28 Nisan 2016 Perşembe

Burak Onaran: ‘Politika mutfağın tam olarak merkezinde duruyor’

Geçtiğimiz aylarda İletişim Yayınları tarafından yayımlanan MutfakTarih kitabı son zamanların en ilgi çekici kitaplarından. Bu kitapta, Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Burak Onaran yemeğin politik ve ideolojik serüvenini mercek altına alıyor. Kitap boyunca 1880'lü yıllarda İstanbul'a gelen seyyahların dönemin İstanbul sofralarında neler yediklerinden, Soğuk Savaş yıllarında ABD ve Sovyetler arasında yaşanan yemek kültürü rekabetinden, diplomaside mutfağın önemi gibi ilginç tarihsel olaylarla karşılaşıyoruz. Onaran'la milli mutfağın nasıl kurgulandığını, Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan domuz eti tartışmalarına ve mutfak kültürünün milliyetçilikle ilişkisini konuştuk.
Burak Onaran (Fotoğraf: Berge Arabian/Agos arşivi)
- Klasik bir soru ile başlayalım dilerseniz. Bize MutfakTarih kitabınızın oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz?
Kitap “kendiliğinden” oluştu diyebilirim sanıyorum. Yemeğe ve mutfağa meraklı birisi sayılırım.Bu merak,boğazına düşkünlükle, amatör ev aşçılığıyla ve okurlukla sınırlıydı aslında. 2011 yılında arkadaşım Tülin Ural yazmakta olduğu Metro-Gastro dergisine tavsiye etti beni. Bu dergide “disiplinlerarası” dosyasında, akademik usule uygun ama genel okuru hedefleyen yazılar yayımlanıyor. Burada yazmaya başladığımda, başlangıçta nereye gittiğimi pek kestiremiyordum doğrusu. Fakat 5-6 sayı sonra, yani herhalde yaklaşık1-2 sene sonra, yazıların geniş de olsa sınırları tarif edilebilir bir arazide dolanmakta olduğunu, hepsinin bir biçimde siyaset ve mutfak arasındaki ilişkiye dair olduğunuiyice fark ettim. Nihayet yazılar biriktiler ve kitap yapabileceğimi düşündüm. Kendiliğinden oluştu derken bunları kast ediyorum. Tabii yazıları kitap için yeniden elden geçirdim, revize ettim, eklemeler yaptım.Yazıların ortak ilgisine dair vurguları arttırmaya, kitap olabilmeleri için dil ve içerik uyumunu kuvvetlendirmeye çalıştım.
- Sizi bir sosyolog ve tarihçi olarak mutfak tarihi üzerine araştırma yapmaya cezbeden şey neydi? Türkiye'de mutfak tarihi ve gastronomi üzerine yapılmış akademik çalışmalarla pek karşılaşmıyoruz. Siz bu durumu nasıl yorumlarsınız?
Dediğim gibi, aslında bu alanda çalışmaya başlamak konusunda bilinçli bir karar vermedim. Yani alanı çok iyi tanıyarak, burada bir eksiklik tespit ederek çalışmaya başladığımı söyleyemem. Öte yandan, okur olarak ilgiliydim tabii yemekle. Bir de tabii ben siyasi tarih çalışıyorum diyebilirim. Yaptığım işlerin büyük bir kısmı siyasi tarihle, siyasi zihniyet tarihiyle ilişkili. Mutfakla ilgili araştırmaya, yazmaya başlayınca ister istemez yemek alandaki literatürü, tartışmaları, malzemeyi bildiğim tarihle, analiz çerçeveleriyle ilişki içerisinde gördüm, buradan düşünerek tasarladım yazıları ve nihayet kitabı. Sorunuzun ikinci kısmına gelince; aslında mutfak ve gastronomi üzerine giderek artan bir yayın faaliyeti olduğunu teslim etmek gerekiyor. Bu aslında sanılandan çok daha eski bir çalışma sahası Türkiye’de, 1950’lere kadar götürebilmek mümkün gıdayı odağına alan çalışmaların tarihini. Fakat tabii yaygınlaşması çok daha yeni. Türkiye’de de sosyal bilimcilerin ilgisini 1990’lardan itibaren daha çok çekmekte olduğunu, burada bir yükseliş çizgisi olduğunu söyleyebilmek mümkün. Üniversitelerde açılan mutfak sanatları ve gastronomi bölümleri sürmekte olan bu ilgi artışını teyit edebileceğimiz en temel göstergelerden birisi olsa gerek. Yani mutfak gayet akademik bir alan olarak epeydir mevcutve nitelikli akademik çalışmalar da üretiliyor. Bu yeterli derecede çalışma var demek değil tabii. Ancak yine de özellikle son on yılda bu alandaki akademik yayınların sayısında hatırısayılır bir artış olduğunu kolaylıkla tespit edebiliriz. Özellikle mutfağı toplumsal tarihle beraber düşünen çalışmalarda mevcut.Ama tabii mutfağı mutfağın dışındaki dünyaylailişki içerisinde ele alan, toplumsal tarihle, politik veçheleriyle beraber ele alan çalışmaların sayısı hala oldukça az Türkçede, arazinin zemini oluşturmak için bile yapılacak çok iş var hala. Bu konuda haklısınız. Özellikle yakın dönem Türkiye tarihi söz konusu olduğunda çok daha azalıyor mutfağı odağına koyan çalışmaların sayısı.
- MutfakTarih kitabınızda yemeğin politik serüvenini anlatıyorsunuz. Bu anlamda politika mutfağın hikayesinde nerede durmaktadır?
Benim baktığım yerden tam olarak merkezinde duruyor. Ya da sanırım daha doğrusu politika mutfağın her yerindemevcut demem lazım. Mutfak pişirilecek malzemenin üretiminden, sofraya gelene kadar geçirdiği bütün süreçlerle, pişirenin kim olduğundan, mutfağın mimarisine, pişirmek ve yemek için kullanılan araç gereçlerin belirlenmesine ve nihayet sofra adabına uzanan her detayda ve her an politik bir arazi. Ulusal pazarların ve küresel pazarların inşası ve işleyişini, dalgalanmalarını hemen kolaylıkla mutfakta kullanılan ürünlerin belirlenmesiyle ulaşılabilirliğiyle ilişkilendirebiliriz. Tarım politikalarını, ithalat ve ihracat rejimlerini de aynı şekilde… Buradan kolaylıkla toplumsal sınıfları da konu dairesine alabiliriz. Gıda sektöründeki istihdam stratejilerini, tarım işçiliğini düşünebiliriz mesela. Ayrıca hepimiz için yemeğin sınıfsal yan anlamlarla kuvvetli bir biçimde yüklü olduğu zaten malumdur sanıyorum. Havyarın ve soğan-ekmeğin, ayranın ve viskinin politik dilde sıklıkla yer bulması tesadüf değildir haliyle. Cinsiyet rolleri ve eşitsizlikleri yemeği kimin pişirdiğini, servisi kimin yaptığını, kimine kime hizmet ettiğini,sofradüzenini, kimin nerede oturduğunu çok büyük ölçüde belirleyen etmenlerdir.Irkçı ve ayrımcı hatlar da buradadır; yemek adlarında, dünyanın birçok ülkesinde profesyonel mutfaklarda alt kademelerde, daha düşük ücretlerle çalışan göçmenlerin varlığında apaçık belirgindir mesela. Tüketim toplumu modern mutfağın ruhundadır zaten, Taylorizm’le beraber mutfağın mimarisini ve mutfakta kullanılan alet edevatıtayin eden en önemli etkenlerdendir. Hane mutfağının kaç metrekare olduğundan, ateşle suyun birbirine ne mesafede bulunduğuna varıncaya kadar hemen her detay kadınların çalışma hayatındaki rollerinin artması sonrasında verimlilik öncelikli olarak araştırılmış ve çalışılmıştır.Bu çalışmalar,politik projeksiyonlar ve gündelik politik ihtiyaçlardan hareketle, 1920’lerde yapılır ve hayata geçirilir. Velhasıl mutfakta nereye gözünüzü çevirirseniz politikayla iç içe olduğunu görebilirsiniz. Hayatımızın tam merkezinde olan yemek politikanın haricinde kalmış olsa çok şaşırtıcı olurdu zaten herhalde.
- Kanımca kitapta en dikkat çeken bölüm, Cumhuriyetin ilk dönemlerinde domuz etinin yenmesinin teşvik edilmesi olması gerek. Devletin domuz eti yemek teşvikinin altında ne yatıyordu? Bu durumu Cumhuriyet kadrolarının Batı’dan daha Batılı olma arzusuyla okuyabilir miyiz?
Bubenim için dekitaptaki en kıymetli bölüm diyebilirim. Üzerinde en uzun süre çalıştığım konu oldu domuz eti meselesi. Bu yazının arşiv araştırmasına da çok daha fazla zaman harcadım. Burada Cumhuriyet tarihinin hafızamızdan tamamen silinmiş olan bir parçasını ele alıyorum. Cumhuriyetin ilk yıllarında domuzun helal ilan edilmesine yönelik bir dizi argüman ortaya çıkıyor. Bu tartışmanın izini sürmeye çalıştım öncelikle.Çok yaygın bilinenbir tartışma olduğunu söyleyemeyiz tabii o dönem için de. Ama yine de varlığını tespit etmek ve ne kadar uzun süre devam etmiş olduğuna dikkat çekmek önemli. Bir yandan sağlık ve dediğiniz üzere Batılılaşmaya dair argümanlar var domuz tüketimini savunmak için öne sürülen. Diğer yandan domuz etinin yenilmesinde sakınca olmadığını dini olarak temellendirmeye gayret edenler, domuzu helal ilan etmeye çalışanlar da var. Burada en ilginç figür kuşkusuz Milaslı İsmail Hakkı. Sebil’ürReşad çevresinden gelen bir modernist-islamcı entelektüel. Maide suresi 4. ayeti yeniden tefsir ederek domuzun aslında tamamen haram kılınmadığını iddia ediyor. Milaslı’da da Batıcılık temelli argümanlar mevcut. Kendisi bir Cumhuriyet dönemi insanı, tipik sayılamasa da bir geç Osmanlı erken Cumhuriyet entelektüeli. Ama yine de Cumhuriyet kadrosundan sayılamaz kanımca. Öte yandan, Tevfik Rüştü (Aras) gibi erken Cumhuriyet döneminin önemli bir simasının da bu domuz konusunda söz aldığını görüyoruz. Atatürk ölene kadar aralıksız Dışişleri Bakanlığı mevkiinde bulunmuş birisi Tevfik Rüştü ve Time’da yayımlanan bir röportajında o dönem Türkiye’de domuz tabusunun artık aşıldığını iddia ediyor, mealen “domuz en güzel gıdadır” beyanında bulunuyor. Tevfik Rüştü’de de bahsettiğiniz, batının kültürel pratiklerinde onun politik, iktisadi, ekonomik başarısının kerametini arayan Batıcı [occidentalist] bakışın izlerini görebilmek mümkün.
- Bu genel bir politika mı?
Erken Cumhuriyet dönemi hükümetlerinin veya topyekûn kadrolarının domuz tüketimini teşvik etmeye çalıştığını söylemek doğru olmaz. Evet, bir yandan Tevfik Rüştü’nün beyanı var veya resmi yayınlarda domuza kıymet veren bazı makalelerin basıldığını görüyoruz. Ama öncelikle bunların oldukça nadir beyanlar olduğunu not etmek gerekir. Kararlı, bütünlüklü ve ısrarlı bir politik tutum yok bu konuda.Bazı devlet üretme çiftlikleri ve şeker fabrikalarında domuz yetiştirilmeyebaşlanıyor 1930’ların sonundan itibaren. Bu da domuz meselesinin bir başka önemli veçhesi haliyle; devletin doğrudan inisiyatif aldığını gösteriyor. Ancak buradaki üretim toplam hayvancılıkla kıyaslanmayacak kadar küçük. Yani neredeyse sembolik bir düzeyde kaldığına dikkat etmek gerek üretimin. Nihai hedef tüketicisi de yurt dışı, özellikle savaş dönemi ve sonrası Avrupa gibi gözüküyor. Ayrıca devlet bu dönemde domuz yetiştiriyorsa da, domuzdan alınan vergi, daima yüksek tutuluyor, hatta zaman zaman yetiştiriciliği neredeyse imkânsız kılacak boyutlara çıkıyor.
- Devletin domuz yetiştiriciliğinde aktif rol oynaması çok şaşırtıcı değil mi?
Tabii, bugünden bakınca şaşırtıcı bir şey. Daha da şaşırtıcı olanı buradaki domuzları gazete ilanıyla satıyor olması. Yalnız burada tabunun bugünkü kadar dikkatle ve sansür oluşturacak şekilde uygulanmıyor olmasının belirleyici olduğunu hesaba katmak şart. Bugünle kıyasla tespit edebileceğimiz bu sansür veya otosansür “eksiği” de 1930’lara özgü değil aslında. Türkiye için neredeyse 2000’lere kadar helal şartına dikkat o kadar yüksek değil zaten.Domuzdan bahsetmek de kabaca 1990’lara kadar pek şok edici sayılmaz. Gazetelerde çıkan restoran değerlendirme yazıları, 1980’lerde domuzlu yemeklere hayli sık yer ayırıyor mesela veya Cumhuriyet gazetesinde Mustafa Ekmekçi domuz tüketiminin yaygınlaşmasını 1997’de hayatını kaybedene kadar ısrarla savunabilmiştir. Helale verilen dikkat aslında son 30 yılda giderek artıyor dünyada, Türkiye’deki artışta içerideki politik faktörlerin etkisi yadsınamaz elbet ama asıl olarak bu küresel politik ve ekonomik eğilimin bir parçası sanıyorum.
- ‘Milli mutfak nasıl kurgulanır?’ kitabınızın en dikkat çeken bölümlerinden birisi. Milli mutfak nasıl kurgulanır? Türkiye'de bu durum nasıl bir süreçten geçmiştir?
Domuz bölümü bu kitaptaki yazılar arasında üzerine en çok çalıştığım, milli mutfak ise en önemsediğim konu aslında. Bu kitaptaki yazıların temas ettiği bazı konular gerçekten çokbüyük, çok bereketli ve kesinlikle çok daha kapsamlı çalışmalarla ele alınması gerekiyor. Buradaki yazılarda bazı çalışma akslarına işaret edebilmiş olmayıbaşından beri çok istiyorum doğrusu. Milli mutfak bu konuların birincisi benim için. Türkiye’de milli mutfak, tüm ulusdevletler için olduğu gibi herkesin malumu olan bir vaka. Türk mutfağı diye bir şeyden bahsedebiliyoruz kolaylıkla ve varlığından hiç şüphe duymuyoruz. Öte yandan bu milli mutfağın, eğer kendimizi politik ve özcü açıklama çerçevelerine kaptırmayacaksak, nasıl oluştuğunu bilmiyoruz. Bu konuda gerçekten yapılacak çok iş var. Son derece ideal bir çalışma sahası mili mutfak. İlham verici birçok çalışma da mevcut farklı ülkelerde milli mutfağın oluşma süreçlerine dair. Kitaptaki yazı, aslında bu başka ülkeler üzerine yapılmış çalışmalardan hareketle Türkiye’de milli mutfağın oluşum süreçlerine dair bazı hipotezler ve sorular ortaya koymaya çalışıyor. O yüzden,“Türkiye’de bu durum nasıl gerçekleşti?” sorusuna doyurucu bir cevap veremeyeceğim. Bu cevap çok daha kapsamlı ve incelikli bir çalışma yapmış olmayı gerektiriyor zira.
Sovyet lideri Kruşçev ile ABD Başkan Yardımcısı Richard Nixon,  New York'taki Sovyet Fuarı'nda mutfak üzerine tartışıyorlar (1959)
- Sizin temel hipotezleriniz nelerdir?
Milliyetçilik fikrinin gelişimi gayet tabii birincil öneme sahip.Bu bakımdan söylemsel düzeyde milli mutfağın oluşumunu anlamak için 19 yüzyıl sonuna kadar geri gitmek gerekiyor. Fakat somut olarak milli mutfağın maddi imkanlarının inşası için asıl olarak ulusal pazarın oluşması sürecinin kritik bir aşama olduğunu sanıyorum.Bu da imparatorluğun son döneminden itibaren milli ekonominin seyrini, pazardaki ürün dolaşımını takip etmeyi gerekli kılıyor. Bir de İtalyan milli mutfağının oluşumu tarihinden ilhamla, 1960’lardan itibaren, Avrupa’ya göçün izini sürmek gerekir kanımca. Milli kimliği ve milli mutfağı tarife en çok ihtiyaç duyulan yerin memleketin dışı olduğunu söyleyebilirim. Avrupa’daki Türkiyeli göçmenlerin hem anavatandan talep ettikleri ürünler, hem de bulundukları yerde sattıkları, restoranlarında mönülere koydukları yemekler milli mutfağın oluşumunda etkili bence. Dönerin gelişimini, Türkiye’de edindiği yeri, teknolojisindeki değişimi Almanya’yı hesaba katmadan anlamanın mümkün olacağını sanmıyorum.
- Dolayısıyla, Türkiye'de mutfak kültürünün milliyetçilikle doğrudan bir ilişkisi olduğunu söyleyebilir miyiz?
Mutfak son derece milli bir alandır tabii. Hatta mutfak olmadan milliyetçiliğin önemli bir kısmı eksik kalacaktır. Sonuçta milliyetçilik, bize her ne kadar ulusun ezelden beri mevcut olduğunu söylese de, bu tür bir politik kimliğin kabaca iki yüz yıllık bir tarihi olduğunu milliyetçilik üzerine yapılan birçok çalışma gösteriyor. Ulus devletin olarak ihtiyaç duyduğu milli kimliğin, ortaklık duygusunun çok önemli bir kısmını sağlıyor ortak gündelik hayat deneyimleri. Mutfak, bu konuda ortaklaştırıcı, milli kimliği ikna edici kılan, somutlayan en önemli kültürel ve gündelik pratiklerden birisi. Bu bakımdan, her ulus devlet için olduğu gibi Türkiye için de mutfak milliyetçilikle doğrudan ilişkili. Tabii böyle olduğu için milliyetçiliklerin çatışma sahalarından birisi de oluyor mutfak. Nihayetinde yemekler ve ürünler ulus devlet sınırlarını tanımadan kültürel coğrafyalarda yayılıyor. Bu ulusal kimlik için hayli kafa karıştırıcı bir durum. Sınırın öte tarafıyla paylaşılan ortak lezzetlerin milliliği aşındırmaması için önemli bir mücadele veriliyor. Etraftaki komşuların sürekli yemeklerimizi çalmakla suçlanmasının ardında bu var. Tabii bunun ötesinde hem ulusun tanıtımı gibi diplomatik bir mesele, hem de uluslararası pazarda ürünün etiketine sahip olmak gibi ekonomik faktörler de mutfak üzerindeki bu milliyetçi iddia ve kavgalara eklemleniyor.
- Malum Türkiye'de milli ve yerli söylemlerini en çok işittiğimiz dönemden geçiyoruz. Bununla beraber küreselleşmenin etkisiyle başta yemek kültürünün de sınırların ortadan kalktığını görüyoruz. Böyle bir ortamda mutfakta 'yerlilik ve millik' aramak ne kadar doğru?
Milli mutfak vardı, küreselleşmeyle beraber kayboldu gibi bir varsayım ne kadar doğru olur bilemiyorum. Aslında milli mutfak zaten ulus devletle beraber ortaya çıkıyor. Başından beri de küresel bir dünyada ortaya çıkıyor. Küreselleşmenin artması, insan hareketliliğinin ve özellikle turizmin artması da demektir. Bunlar da aslında milli etiketlerin cazibesini arttıran etkenler. Gayet tabii bu süreçle eş zamanlı olarak pişirme teknikleri, malzemeler artık daha uzak coğrafyalardan ve daha fazla etkileniyor, bu anlamda sınırların daha da muğlaklaştığını söyleyebilmek mümkün. Ama bu durum dahi yemekte millilik aramayı öncesine göre daha anlamsız kılmıyor aslında. Dediğim gibi ticari ve turistik etiket olarak işlevine katkı sağlıyor. Eğer burada bir anlamsızlıktan, yani milli mutfağın aslında kurgu olmasından, saf milli bir mutfağın imkânsızlığından bahsediyorsak, bu zaten başından itibaren böyle.
- Osmanlı mutfağının kültürel çeşitliliğinin yapı taşlarından olduğunu söyleyebileceğimiz Ermeni, Rum, Arap mutfağını ne kadar muhafaza edebildik? Bugün bu mutfak kültürü çeşitliliğini koruyabildik mi?
Osmanlı mutfağı da tabii, en az milli mutfak kadar bir inşa. Biz bu adlandırmayı ya saray mutfağı ya İstanbul mutfağı veya en geniş haliyle Anadolu mutfağı karşılığı olarak kullanıyoruz. Oysa, malum imparatorluğun coğrafi sınırları Anadolu’dan çok daha geniş ve bu listenin içerisinde Macar, Rumen, Bulgar mutfakları da olmalı mesela… Nasıl Osmanlı’yı Türk ulus devletinin geçmişi olmaya indirgiyorsak, Osmanlı mutfağını da aynı şekilde Türk mutfağının geçmişi olmaya indirgiyoruz. Saray, İstanbul veya Anadolu mutfağı, bunlardan hangisini alırsak alalım, Osmanlı mutfağına ilgi çok büyük ölçüde Türk mutfağının geçmişi olmakla sınırlı. Hal böyle olunca da, tabii bu bahsettiğiniz unsurlar muhafaza edilmesi değil, behemehal unutulması gereken unsurlar haline geliyor. Türklüğü veya Türk-Müslüman kimliğini öne çıkaran, diğer unsurları fona iten bir kurgu bu. Diğer milletler burada en fazla bir nostalji öğesi olarak yer bulabiliyor kendisine, o da genellikle meyhane bağlamında galiba. Tabii bu genel bir eğilim. Gayr-i Türk unsurların mutfak kültürlerinin görünürlüğü meselesi güncel siyasetin seyrine, ticari mutfak trendlerine göre dalgalanan bir seyir izliyor elbette. Bunu da unutmamak gerekir.
- Türkiye'de son yıllarda yemek kültürü üzerine hazırlanmış TV programlarının sayıları hızla artmakta. Başta Vedat Milor ve Mehmet Yaşin gibi yemek kültürü üzerine program yapanların yemek kültürüne katkı sağladığını düşünüyor musunuz?
Epeydir çok takip edemiyorum maalesef bu programları. Milor’uepey izlemişliğim var ama. Bir ara internetten programlarını düzenli olarak izliyordum hatta. Herhalde son üç, dört yıldır onu dakaçırdım.Öte yandan bu programların yemek kültürünün şekillenmesinde çok önemli bir rol oynadıklarını görebilmek için izlemeye gerek yok denilebilir belki. Tavsiyeleri hem restoranları hem de müşterilerin tercihlerini etkiliyor. Özellikle Milor söz konusu olduğunda gastronomik terminolojiye ait bazı tabirleri yaygın bir biçimde tanınır hale getirdiğini, bunları dolaşıma soktuğunu görüyoruz. Dahasıbelirli bir damak tadının yaygınlaşmasına da etki ediyorlar. Mesela ızgara etin, balığın az pişirilmesi konusundaki ısrarı yankısını bulmuş gibi geliyor bana. Bu anlamda Türkiye’de yemek kültürünün seyri üzerindeki etkileri kesinlikle yadsınamaz. Özellikle restoranlar söz konusu olduğunda çok ciddi ticari bir etkileri olduğunu da unutmamak gerekiyor tabii. Dokundukları yerleri ihya edebildiklerine tanık olduk. Bir anda ünü artan, şubeler açan mekanlar oldu bildiğim kadarıyla. Eğer bir yeri ziyaret edip sitayişkâr yorumlarda bulunmuş iseler, dükkanların baş köşelerinde görebilmek mümkün bu sözleri veya yazıları. Tüketici için önemsenen referanslar bunlar. Önemli bir reklam aracı işlevleri var velhasıl.
- Siz bu ilgiyi neye bağlarsınız?
Tüketim toplumu için bir tür turist rehberi yarattıklarını söylemek mümkün bu programların. Türkiye’de restoran değerlendirme yazınının ortaya çıkış anı bize hala yükselmekte olan bu trendin kaynağını açıkça gösteriyor sanıyorum. 1970’lerden 1980’lere geçerken kentli orta sınıfın ve tüketim toplumunun beklenti ve talepleri asıl dinamiği oluşturuyor belli ki. Boş zamanın giderek tüketime endeksli bir biçimde doldurulmaya başlanmasıyla para harcamadan ev dışında vakit geçirmek giderek tahayyül edilemez bir hal alıyor.Ve nihayet iç turizmin yükselişi, bu tür bir yazının ve programların yıldızını parlatan en önemli etken. Tabii burada bu yazıların okurunun veya bahsettiğiniz programların izleyicisinin sadece gideceği yerlere karar vermek için bunları takip ettiğini de düşünmemek gerekir. Yemek tüketim toplumunun üzerine konuşmayı sevdiği, “dedikodu” yaptığı bir sahadır da. Gidemeyeceğimiz restoranlara dair yazılar ve analizler okuyoruz, izliyoruz. Bu bir yandan gastronomik kültürün seyrine dair bir merak gibi görülebilir. Ama çok büyük ölçüde bir dikizleme faaliyeti de var işin içinde. Tüketilen şey aslında başkalarının hayatlarına dair malumatlar. Bu özellikle ilk dönem yemek yazılarında çok daha belirgindir. Basbayağı sosyete haberleri sayfasının bir parçası restoran değerlendirme yazıları o dönemde mesela.
Can Öktemer 

24 Mart 2016 Perşembe

Kara Plak: ‘Okur ve dinleyici kitlelerinin bir kesişim kümesi olduğuna inanıyoruz’

Türkiye'de müzik kitaplarına yönelik bir ilgisizlik bilinen bir gerçek. Yayınevleri ekonomik saiklerle bir getirisi olmadığını düşündükleri müzik kitaplarına pek rağbet göstermiyorlar. Yine de neyse ki memlekette Pan Yayıncılık gibi inatla müzik kitapları basan yayınevleri var. Geçtiğimiz günlerde Koray Löker ve Betül Kadıoğlu'nun kurduğu Kara Plak Yayınları da umarız bu anlamda Türkiye'de büyük bir boşluğu kapatacak. Dünyaca ünlü müzisyenlerin biyografilerinden müziği farklı disiplinlerle harmanlayan kitaplarla okurla buluşacaklar. İlk kitapları Hunter Davies'ın The Beatles’ın ve yayınevinin lansmanı, 30 Mart'ta Karga'da yapılacak. Kendilerine yayınevinin kurulma hikayesini ve Türkiye'de müzik kültürünü sorduk.

- Sadece müzik kitapları basan bir yayınevi kurmak Türkiye için sıradan bir durum değil. Bu fikir nasıl oluştu?
Kara Plak’ı kurmaya yaklaşık üç sene önce karar verdik. Karşımıza çok sevdiğimiz, Türkçede de olsun istediğimiz bazı müzik kitapları çıktı. Bunlardan biri sonbaharda Duygu Akın’ın çevirisiyle yayımlayacağımız Cohen biyografisi, I’m Your Man’di. Uzun zamandır yayıncılıkla uğraşıyoruz, farklı yayınevlerine çeviri, redaksiyon, düzelti gibi işler yaptık, yapıyoruz; tanıdığımız yayınevlerini bahsettiğim bu müzik kitaplarına ikna edemeyince biz elimizi taşın altına koyalım dedik. Dolayısıyla zaten yola çıkarken “Bir yayınevi kursak ne tür kitaplar basardık?” diye sormadık, “Bu kitapları basmak için bir yayınevi kuralım,” dedik.
- Yayın politikanızı nasıl belirlediniz? Biyografilere mi ağırlık vermek istiyorsunuz yoksa ilerleyen zamanlarda nehir söyleşilerine ve müziği farklı disiplinlerle ele alan akademik çalışmalara da yer verecek misiniz?
Biyografiler ve anı kitaplarına özellikle ağırlık vermek gibi bir plan yapmadık ama devam etmek istiyoruz tabii: İlk ağızdan ya da doğrudan tanıklığa dayanarak anlatılanlar müzik tarihini iyi anlamak, doğru kaydetmek için de çok kıymetli. Nehir söyleşi çok sevdiğimiz bir tür olmakla beraber hazırlığı çok meşakkatli, söyleşi yapanın da yapılanın da ciddi zaman ve emek harcamasını gerektiriyor. Şu anda nehir söyleşi değil ama farklı isimlerle görüşmelerden oluşacak bir söyleşi kitabının hazırlıklarını sürdürüyoruz. Akademik çalışmalar önceliğimiz değil ama tabii hiç ilgimizi çekmiyor demek de doğru olmaz. Aras Yayıncılık’la beraber yayımlayacağımız, Music and the Armenian Diaspora [Müzik ve Ermeni Diasporası] kitabı gibi, akademik bir çalışmadan yola çıksa da akademik bir temeli olmayan okuyucuyu da zorlamayacak, dışlamayacak kitaplar. Yine etnomüzikoloji alanında bir süredir çalışmaları devam eden, göç ve müzik ilişkisini ele alacak bir derleme kitabımız da var.
- Okuyucunun  karşısına ilk olarak Hunter Davies'in The Beatles kitabıyla çıkacaksanız. Bu kitabın Türkiyeli okuyucularla bu kadar geç buluşmasının sebebi ne olabilir sizce?
Bu sorunun cevabını biz de merak ediyoruz aslında. Kitabı yayımlamak için girişimlerde bulunurken fark ettiğimiz bir şey bizi bu kitabın Türkçede olmamasından daha çok şaşırttı: Piyasada Beatles’la ilgili, rahatça ulaşılabilecek herhangi bir kitap yoktu. Hunter Davies’in kitabı konusunda en azından şöyle bir tesellimiz var. Yayımladığımız, 1968’deki ilk basımından sonra 1985’te ve 2009’da yazarının uzun güncellemeler eklediği, dolayısıyla epeyce güncel bir edisyon.

- Bu kitap dışında önümüzdeki günlerde hangi kitaplar okuyucuyla buluşacak?
Nisan’da İstanbul Kültür Üniversitesi ve Boğaziçi Üniversitesi’nde konuşmalar yapmak üzere İstanbul’a gelecek olan İngiliz yazar Richard Skinner’ın, Erik Satie’nin hayatından hareketle kaleme aldığı kısa romanı Kadife Bey çıkacak. Sonra yine bir roman yayımlayacağız. Patrick Neate’in ödüllü romanı On İki Ölçülük Blues. “33 1/3” adında, albümlerle ilgili metinlerin yer aldığı bir seriden kitaplar çeviriyoruz, ilk dört kitabımız hazır, 2016 içinde onlar da yayımlanacak. Bu seriye devam ederken bir benzerini de Türkiye’den albümler için yapmak istiyoruz, ilkini çok sevdiğimiz Murat Meriç, Erkan Oğur’un Bir Ömürlük Misafir albümü için hazırlıyor.
- Türkiye'de müzik kitaplarının yeteri kadar ilgi görmediğine dair bir algı var. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda? Bununla beraber bu ilgisizlik konusunda yayınevleri nerede durmaktadır?
Eğer müzik kitapları az ilgi görüyorsa, bu muhtemelen diğer edebiyat dışı, belirli bir alana dair kitaplar için de geçerlidir. Sinema, çağdaş sanat, vs. kitapları da çok büyük bir ilgi görmüyor ne yazık ki. Bu konuda Pan Yayıncılık’ı anmadan geçmek olmaz; neredeyse otuz yıldır başka alanlarla beraber öncelikli olarak müzik kitapları yayımlıyorlar. Ayrıca son yıllarda farklı yayınevlerinden çıkan sanatçı biyografilerinin, kuramsal kitapların, birbirini beslediğini düşünüyor, Kara Plak’ın da buna katkıda bulunacağını umuyoruz.
-Yine Türkiye'de yaygın bir görüş de bir müzik kültürünün olmaması üzerinedir. Türkiyeli okuyucuların, dinledikleri grupların, müzisyenlerin biyografilerine pek ilgi gösterdiklerini söyleyemeyiz. Bununla beraber müzik dergiciliği açısından da pek parlak noktada sayılmayız. Siz bu durum için ne düşünürsünüz?
Biz bu konuda daha iyimseriz. Okur ve dinleyici kitlelerinin bir kesişim kümesi olduğuna inanıyoruz, amacımız tabii ki zamanla bu kümenin genişlemesi, daha çok okurun dinlediği müziklere bilinçli yaklaşması, daha çok müzikseverin müzik kitaplarına ilgi duyması. Dergicilik konusundaki tespitinize ne yazık ki katılıyoruz. Yayınevinin kuruluş haberini duyurduğumuz günlerde Blue Jean’in kapanışını haber aldık, zaten daha iki ay önce artık müzik dergisi değil “kültür sanat dergisi” olacağını duyurmuştu. Birbirlerinden çok farklı alanlarda da olsa Andante, Bant, Babylon gibi dergiler var ama internet her konuda olduğu gibi bu konuda da geleneksel olanı dönüştürüyor. Artık aylık, hatta haftalık bir derginin yetişmekte zorlandığı bir hız var. Bu konuda dergilerin boşluğunu bir ya da birden çok yazarı olan bloglar ve siteler dolduruyor.
- Türkiye'nin hakkı verilerek yazılmış bir müzik tarihinden söz edemeyiz sanırım, örneğin, Hrant Lusigyan, Leon Avigdor  gibi Türkiye'de caz müziğinin gelişimine katkı sağlamış nice müzisyenin hikayesini bilmiyoruz. Siz ilerleyen zamanlarda bu tür biyografilere yer vermeyi düşünüyor musunuz?
Tabii ki. Çizdiğimiz müzik çerçevesinin içinde yer alabilecek her metne kapımız açık. Yeter ki iyi yazılmış olsun. Hiç tanımadığımız bir müzisyen, hiç bilmediğimiz bir tür hakkında yazılmış, bizi yeni yerlere götürebilecek, bambaşka müziklerin kapısını aralayabilecek iyi kitaplar bizi sadece yayıncı değil okur olarak da heyecanlandırıyor.
- Siz de bahsettiniz, Aras Yayıncılık Genel Yayın Yönetmeni Rober Koptaş da Twitter'dan Slvia Angelique Alajaji'nin Music and Armenian Diaspora kitabını ortaklaşa bir çalışmayla çevireceğinizi duyurdu. İlerleyen zamanlarda bu benzer çalışmalar yapacak mısınız?
Evet, Aras Yayıncılık’la bizi çok heyecanlandıran böyle bir ortak kitap projemiz var. Aras, hayranlıkla, sevgi ve saygıyla takip ettiğimiz bir yayınevi. Neredeyse aynı günlerde bu kitapla karşılaşmışız; hem kitapla ilgili fikirlerini öğrenmek hem de böyle bir ortaklığa nasıl bakacaklarını sormak için kapılarını çaldığımızda, bizi tam da onlardan bekleneceği gibi büyük bir sıcaklıkla karşıladılar. Maalesef bugüne kadar böyle ortak yayınların çok örneğini göremedik ama tabii ki dileğimiz bunların sayısını artırmak. Az önce söz ettiğimiz okur ve dinleyici kesişim kümelerini büyütme amacının bir benzeri de farklı alanlarda okuma alışkanlığı olan okurlara yeni pencereler açmak.
Can Öktemer 

20 Şubat 2016 Cumartesi

Tanımlar, sınırlar, ötekiler: Hani biz de imza atmıştık ya, şu müstemleke aydınları!

Dün telefon açtım ona, yengeyle çocuklar güvende mi diye sordum, malum, lojmanlar yakın… İyiler dedi. N’olur, dikkat edin kendinize dedim. Kendisi Sur’da, malum mesele, hani biz de imza atmıştık ya, şu müstemleke aydınları… Ahh hocam dedi, ahh komutanım dedim…
Dün akşam, patlamadan sonra babam şöyle bana baktı, diyecek bir şeyleri vardı ama… Duvarda türlü türlü askeri madalyalar… Malum mesele, hani biz de imza atmıştık ya, şu müstemleke aydınları… Ahh Levent dedi, ahh baba dedim…

İdrak böler, tasnif kıyar; yaşam ise melez kaynaklar yapar, ister istemez… Acıda da, kederde de, sevinçte de, aşkta da.
Politizasyon, en basitinden, gündelik hayatta çoklu işleyen (işlemek de zorunda olan) muhtelif idrak kategorilerinin tek bir ilke etrafında yeniden örgütlenmesidir. Vatan hainleri olur bir anda herkes, ötekisi, ötekiler; Ah şu Kürtler olur, Türkler olur, Monşerler olur, Müslümanlar olur, Akademikler olur, Çorumlular olur, Nazımiyeliler olur… Böyle uzar gider, tasnifin sonu yoktur ki; bu tasnif tek bir ilke etrafında çoraklaşırsa (sadece siyah ve beyaz varsa), söylemeye bile gerek yok, kıyım olur.
Lakin gündelik hayatta insanlar sürekli böyle yaşamaz, yaşayamaz; olanaksızdır bu. Keskin tasnifler hayatın keskin virajlarında yoldan çıkar, yuvarlanır gider. Melez duraklar, söyleme de bu söylemi dillendirene de takla attırır. Şerefsiz Kürtler ülkeyi bölecek diyen Ahmet abi, oğlu bir Zaza güzele vurulup onu sevdiceği-eşi yapınca, “Ama yok, o öyle değil; onlar gibi değil. Hem ailesi de çok iyi” diyerek takla atar. Söylem çatırdar ama yine de tutunmaya çalışır, “hayır o kadar da kolay değil” dercesine. Kahvede, televizyonda altyazıyla, “Son dakika: Şırnak’ta 3 şehit” haberi geçerken, yine, yeniden, “Ulan şerefsiz Kürtler…” cümlesini kurabilir Ahmet abi, kurması da gerekir belki de; “kahve kabilesinin” ritüel diskurudur, official trademark’ıdır aslında o, verili bir duruma uygun düşen bir performanstır hatta, Kanadalı delinin ifadesiyle!
İşte yaşam, söylemin, melez duraklardan-karşılaşmalardan aldığı darbelere rağmen kuyruğu yine de dik tutma çabası, az çok gerilimli-çelişkili bir moment dizisi, tanımlananla-olan arasında sürekli bir makas farkı, müzakeredir esasen. “İnsanın dediğiyle yaptığı çelişmeyecek arkadaş” der ortak kanı-temsil, “o iş o kadar da kolay değil başkan” diye yanıt verir yaşam. Sizi az-çok tanıyan, yaşamınızın patikalarından, fikri kaldırım taşlarınızdan tamamıyla bihaber olmayan ve “hocam çok değerlisiniz, çok katkı yapıyorsunuz bize” diyen bir meslektaşınız-öğrenciniz, bir imza dolayısıyla, “işte hendekçi akademisyenler, kelleri tez vurula” cümbüşüne sizi de kattığında, bilmez mi, en basitinden, yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu. Bilir, bilir de… yaşam da böyle bir şeydir işte: Tasnif düzleştirir, asfalt çeker, böler-biçer, biraz kendinden emindir, yukarıdan bakar hatta, ama durumsal tazyikle yüklü yüksek tonajlı gündelik hayat kamyonları geçince üzerinden inceden inceye çatırdar; hatta ve hatta, ancak yeni tanımsal ziftlerin kapatabileceği derin ve gerilimli çukurlar oluşur yüzeyde.
Kısacası, gündelik tanımlar (insanların gündelik hayatta ad hoc yaptıkları, egemen, meşru ya da kurumsal olanları değil) duruma münhasırdır; durumla sürekli bir müzakere, anlık didişmeler dizisidir söz konusu olan. Bir “İslamcı” her sabah kalktığında, “ben iyi bir İslamcıyım, bugün İslamcılık için ne yapacağım acaba, hadi bakalım” demez. Hatta ve hatta, gündelik yaşamı tamamıyla “İslamcı” bir kabile içerisinde geçiyorsa eğer, herhangi bir tanımsal çabaya girmesine dahi gerek yoktur, “İslamcıymışız işte, hepsi bu”; aynen İzmirli bir “Sözcü” okurunun, “şerefsizce viskisini yudumlayan” Nişantaşılı bir solcunun, Ostim’deki Haydar Usta’nın, bizim kapıcı Kemal Efendi’nin ya da Diyarbakırlı Baran’ın da kendi kabilesi içinde, “Ben kimim ki la?” türünden tanımsal sorgulamalara girişmeyeceği gibi: “taken-for-granted”, diyor buna Atlantik’in ötesindeki çok bilmiş ecnebiler, verili kabul edilen-tartışılmayan demek; güzel ifade, neysem oyum işte, etrafımdaki herkesin de olduğu ve yaptığı gibi, eylemimin esasını kendime ve diğerlerine açıkça ifade etme/tanımlama gereği dahi duymadan. Konumunca, sınıfınca “yol-yordam bilmek” işte, ne güzel bir dil bu Türkçe, ne kıvrak bir ifade, allamış pullamış ve habitus demiş buna, diğer birçok bilmiş Frenk.
Öyleyse yaşamlar, örneğin siyasal düşünceler tarihinde tanımlanan türden fikri tek yönlere uymaz; “u dönüşü” yasaklarının hem var hem yok olduğu, tersten girmelerin de gayet güzel kanıksandığı bizim oradaki dörtyoldur aslında yaşam. Ben kimim/Ben şuyum/Onlar da şunlardan şeklindeki sınır koymalara yol açabilecek sorgulamalarla ise sadece ve sadece bazı koşullarda karşılaşılır: misal kabile içerisinde yaşanabilecek bazı istisnai gerilim anlarında. “Sen gerçek bir sosyalist/muhafazakâr/dava arkadaşı, vb değilsin -çünkü misal seviştiğini duyduk!- özeleştiri ver! Toplumsalın bir anda ceberut bir polis memuruna dönüştüğü bu anlar (sosyolojinin sakallı Frenk kurucusu buna kolektif bilinç der), resmi tanımın (kurumun diye de okunabilir) sopa gösterdiği anlardır; ifadenizi vermek, iman tazelemek (yani kendinizi resmi surette yeniden tanımlamak) zorundasınızdır, kaçamazsınız; varsın hayat sorgu çıkışında yine o eciş-bücüş, melez-muğlak patikalarında ve elbette gündelik hibrit tanımlarında akmaya devam etsin, mühim değil. Faşizm en üst düzeyde, bu mıcırlı, bozuk yolların (gündelik pratiklerin-tanımların) tümüne tek tip asfalt (kurumsal tanım-pratik) çekme çabasıdır ama beyhudedir, her asfalt çatlar…

Bir diğer ve hiç kuşku yok ki en yaygın diğer gerilim anı diğer kabilelerden üyelerle temasta yaşanır. Gündelik ad hoc tanımlar orada, her defasında, kaçınılmaz bir ilişkisellik içerirler. Tanımlama her zaman bir diğerine/ötekine göre yapılır. Ben şuyum dediğinizde, aslında her defasında, şu diğeri değilim dersiniz. Örneğin, İzmirli CHP’li bir teyze, ben Atatürkçüyüm, modernim dediğinde iki şey olur. İlk olarak, bunu demesini gereken bir “durum” hâsıl olmuştur; mesela bir temas, yüz-yüze veya vasıtalı (sosyal medya, tv, gazete, vb), sabahtan akşama kadar bunu söyleyerek dolaşmıyordur sonuçta sokaklarda ve iki, bunu yaparken de aklında muhakkak bir “öteki”, “modern olmayan”, “Atatürkçü olmayan” vardır. Bu tanımlama faaliyeti öyle üzerinde saatlerce düşündüğü bir şey de değildir; az çok bilinçli, yarı-örtük, gerektiğinde kurumsal (yani egemen, meşru) tanım stoklarından da faydalanan ama her halükarda melez, duruma münhasır, ilişkisel ve pratikte yapılan bir şeydir; ötekiyle karşıtlığını tanımlayan iki üç ayırt edici, kabileye özgü ilke üzerinden teyze kendini kurar, gerekli performansı (burada gerekli ifadesine dikkat) sergiler. Özellikle sosyal medya bunun için biçilmiş bir kaftandır. Bu ayırt edici ilkelerin kendilerinin de yine öyle derin tefekkür kitaplarında, siyasal doktrinler arasında aranmasına lüzum yoktur. Modern olmak, iki-üç pratik esas üzerinden, modern olmayan olarak değerlendirilenle karşıtlığında (başı açık olmak-olmamak, kadınlı-erkekli rakı içmek-içmemek, bikini-mini etek giymek-giymemek, vb. Avrupalı olmak (sarışın/kumral olup-olmamak, balkan kökenli olup-olmamak, eli yüzü düzgün olup-olmamak, yani esmer olmamak, vb.), monşer olmak (evde köpek besleyip-beslememek, şarap içip-içmemek, serbest cinsel ilişkileri olup-olmamak, vb.) hele hele en kötüsü, gayri-milli ve vatan haini monşer akademisyen olmak ise bunların hepsini aynı anda yapıyor olup-olmamak üzerinden tek celsede nihayetlendirilebilir.

Yazın, Munzur kıyısında, suya giren bikinili kadınları gördüğünde, “Burası Bodrum değil, Tunceli” diye başlık atan gazetecinin basit ancak iş gören idrak kategorileri işte bu şekilde kendini ele verir: Türk=suya bikiniyle girebilen; Kürt=Türk olmayan, o halde suya da bikiniyle giremeyen. Ama bunlar giriyor! Şaşkınlık! Eylem şemalarında tanımlanmamış bir veri! System halted fatal error!. Muhafazakâr/solcu, milliyetçi/monşer karşıtlıkları da benzer bir ilişkisellik izler. Tüketim kalıplarına, kültürel pratiklere ilişkin, çok değil, birkaç basit taksim ilkesi “Allahsız, soysuz, ahlaksız, marjinal, milletine yabancı, hatta ve hatta satılmış monşer/solcu/akademisyen” imgesini yaratmaya ve bunun tam zıddında da milliyetçi-muhafazakarı tanımlamaya yeter. (Parantez: Böyle bir dünya yok sevgili okur! Böyle bir solcu/akademisyen/monşer de yok; maddi açıdan hali vakti yerinde, hep iyi semtlerde oturan, sabahtan akşama kadar içen, arada “milletin değerlerine” de hakaret edip oradan swinger partilerine dalan bir figür yok! Onun da herkes gibi sıradan bir hayatı var; örneğin onun da ödenecek kredileri var, evi var, iş gücü var, çoluk çocuğu var; fazladan bir köpeği var belki, arada sırada muhtemelen beraber yattığı! Ama hepsi bu işte…)
Oysa milliyetperverlik başka bir taksim ilkesi üzerinden, örneğin Türkçeyi, bu zengin ve kıymetli dili olabildiğince maharetli ve yetkin biçimde kullanma takıntısı üzerinden, onu bir milletin en nazik ve yüce değeri olarak kıymetlendirmek üzerinden, hadi onu da geçtim en azından, bağlaç olan de/da’nın ayrı yazılması gerektiğini bilmek üzerinden de tanımlanabilir; keza muhafazakârlığın da en basitinden, “muhafaza etmek, “evdeki baba yadigârı eski koltuğu, ağacı, şehri muhafaza etmek”, “talan etmemek”, “çalmamak”; ahlakın ve vatan sevgisinin ise yine en basitinden, “bir işi hakkıyla yapmak”, “kandırmamak-aldatmamak”, “mış-miş gibi yapmamak” olarak da tanımlanabileceği gibi.
Dönelim başa. Politizasyon, gündelik yaşamın melez tanım ve pratiklerindeki bu göreceliği, durumsallığı ve çeşitliliği kırar; yerine sabit ve tözcü kurumsal tanımlar, esnemesi güç (ve yasak) kategoriler ikame eder (Hoca budur, Müslüman şudur, vatansever budur, tartışmayalım lütfen, ne? Halen konuşuyor, atın bunu içeri). Politizasyon bu anlamda fikri bir polarizasyondur da. Diğer bir ifadeyle, şuradan: “tamam solcular öyle de, bizim hoca öyle değil”, “şerefiz Kürtler ülkeyi bölecekler ama bizim gelin ve ailesi öyle değil”, “tamam çok inançlı değil ama Allah için dürüst, vicdanlı adam”, “bizim komşu kapalı ama çok modern görüşleri de var”, “ben de karşıyım bir askerle evlenmesine ama buradakiler gibi değil bizim damat”tan, şuraya geçilir: “bunların topu böyle, hatta bizim hoca ve gelin de dâhil”. Kurumsal tanımın, gündelikçi ikizi üzerindeki zaferidir artık söz konusu olan, yaşamın kendisi total bir kuruma, hatta bir aygıta dönüşür yavaş yavaş, gardiyanlarıyla, silindirleriyle. Komşu komşuyla kavga eder, araya husumet girer, TEM’i gönderir sabahın köründe: “İyi günler bir vatan haini varmış burada? Öyle mi? Ben mi? Hani biz de imza atmıştık ya, şu müstemleke aydınları…
* Bu yazı, 19 Şubat 2016’da Press Haber’de yayımlanmıştır.
Levent Ünsaldı