9 Ağustos 2011 Salı

“her şeyden öte… kimseden nefret etmem ben…”

O coğrafyaya can veren Nil’in kuzeye doğru akışı, Arapların alın yazısı olur bir süre sonra. Osmanlı hükümranlığıyla yüzyıllar boyu süren bu süreç, Arapların Nahda dediği Aydınlanma döneminde daha da hızlanır. Rifat Tahtawi ile entelektüellerin yolculuğu başlar. Güney’deki diyarlarına geri gelseler de, ruhları Kuzey’de kalmıştır artık. Fikri bölünme, ruhsal bölünmeyi de beraberinde getirir. Her kuşak hem emperyalizm öncesi, hem de emperyalizm sonrası kuşaktır. Yükselen bağımsızlık sesleri, beraberinde ancak seküler milliyetçiliği ve despotizmleri getirir. Yükselen baskın muhalefetinse, bir ayağı nefret dolu bir Garbiyatçılıkta durur. Çöl giderek daha da çoraklaşır. Samir Kassir’in “Arap talihsizliği” dediği dönem gelir çatar. Kuzey, anti-modern bulduğu her öğeyi, bir etnik kökene ve bir coğrafyaya etiketler. Fikri bölünmüşlüğü, yaşatılan zulümler, fakirlik ve açlık daha da derinleştirir. Tek hâkimi güneş olan çölde, bir vaha belirir: Arap Baharı…

Arap Baharı’nın yeşerttiği umut, bir yazarı hatırlatır bize. Eşikte kalmış bir kuşağın, dünyaca ünlü olsa da, Türkçede pek tanınmamış bir siması: Tayyip Salih. Nil’in doğduğu çölün dünyaya armağanı, Sudanlı bir Müslüman siyah… Ne emperyalizmden Aydınlık doğacağına inanmış bir Nahdacı, ne de “en iyi bizdedir ve bizdendir” diyen bir Garbiyatçı… Arada kalmış bir ruhun ve bir fikrin, yerellikten beslenerek evrensele uzanan eşikte kalan Peygamberi…

1929’da Kuzey Sudan’da Bedevilerin, Arapların ve Siyah kabilelerin yaşadığı bir köyde doğar. Ailesi, ileride eserlerinin mikrokozmosu olacak bu küçük köyden, Sudan’ın en büyük şehri ve Kuzey Sudan’ın şu andaki başkenti Hartum’a taşınır. Üniversite eğitimini buradaki Gordon Memorial’da tamamlar. Bu fakir ülkenin ona verecek bir şey kalmadığından, onun da Kuzey’e göç mevsimi gelmiştir artık. Bağımsızlıktan 3 yıl önce, 24 yaşında İngiltere’ye gider, uluslararası ilişkiler bölümünde okur ve Arapça çıkan El Mecelle gazetesinde çalışır. Bir süre için Sudan’a döner ve yeni kurulmakta olan bu ülkede öğretmenlik yapar. Fakat hayatını sonuna kadar etkileyecek yabancılaşmışlık hissi onu toprağından koparır. Anglo-Sakson kültüre, kendini kabul ettirir Sudanlı, Londra’daki BBC’ye geçer ve Arapça Servisi’nde görev alır. Daha sonra, Katar Enformasyon Bakanlığı’nın başında görev alır. Sudan’dan uzak geçen ömrünün sonraki durağı Paris’teki UNESCO’dur. Körfez ülkelerinin UNESCO temsilcisi olarak görev yapar. Ömrünün son demlerinde, Güney’den havalanan bu göçmen kuş, Sudan’a dönmek ister ama kalbi kırıktır. Soykırımın kanına bulanmıştır toprakları. Göçmenliğini, sürgünle taçlandırır. Londra’ya geri döner ve bu dünyaya, 2005’te Kahire’de yapılan Arap Romanı Konferansı’nda aldığı “Çağdaş Arap Edebiyatı’nın En İyi Romancısı” payesiyle, 2009 yılında veda eder. Yaşadığı 70 yıldan geriye çok az eser kalmıştır. Bu yüzden, yaşamını edebiyata adamamakla çok suçlanır. Aslında yazdığı tek roman bile, bu ömre yetmiştir: Kuzey’e Göç Mevsimi (Türkçesi 1982’de Adam Yayınları’nca Göç Mevsimi ismiyle yayınlanmıştır). Bunun yanı sıra, Zeyn’in Düğünü (Türkçesi 1985’te İnsan Yayınları’nca aynı isimle yayınlanmıştır) isimli bir uzun hikâyesi ve Bir Avuç Hurma (A Handful Dates), Bandarşah (Bandarshah) ve Wed Hamid’in Palmiye Ağacı (The Doum Tree of Wad Hamid) isimli öyküleri yazmıştır.


Başyapıtı Kuzey’e Göç Mevsimi, adı üzerinde bir hicret romanıdır. Salih’in kendi hayatında olduğu gibi, Hz. Muhammed’inki gibi Asr-ı Saadet’le biten bir yolculuğun değil, Hz. İsa’nın yürüdüğü çile dolu bir yolun romanı… Hayatı Salih’inkini andıran, İngiltere’de eğitim görüp, Sudan’a öğretmenlik yapmaya gelen isimsiz bir anlatıcı tarafından anlatılır tüm hikâye. Romanın başında, ailesine ve toprağına uzun bir aradan sonra kavuşmanın mutluluğunu yaşayan bu anlatıcı, köyde daha önce görmediği bir adamda garip bir şeyler sezer. Onun bir şeyler sakladığından şüphelenir ve hep bu gizemi kovalar. Ta ki bir sarhoşluk gecesine kadar…
Mustafa Said’dir o karakter. Babası, o doğduktan kısa bir süre önce ölmüş, sömürgecinin eğitim misyoneri onu bulana kadar annesinin yanında yaşayan Said, o sarhoşluk gecesinde, mükemmel İngilizce aksanıyla okuduğu bir şiir kaçırır ağzından. Hikâyesini anlatmak zorunda kalır anlatıcıya. Eğitim misyoneri onu okula davet ettiği gün hayatı değişmiştir. Annesinin yanından ayrılır ve eğitim görmeye başlar. Hızla soğurur öğretilenleri. Okulda fark yaratır. Bursla Kahire’ye yollanır okula devam etmesi için. Orada İngiliz bir aile olan Robinson çiftinin himayesinde yaşar. Mrs. Robinson’a âşık olur ve hayatının çizgisi bir kez daha kırılır. Kuzey’e âşık olmuştur artık, onu elde etme hayaline kapılmıştır. Mükemmel bir aksanla İngilizce konuşur. İngiltere’ye doğru yola çıkar. Salih, Said’in olduğu geminin Londra’ya yanaşmasını efsanevi bir biçimde anlatır. Said için her şey yabancı olsa da, suyun sesi ve köpükleri tanıdıktır. Geldiği yerleri çağrıştırır. Hikâyesi de, su da son bulacaktır. Ona hayat veren bir tanıdığın kucağında…

Diğer oryantalist anlatılardaki gibi, Kuzeyli kadınların arzu nesnesine dönüşür, ama bir farkla. Said, egzotik bir hayvan değildir sömürgecinin gözünde. “Kafatasındaki keskin bıçak”, herkesi hayran bırakır. Kısa zamanda ekonomi profesörü olur. Renk ayrımına karşı çıkan İngiltere solunda kendine esaslı bir yer edinir. Ama kalbi soğuktur “Siyah İngiliz”in. Diğer anlatılardaki gibi, Kuzeyli kadınların gözünü açtığı, dünyayı tanıttığı ve modernize ettiği bir vahşi değildir. Kadınları bir av olarak görür ve beş tanesinin kanına girer. Dördünün intiharına sebep olur ve birisini, eşini, kendisi öldürür. İşte o an, Şimal’le Cenup arasındaki kadim kavgayı kaybeder. Çünkü eşinde vücut bulan Kuzey onun aklını çelmiş, kendine tutsak etmiş ve kendini öldürtmüştür. İngiltere’nin en ünlü hukukçuları, onun için bir mahkeme salonunda toplanır. Aslında istediği zaferi kazanmıştır. O salonun, “sömürgecisi” artık odur, 100 yıldır eşi görülmemiş bir şiddete maruz kalan topraklardan gelmiş eğitime ve her halükarda Kuzey’e muhtaç Siyah bir vahşi, emperyalist asilzadeleri kendini hâlâ dinletmektedir. Ama her zamanki gibi kaybeden odur, çünkü Siyahlığı sayesinde bağışlanmıştır ve sadece yedi yıl hapiste kalacaktır. Hapisten sonra, tüm dünyada huzuru arar Said, gitmediği yer kalmaz. Sonunda, anlatıcının köyüne döner ve evlenir. İki çocuğu olur ama Kuzey’in damarlarına enjekte ettiği “zehir” kanındadır hâlâ. Her ne kadar makul görünse de, köyde de duramaz Said, kendini Nil’in taşkın sularına bırakır.

Anlatıcı da, yeni kurulan ülkesinin eğitim programı için yollardadır. Durmadan aklına Said düşer. Said üzerinden ülkesini düşünür, velisi kılındığı Said’in karısı ve çocuklarını düşünür. Ne Garp tipi modernist bir devlet örgütlenmesini evla görür ülkesi için, ne de köyün Said’in karısı ve yeni eşinin ölümüne sebep olan tutucu siyasetini… Onun için esas olan, yerelin merkezi birebir etkilediği bir sistemdir, köydeki en cevval iş insanlarından Mahcub’u cesaretlendirmeye çalışır bu yolda ama başaramaz. Çünkü o bir yabancıdır artık. Said’in karısını yaşlı bir adamla evlendirmeye çalışan köy ahalisine yabancılaşır, İngiltere’de aldığı eğitime yabancılaşır ve nihayet kendisine de... O da gidip kendini Nil’in sularına bırakır, eş bir ölüm düşler Said’le ama beceremez ve yardım dilenir.

Sonuç olarak, Tayyip Salih Arap Edebiyatı için olduğu kadar Dünya Edebiyatı için de çok önemli dev bir yazardır. Batı’nın çizdiği haritada Doğu’da kalmış toprakların ve entelektüellerinin halinin pür mealidir. Her yanı zulümle dolu bir yol seçmenin acılarına göğüs geremediği ve kimseden nefret etmediği için kıymetlidir. Oryantalizmi ters yüz edebildiği için değerlidir. Ne Emperyalizmi bir modernleşme aracı olarak baş tacı eder, ne de içine kapanık bir dünya hayal eder. Eşikte durabilmenin rahatlığıyla sözünü söyler ve bu kadar arada kalabildiği için bir ikondur. “Çölden aldığını çöle, hayattan aldığını hayata”[1] verebildiği ve Sudan’ın sandal ağacı ile akasya kokusunu hissedebilmek için okunmalıdır.      



Türkçede Tayyip Salih
Yukarıda da belirttiğim gibi, Salih’in sadece iki eseri Türkçeye çevrilmiş. Değeri isminden menkul başyapıtının adına hiç gözünü kırpmadan kıyarak bir diğer “böbür-adam” Özdemir İnce tarafından Fransızcadan yapılan çeviri, okura keyif vermesi açısından iyiyse de, zahmet edilip yer ve kişi adlarının Fransızcada geçtiği şekliyle bırakılması ne kadar özensiz bir zihniyetin ürünü olduğunu açıkça ortaya koyar. Zeyn’in Düğünü de, yine çevirinin çevirisi olarak İngilizceden Zeynep Neslihan Önderoğlu tarafından çevrilmiş. Üzülerek, çok vasat bir çeviri olduğunu belirtmek zorundayım. Hele ki, çevirmenin kitapta birçok kez geçen “Kelime-i Tevhid”i bile Türkçeleştirmesi, çevirinin romanın kurduğu dünyaya ne kadar uzak durduğunun önemli bir göstergesi. Sözün özünde demek isterim ki, Tayyip Salih’in gazete yazıları dâhil tüm eserleri, kapsamlı ve titiz bir çalışmayla Türkçeye çevrilmesi Türkiyeli edebiyatseverler için büyük bir kazanım olur. Arap Baharı’yla birlikte gözünü nihayet bu coğrafyaya çevirmiş olanlara da duyurulur.     

Emre Can Dağlıoğlu

Başlık Mahmud Derviş'in Kimlik Kartı şiirinden.
[1] Bejan Matur’un Onun Çölünde şiirinden.


Bu yazı, Agos Kirk/Kitap'ın Ağustos 2011 sayısında yayınlandı. 

Hiç yorum yok: