23 Ekim 2011 Pazar

Tanıl Bora: 'Bütün hikâyeler futbola bulanınca başka bir renge bürünüyor'

Fotoğraf: Muhsin Akgün


- Futbol sevmeyenin anlamayacağı bir kavram “taraftarlık”. Siz bu bağı nasıl tarif ediyorsunuz?

Aslında futbolu sevmeyen de anlayabilir; hayatın başka alanlarında da sebebi müphem bağlılıklar yok mu? Tamamen müphem değil elbette, insanların takımlarına yükledikleri anlamlar, bir ucundan, onların hayata ilişkin tutumlarını yansıtır. Abartmayalım ama sadece ‘bir ucundan’ diyorum! Ayrıca taraftarlık, bir cemaat bağı sunar. Gerek yüz yüze gerek anonim, büyük bir topluluğun parçası olur, onun iletişim ağında sarmalanırsınız.  Eğlenceyle gerilimin güzel bir harmanıdır. Elbette afyon yanını ihmal etmeyelim:  ‘sair’ hayatın dışına çıkartır, bir paralel evrene taşır. Delilik eşiğinin geçildiği yer, bu paralel evrenin, medya tabiriyle “ kendi gündemini dayatması”dır!

- Dünyada taraftar kavramı ciddi bir biçimde değişiyor. “Müşteri” özelliği ön plana çıkıyor ve kulüp yönetimindeki etkinlikleri azalıyor. Türkiye, bu sürecin neresinde?

Futbolun endüstrileşmesi denilen olgu, işte.  Türkiye’de taraftarlar bu süreçten bilhassa olumsuz etkileniyorlar. Zira hem endüstrileşme yani piyasalaşma sürecinin pahasını ödüyorlar. Hem maddi hem manevi cinsten ödenen bir bedel bu. Futbol izleyiciliği pahalılaşıyor ve üzerine gittikçe daha fazla para kokusunun sinmesiyle çirkinleşiyor, ilaveten kriminalleşiyor. Hem de, biz burada endüstrileşmenin ‘nimetlerinden’ de yararlanamıyoruz: Tuvaletler hâlâ foseptik çukuru, girişlerde çıkışlarda insanlar itilip kakılıyor, yani kimse müşteri memnuniyetini falan gözetmiyor. Türkiye için kulüp yönetimindeki etkinliğin azalmasından söz edemeyiz zira zaten pek yoktu.

- Simon Kuper'in dediği gibi stadyumlar normalde söylenmesi çok zor şeylerin yankılandığı mekânlara dönüşebiliyorlar. Bahsettiğiniz gibi cemaatsel ilişki içine giren taraftarlar etkili ve organize bir muhalif grup haline dönebiliyorlar. Peki, Türkiye'de bu neden pek gerçekleşmiyor, hatta tam tersine genellikle müesses nizamın ezberlerinin ve hassasiyetlerinin yeniden üretildiği yerler halinde stadyumlar?

Bunun kulüp yönetimlerinin gayrı demokratik, oligarşik yapısıyla ilgisi var. Yönetimler veya yönetim cenklerine giren hizipler tarafından desteklenen çetevari yapılarla ilgisi var. Bunlar malum. Beri yandan ufak da olsa iyimserliğe el veren kıpırtılara göz kulak açmamız lazım. Birçok kulübün taraftar ortamında, “başka türlü bir şey” söylemeye çalışan gruplar, grupçuklar boy gösteriyor. Bir tek Çarşı yok yani! Beri yandan, Çarşı’ya da baştan aşağı bir erdem, muhalefet, sol ve güzellik timsali gibi bakmamak lazım. Bu tohumların yeşermesini umabiliriz, ummalıyız.

- Türkiye’de futbol ağırlıklı spor gazeteleri en yüksek tiraja sahip 10 gazete arasında. Futbol okumaya talep bu kadar fazlayken, nispeten yeni bir alan olan futbol kitaplarına ciddi bir talep var mı? Bu kitapların okuyucu kitlesi kimler?

O gazeteler de okunmaktan ziyade bakılan gazeteler.  Ağırlıkla bir: taraftar, iki: bahisçi gözüyle bakılan bültenler. O ayrı bir âlem. Yani günlük futbol gazetelerinin nüfusu, genellikle herhangi bir kitap okuyacak bir nüfus değil.  Futbol kitaplarının çok fazla ilgi gördüğünü söyleyemeyiz. Temel nedenler bana kalırsa birincisi zaten genel olarak kitapsever bir memleket olmayışımız, ikincisi futbol meraklısı kitlenin futbolseverden çok taraftar olması. Benim bıkmadan tekrarladığım kötü örnek, İslam Çupi’nin üç ciltlik seçme eserlerinin tek baskıda kalmış olmasıdır.  Adı sık sık anılan, o kadar Fenerbahçeli ve okuması o kadar neşeli bir yazarın böyle bir okumazlık duvarına çarpması üzücü. Ama futbol kitaplarının batak olduğunu da söyleyemeyiz. Tabii kulüp monografileri taraftarlık heyecanlarına hitap ederek ekstra bir ilgi uyandırıyor. Trabzonspor, Eskişehirspor, Samsunspor kitapları yeni baskılar yaptılar. Ama bunun dışında her türlü futbol kitabını merakla bekleyen bir okur zümresi de oluştu, küçük olsa bile.

- Futbol yayıncılığının Türkiye’de geç başlamasına sol entelektüellerin, bizce size kadar, aşağılayarak bakmaları mı sebep oldu?

Tabii, bunun etkisi oldu. Fakat her vesileyle tekrarlıyorum, birkaç yıldır öbür uca savrulduk. Şimdi de futbolla ilgilenmemek, Zizek’i bilmemek gibi bir şey sayılıyor! Biraz önce belirttiğim gibi, “Çarşı” mesela, tam teşekküllü sol parti muamelesi gördü, görebiliyor.  Şu son şike skandalı patladığında Radikal’de futbolun şişik topunun indirilmesi gerektiğini yazmıştım. Oransızca büyüyen futbol ekonomisiyle ilgili söylemiştim bunu. Futbol ilgisi hakkında da aynı şeyi söylüyorum; topun havası fazla şişti, biraz indirmek lazım.

- Yurtdışında futbol kahramanlarının hayatı üzerine birçok çalışma yapılırken, kişi kültünün çok popüler olduğu Türkiye’de bu alanın bakir kalmasının sebebi nedir?

Yine genel bir zaaftan söz edeceğim: Türkiye’de genel olarak “iyi” biyografi, ne kadar var?  Her şeyden önce tam da o kişi kültü bir kere, iyi biyografi yazılmasının önünde engel. Methiyeyle, mersiyeyle biyografi olmaz. Yazmaya talip olanlar “hayran” formatında, hayat hikâyesi yazılacak olanlar da zaten sadece hayranlığa talip olanlar olunca, mahsul tabii kesat olur! Kulüp-takım monografilerinden söz ettim ya az evvel…  O kitaplarda da bu sorunun olduğunu düşünüyorum. Hepsinde ve bütün yazarlarda değil, hâşâ… Ama hayli yaygın olarak bir hayranlık ve “kör aşk” anlatısı, yoruyor insanı! Biraz bu nedenle, biraz da zaten belli başlı kulüplerin monografilerini yapmış olduğumuz için, futbol kitapları dizimizde bundan sonra tematik çalışmalara ağırlık verelim istiyoruz.  Sosyolojik bir bakışı ve malzemesi olan çalışmalar… Bir ay içinde bunun başarılı bir örneği çıkacak: Sevecen Tunç’un, Cumhuriyetin kuruluşundan 1960’ların sonlarına kadar, yani Trabzonspor öncesinde, Trabzon futbolu üzerine incelemesi. Futbol aynasında, Trabzon’un bu dönemdeki modernleşme sürecinin ve kent kimliğiyle ilgili arayışlarının hikâyesi.

- Radikal Futbol yayın hayatına veda ettiğinden beri, futbol yayınlarında büyük bir boşluk oluştuğunu düşünüyoruz. Sizce ondan sonra çıkan dergiler veya bloglar bu açığı doldurabildi mi?

Hemfikirim. Radikal’in şimdi çarşambaya kayan Salı sayfası, dediğiniz gibi aylık futbol dergileri, bloglar elbette boşluk dolduruyor, fena da doldurmuyor, pek çok okunacak lezzetli ve faydalı yazı oluyor oralarda. Fakat Radikal Futbol bir “kadro” işi idi. Öyle derli toplu, kafa dengi bir kadronun çıkardığı bir yayının eksikliği hissediliyor. Tek tek bloglarda, dergilerde boşluk doldurmaktan fazlasını yapan yazılar okuyoruz, eksik olan, bir ortak platform.

- Klişecilik, ajitasyon ve şovenizm dolu bu sığ futbol medyasının içinde, bunlardan arınmış alternatif bir dil oluşabilir mi? Genellikle futbol okumayı severlerin yani sizin tabirinizle “kârhanedeki romantik”lerin nefes alabileceği bir medya oluşabilir mi?

Zor ama oluşması için çaba sarf etmek gerekir. Medya toptan ‘arınmaz’ ama delikler açılabilir, sızılabilir, alternatif mecralar oluşturulabilir. Ben bu bakımdan da iyimserim. Hem ana akım medyada ırkçılığa-şovenizme karşı çıkanlar, “aklıselim” yazanlar-konuşanlar, ayrıca bilerek-okuyarak-izleyerek yazanlar, bir on yıl öncesine göre çok daha fazla. Alternatif mecralar, özellikle elbette internet üzerinden, küçümsenmeyecek bir alt-kültür oluşturdular.  Nefes alabiliyoruz yani!

- Bu sığlığa ek olarak, futbolu sevmek ve izlemek bile bu kadar zorken, ondan nefret edecek bu kadar sebep varken, sizi futbolu yazmaya iten sebepler nedir?

Vallahi, en az futbol zevki kadar, yazma zevki. İtiraf edeyim, galiba futbol okumayı ve futbol yazmayı futbol oynamaktan ve futbol izlemekten bile daha fazla seviyorum! Futbol hikâyelerini çok seviyorum; bunları insanlarla, şehirlerle, duygularla, dertlerle, dünyanın elli türlü meselesiyle ilgili bir âlem, bir “küre” olarak… Bütün hikâyeler futbola bulanınca başka bir renge bürünüyor.  Dünyanın elli türlü meselesini başka bir ilgiyle, başka bir veçhesiyle görüp düşünüyorsunuz. Dünyanın elli türlü meselesini, insan hallerini, hissiyatları futbol üzerinden konuşmanın bir ferahlığı, bir neşesi, en nesnel tabirle: bir imkânı var. Yanlış anlaşılmasın,  futbolu bir yan yol, bir vesile olarak “kullanıyor”, malzeme ediyor değilim, malzemenin kendisini de seviyorum.

- Peki, siz neler okuyorsunuz? Örneğin en favori futbol yazarınız/kitabınız kim/ne?

Oo, çok. Nick Hornby’nin Fever Pitch (Futbol Ateşi), ilk anılacak kült kitap. Bir klasik. Bağış Erten Türkçeye çevirdi. Futbolun “abartılmasından” ve samimiyetsizlik istilasına uğramasından ötürü futbol yazmayı bırakan Can Kozanoğlu’nun Bu Maçı Alıcaz’ı, bir öncü kitap. Macar yazar Laszlo Darvasi’nin Santrforun Rüyası’nı, Fikret Doğan’ın çevirisiyle İletişim’den yayımlamıştık, futbol kitaplarından değil dünya edebiyatından, zira A sınıfı edebiyattır! Şahane bir kitaptır, futbol fantastiği; Eduardo Galeano’yu penaltılara kalmadan eler, öyle diyeyim size. Ne yazık ki, kadri bilinmedi. Simon Kuper tabii, her çalışması okumaya layıktır. Ben esasen Almanca okuyorum. Önemli İngilizce kitapları da Almancaya çevrilince okuyorum. Almanya’da çıkan 11 Freunde (11 Arkadaş) ve Avusturyalı Ballesterer (Topçu diye çevirebiliriz) dergileri, aylık gıdamdır. Futbol romantizmini, endüstriyel olmayan futbol dünyasını bilhassa görsel olarak yaşatan dergiler bunlar. Endüstriyel futbol âlemine de “hikâye anlatıcısı” tavrıyla bakmayı başarıyorlar. Bütün dünyanın futbol âlemine meraklılar. Örneğin, “Geçen Ayın Kayıpları” sütunları var, her ay iki üç kişiye yer ayırıyorlar, orada Vedat Okyar’ın ölüm haberi çıkmıştı. Edebi bir inceliği olan fırlama bir gençlik diliyle yazıyorlar, çok başarılı buluyorum. İyi monografilere meraklıyım. Beni çok etkileyen birinden bahsedeyim, yine Almancadan olacak. Hartmut Hering diye bir adamın, Bin Derbiler Diyarında adında kocaman bir kitabı vardır. Büyük boy, 400 sayfa. Almanya’da Ruhr bölgesinde futbolun yüz küsur yıllık sosyal tarihini anlatır. Ruhr bölgesi dediğiniz yeri küçümsemeyin: Schalke var, Dortmund var, Essen, Düsseldorf, Bochum, Duisburg var.  Sanayi bölgesi olarak yükseliş ve çöküş, işçi sınıfı kültürü, yabancı göçmenler…  Dünya savaşlarının, Nazi döneminin, sosyal refah devrinin gelip geçişi… Bu arada futbolun dönüşümü ve kulüplerin hayat hikâyeleri. Hayranlık vericidir, bir büyük aile romanı gibidir. Türkçede, gazete-dergi-blog yazılarında okumayı sevdiğim çok yazar ve çok arkadaşım var, saymayayım!

- Son olarak, TFF’nin kararı üzerine Türkiye ligi analizlerini bıraktınız. Hangi gelişmeler gerçekleşirse, sizi tekrar okuyabileceğiz?

İyi haber mi kötü haber mi bilmem ama yazdıklarımı okumaya devam edebilirsiniz zaten! Haftalık maç değerlendirmeleri yazmayacağım, onun yerine, “lige verilen aralardan faydalanarak” yazdığım “serbest” yazıları yazacağım. Sadece ve her hafta, öyle yazılar yazacağım. Belki arada lige kısa atıflarda bulunurum, bilmem. Bu kararımı kolayca, kısa vadede değiştireceğimi sanmıyorum. Zira memleket futbolunun kirli çamaşırları öyle bir döküldü ki, pek çokları gibi beni de soğuttu, sıdkım sıyrıldı. Yine bir itiraf: Zaten haftalık değerlendirme yazılarından sıkılmıştım da. “Serbest” yazıları daha çok seviyorum. Bıkana ve bıktırana kadar, devam ederim onlara.

* Bu röportaj, Agos Kirk/Kitap'ın Eylül 2011 sayısında yayımlandı.

Can Öktemer-Emre Can Dağlıoğlu

Hiç yorum yok: