14 Temmuz 2013 Pazar

Heba, Rüyanın Delindiği Yerden



Ankara’da, daha çok popüler kitaplar ile süreli yayınların satıldığı bir kitapçıda yığılı Heba’ları gördüğümde önce şaşırdım, sonra da bu duruma oldukça sevindim. Gerçek edebiyatın okunmaya başlanması, talep görmesindendi sevincim. Hasan Ali Toptaş’ın bu coğrafyada çok satmaya başladığını görmek, ister istemez edebiyatseverleri şaşırtır. Kitapları böyle çok sayıda görünce hemen çalışanlardan birine yaklaşıp, Heba’ya ilginin nasıl olduğunu sordum. “Oldukça iyi,” dedi, “Çıktığında on tane getirtmiştik ama birkaç gün içinde bitince elli tane daha getirttik.” Genç, yüzümde beliren memnuniyet ifadesini görünce sohbeti uzattı. “Bir arkadaşım, onun bütün kitaplarını okudu. Çok değişik bir yazar, diyor, onun için. Ben de Heba’yı yeni okumaya başladım, evet oldukça farklı.  Duyduğuma göre Denizli’de yaşıyormuş.” Gülümsedim, “Hayır,” dedim, “Eryaman’da yaşıyor.”


Bana kalırsa, bu kısa diyalog, Hasan Ali Toptaş’ın otuz yıldan biraz daha fazla olan yazarlık hayatının özetidir. Birincisi, ondan coşkuyla söz eden genç, onun daha bir kitabını dahi okumamıştır, şu an sadece buna meylettiğini, belki birkaç sayfa okuduğunu söylemiştir sadece: Hasan Ali Toptaş’ın genel okur profilinin oluşum evresidir bu. HAT’tan etkilenmek, onun okuru olmak için onu okumaya başlamış olmak yeterlidir. İkincisi, genç, Hasan Ali Toptaş hakkındaki ilk bilgilerini bir arkadaşından almıştır: Bir ilan, bir eleştirmen veya başka bir otorite aracılığıyla onun kitaplarına ulaşmamıştır. Böyle olduğu için en etkili tanıtım aracı olan ‘okur tavsiyesi’ yoluyla HAT’ın yeni okurlarına eklenmiştir. İlk kitaplarını kendi imkânlarıyla bastıran, aldığı ödüllere rağmen Bin Hüzünlü Haz gibi muhteşem bir kitabı bastırmak için yayınevi yayınevi dolaşmış bir yazardan söz ettiğimizi göz önünde bulundurduğumuzda bugünkü okur sayısının ulaştığı noktayı oldukça önemsememiz gerektiğini düşünüyorum. Üçüncüsü, genç, Hasan Ali Toptaş’ın Denizli’de yaşadığını söyleyerek onu merkeze koymamıştır: Bunun nedeni onun merkeze yakıştırılmaması değil, merkezin ona yakıştırılmamasıdır. Hasan Ali Toptaş, büyük ve küçük bütün merkezlerin dışında yaşamaya devam ediyor ama unutulmamalı ki kitaplarının merkez yayınevleri tarafından kabul görmesi bile çok uzun yıllar almıştır. Buna en güzel örneklerden biri, Kültür Bakanlığı Roman Yarışmasında mansiyon alan Sonsuzluğa Nokta romanının basımında yaşadıklarıdır. Fethi Naci’nin Aydınlık’taki köşesinde iki yayıncı arkadaşına Hasan Ali Toptaş’ın romanıyla ilgilenmelerini önerir. Bu iki yayınevinden Ankara’dakinin kapısını çalar HAT. Fethi Naci’nin yayıncı arkadaşı gerçekten de öneriyi dikkate almış ve yazıyı kesip çekmecesine koymuştur, bunu ona da gösterir. HAT, dosyasının yayımlanacağını düşünür ama uzun bir zaman sonra romanın basılmayacağı söylenir kendisine. Romanın basılmama nedeni, edebiyatımızın önemsenen yazarlarından birinin yazdığı editöryel rapordur. Rapora göre, “Cümleler oldukça uzundur ve okur bunları anlayamaz.” İyice hayal kırıklığına kapılır HAT. Hatta köşesine çekilir ve edebiyat dünyasına küser. Bundan sonra sadece kendi için yazacaktır. Sonunda yazdıklarının basılması için hiçbir yayınevinin kapısını çalmayacağı kararını alır. Zaten onun yazın hayatı bir talihsizlikler zinciri gibi uzar gider, ta ki son yıllara kadar.
           
Heba, Hasan Ali Toptaş’ın merakla beklenen yeni romanı. Uykuların Doğusu’ndan uzunca bir süre sonra geldi. Heba’yı önceki romanlarından ayrı bir yere koymakta fayda var. Özellikle Bin Hüzünlü Haz ve Uykuların Doğusu’nda anlatılanlar bir belirsizliğin içinde akar. Belirsizlik öyle baskındır ki akıntının nereye doğru olduğu da romanın sonuna kadar okurun kafasında sürekli bir sorun teşkil eder.  Olaylar, hareketler ve tepkiler; yoğun imgeler aracılığıyla ve sembollerle, neden sonuç ilişkisi iyice silikleştirilerek hatta bazı durumlarda hiç kurulmayarak, zaman ve mekânsal yapı bozularak, bulanık, belirsiz bir görüntü içinde cereyan eder. En uzun bölüm olan ‘Sınır’ı saymasak Heba da birçok açıdan HAT’ın önceki romanlarına benzemektedir. Ancak ‘Sınır’da olaylar, anlatılar, gerçek bir mekân ve zaman algısıyla veriliyor çoğu yerde. Romanın orta yerinde uzayıp giden bu bölümde geçen yer adları (il, ilçe vs.) sonuna kadar gerçektir. Zaman da hatta Mehdi Zana, Koçero gibi bazı kişi adları da doğrudur. Bu açıdan bakıldığında ‘Sınır’ bölümünü Heba’nın içinde, Heba’yı da bütün Hasan Ali Toptaş romanlarının içinde delinmiş bir rüya olarak görebiliriz. “Muhtemelen öyle olmuştur, Ebecik’in sesi sana uykunun delinen yerinden akıp gelmiştir.” (s. 83). Bu yüzden Heba’da anlatılanlar, bize, önceki Hasan Ali Toptaş romanlarında olduğu gibi bazen eğlenceli, bazen moral bozucu bir oyunun içinde olduğumuzu düşündürtmüyor, Binnaz Hanım’ın betimlediği apartman sakinlerinden başlayarak neredeyse romanın son sayfalarına kadar, yürek sızlatan, ağır, sancılı birçok olayın içinde buluruz kendimizi. Bu nedenle romanın sonunda Ziya’ya kapısını açan kişiye minnet besleriz. Bu noktada şunu özellikle vurgulamakta yarar var sanıyorum: Heba’nın her bölümü ayrı bir okuma gerektiriyor. Örneğin ‘Sınır’ bölümü sosyolojik bir okuma gerektirirken son bölüm olan ‘Fena’, tasavvufî,  ‘Anahtar’ bölümü Freudcu bir yaklaşımla okunmayı gerektirir. Bu bölümler nasıl okunursa okunsun hepsinin öbeğinde minnet duygusu var, diyebiliriz. Böyle olduğu için minnet duygusu romandaki en hareketli unsurlardan biri; kahramanların büyük çoğunluğu minnet duygusuyla varlığını hissettiriyor, hatta bu duygu, çoğu zaman kişiden kişiye geçerek romanın akışına ayrı bir hareketlilik getiriyor. Romanın giriş bölümü olan Anahtar’da Binnaz Hanım’ın dile getirdiği, “Minnet duygusu feci bir şey Ziya Bey, onun insanda nasıl bir tahribata yol açtığını bana kalırsa ancak yaşayan bilir.” (s.44) sözü bir şekilde romanın yaslandığı temel düşüncelerden biridir. Ziya’nın o karanlık, yalnız, kirli şehir hayatından kurtulup tabiata gitme isteği bu duygudan ayrıymış gibi gelişse de aslında çok da ayrı değildir. ‘Rüya’ bölümünde Ziya’nın kime, neden bu duyguyu beslediğini çok net bir biçimde görürüz. Bu bölümde Ziya’ya bir şeyler anlatma derdinde olan bir güvercin peyda olur. Bu kuş roman boyunca özellikle Ziya’ya bakışıyla birçok kez karşımıza çıkacaktır. Uykuların Doğusu’nda Cebrail’in peşine takıldığı, şekilden şekle giren kuştur bu bana kalırsa, hatta Gölgesizler’deki Güvercin’in ta kendisidir. Ne var ki kuşun kaderi, Gölgesizler’deki Güvercin’in kaderiyle aynıdır.  Ziya bu kuşun kendine bakan gözlerinin aynısını kırk iki yıl sonra farklı bir canlıda yeniden gördüğü zaman, Güvercin’in de kuşun da yaşamaya devam ettiğini anlarız. Heba’daki sarmal yapı diğer Hasan Ali Toptaş romanlarından oldukça farklılaşmış, genişlemiştir diyebiliriz bu örnekten yola çıkarak. Heba’daki bu yapı, bütün Hasan Ali Toptaş kitaplarını içine alacak kadar genişlemiştir hatta. 1990 yılında basımı yapılan Yoklar Fısıltısı öykü kitabında yer alan ‘Yabu’ öyküsündeki baş karakterin izine Heba’da da rastlarız. O öyküde Enver’e, Yabu’nun ne olduğu sorusunu soran anlatıcıya cevap Heba’da verilir. Bu ilişkilendirme sadece ‘Yabu’ üzerinden değil, o dönemki Hasan Ali Toptaş’ın yazar kişiliği üzerinden de yapılır. Yabu’nun aslında bir hikâye olduğunu söyleyen Seyfettin, hikâyenin yer aldığı kitabın adını ve yazarını hatırlamadığını söyler Ziya’ya. “Hatta yazarı hatırlamadığıma göre demek ki önemli bir yazar da değildi,” der. İlk kitaplarını kendi imkânlarıyla bastıran, yaşadığı hayal kırıklığından dolayı bir köşeye çekilip sadece kendi için yazmaya koyulan (Yalnızlıklar böyle bir dönemde yazıldı.), ne Oğuz Atay gibi okuruna seslenme ihtiyacı hisseden ne de Ahmet Hamdi Tanpınar gibi uğradığı sükût suikastından şikâyet eden o dönemki Hasan Ali Toptaş’ı görmeyen, yok sayan edebiyat çevrelerine bir göndermedir bu aynı zamanda. Yani bu döngüsel yapı, yazarın ilk kitaplarından son kitabına kadar sayfalar dolusu yazılanları ve yazarın yaşadıklarını içine almıştır. “Hamaz ortalıkta şöyle bir gezindi ve gezinirken dağınıklığın sisleri altında yatan kasabanın ruhundan hayata dair çeşitli parçaları topladı da, işte burada olup bitenlerin geçmişini, şimdisini ve geleceğini gösteren işaretler bunlardır diye getirip hepsini oracığa bırakıverdi sanki.” (s. 71). Gölgesizler’deki sarmal yapı, nasıl Cennet’in oğlunun beline dolanan yılanla açıklanabilirse, Heba’nın sarmal yapısı da hamazla açıklanabilir. Hatta, Heba’daki Karcı Ali, Gölgesizler’deki Cennetin Oğlu’nun sorduğu  “Kar neden yağar kar?” sorusunun cevabını vererek sarmal yapının döngülerini fazlalaştırır. 

 
Heba’daki dilin üzerinde de ayrıca durmakta yarar var. Hasan Ali Toptaş’ın zengin bir kelime dağarcığıyla yazdığı bilinmektedir. Bu romanda dil daha zenginleşmiş, artık neredeyse pek de kullanılmayan büvelek, horata, duluk, hamaz, tahra, hitam gibi pek çok kelime, romanın kelime dağarcığına eklenmiştir. “İyi yazılmış bir sayfada bütün sözcükler aynı yöne dönük olmalı,” diyen Stevenson’u haklı çıkarırcasına bu kelimeler oldukça özenli ve güçlü anlamlarıyla kullanılmışlardır. Bu kelimelerin nasıl gün yüzüne çıktığının ilk tanıklarındanım. Hatta, Heba’daki bazı cümlelerin, üzerinde nasıl çalışılarak yeniden kurulduğunun da. “Sadece Suriye topraklarından değil, mevzideki nöbetçilerin üzerine belki yedi sekiz Kalaşnikofla Türkiye tarafından da ateş ediliyordu.” (s. 240) cümlesi, hatırladığım kadarıyla “Mevzideki nöbetçilerin üzerine sadece Suriye topraklarından değil, belki yedi sekiz Kalaşnikofla Türkiye tarafından da ateş ediliyordu.” şeklindeydi. Ancak bu cümle son derece doğru olmasına karşın, yazarı rahatsız etmiştir. Askerlerin iki ateş arasında kaldığını sadece anlatımla söylemekle kalmayıp biçimsel olarak göstermek için cümleyi bozup, romandaki haliyle yeniden kurmuştur. Sadece bu cümle için değil romandaki her bir cümle için bu özeni göstermiştir, diyebilirim. Bu nedenle Heba, altı çizilecek sarsıcı ve birçoğu felsefi olan cümlelerden meydana gelmiştir.    

Hem Heba hem de Hasan Ali Toptaş için çok şey söylenebilir kuşkusuz. Ne söylenirse söylensin mutlaka eksik bir tarafı olacaktır söylenenlerin. Heba, her okuyanın onda farklı şeyler bulduğu, bir kimsenin farklı okumalarında bile kendini çoğaltan bir roman. O kadar çok şey söylüyor ki bunlardan genel olanları bile açıklamak sayfalar dolusu yazmayı gerektirir neredeyse. Hallac-ı Mansur’a yapılan atıflardan, tasavvufî açıdan tanrıya ulaşmaya, asker intiharlarından şehirleşmeye, köylülükten, bombalanan kitabevi üzerinden Türkiye’nin belli bir dönemine bakış açısına, çok katmanlı yapısından, üst kurmaca özelliklerine kadar birçok okuma gerektirebilir. Ama nasıl bir okuma yapılırsa yapılsın, Hasan Ali Toptaş’ın kelimelerle kurduğu bir âlemde yaşadığını pekala biliriz biz. Bu nedenle Ziya’nın yerleştiği köyün adı Yazıköydür, ve buraya Kenan Eli, der Ziya. Köye en yakın köyün adı da Ovaköy’dür. Bu nedenle alnından vurulan yazıcının yerine geçecek yeni yazıcının durduğu yazıhane, yan yana sıralanmış altısı küçük, biri büyük yedi pencereden oluşmaktadır. Yazıhanenin sütbeyaz duvarlarının sessizliği ortasında uzun boylu bir asker olarak vardır, yazıcı. Bu nedenle Rüya’nın büyük bir delikle yırtıldığı yerde, yani, ‘Sınır’ bölümünde, Resul’e Ziya, “Bu yaşadıklarımız bana gerçek değilmiş gibi geliyor.” der. Resul de ona, “Gerçek fazlasıyla hissedildiğinde insana her vakit gerçek değilmiş gibi gelir,” diye cevap verir.

Heba’yı bitirdikten sonra, Hasan Ali Toptaş’ın, “Sanatçının hiçbir önemi yoktur, yazdığı önemlidir,” diyen Faulkner’la, “Gerçekte iyi bir kitap yazabilmek için gerçeğin biraz da farkında olmamak lazım,” diyerek sezgiyle yazmayı önemseyen Borges’le, Silahlara Veda romanının son sayfasını otuz dokuz kez yazan Hemingway’le, Kafka kadar olmazsa bile yakın akraba olduğunu düşündüm. 

Abdullah Ataşçı

Bu yazı, Agos Kirk'in Mayıs 2013 sayısında yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok: