de imza atmıştık ya, şu müstemleke aydınları… Ahh hocam dedi, ahh komutanım dedim…
Dün akşam, patlamadan sonra babam şöyle bana baktı, diyecek bir şeyleri vardı ama… Duvarda türlü türlü askeri madalyalar… Malum mesele, hani biz de imza atmıştık ya, şu müstemleke aydınları… Ahh Levent dedi, ahh baba dedim…

İdrak böler, tasnif kıyar; yaşam ise melez kaynaklar yapar, ister istemez… Acıda da, kederde de, sevinçte de, aşkta da.
Politizasyon, en basitinden, gündelik hayatta çoklu işleyen (işlemek de zorunda olan) muhtelif idrak kategorilerinin tek bir ilke etrafında yeniden örgütlenmesidir. Vatan hainleri olur bir anda herkes, ötekisi, ötekiler; Ah şu Kürtler olur, Türkler olur, Monşerler olur, Müslümanlar olur, Akademikler olur, Çorumlular olur, Nazımiyeliler olur… Böyle uzar gider, tasnifin sonu yoktur ki; bu tasnif tek bir ilke etrafında çoraklaşırsa (sadece siyah ve beyaz varsa), söylemeye bile gerek yok, kıyım olur.
Lakin gündelik hayatta insanlar sürekli böyle yaşamaz, yaşayamaz; olanaksızdır bu. Keskin tasnifler hayatın keskin virajlarında yoldan çıkar, yuvarlanır gider. Melez duraklar, söyleme de bu söylemi dillendirene de takla attırır. Şerefsiz Kürtler ülkeyi bölecek diyen Ahmet abi, oğlu bir Zaza güzele vurulup onu sevdiceği-eşi yapınca, “Ama yok, o öyle değil; onlar gibi değil. Hem ailesi de çok iyi” diyerek takla atar. Söylem çatırdar ama yine de tutunmaya çalışır, “hayır o kadar da kolay değil” dercesine. Kahvede, televizyonda altyazıyla, “Son dakika: Şırnak’ta 3 şehit” haberi geçerken, yine, yeniden, “Ulan şerefsiz Kürtler…” cümlesini kurabilir Ahmet abi, kurması da gerekir belki de; “kahve kabilesinin” ritüel diskurudur, official trademark’ıdır aslında o, verili bir duruma uygun düşen bir performanstır hatta, Kanadalı delinin ifadesiyle!
İşte yaşam, söylemin, melez duraklardan-karşılaşmalardan aldığı darbelere rağmen kuyruğu yine de dik tutma çabası, az çok gerilimli-çelişkili bir moment dizisi, tanımlananla-olan arasında sürekli bir makas farkı, müzakeredir esasen. “İnsanın dediğiyle yaptığı çelişmeyecek arkadaş” der ortak kanı-temsil, “o iş o kadar da kolay değil başkan” diye yanıt verir yaşam. Sizi az-çok tanıyan, yaşamınızın patikalarından, fikri kaldırım taşlarınızdan tamamıyla bihaber olmayan ve “hocam çok değerlisiniz, çok katkı yapıyorsunuz bize” diyen bir meslektaşınız-öğrenciniz, bir imza dolayısıyla, “işte hendekçi akademisyenler, kelleri tez vurula” cümbüşüne sizi de kattığında, bilmez mi, en basitinden, yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu. Bilir, bilir de… yaşam da böyle bir şeydir işte: Tasnif düzleştirir, asfalt çeker, böler-biçer, biraz kendinden emindir, yukarıdan bakar hatta, ama durumsal tazyikle yüklü yüksek tonajlı gündelik hayat kamyonları geçince üzerinden inceden inceye çatırdar; hatta ve hatta, ancak yeni tanımsal ziftlerin kapatabileceği derin ve gerilimli çukurlar oluşur yüzeyde.
Kısacası, gündelik tanımlar (insanların gündelik hayatta ad hoc yaptıkları, egemen, meşru ya da kurumsal olanları değil) duruma münhasırdır; durumla sürekli bir müzakere, anlık didişmeler dizisidir söz konusu olan. Bir “İslamcı” her sabah kalktığında, “ben iyi bir İslamcıyım, bugün İslamcılık için ne yapacağım acaba, hadi bakalım” demez. Hatta ve hatta, gündelik yaşamı tamamıyla “İslamcı” bir kabile içerisinde geçiyorsa eğer, herhangi bir tanımsal çabaya girmesine dahi gerek yoktur, “İslamcıymışız işte, hepsi bu”; aynen İzmirli bir “Sözcü” okurunun, “şerefsizce viskisini yudumlayan” Nişantaşılı bir solcunun, Ostim’deki Haydar Usta’nın, bizim kapıcı Kemal Efendi’nin ya da Diyarbakırlı Baran’ın da kendi kabilesi içinde, “Ben kimim ki la?” türünden tanımsal sorgulamalara girişmeyeceği gibi: “taken-for-granted”, diyor buna Atlantik’in ötesindeki çok bilmiş ecnebiler, verili kabul edilen-tartışılmayan demek; güzel ifade, neysem oyum işte, etrafımdaki herkesin de olduğu ve yaptığı gibi, eylemimin esasını kendime ve diğerlerine açıkça ifade etme/tanımlama gereği dahi duymadan. Konumunca, sınıfınca “yol-yordam bilmek” işte, ne güzel bir dil bu Türkçe, ne kıvrak bir ifade, allamış pullamış ve habitus demiş buna, diğer birçok bilmiş Frenk.
Öyleyse yaşamlar, örneğin siyasal düşünceler tarihinde tanımlanan türden fikri tek yönlere uymaz; “u dönüşü” yasaklarının hem var hem yok olduğu, tersten girmelerin de gayet güzel kanıksandığı bizim oradaki dörtyoldur aslında yaşam. Ben kimim/Ben şuyum/Onlar da şunlardan şeklindeki sınır koymalara yol açabilecek sorgulamalarla ise sadece ve sadece bazı koşullarda karşılaşılır: misal kabile içerisinde yaşanabilecek bazı istisnai gerilim anlarında. “Sen gerçek bir sosyalist/muhafazakâr/dava arkadaşı, vb değilsin -çünkü misal seviştiğini duyduk!- özeleştiri ver! Toplumsalın bir anda ceberut bir polis memuruna dönüştüğü bu anlar (sosyolojinin sakallı Frenk kurucusu buna kolektif bilinç der), resmi tanımın (kurumun diye de okunabilir) sopa gösterdiği anlardır; ifadenizi vermek, iman tazelemek (yani kendinizi resmi surette yeniden tanımlamak) zorundasınızdır, kaçamazsınız; varsın hayat sorgu çıkışında yine o eciş-bücüş, melez-muğlak patikalarında ve elbette gündelik hibrit tanımlarında akmaya devam etsin, mühim değil. Faşizm en üst düzeyde, bu mıcırlı, bozuk yolların (gündelik pratiklerin-tanımların) tümüne tek tip asfalt (kurumsal tanım-pratik) çekme çabasıdır ama beyhudedir, her asfalt çatlar…

Bir diğer ve hiç kuşku yok ki en yaygın diğer gerilim anı diğer kabilelerden üyelerle temasta yaşanır. Gündelik ad hoc tanımlar orada, her defasında, kaçınılmaz bir ilişkisellik içerirler. Tanımlama her zaman bir diğerine/ötekine göre yapılır. Ben şuyum dediğinizde, aslında her defasında, şu diğeri değilim dersiniz. Örneğin, İzmirli CHP’li bir teyze, ben Atatürkçüyüm, modernim dediğinde iki şey olur. İlk olarak, bunu demesini gereken bir “durum” hâsıl olmuştur; mesela bir temas, yüz-yüze veya vasıtalı (sosyal medya, tv, gazete, vb), sabahtan akşama kadar bunu söyleyerek dolaşmıyordur sonuçta sokaklarda ve iki, bunu yaparken de aklında muhakkak bir “öteki”, “modern olmayan”, “Atatürkçü olmayan” vardır. Bu tanımlama faaliyeti öyle üzerinde saatlerce düşündüğü bir şey de değildir; az çok bilinçli, yarı-örtük, gerektiğinde kurumsal (yani egemen, meşru) tanım stoklarından da faydalanan ama her halükarda melez, duruma münhasır, ilişkisel ve pratikte yapılan bir şeydir; ötekiyle karşıtlığını tanımlayan iki üç ayırt edici, kabileye özgü ilke üzerinden teyze kendini kurar, gerekli performansı (burada gerekli ifadesine dikkat) sergiler. Özellikle sosyal medya bunun için biçilmiş bir kaftandır. Bu ayırt edici ilkelerin kendilerinin de yine öyle derin tefekkür kitaplarında, siyasal doktrinler arasında aranmasına lüzum yoktur. Modern olmak, iki-üç pratik esas üzerinden, modern olmayan olarak değerlendirilenle karşıtlığında (başı açık olmak-olmamak, kadınlı-erkekli rakı içmek-içmemek, bikini-mini etek giymek-giymemek, vb. Avrupalı olmak (sarışın/kumral olup-olmamak, balkan kökenli olup-olmamak, eli yüzü düzgün olup-olmamak, yani esmer olmamak, vb.), monşer olmak (evde köpek besleyip-beslememek, şarap içip-içmemek, serbest cinsel ilişkileri olup-olmamak, vb.) hele hele en kötüsü, gayri-milli ve vatan haini monşer akademisyen olmak ise bunların hepsini aynı anda yapıyor olup-olmamak üzerinden tek celsede nihayetlendirilebilir.

Yazın, Munzur kıyısında, suya giren bikinili kadınları gördüğünde, “Burası Bodrum değil, Tunceli” diye başlık atan gazetecinin basit ancak iş gören idrak kategorileri işte bu şekilde kendini ele verir: Türk=suya bikiniyle girebilen; Kürt=Türk olmayan, o halde suya da bikiniyle giremeyen. Ama bunlar giriyor! Şaşkınlık! Eylem şemalarında tanımlanmamış bir veri! System halted fatal error!. Muhafazakâr/solcu, milliyetçi/monşer karşıtlıkları da benzer bir ilişkisellik izler. Tüketim kalıplarına, kültürel pratiklere ilişkin, çok değil, birkaç basit taksim ilkesi “Allahsız, soysuz, ahlaksız, marjinal, milletine yabancı, hatta ve hatta satılmış monşer/solcu/akademisyen” imgesini yaratmaya ve bunun tam zıddında da milliyetçi-muhafazakarı tanımlamaya yeter. (Parantez: Böyle bir dünya yok sevgili okur! Böyle bir solcu/akademisyen/monşer de yok; maddi açıdan hali vakti yerinde, hep iyi semtlerde oturan, sabahtan akşama kadar içen, arada “milletin değerlerine” de hakaret edip oradan swinger partilerine dalan bir figür yok! Onun da herkes gibi sıradan bir hayatı var; örneğin onun da ödenecek kredileri var, evi var, iş gücü var, çoluk çocuğu var; fazladan bir köpeği var belki, arada sırada muhtemelen beraber yattığı! Ama hepsi bu işte…)
Oysa milliyetperverlik başka bir taksim ilkesi üzerinden, örneğin Türkçeyi, bu zengin ve kıymetli dili olabildiğince maharetli ve yetkin biçimde kullanma takıntısı üzerinden, onu bir milletin en nazik ve yüce değeri olarak kıymetlendirmek üzerinden, hadi onu da geçtim en azından, bağlaç olan de/da’nın ayrı yazılması gerektiğini bilmek üzerinden de tanımlanabilir; keza muhafazakârlığın da en basitinden, “muhafaza etmek, “evdeki baba yadigârı eski koltuğu, ağacı, şehri muhafaza etmek”, “talan etmemek”, “çalmamak”; ahlakın ve vatan sevgisinin ise yine en basitinden, “bir işi hakkıyla yapmak”, “kandırmamak-aldatmamak”, “mış-miş gibi yapmamak” olarak da tanımlanabileceği gibi.
Dönelim başa. Politizasyon, gündelik yaşamın melez tanım ve pratiklerindeki bu göreceliği, durumsallığı ve çeşitliliği kırar; yerine sabit ve tözcü kurumsal tanımlar, esnemesi güç (ve yasak) kategoriler ikame eder (Hoca budur, Müslüman şudur, vatansever budur, tartışmayalım lütfen, ne? Halen konuşuyor, atın bunu içeri). Politizasyon bu anlamda fikri bir polarizasyondur da. Diğer bir ifadeyle, şuradan: “tamam solcular öyle de, bizim hoca öyle değil”, “şerefiz Kürtler ülkeyi bölecekler ama bizim gelin ve ailesi öyle değil”, “tamam çok inançlı değil ama Allah için dürüst, vicdanlı adam”, “bizim komşu kapalı ama çok modern görüşleri de var”, “ben de karşıyım bir askerle evlenmesine ama buradakiler gibi değil bizim damat”tan, şuraya geçilir: “bunların topu böyle, hatta bizim hoca ve gelin de dâhil”. Kurumsal tanımın, gündelikçi ikizi üzerindeki zaferidir artık söz konusu olan, yaşamın kendisi total bir kuruma, hatta bir aygıta dönüşür yavaş yavaş, gardiyanlarıyla, silindirleriyle. Komşu komşuyla kavga eder, araya husumet girer, TEM’i gönderir sabahın köründe: “İyi günler bir vatan haini varmış burada? Öyle mi? Ben mi? Hani biz de imza atmıştık ya, şu müstemleke aydınları…
* Bu yazı, 19 Şubat 2016’da Press Haber’de yayımlanmıştır.
Levent Ünsaldı

Hiç yorum yok: