16 Mart 2018 Cuma

Yön Dergisi 1964 Rum Tehciri'ni Nasıl Gördü?

12 Eylül 1980 darbesini bir dönüm noktası olarak alırsak, bunun öncesinde Türkiye solunun “azınlık meselesi”ne olumlu anlamda ürettiği özel bir tez bulmak mümkün değildir.[1] Kabaca 1920’lerden (öncesindeki daha çoğulcu siyaseti dışarıda bırakarak) 1980’lere kadarki süreçte, sol siyaset “gayrimüslimlerin çoğunluktan farklı olarak başlarına gelenleri” zaten “bir sorun olarak görmemiştir.”[2] Bunun da ötesinde, Türkiye solunun bireysel veya kitlesel olarak çok etkili isimleri ve hareketleri genellikle bu durumlar karşısında devletin tavrını desteklediği veya bizzat fail pozisyonunda yer aldığı söylenebilir. Söz konusu pozisyonun en önemli örneklerinden birisi de Yön dergisi (1961-67) ve çevresidir.

Mümtaz Soysal, İlhami Soysal, İlhan Selçuk, Cemal Reşit Eyüboğlu, Hamdi Avcıoğlu ve bu isimleri bir araya getiren Doğan Avcıoğlu tarafından kurulan Yön dergisi ve daha sonra Avcıoğlu’nun tek başına yola devam ettiği Devrim dergisiyle (1969-1971)[3] birlikte düzenli bir yayını aşacak boyutta, tarih tezleri, Türkiye sorunlarına reçeteleri, bu reçeteleri uygulamaya koyacak bir iktidar tahayyülü ve en önemlisi, bu iktidar tahayyülünü gerçek kılacak belirli yöntemler öne sürmesiyle Türkiye solu için belirleyici önemi haiz bir “hareket” olmuştur. Hareketin etki gücü, 1971’de Madanoğlu Cuntası’nın gerçekleştiremediği darbe sonrasında sönümlenmesine rağmen, Avcıoğlu 12 Eylül Darbesi’ne kadar Osmanlı-Cumhuriyet tarihini Marksist açıdan ele alma iddiasındaki kitaplarıyla (Milli Kurtuluş Tarihi ve özellikle Türkiye’nin Düzeni) sadece Türkiye solunun birçok kesimini değil, ordu içerisindeki sol eğilimli yapılanmaları ve popüler kültürü de önemli ölçüde etkilemiştir.
Sol düşünce tarihine derin bir iz bırakan Yön Hareketi, 1964’te Kıbrıs meselesi öne sürülerek Türkiye’de yaşayan Yunanistan pasaportlu Rumların sınırdışı edilmesine ve onlarla birlikte giden aileleriyle birlikte en az 30 bin Rum’un Türkiye’den gönderilmesine tanıklık ettiler. Özellikle Kıbrıs meselesi üzerinden meseleye dair devletin uygulamasından yana belirgin bir şekilde tavır aldılar. Bu bağlamda, derginin en önde gelen yazarları Doğan Avcıoğlu ve İlhan Selçuk’un yazılarında ön sürülen siyasi pozisyonu ve tarih tezlerini incelemek, genel olarak sol siyasetin çizgisini tespit etmek adına anlamlı olacaktır.
Yöncülerin Rum Tehciri’ne Bakışı
1950’lerin ortasından itibaren Türkiye gündemini sıklıkla meşgul eden Kıbrıs meselesiyle Gökhan Atılgan’a göre Türkiye solu içerisinde ilk kez Yön dergisi ilgilenmiştir ve Kıbrıs’ta Türkiye adına bir buhranın yaşanacağını duyurmuştur.[4] İlk olarak, Lefkoşa’daki iki camide bombaların patladığı ve Kıbrıs Türk liderliğine muhalif Cumhuriyet gazetesinden Ahmet Muzaffer Gürkan ile Ayhan Hikmet’in öldürülmesi üzerine Yön dergisi, Kıbrıs’taki Türk liderliğini cemaatin birliği ve bunu sağlamak için uygulanan yöntemler konusunda uyarır.[5] Ocak 1963’te Ada’da yine siyasi gerilim yaşanması üzerine, dergi bu kez İnönü hükümetini Kıbrıs konusuyla yeterince ilgilenmediği konusunda eleştirir ve Kıbrıslı Rumların Ada’da tam hakimiyeti sağlamak üzere olduğunu belirtir.[6] Son olarak Avcıoğlu, Kıbrıs’ta Türkiye için yaklaşan büyük tehlikeden bahsetmiş ve Kıbrıs’ta bugün kaynayan kazanların yarın Türkiye’nin üç büyük sorunundan birisi olacağını belirtmiştir.[7] Ada’da gerilim giderek yükselirken, Türkiye, 22 Şubat 1962’deki girişimin ardından Albay Talat Aydemir’in 21 Mayıs 1963’te kalkıştığı ikinci başarısız darbe teşebbüsüyle sarsılır. Haziran 1963’te ise Yön dergisi Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından Cemal Hüsnü Taray ve Bahri Savcı’nın yazıları bahanesiyle kapatılır.[8] Ancak esas gerekçe, Yön dergisi ile Albay Aydemir ve ekibinin en azından fikri düzeydeki yakın ilişkisidir.[9]
14 ay sonra 25 Eylül 1964’te dergi yayın hayatına tekrar başladığında, Kıbrıs meselesi artık Türkiye solunun milli davası haline gelmiştir. Bu mesele, sol için milliyetçilikten beslenen anti-emperyalizm/-Amerikancılık momentumunun zemini haline gelmiştir. Bu süre zarfında, Aralık 1963’te Kıbrıs’ta yeniden çatışmalı sürece girilmesi, Türkiye’de Patrikhane ve Rumları yeniden hedefe koyacaktır. Dönemin basınında yükselen Rum düşmanlığı, Şubat 1964’te Adalet Partisi (AP) Manisa Milletvekili Hürrem Kubat’ın Türkiye’de yaşayan Yunan uyruklu Rumlarla ilgili verdiği soru önergesiyle başka bir boyuta taşınır. Ardından İnönü hükümeti, 16 Mart 1964’te Türkiye ve Yunanistan arasında 1930 yılında imzalanan İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Anlaşması’nı tek taraflı olarak feshettiklerini açıklar. İki ülke vatandaşlarına diğer tarafın ülkesinde serbestçe ikamet etme hakkı tanıyan bu anlaşmanın iptali, Türkiye’nin Yunanistan’a verdiği ilk gözdağıdır. Yunanistan’dan beklediği geri dönüşü alamayan Türkiye, anlaşmada yer alan iptal kararı için karşı tarafı altı ay önceden uyarma koşulunu da aşarak sınırdışı işlemlerine derhal başlar. Yunanistan vatandaşı dört Rum iş adamından oluşan ilk kafile, 31 Mart 1964’te sınırdışı edilirken, tehcir giderek büyüyerek kafileler halinde kademe kademe Eylül 1964’e kadar devam eder. Yunanistan’daki hanedan düğünü dolayısıyla ara verilen tehcir, Nisan 1965’e kadar durdurulacaktır. Nisan’da çıkarılan yeni bir yasayla bu kez istisnasız tüm Yunanistanlı Rumlar sınırdışı edilecek ve bu işlem Haziran 1965’e kadar sürdürülecektir. Sınırdışına çıkarılacağı tebliğ edilenlere iki günden 15 güne (genellikle 48 saat) kadar süre tanınır ve 20 kiloluk bir valiz ile 200 Türk lirası (dönemin kuruyla 22 dolar) para çıkarma hakkı verilir.[10] Nihayetinde, toplamda yaklaşık 12.500 Yunanistan pasaportlu Rum sınırdışı edilirken, en az 30 bin Türkiyeli Rum’un da göç ettiği tahmin edilir.[11]
Tehcir edilen Rumlar Yunanistan sınırından geçerken (Kaynak: 20 Dolar 20 Kilo sergisi) 
Yön, 1964 Rum Tehciri’nin tüm canlılığıyla gerçekleştiği Mart-Eylül döneminde kapalı olduğu için derginin bu konuyu doğrudan ele alan yazı sayısı bir hayli kısıtlıdır. Kıbrıs’la ilgili haberler ve yazıların çok önemli bir kısmında (İbrahim Çamlı’nın Eylül 1964’ten başlayarak aralıklarla Nisan 1965’e kadar süren Kıbrıs yazıları serisi) sınırdışı edilen Rumlardan bahsedilmezken, Samim Kocagöz, Ahmet Şükrü Esmer ve Niyazi Berkes gibi yazarlar mesele üzerine önemli yazılar kaleme alırlar. Özellikle Berkes’in Ekim-Aralık 1964 tarihlerinde yazdığı beş yazısı, Rumlara ve özellikle Ekümenik Patrikhane’ye yönelik düşmanca tavrıyla dikkate çekicidir.[12] Derginin kurucu kadrosundan İlhan Selçuk ve Doğan Avcıoğlu’nun yazıları ise derginin meseleye dair “resmi” çizgisini ortaya koyar.
“Demirel’in Ayasofya’da ezan okutmasını beklemek”
İlhan Selçuk, bu konudaki ilk yazısını 30 Nisan 1965 tarihli dergide yazar.[13] Selçuk, sadece Rumlara karşı değil Ermeniler ve Kürtlere karşı hasmane tutum takınır ve açıkça bu grupları emperyalizmin uzantısı olarak mimler. Yine de, Selçuk, Türkiye’deki Yunan uyruklular ve Patrikhane üstüne yapılacak baskılardan medet umulmasının yanlış olduğunu ima eder. Zira Batı’nın bu hamlelere karşı nasıl tavır alacağı dünden bellidir ve bu durum, Selçuk’a göre Türkiye’nin yararına değildir.
Selçuk, tüm meseleyi “Batı kapitalizminin Türkiye üzerine oynadığı oyunlar” çerçevesinde görmektedir. Bu bağlamda, Helenizm de “Batı kapitalizminin Ortadoğu’da Türkiye’yi tehdit eden temsilcisi”dir ve Kıbrıs üzerindeki dilekleri bu minvalde ortaya çıkmıştır. “Belli merkezler,” Helenizm’in yanı sıra “Ermenistan ve Kürdistan davalarını da tahrik ederek” ortaya atmıştır. Zira “Milli Misak dışında kalmış Rumlar, Ermeniler ve Kürtler,” Türkiye’ye karşı “Doğu Akdeniz’den Amerika’ya uzanan örgütlenme içindedirler.”
Dolayısıyla, Selçuk’a göre Türkiye’nin esas yapması gereken, Batı emperyalizmiyle olan ilişkiyi bozmak veya tekrar kurmaktır. Türkiye “hasta adam” olarak yatağa tekrar uzanmamalıdır. Öyle olursa, Batı mahut olan tavrını sergileyecek ve Türkiye’nin “Birinci Dünya Savaşı sonrasında Anadolu’ya gömdüğü ve Ege Denizi’ne döktüğü bütün emperyalist emellerin yeniden canlandıracaktır.” Selçuk’a göre, bu şaşılacak bir durum değildir. Zira Türkiye, bağımsızlığını Selçuk’un “kapitalizmin emperyalizmi” dediği bu cepheye karşı savaşarak kazanmıştır ve bu oyunlara alışkındır. Hal böyleyken, hükümetin tehcir ve Patrikhane’ye baskı yapmasının Türkiye’ye bir getirisi olmayacaktır. Selçuk, zaten New York Times ve Guardian’da çıkan haberlerden örnek vererek Batı’nın tavrının bu konuda çok açık olduğunu belirtir. Bu algı, Selçuk’un bu hamleleri Batı’ya koz vermek olarak görmesi anlamına gelmektedir.
Yön'ün 6 Mayıs 1966 tarihli sayısı
Selçuk, yaklaşık bir yıl sonra yazdığı bir diğer yazıda bu kez esas hedefi Patrikhane’ye karşı vaat ettiği hamleleri yapamayan AP ve Süleyman Demirel’dir.[14] Selçuk’a göre, bu noktadaki sorun bu hamlelerin yanlışlığı değildir, zira bunların yapılması gerektiğini yazısının sonunda belirtir. Ona göre esas sorun, AP’nin yerine getiremeyeceği sözleri yüksek sesle dile getirmesidir. Bu durumu yaratan, elbette ki, Patrikhane ve onun şüpheli ilişkileridir. Selçuk, bu çerçevede Patrikhane’yi emperyalizm ve kapitalizmle kuvvetli bağları olan ve Türkiye için tehlikeli hedefleri olan bir kurum olarak hedefe oturtur.
Selçuk’a göre, o dönemde AP çevrelerinde Patrikhane’yi sürmek ve Ayasofya’nın minarelerinde ezan okutmak lafları yükselse de, Demirel’in Amerikancılığı ve ABD’yle olan bağları bu vaatlerin önündeki en büyük engeldir. Zira AP, “aziz dostu” olan ABD’yi “Ayasofya ve Patrikhane konularında kızdırmamak yönünde hareket etmektedir.” Çünkü Selçuk’a göre, ABD’nin iş adamları çevresi, “Ortodoks kilisesinin en yüksek ruhani makamını korumaktadırlar” ve “[E]kümenik Patrik, Amerikan kapitalizminin içinde önemli bir tesir mevkiinde bulunmaktadır.” Patrikhane, “Amerikan [O]rtodokslarıyla sıkı-fıkı ilişkileri”ne güvenerek, kendisini “Türkiye içinde sağlam ve sarsılmaz bir örgütün başı saymaktadır” ve Türkiye toprakları üzerinde “tehlikeli” oyunlar oynamaktadır:
(…) Bizans kilisesinin devamı ve Amerika’nın desteklediği Yunan hülyalarının sağlam kalesidir Patrikhane… Patrikhane metropolitleri, Anadolu şehirleri üstündeki Yunan iddialarını [u]nvanlarında taşımaktadırlar. Konya Metropoliti, Antakya Başpiskoposu, Alaşehir [M]etropoliti, Silifke [M]etropoliti, Bizans devrindeki bölümlerin ruhani başkanları gibi davranmaktadırlar.
Bu duruma rağmen AP, Patrikhane ile Enosis ve Ayasofya arasındaki bağı kurmaktan yoksundur, çünkü Süleyman Demirel ABD’nin nüfuzu altındadır ve ona göre Patrikhane ciddi bir tehlike arz etmemektedir. Dolayısıyla, “Süleyman Demirel’in ‘Müslüman görünüşlü iktidarı’ndan Ayasofya’da ezan okutmasını beklemek ve Patrikhaneyi sınır dışı etmesini ummak bu şaşkınlığın sonucudur.” Selçuk’a göre, Demirel hükümetinin “haddi olmasa” bile “Ayasofya minarelerinde ezan okutmak ve Patrikhane’yi yola getirmek” Amerikan kapitalizminin hoşuna gitmeyeceği için atılması gereken hamlelerdir.
“Rum’un kazancı Enosis’e akar”
Dergide Avcıoğlu’nun bu minvalde yazdığı diğer yazılar Yön imzasıyla yayımlanır.[15] Avcıoğlu, bu yazılarda derginin tehcir karşısında yukarıda belirtilen yaklaşımlarını bütüncül biçimde ortaya koyar.  Bu yazılarda, Yunanistanlı Rumların tehcir edilmesine ve Türkiyeli Rumların rehine olarak kullanılmasına bir noktaya kadar karşı çıkar. Avcıoğlu’nun eleştirdiği açık bir şekilde bahsi geçen adımların atılamaz olması değil, AP hükümetinin var olan dış politika ilişkileri içerisinde bunları yapamayacak olmasına rağmen dile getirmesinedir.
Avcıoğlu’na göre, Rumların tehciri ve rehine olarak kullanılması hakim düşünce olsa da, uygun değildir.[16] Bunu uygun görmemesinin iki sebebi vardır. İlki, ırkçılık kokması; ikincisi ise Türkiye’nin kolayca suçlanabileceği bir durum yaratmasıdır. Dolayısıyla, Avcıoğlu için esas nokta, Rumlara yönelik ayrımcılık ve hukuksuzluk değil, Türkiye ve Kıbrıs davasındaki haklılıktır. Zira tehcire ve Rumların rehine olarak görülmesine itirazının davayı güçlendirmeyen tutumlar olmasından ileri geldiğini belirtir. Ayrıca Avcıoğlu, Kıbrıs’la ilgili Türkiye’deki Rumları hedefleyen bir misilleme yapılmasına kategorik olarak karşı değildir ve hatta Rumların Türkiye’nin elindeki koz olduğunu açıkça savunmaktadır. Bu anlamdaki önerisi de Varlık Vergisi’ni anımsatan bir sermaye transferi tedbiridir. Böylece bu konuda daha güçlü ve haklı olunacaktır:
AP Senatörü Hüsnü Dikeçligil’in Bütçe Karma Komisyonunda yaptığı konuşma, bu yolda [ekonomik tedbirler] bir işaret vermektedir: ‘Türk ticareti 5 bin Rum’un elindedir. Bu meseleyi ele almak, ne faşistliktir, ne de ırkçılıktır. İthalatımızın yüzde 95’i başkalarının elindedir. Bu kazancın bir kısmı Enosis için Yunanistan’a, bir kısmı da İsrail’e akar.’ Türkiye’nin zararına sağlanan bu kazançları önleyecek bir dış ve iç ticaret politikası, bir topluluğu bütün olarak hedef tutan politikalardan çok daha güçlü ve haklıdır.
Avcıoğlu, AP’li senatörün önerisini önemli bulsa da, Selçuk gibi, bunun AP’nin sürdürdüğü politik çizgiyle yürütülemeyeceğini düşünmektedir. Zira AP destekli Ürgüplü hükümeti, hem ABD’den Kıbrıs meselesi için medet ummaktadır hem de Athenagoraslı şekliyle ABD’nin eseri olan Patrikhane’yi yurtdışına çıkarmaktan bahsetmektedir. Avcıoğlu’na göre, bu mümkün değildir; ancak yapılması gereken ise Türkiye’nin elindeki kozlardan, yani Rumlardan, emperyalizme karşı bir politikanın parçası olarak faydalanmasıdır. Bu da yukarıdaki alıntıda ileri sürülen ekonomik tedbirin uygulanmasıyla mümkün olacaktır.
Avcıoğlu’na göre, anti-emperyalizm bağlamında alınacak bir diğer önlem ise Patrikhane’nin evrensellik iddialarına son verilmesidir. Patrikhane’yi Yunan emperyalizminin en güçlü aracı olarak gören Avcıoğlu, metropolitlik bölgelerinde Rum kalmamasına rağmen bu isimlerin değişmemesinden dem vurur. Bunun sebebi, Patrikhane’nin bu yerleri halen Ortodoksluk toprağı sayması ve geçici Türk işgali altında görmesidir. Athenagoras, bu “cesarete,” Avcıoğlu’nda göre, ilk olarak ABD’nin öngördüğü politikaları güden Menderes döneminde uluslararası diplomasi alanına çıkarılmasından almaktadır. Athenagoras’ın tek parti rejimi sırasında ABD’den geldiği gerçeğini DP iktidarına atfeden Avcıoğlu, bu noktadan sonra da tarihsel gerçekleri çarpıttığı bir Athenagoras portresi ortaya koyar. Ona göre, Athenagoras, Milli Mücadele sırasında İstanbul’da Kuvayı Milliye aleyhine çalışan Mavri Mira Cemiyeti’nin başındadır ve savaşın Türkiye’nin zaferiyle sonuçlanmasıyla nasıl olduğunu Patrikhane çevrelerince gizli tutulan bir yolla ABD’ye kaçmıştır. Bunun gizli tutulmasının sebebi de Patrik’in tekrar Türk uyruğuna girmesinin önünde engel oluşmaması sağlamaktır.
Yön'ün 23 Nisan 1965 tarihli sayısı
Athenagoras yönetimindeki Patrikhane, 1960’larda ABD’nin ve diğer emperyalist ülkelerin desteğiyle yeniden Türkiye’nin bağımsızlığını tehdit eder hale gelmiştir. Ancak Türkiye sadece Patrikhane tehdidiyle değil, “saldırgan Rum milliyetçiliğinin emrindeki ruhani enternasyonalle karşı karşıyadır“ ve bu enternasyonalin hedefi Türkiye aleyhine bir “Rum genişlemesi”ni mümkün kılmaktır. Bu hedefin ilk başarılarından biri ise “manen ve maddeten çöken Heybeliada Ruhban Okulu’nu kurtarması ve Türk hükümetinin [DP iktidarı] bu okulu ‘Yüksek Din Okulu ve Fakültesi’ olarak kabul etmesidir.”[17] Bu durumdan cesaret alan Athenagoras, “Patrikhane’nin hesaplarını incelemeye gelen müfettişleri çevirebilmektedir,” yani devletin iradesi ve iktidarına karşı gelebilmektedir.
Avcıoğlu’na göre, Kıbrıs meselesi ve Patrikhane tehdidi karşısında tek çözüm, “Türkiye’nin Atatürk’ün dış politikasına dönüşü” olmalıdır; yoksa Kıbrıs’ta “milli haysiyet ve gururumuz ile birlikte uçup gidecektir.” Aksi takdirde Türkiye’nin olduğunu düşündüğü mevcut iktidarıyla bu sorunu çözemeyeceğini öngörmektedir. Zira “basını, ruhanileri ve devletleriyle güçlü bir emperyalist cephe,” “dış politikada Anglosaksonlara bağlı olan” Türkiye’nin Patrikhane’yi yurtdışına çıkarmasını engelleyecektir.
Zira Avcıoğlu’na göre, mevcut hükümetin bu bağlamdaki Lozan’ı değiştirme ve Patrikhane’yi yurtdışına çıkarma tehditleri,” birer blöf olarak görülmekte ve etkisiz kalmaktadır.”[18]  Zaten Ürgüplü hükümeti de bir “iki ateşli beyandan sonra,” bu tür düşünceleri unutmuştur. Bu bağlamda, Avcıoğlu da bir önceki yazıda ortaya attığı bir iddiayı unutur. Bir hafta önce, Athenagoras’ın Patrikhane’nin hesaplarını inceletmediğini öne süren, Avcıoğlu, bu kez bu denetlemenin yapıldığını savunur. Ancak Avcıoğlu’na göre, bu adım, “‘evin namusunu kurtarmak’tan başka bir derde deva getirmeyecektir.” Hatta mevcut siyasi konjonktür içinde hükümetin bu adımı “Anglosakson kamuoyunu ve hükümetlerini tamamen aleyhimize çevirecek tedbirler”den birisidir.
Avcıoğlu, bu meyandaki son yazısında yine söz konusu meseleye dair izlenen siyaseti eleştirir.[19] Bu kez Türkiye’nin dış politikada NATO’ya bağımlı olmasından dem vurur ve hükümetin Kıbrıs meselesine dair beyanlarını Yunanistan’a masaya oturtmak için yakarışlar olarak değerlendirir. Ona göre, Patrikhane’nin tasfiyesi, Rumların sınır dışı edilmesi ve Lozan Anlaşması’nın değiştirilmesi bu yüzden ortaya atılmıştır. Ancak hem Atina bu tehditlere aldırmayınca hem de NATO ülkelerinden ikazlarda bulununca, hükümet bu politikaları tamamen değiştirmek zorunda kalmıştır.
Bitirirken
Yön dergisinde Kıbrıs meselesi bağlamında yayımlanan yazıların önemli bir kısmı, Rum Tehciri ile Türkiyeli Rumlara ve Patrikhane’ye yapılan baskıları görmezden gelir ve hiç değinmez. Kristina Boreus’un medyada söylemsel ayrımcılıkları sınıflandırırken belirttiği gibi, “görünmez kılma,” hedef alınan gruptan hiç bahsetmeyerek o gruba yapılanları hasıraltı etme, o grubu “dışlama” metodudur.[20] Bu anlamıyla, derginin tehciri görmezden gelme tavrı örtük bir ayrımcılığa işaret eder.
Selçuk ve Avcıoğlu’nun yazılarında görülen derginin daha açık ayrımcı tavrı ise özellikle Ekümenik Patrikhane üzerinden Rumları doğrudan hedef alan yazılarda ortaya çıkar. Yazılar iki temel eksende yoğunlaşır. Bunlardan ilki, Patrikhane’nin tarihsel olarak oynadığı “yıkıcı rol”dür. Bu tez, özellikle dönemin sağ-muhafazakar basınının mütemadiyen gündeme getirdiği Patrikhane’nin Türkiye’den çıkarılması teklifinin[21] tarihsel zeminini oluşturur. Bizans ve özellikle Osmanlı’nın çöküşünün merkezine yerleştirilen anlatı, bin yılı aşan bir tarihsel hattı takip ederek, 1960’larda Türkiye’nin yaşadığı yönetimsel ve siyasi sorunların kaynağı olarak da Patrikhane’yi gösterir. İkinci temel eksen ise dönemin Ekümenik Patriği Athenagoras’ın ABD’yle olduğu iddia edilen ilişkisidir. Athenagoras, Yön’ün yükselttiği anti-emperyalist sol söylem için kullanışlı bir figürdür. ABD’den patrik olması için getirilmiş ve DP döneminde bir süre ciddi anlamda itibar görmüştür. Dolayısıyla, kökü dışarıdadır, NATOcu ve Amerikancıdır. Aynı zamanda, bu geçmişten ötürü bu hattın Türkiye’deki “işbirlikçisi” görülen sağ-muhafazakar siyasetle (Ürgüplü ve Demirel hükümetleri) ilişki içerisinde kabul edilir. Her iki eksende ilerleyen yazıların vardığı sonuç, Patrikhane’nin Türkiye’den çıkarılmasının gerekliliğidir.
Selçuk ve Avcıoğlu’nun yazıları da bu çizgiyi takip ederken hem Patrikhane’nin yurtdışına çıkarılmasını hem Rum Tehciri’ne daha temkinli yaklaşıyor gibi gözükür. Bu yazılarda tehcirin veya olası bir Patrikhane’nin ülkeden çıkarılması hamlesinin yanlış bir politika olduğu yönelik tavır nettir. Ancak bu yazıların üzerinde durdukları mesele Rumların başına gelenler veya bu hamlelerin yarattığı/yaratacağı hukuksuzluk ve ayrımcılık değildir. Tersine bu yazıların müellifleri, ülkenin uluslararası politikada zemin kazanması veya Türkiye’nin istediğini elde etmesi uğruna yapılabilir hamleler olarak görürler. Ancak duydukları esas kaygı, Türkiye’nin bu hamlelerle uluslararası kamuoyundaki imajının bozulması ve Kıbrıs meselesi çerçevesinde haklılığını yitirecek olmasıdır.

* Bu yazı, Toplumsal Tarih dergisinin Ocak 2018 tarihli sayısında yayımlanmıştır.

Emre Can Dağlıoğlu


[1] Bu noktada, 1980’lerden itibaren sol adına üretilen bilgi ve siyasetin de geçmişle yüzleşme, hafızalaştırma ve eşit vatandaşlık bağlamında ortaya ne koyduğu tartışmalıdır. Kısaca, bu kapsamda üretilenlerin genellikle kendini sorgulamayan, üstün gören, genel bir duyarsızlıktan ve empati kuramamadan mustarip olduğunu söylemek kanımca haksız olmayacaktır. Ancak bu tartışma tamamen başka araştırmaların konusudur.
[2] Elçin Macar (2008), ‘1960’lardan 2000’lere “Sol ve Azınlıklar”: Gecikmiş Bir Birliktelik,’ Murat Gültekingil (ed.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Sol içinde, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 1237.
[3] Ancak Yön ile Devrim dergileri, “tek bir zincirin birbirinin devamı olan halkaları” değillerdir. Özellikle Yön’ün 1965 yılına kadar olan demokratik siyaset içinde mücadelesi ile Devrim’in askeri darbe yoluyla iktidarı ele alma isteği, siyasi yöntem olarak farklı mevkilerde konumlanırlar. Süreç içerisindeki bu değişim, aynı zamanda 60’lar solunun önemli bir damarının siyasi serüvenidir. Ergün Aydınoğlu (2011), Türkiye Solu (1960-1980), İstanbul: Versus Kitap, s. 87.
[4] Gökhan Atılgan (2002), Yön-Devrim Hareketi: Kemalizm ile Sosyalizm Arasında Geleneksel Aydınlar, İstanbul: TÜSTAV Yayınları, s. 191. Genel olarak Türkiye solunun Kıbrıs meselesine bakışı için bkz. Abdullah Korkmazhan, (2017), Türkiye Solunun Kıbrıs Çıkmazı, Lefkoşa: Yayınevi yok.
[5] Yön (1962), ‘Kıbrıs: Cinayetler!,’ 20, s. 15.
[6] Yön (1963), ‘Kıbrıs Meselesi,’ 56, s. 4.
[7] Doğan Avcıoğlu (1963), ‘Kıbrıs,’ Yön, 70, s. 11.
[8] Hikmet Özdemir (1986), Kalkınmada Bir Strateji Arayışı: Yön Hareketi, Ankara: Bilgi Yayınevi, s. 56.
[9] Bunun en büyük göstergesini Hikmet Özdemir şu gerekçelerle açıklar. Bahri Savcı’nın kapatılmaya konu olan yazısı 1963 yılında Demokrasimiz Üzerine Düşünceler isimli kitabında aynen yayınlandığında, herhangi bir kovuşturmaya uğramamıştır. Yön dergisi, 1964 Eylül’ünde tekrar yayınlanmaya başladığında da Yön’ün açtığı karşı dava halen sonuçlanmamıştır. Bunlar, kapatma cezasının dönemin yetkilileri tarafından Aydemir hareketiyle Yön’ün yakın ilişkisi göz önünde bulundurularak verildiğinin açık bir göstergesidir. Özdemir, Kalkınmada Bir Strateji Arayışı, s. 56-7.
[10] Hülya Demir ve Rıdvan Akar (1994), İstanbul’un Son Sürgünleri, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 72.
[11] a.g.e., s. 91.
[12] Bu yazılardan dördü daha sonra kitap haline getirilerek basılacaktır, bkz. Niyazi Berkes (2002), Patrikhane ve Ekümeniklik, İstanbul: Kaynak Yayınları.
[13] İlhan Selçuk (1965), ‘Amerika, Yunanistan… Ve biz!,’ Yön, 109, s. 3.
[14] İlhan Selçuk (1966), ‘Bu iktidarın iktidarı nereye kadardır?,’ Yön, 160, s. 3.
[15] Bu imzayla çıkan yazılar, İlhan Selçuk’un ifade ettiği gibi Doğan Avcıoğlu tarafından yazılır, akt. Gökhan Atılgan (2016), ‘Doğan Avcıoğlu: Geleneksel Aydınların Son Çığlığı,’ Emir Ali Türkmen ve Ümit Özger (ed.), Türkiye Solundan Portreler içinde, Ankara: Dipnot Yayınları, s. 429.
[16] Yön (1965), ‘Kıbrıs’ı, dümen suyu politikası yüzünden kaybetmek üzereyiz!,’ 108, s. 5-6.
[17] Avcıoğlu’nun sözünü ettiği uygulama, 1951 yılında Heybeliada Ruhban Okulu’nun Milli Eğitim Bakanlığı emriyle “Teoloji İhtisas Okulu” olarak isimlendirilmesidir. Böylece ruhban okulu, üç sınıflı lise ve dört sınıflı teoloji ihtisas bölümlerinden oluşan yüksek okul statüsüne kavuşmuştur. DP iktidarı sırasında ruhban okulu için bir diğer önemli gelişme de 1952 yılında çıkarılan ek yönetmelikle yabancı memleketlerden gelen ve Türkçe bilmeyen öğrencilerin de okula kabulüne izin verilmesidir. Elçin Macar, (2012), Cumhuriyet Döneminde İstanbul Rum Patrikhanesi, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 292-3.
[18] Yön (1965), ‘Ümit ölmez,’ 109, s. 5.
[19] Yön (1965), ‘Birleşmiş Milletler’den NATO’ya,’ 111, s. 5.
[20] Kristina Boreus (2006), ‘Discursive Discrimination: A Typology,’ European Journal of Social Theory, 9 (3), 415.
[21] Dönemin basınının Kıbrıs meselesi ve tehciri nasıl yansıttığına dair bütüncül bir değerlendirme için bkz. Ceren Sözeri (2016), ‘Kıbrıs Meselesinin Rehineleri: Basının Gözüyle 1964 Sürgünleri,’ Hakan Yücel (ed.), Rum Olmak Rum Kalmak içinde, İstanbul: istos Yayıncılık, 39-66

1 Eylül 2017 Cuma

Makbul olmaya yazgılı olanlar: Martayan, Pehlivanyan, İhmalyan

Toxi, 1952 yapımı bir Batı Almanya filmi. Film, II. Dünya Savaşı sonrasında Almanya’nın bir kısmını ele geçiren Batı ittifakından ABD’li siyah asker ile Alman kadınların ‘kahverengi çocuklar’ı fenomenini ele alıyor. Toxi, 1955 itibarıyla sayıları yaklaşık 5 bini bulan bu ‘meşru olmayan’ çocuklardan sadece biri. Anneannesi tarafından yıllarca çalıştığı orta sınıf beyaz bir Alman ailenin evinin önüne bırakılan küçük Toxi, film boyunca Alman ailenin evinde tutunma mücadelesi verir. Evin büyük damadı Theodor hariç herkes kendisine karşı ‘sempatik’tir aslında, ancak Toxi de sürekli şirinlikler-sevimlilikler halindedir. Nihayetinde Toxi’nin bu iyilik meleği halleri sonunda Theodor’a da ‘doğru yol’u gösterecek ve onun da radikal ırkçılığı ‘iyileşecektir.’ Film, Almanya’da siyahlara yönelik ırkçılığa karşı iyi niyetli bir çıkış olsa da, nihayetinde toplumdaki yapısal ırkçılığı gizleyen ve ırkçılığın mahiyetini ‘aşılabilir önyargılar seti’ olarak gösteren düzinesiyle sıkıntıyı içerir. Yine de filmde Toxi’nin bir cümlesi adeta sistematik ırkçılığın içinde yaşayan tüm dezavantajlı grupların hissiyatını faş eder: ‘Her zaman iyi olmalıyım, yoksa beni evde barındırmazlar.’

Toxi (1952)
Rober Koptaş’ın dediği gibi ‘iyi olmaya yazgılı olmak’tan başka çareleri, hayatta kalma yöntemleri yoktur.[i] Makro veya mikro iktidar fark etmeden, kendilerini var ettikleri ortamda, azınlık olmanın ‘ahlak’ına uygun olarak var olmak zorundalardır. Bu zorundalık sadece baskı veya zorlamayla ilgili değil, hissederek, isteyerek, severek de ‘makbul’ olabilirler. Yine de Türk milliyetçisiyse en sağlamı, sosyalist ise en kızılı olacaktır. Herkesten çok çalışacak, herkesten çok tolerans gösterecek ve hep makul olanı seçecektir. Her zaman hadlerini bilecek, cüretlerini hesaplayacaklardır. Şeffaflaşacak, görünmez olacak, yok kabul edilecek kadar iyi olacaktır. Nihayetinde onlar insan olarak değil, çoğunluğa katılan zenginlik olarak var olurlar ve o zenginliğin çeşnisini, uyumunu bozmamak zorundadırlar. Ancak elbette bu her zaman işe yaramayacaktır. En iyisi bile her zaman nereden geleceğini bilemediği bir sadakat testine tabi olacak ve bu testi hiçbir zaman tamamen geçemeyecektir. Ömrünü de verse, ‘biz’in o yüksek duvarlarını aşmak neredeyse imkansızdır.

Agop Martayan (Kaynak: Ara Güler/Agos)
Akla gelebilecek en iyi örnek Agop Martayan herhalde. 1932’de yapılan ve Güneş-Dil Teorisi’nin temellerinin atıldığı I. Dil Kurultayı’na bizzat Mustafa Kemal’in isteğiyle o sırada görev yaptığı Sofya’dan çağırılan Agop Martayan, 1934’te yapılan II. Dil Kurultayı’ndan sonra Türk Dil Kurumu’nda (TDK) ‘başuzman’ unvanıyla iş başlar. Aynı yıl çıkarılan Soyadı Kanunu’yla Martayan’ın yerine Dilaçar soyadı, yine bizzat Mustafa Kemal tarafından verilir. Buna karşılık, kendisi de 24 Kasım 1934’te Meclis kararıyla Mustafa Kemal’e verilen Atatürk soyadını önerir. Güneş-Dil Teorisi’ne ve dildeki ‘öztürkçeleştirme’ye büyük katkılar sunar. 1935-1950 yılları arasında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde 'genel dilbilim' ve 'dilbilim tarihi' derslerine devam eder. Özellikle ‘Hatay’ın Türkiye’ye iltihakı üzerine İskenderun-Antakya ahalisi üzerine yazdığı yazılarda açıkça Türk ırkçılığını savunur. Kısacası ‘kraldan çok kralcı’dır. Yine de ismi kamusal alanda her daim A. Dilaçar olarak anılacaktır. Hatta 1979’da vefatını haber veren TRT spikeri, kendisini ‘Adil Açar’ olarak tanıtır.[ii] Geçmişteki bunca hizmete rağmen 12 Eylül rejimi de ismini zikretmekten kaçınır. Ömrünü adadığı Türk Dil Kurumu (TDK) tarafından 1982 yılında yayınlanan ve Kaya Türkay’ın hazırladığı biyografisinin ismi de A. Dilaçar olacaktır.

Kaya Türkay'ın TDK Yayınları'ndan çıkan Agop Dilaçar biyografisi
Bu sadece devlete özgü bir durum değil elbette. Türkiye solu da 'bazı şeylerin sessizce geçiştirilmesini,' 'mümkün olduğunca konuşmamayı' tercih edecek ve 'anlamlı bir suskunluk' içine girecektir. Aram Pehlivanyan, uzun yıllar Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) içinde yer alan bir şair ve yayıncı. Bir yandan çıkardığı Ermenice dergi ve gazeteler, diğer yandan illegal parti üyeliği sonunda sürgüne düşmesine yol açar. Sürgünde, 'Bizim Radyo'da redaktörlük ve TKP politbüro üyeliğiyle siyasi faaliyetlerine devam eder. 1977’de hastalandığını öğrenene kadar ‘devrim yolunda mücadelesi’ni sürdürür. Hatta bu yolda şairliğini bile feda eder. 1979’da yakalandığı kansere yenik düşer ve Almanya’da hayata gözlerini yumar. Uzun yıllar emek verdiği partisi ise 13 Aralık 1979 tarihinde yayımladığı ölüm ilanında Pehlivanyan’ı partide kullandığı Ahmet Saydan ismiyle anar. Bu ilanda, “ne Pehlivanyan’ın gerçek adından ne gerçek kimliğinden ne de Ermenice gazetecilik yaşamından ve bunların sebep olduklarından” bahsedilir.[iii]

Aram Pehlivanyan, Getronagan'daki öğrencilik yıllarından (Kaynak: Agos)
Benzer bir tecrübeyi Vartan İhmalyan’ın anısı da yaşar. Pehlivanyan gibi İhmalyan da 1933’ten itibaren içinde bulunduğu TKP’yle ilişkisinden ötürü işkencelerden ve hapislerden geçtikten sonra sürgüne düşer. Fransa’da geçen 8 senenin ardından Türkçe radyolarında çalışmak için Macaristan, Çekoslovakya, Polonya, Çin ve Sovyetler Birliği’nde yaşar ve nihayetinde 1987’de Moskova’da vefat eder. Çok iyi bir masal yazarı olan Vartan İhmalyan’ın kitapları Türkçede ilk olarak 1987 yılında yayımlanır. Kitaplarını ilk olarak, sol tandanslı kabul edilen ve 'Türkiye’de ilk kez resmi olmayan bir tarih yaklaşımı sergileyen' kitapları basan Cem Yayınevi tarafından yayımlar.[iv] Bu kitapların imzası İhmal Amca olarak atılır ve İhmalyan’ın gerçek ismi kitaplarda yer almaz. ASALA eylemleri sonrası yaratılan dönemin 'anti-Ermenicilik' havasının ticari bir kuruluş için bu “gizleme”yi meşru kılacağı iddia edilebilir. Ancak bu “gizlilik” 2014 yılına kadar devam ediyordu.[v] En son baktığımda, İhmalyan’ın kitaplarını yayınlayan Can Yayınları da kitapların 4. sayfasında yer alan yazarın özgeçmişi kısmında, İhmalyan’ın gerçek adından hiç bahsetmemeyi sürdürüyordu:

İhmal Amca: 1913’te Konya’da doğdu. Robert Kolej Yüksek Okulu’nu İnşaat Mühendisi olarak bitirdi. Yalnızca mühendislik yapmadı, çok değişik işlerde çalıştı. Bunlar arasında yazarın andıkları: tezgâhtarlık, gömlekçilik, düzeltmenlik, desinatörlük. Yazar ilk masal kitabını 1987 yılında Sihirli Çiçek adıyla Bulgaristan’da Türkçe olarak yayınladı. Dilimize birbirinden güzel masallar kazandıran İhmal Amca, 1987 yılında, Moskova’da yaşamını yitirdi.
***
İlginçtir, tüm bunlar aklıma günün anlam ve önemine uygun bir vesileyle düştü. Çoğunluktan farklı olduğumu anladığım en belirgin ilk anımı bir Kurban Bayramı’nda yaşadım. İlkokul ikideydim. Ankara’da kendini hiç açık etmeden yaşayan bir memur ailenin çocuğu olarak ‘farklılık’ bilincim hiç yüksek değildi. Ailemin Hıristiyan olmakla bir derdi yoktu elbette, bunun kamusallaşmasından fazla hazzetmiyorlardı. Gerçekten iyi insanlardı, her şeyleriyle onlara kucak açacaklarından sürekli kuşku duydukları insanlarla ‘biz’ olmaya çalışıyorlardı. Bu havayı soluyarak ilkokul çağına erişince ben kendimi iyiden iyiye çoğunluk olma gururuna kaptırmıştım ki, halamın beni kovalarken yükselen adrenalin ve beynime daha fazla giden oksijen seviyesi beni kendime getirdi. Suçum, arkadaşlarının sorularına muhatap olduğunda geri kalmak istemeyen bir çocuğun hevesiyle ‘Bu bayramda ne kesiyoruz?’ diye sormamdı. Halamın ‘Bu çocuk ne saçmalıyor?’ bakışının üzerine yapıştırdığım ‘Niye, biz Müslüman değil miyiz?’ sorusuyla hayatımın en coşkulu yüzleşme/travmasını yaşamam arasında sadece bir tokat hızı kadar zaman vardı. O anda, ne yaşadığım o gururdan eser kaldı ne de çoğunluk olmanın yarattığı konfordan. Gerisi işte, kendini fazla göstermeden, gizleyerek, gizlenerek ve zaten saklanması istenerek yaşamaya yazgılı olmak.

Emre Can Dağlıoğlu


[i] Rober Koptaş, ‘Yandı bitti kül oldu,’ T24, 3 Nisan 2017, https://goo.gl/2aGme4, Son Erişim Tarihi: 31 Ağustos 2017.
[ii] Levent Özata, ‘‘Cumhuriyet’in iyi çocuğu’ Hagop Martayan ya da A. Dilaçar,’ Agos şapgir, 21 Eylül 2012, https://goo.gl/sfsnvy, Son Erişim Tarihi: 31 Ağustos 2017.
[iii] Aram Pehlivanyan, Özgürlük İki Adım Ötede Değil (İstanbul: Aras Yayıncılık, 1999), s. 104-5.
[iv] Cem Yayınevi daha sonra İhmalyan’ın otobiyografisi Bir Yaşam Öyküsü’nü de basacaktır. İhmalyan, hayatını kaleme alırken neleri söylemekten imtina ettiğine dikkat çeken bir yazı için bkz. Nevzat Onaran, ‘Vartan İhmalyan’ın Ermeni deyip de yaz[a]madığı!,’ Evrensel, 12 Ocak 2017, https://goo.gl/SqeZub, Son Erişim Tarihi: 1 Eylül 2017.
[v] En son kontrol ettiğim tarih 2014’tü. Daha sonra İhmal Amca’nın kitaplarının yeni baskısı yapıldı mı veya Can Yayınları söz konusu özgeçmişi değiştirdi mi, bilemiyorum.