7 Aralık 2014 Pazar

Huo Rf: 'Gizemler soru sorduruyor; düşündürmek ve cevaplamak güzel'



Mümkün olan kapı açandır. Mümkün olanla açılan kapılar bilinmeyen denizlere, seslere, dokunuşlara yolculuktur. Ressam Huo Rf bizleri mümkün olana taşıyor. Onunla yeni sergisi ‘Mümkün’ü, sanata bakış açısını kısacası her şeyi konuştuk.
Huo Rf (Fotoğraf: Beril Bozdere)
 - Huo Rf isminin hikâyesini bize anlatır mısınız? 
Dört yıldan uzun süredir Taner Ceylan ile çalışıyorum. Sanat üzerine bildiğim çoğu şeyi Taner Bey sayesinde öğrendim ve algımın açılmasını sağladı. Okulda gördüğünüzden bambaşka bir sanat dünyası var. Düzenli bir iş ve eğitim ilişkimiz var. Annem ve babamın bana uygun gördükleri resmi ismim Taner Ceylan ile çalışıyor. Huo, benim adımın ve soyadımın baş harflerinden oluşuyor. Rf ise sanatçı adımın uzantısı, uzun bir süre sanırım kimseyle paylaşılmadan, bir sır gibi kalacak. Gizemler soru sorduruyor; düşündürmek, soru sordurmak ve cevaplamak güzel. 
 -Bugüne kadar hangi sanatsal projelerde yer aldınız? 
Lisede ve üniversitede güzel sanatlar resim bölümlerini okudum. Meksika’da, Polonya’da, Bulgaristan’da ve Çin’de uluslararası sergilerde çalışmalarım sergilendi. Benim için en heyecan verici proje, geri dönüşleri, tepkileri beklediğimizin çok üstünde olan Signs Of Time’ı (Zamanın İşaretleri)  Hatice Utkan ile kurmak oldu. Zamanın İşaretleri’ni 2012 yılının Kasım ayında kurduk ve bu yıl 3. sergimiz Başı Balkonda Dünyaya Ters’i açıyoruz. İlk kişisel sergime gelene kadar grubum ile üç sergiyi geride bıraktık. Beraber üretim ve sergilemenin gücüne inanıyoruz ve kolektif çalışmaya devam ediyoruz.
 -Gelecek serginizin ismi: ‘Mümkün’.  Neden ‘Mümkün’?
İnandığımız, istediğimiz, dilediğimiz her şeyi yapabilmek için: Mümkün. 
- ‘Mümkün’ adlı serginizdeki eserleri yaratırken hangi materyalleri kullandınız? 
Klasik materyal olarak, tuval üzeri yağlıboya, çalışmalarımın hepsi diptik. Boya resimlerimin yanlarında ise resimlerimle aynı ölçülere sahip düz ve parlatılmış bakır levhalar görüyorsunuz. 
 - Serginizde Ceylan Ertem’in ‘Kaçıncı Yarın’ adlı şarkısının müziğini kullanacaksınız. Serginizin müzikle ilişkisini açıklar mısınız?
Resim yaparken genelde bir playlist değil, tek bir parça dinliyorum. Bazen sözleri duymazsınız, bazen müziği duymazsınız sadece hissedersiniz. Sözü müziği Ceylan Ertem’e ait olan bu parçanın çalışmalarımı desteklediğini ve kişisel olarak resmimle aynı tonda olduğunu düşünüyorum. Yani birbirini destekleyen iki iş gibi düşünebilirsiniz. 
- Paul Cezanne: “Gözleri ilk kez görmeye başlayan bir körün gözünü açması gibi, sanat yapıtından gözlerini açmasını bekliyorum” demişti. Cezanne’a katılıyor musun? Bir sanat yapıtından beklentiniz nedir?
Sanat yapıtlarıyla yönlendirme yapabileceğimizi düşünmüyorum. Bu sebeple bir beklentiye girmedim hiç. Yalnız çok çok iyi sanatçılardan sadece daha da iyi çalışmalar bekleyebilirim. Cezanne’a dönecek olursam, sanat tarihinde çok ciddi rol oynamış benzersiz bir ressam. Bazı sanatçıların söylediği cümlelere teslim olabiliriz. Ben, sanat yapıtının ruhuma hitap etmesini istiyorum. Yaşadığımız yerkürede çok güzel şeyler var ama diğer yanda çok da acı var. Eleştirel sanat yapıtlarını bambaşka bir gözle inceliyorum, romantik veya esprili işleri ise daha başka. Dediğim gibi tek bir potada eritemiyorum, çok karmaşığım bu konuda.
- Başka bir ressam Klee ile devam edelim. Klee diyor ki; “Ben görünürün resmini yapmıyorum, görünür kılıyorum.” Siz neyi görünür kılıyorsunuz? 
Klee’ye daha yakınım sanırım. Ben bütün karmaşamı, yaşadığım toprağı, sevgilimi, kedimi, komşumu, seyahatimi, kavgamı maddeleştirmeye gayret ediyorum. Duyguya çok önem veriyorum. Bir eseri incelerken, direkt görsel olarak iletişime geçip geçemediğimi sorguluyorum. Başlık altında incelemek istemem ama sorunuz üzerine duygum diyebilirim.
İlker Cihan Biner

5 Aralık 2014 Cuma

Ama Kitabı Daha Güzeldi

Genellikle, sinemaya uyarlanan edebi eserler hakkında aynı tepkiyi veririz: "Kitabı daha iyiydi." Bu çok anlaşılabilir bir durumdur. Bir kitabı okurken zihnimizde kurduğumuz görsel dünya ile yönetmenin kurduğu dünya arasında belirgin farklar oluşur (normal olarak.) Kendi kurduğumuz ve hiç sınırlılık içermeyen bir dünya ile yönetmenin sinemanın imkanları dahilinde kurduğu görsel dünya kanımca kıyaslanamaz bile. Zaten insanlar kendileri için kutsal saydıkları kitapların sinemaya uyarlanmasına genelde karşı çıkar, yine aynı şekilde kitabın sinema versiyonundan hiç bir şekilde hoşlanmazlar. Bu uyarlama çabalarının yaratmış olduğu başka bir sorun ise; kitabı okumadan sinema uyarlamasıyla karşılaşanların görsel dünyalarını artık filmin oluşturmuş olması. Tolkien'in Yüzüklerin Efendisi kitabını henüz okumayanlar için Gandalf artık Ian Mckkellen'dir ya da David Fincher'in Chuck Palahniuk'un kült eserinden uyarladığı Dövüş Kulübü'ndeki Tyler Durden artık Brad Pitt'tir.


Sinema ve edebiyat arasında ilişkinin tarihi, sinema kadar eskidir. Yedinci sanat olarak kabul edilen sinema, varoluşunu bir anlamda diğer sanat dallarından aldığı anlatım teknikleri, biçimleri ile oluşturmuştur. Sinema, bünyesinde resimden heykele hatta dansa varana kadar birçok farklı sanat dalını barındırır. Fakat sinema, bu sanat dalları içinden en yakın bağını hep edebiyatla kurmuştur. James Monaco bu durumu şöyle açıklar: "Sinemanın anlatı potansiyeli öylesinedir ki, en güçlü bağını resim hatta tiyatroyla değil romanla kurmuştur. Hem filmler hem de romanlar çok ayrıntılı uzun öyküler anlatırlar..." Sinema ve edebiyat ilişkisi, birbirlerine hem çok yakın, hem de zarar veren bir ilişki olarak tanımlanabilir. İyi yazılmış bir edebi metnin sinema perdesinde kusursuz olarak yansımama ihtimali vardır. Bununla beraber kült mertebesine erişmiş birçok roman uyarlamalarındaki başarısızlık da izleyicinin filmi güzel hatıralar ile anmamasına sebep olabilir ki, sinema tarihi bu örneklerle doludur. Bu durumun ana sebebi ise okuyucunun görsel dünyasıyla yönetmenin kurduğu görsel dünya arasındaki derin farklılıktır. 

Sinema ve edebiyat arasındaki farklardan biri de;  anlatım biçimi farklılıklarıdır. Sinemada yönetmen hikayesini seyirciye aktarırken bunu belirli bir zaman dilimi içerisinde yapmak mecburiyetindedir. Fakat yazar için bir zaman kısıtlaması yoktur. Yazar anlatacağı hikayesini istediği kadar uzatarak anlatabilir. Bununla beraber sinema, teknolojiyle de sıkı bağlara bir sanat dalıdır ve anlatım biçimlerini teknolojinin olanakları doğrultusunda yapar. Fakat bir romancının böyle kaygıları yoktur. Neticede hayal gücü sınır tanımaz.

Sinema ve edebiyat arasındaki temasın geçmişinin, sinema tarihi kadar eski olduğundan bahsetmiştik. Özellikle Hollywood'un endüstrileşmeye başladığı yıllarda birçok roman uyarlamasıyla karşılaşmaktadır. Bu durumun ana kaynaklarından biri; hiç kuşku yok ki kitabın barındırdığı ticari potansiyeldir. Çok satan bir kitap, sinemaya uyarlandığında benzer bir ticari başarı yakalama olasılığı muhtemeldir. Sinema tarihinde bu duruma örnek birçok filme rastlarız. Bugüne kadar Ernest Hemingway, Gabriel Garcia Marquez, Marcel Proust, Alexander Dumas gibi birçok yazarın eseri sinemaya uyarlanmıştır. Murat Belge sinema ve edebiyat ilişkisini en basit haliyle şöyle anlatır: "Edebiyatın önemli bir kısmı anlatıdır, sinema da sonuç olarak anlatı temeline dayanan bir sanattır."


Senaryo-Edebiyat ilişkisi
Sinema ve edebiyat ilişkisinin temeli,  bir anlamda sinemanın edebiyattan ödünç aldığı anlatım teknikleridir. Sinema, edebiyatın anlatım teknikleri ve hikaye kurgulama biçiminden etkilenip, kendine özgü yeni bir anlatım biçimine uyarlar. 

Sinemanın-özellikle popüler sinema özelinden gidecek olursak- ihtiyacı olan ilk şey, iyi bir hikaye ve onun üzerine inşa edilecek kusursuz bir senaryodur. Hollywod'un endüstri haline geldiği dönemlerde yapımcılar seyirciyi salonlara çekmek için iyi bir hikayeye ihtiyaçları olduklarını biliyorlardı. Bu sebeple yapımcıların, senaristlerin ve yönetmelerin kafalarını çevirdikleri ilk yer edebi eserler olmuştur. Geniş kitlelerce kabul gören ve klasik mertebesine ulaşan romanları sinema perdesin taşımışlardır. Bu durum sinema endüstrisi için bir anlamda ticari garantiyi de beraberinde getirmiştir. Sıfırdan bir senaryo yaratmak yerine hazır güçlü bir metni senaryo olarak tasarlamak bir anlamda kolaylıkta sağlıyordu elbette. Bugün Hollywood tarihine bakıldığında ödüllü filmlerin ya da klasik haline gelmiş filmlerin bir çoğunun roman uyarlaması olduğu görülmektedir. Bu başarının altında sadece para kazanma heveslisi, kurnaz yapımcılar yer almadığını söylemek gerek. Stanley Kubrick, Frances Ford Coppola gibi sinemanın ustaları sayılabilecek yönetmenlerin filmlerinin birçoğunun roman uyarlamasıdır. Özellikle bu yönetmenlerin yaptıkları uyarlamalar, hem kitabın fanatik okuyucusunu, hem de sıradan izleyiciyi tam anlamıyla tatmin etmiştir. Aynı zamanda filmden önce henüz kitabıyla tanışmamış olanlar için, kitabın, iyi anlamda reklamını da yapmışlardır.


Bu başarının sırrı Murat Belge'nin de dediği gibi olmuş olabilir: "Belki de mesela o yönetmen, o sinemacı onun gördüğünden, bulduğundan daha iyi, daha ilginç, çok güzel olabilecek bir şey bulmuş olabilir." Kubrick ve Coppola gibi çok önemli yönetmenlerin uyarlamalarının zaman zaman eserin etkileyiciliğini aşmıştır da. Coppola'nın, Mario Puzo'nun kitabından uyarladığı Baba filmini hatırlarsak mesela, Coppola'nın ortaya çıkardığı film  o kadar güçlüydü ki, eser neredeyse ikinci planda kalmıştır. Bu da Coppola'nın eseri yorumlamadaki başarısıdır bir anlamda. Yine Coppola'nın metni sinema perdesine uyarlarken kurduğu görsel dünyanın kusursuzluğudur. Burada şunu da belirtmek gerekmekte sanırım; bir roman sinemaya uyarlanırken, kitabın sinema diline yakınlığı da gözetilmelidir. Gabriel Garcia Marquez gibi, Jack Kerouac gibi yazı dilleri çok katmanlı olan yazarların eserlerini sinema diline çevirmek çok zahmetlidir ve elbette başarısız olma riskini taşımaktadır. Walter Seller'in geçtiğimiz sene sinemaya uyarladığı, Kerouac'ın kültü kitabı Yolda'nın başarısızlığı bu duruma iyi bir örnek olabilir. Kerouac'ın çok katmanlı dili, çok karakterli hikaye örgüsünü tam anlamıyla uyarlamak çok zor haliyle... Seller'ın özellikle senaryo aşamasında çözemediği filmi eksik ve başarısızı kılmıştır. Burada şunu da belirtmek gerekir; sinemada iyi bir edebiyat uyarlamasının en önemli kıstaslarından biri de yönetmenin yazarın dünyasıyla, hatta yazarın kendisiyle kurduğu yakınlıkta yatıyor. Sellers'in birçok röportajında beat kuşağı edebiyatıyla, Kerouac'ın eserleriyle çok yakın bir ilişkide olmadığını belirtmesi, filmin başarısızlığındaki diğer sebeplerden biri sayılabilir. Bu noktada Adalet Ağaoğlu'nun şu açıklaması zihin açıcı olabilir: "Sinema edebiyatın kapısını çalacaksa; yazarın seçimlerine, hayattaki duruşuna, sanat anlayışına, duyarlılıklarına saygılı olmak zorundadır. Tersi manevi hakların ihlali kapsamına girer." Bu duruma verebilecek en iyi örnek iflah olmaz bir Tolkien hayranı olan Peter Jackson'ın Yüzüklerin Efendisi serisi olabilir. Tolkien'in dünyasına, metinlerine hakim ve hayran olan Jackson'ın seriyi sinema uyarlaması neredeyse kusursuzdu. 

Bununla beraber, günümüzde sinema ve edebiyat birbirine anlatım dili hiç olmadığı kadar yakınlaşmış gözüküyor. Bu tanıma en uygun yazar ise kanımca Dan Brown'dur. Kitapları dünya çapında büyük satış rakamlarına sahip Brown, bütün romanlarını sinematografik bir üslupla yazmakta. Yalın, akıcı bir dil ve senaryo mantığına yakın bir şekilde kurduğu diyaloglar ile kitabı okurken zihnimizde hep bir Hollywood filmi içerisindeymiş hissi yaratıyor. Zaten Da Vinci şifresi bütün dünya da çok satanlar listesinde uzun süre yerini koruduktan kısa bir süre sonra sinema perdesinde  kendine yer bulmuştu. Filmin yönetmeni Ron Howard ve senaryo ekibi, Dan Brown'un metnine farklı bir yorum getirmekten çok, kitabın bütün sayfalarını neredeyse tek tek senaryoya aktarma yolunu tercih etmişlerdi. Bu tercihleriyle film ve kitap arasında büyük yorum farkı ortadan kalkmış olmuştu. Film her ne kadar müthiş bir uyarlama olarak görülmese de, kitabın okuyuculara sunmuş olduğu keyifli vakit geçirme vaadini başarıyla yerine getirmişti. Elizabeth Gilbert'in Ye Dua Et Sev kitabı ve Stepheni Meyer'in Alacakaranlık serisi de benzer şekilde sinemada büyük gişe başarıları elde etmişti. Burada dikkati çeken nokta ise; bir dönem sinemanın sırtını yasladığı edebiyatın, artık günümüzde tam tersi bir konuma gelmesidir. Artık sadece sinema için yazılan romanlarla karşılaşmıyoruz. Yayınevleri de artık sinemaya uyarlanan eserlerin kapaklarını, filmlerin afişlerinden esinlenerek oluşturuyorlar. Hatta Türkiye'de bazı yayınevleri kitap kapağının arkasına filmin künyesini bile koymakta. Edebiyatın sinemaya yakınlaşması sadece bu örneklerle de kalmamış. Matrix'den ya da Speilberg'in Er Ryan'ı Kurtarmak filmden esinlenerek yazılan romanlara da rastlamaktayız. Elbette bu durumun popüler anlatı ve kültür endüstrisi için geçerli olduğunu söylemek lazım. Bir takım ticari kaygılar, kitapları ve filmleri birbirine yakınlaştırmış gözükse de nitelikli sanat yapıları için bu denli keskin dönüşümler ya da etkileşimler olduğu söylenemez.

Sosyal Medya  ve Kitap İlişkisi
Son bir kaç yıldır hayatımıza müthiş bir hızla giren sosyal medya, hiç şüphe yok ki birçok alışkanlığımızı değiştirmiş durumda. Bu değişimlerin başında ise okuma ve izleme pratiklerimiz geliyor. Özellikle Facebook ve Twitter'ın yaratmış olduğu bir değişim bu... Twitter'da 140 karakterle yazışma kültürü ya da Facebook'ta akıllı telefonlarımız yardımıyla, son sürat haber akışı takip etmenin yaratmış olduğu yeni bir okuma biçimi oluşmuş durumda. Bu son sürat hıza tam anlamıyla alışmış bünyeler, haliyle kitapta, sinemada benzer hızları arıyorlar. Türkiye'de özellikle Nuri Bilge Ceylan'ın filmleri için çok yavaş ve sıkıcı tanımı yapılması ya da Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ının çok karmaşık ve bitirilmesi zor bir kitap olarak adlandırılması bu tanıma örnek teşkil edilebilir. Sosyal medyanın getirmiş olduğu hızla birlikte, artık yetişmemiz ve sürekli bir takip etmemiz gereken bir dünya var. İzlenecek filmlerin ya da okunacak kitapların çok zaman almaması, bir an önce tüketilmesi beklenmekte. Son zamanların en çok ilgi gören yazarlarından biri olan Murat Menteş'in bir röportajında söylediği gibi: " Romanı saatte 300 km. hızla giden bir spor araba gibi tasarlıyorum." sözü bu duruma örnek bir bakıma. Murat Menteş'in kitaplarındaki aforizmalarla dolu ve yalın, akıcı dilinin genç okuyucu tarafından karşılılık bulması, en önemlisi de bir çırpıda okunup bitirilmesi bu anlamda önemlidir.


Sosyal medyada, özellikle Twitter'da insanların sıklıkla aforizmalar paylaşmaları da önemli bir duruma işaret etmektedir kanımca. Karmaşık ve çok katmanlı bir şekilde yazılmış bir kitabın tamamını okumaktansa, o kitaptan yapılan bir alıntı çok daha önemli bir hale gelmiştir. Sosyal medya hesaplarımızda inşa ettiğimiz avatarlar için çok  önemlidir o aforizmalar. O sözün paylaşılmasındaki ana dürtü, bir anlamda; cümlenin barındırdığı edebi derinlikle birlikte, paylaşan kişinin ruh hali ya da vermek istediği mesajla ilgilidir. Zaten aforizmaları paylaşanlar için o cümleyi kimin söylediğinden çok, esas olan  cümlenin ne kendisi için ne ifade ettiğidir. Bu bağlamda, insanların uzun uzun paragraflarla, karmaşık hikaye örgüleriyle pek ilgilenmedikleri, hatta bunları okumak için zamanları olmadığı söyleyebiliriz. Çeşitli sosyal platformlarda uzun metinler için kullanılan "özet geç" talebi bu tavrın en belirgin göstergelerinden biridir. Bu yalnızca edebiyatta karşımıza çıkan bir trend değil, aynı zamanda haber diline de yansımış bir olgudur. Foto haber gibi görselin büyük, yazının az olduğu haberlerin ilgi görmesi, haber metninin özetinin daha dikkat çekmesi, sosyal medyanın okuma alışkanlıkları üzerinde yapmış olduğu değişimlere örnek gösterilebilir.

Bununla beraber, sosyal medyanın getirisi olan bir başka özellikle ise artık okuyucunun pasif durumdan aktif duruma kayması. Twitter'da zekice yazılmış iletilerin çok dikkat çekmesi, kendi fenomenlerini oluşturması ya da bloglarında yazdıkları yazılarla meşhur olup kitap çıkarmış yazarlarla karşılaşmamız doğal artık. Sosyal medya her anlamda okuma ve yazma pratiğimizi değiştirmiş durumda. Geçtiğimiz senelerde, Twitter'da 140 karakterle hikaye yazma çabaları da bir anlamda bu değişime örnektir. Sosyal medyada oluşan bu yeni dünya, yazma pratiklerimizden edebiyata ya da genel olarak sanatın üretim biçimlerinden tüketim biçimlerine varana kadar değişimi zorunlu kılmıştır. Genç yazarları internetten arayan yayınevleri, çekmiş olduğu kısa filmlerle sosyal medya sayesinde meşhur olan genç yönetmenler, bu yeni duruma iyi birer örnek teşkil etmektedir.
Neticede yukarıda da belirttiğimiz gibi sinema ve edebiyat ilişkisi sinema tarihi kadar eskidir. Edebiyat anlatım tekniği olarak sinemayı etkilemiş, onun hikaye anlatım biçimlerinin derinleşmesini sağlamıştır. Sinema her zaman için iyi, orjinal senaryoya, hikayelere ihtiyaç duyacaktır. Bunun için de, bir gözü her zaman edebiyatta olacaktır. İkisi arasındaki bu ilişki hiç bitmeyecektir bir anlamda. Fakat burada önemli olan nokta sanat ürünlerine nasıl yaklaştığımızdır. Kültür endüstrisinin, ticari kaygıları ön plana çıkarıp, kitapların içeriklerini boşaltıp, salt eğlencelik haline getirmesi hem yapıtların kendisine zarar vermekte, hem de sinemaya zarar vermektedir. Diğer taraftan kitaba aşkla bağlanan, onu en iyi, en kusursuz şekilde sinemaya aktaran sinemacılar ise hiç kuşku yok ki o edebi esere olumlu katkılar yapacaktır. Sonuç olarak sinemada karşımıza çıkan her kitap uyarlamasında sanırım aynı cümleyi tekrar edeceğiz: " Ama kitabı daha güzeldi." Neticede insanın hayal dünyası kadar zengin bir şey yoktur kanımca.

Can Öktemer
* Bu yazı, Lacivert Dergisi'nin Mayıs-Haziran 2014 tarihli, 57. sayısında yayınlanmıştır.

28 Kasım 2014 Cuma

Acının Biletsiz Seyri: Fotoğraf


Barışı, huzuru, normalliği sağlamak için dahi savaşa başvurulan bir çağda savaş; hiç kuşkusuz bir meslektir. Ulus-devletleşme sürecinin ve resmi tarih tezlerinin cilaladığı ‘hafıza’ ise bu pazarda kendisine yeniden/evrilerek yer bulan bir ürün. Bir meslek olarak savaş; intikam, cihad, savunma, huzuru sağlama gibi iddialarla yola çıksa da, tohumu hafıza, mahsulü yıkımdır. Hafızaya da, yıkıma da elbet bir kaydedici gerekmektedir. Bu kayıt araçları, fotoğraf, video gibi görüntü bombardımanının tüm hayatımızı kuşattığı bir çağda, günlük yaşamımızın olağan parçalarıdır. Savaşa dair görüntüler, akşam ailece yemek yenen odaların istenmeyen konuğu, bu anların fotoğrafları bol ödüllüyken, bizler de meşrebimizce duacısı, bedduacısı, analizcisi; Susan Sontag’ın Başkalarının Acısına Bakmak’ta tanımladığı gibi esasında dikizcileriz.

Başkalarının Acısına Bakmak, Susan Sontag’ın Oxford Üniversitesi’nde Uluslararası Af Örgütü Konferansı’nda yapılmış konuşmalarının derlemesi. Açılışı Virginia Woolf’un Three Guinas’ına atıfla fotoğrafa bir kadın, entelektüel, yazar olan Woolf’un gözünden bakıyoruz. Woolf, kendisine savaşın nasıl durdurulacağı hususunda fikrini soran bir avukata cevabına, “Biz” diyerek başlıyor ve kadınların hiç dillendirmediği ve esasında bir erkek oyunu olan savaşın iğrençliğinden bahsedip “Siz, bayım, o fotoğraflara dehşet ve tiksintiyle bakın” diyerek beklenmeyen öfkeli bir giriş yapıyor. Sontag ekliyor: “Konu başkalarının acılarına bakmak olduğunda, ‘biz’ asla cepte keklik sayılmamalıdır.”
Susan Sontag-Başkalarının Acısına Bakmak
Dehşetin kaydı

Resim, dehşeti yansıtması itibariyle hikâyeyi, akımı, asgari de olsa tarihi bilmek geçerli olduğunda fotoğraf kadar sarsıcı bir araçtır. Sözgelimi Artemisia Gentileschi’nin genç yaşında uğradığı tecavüz ertesinde yaptığı resimlerde, bir erkeğin kadın/kadınlarca infaz sahnesinin canlandırılması – bu infaz, modern ve can alıcı keskin gereçlerle değil, kaba el aletleriyle gerçekleştirilir- yahut pek çok kimsenin bildiği Guernica  yahut Sontag’ın yapıtında bahsi geçen tüm o heykel ve resim sanatında öne çıkan infaz, savaş canlandırmaları daha mı az sarsıcıdır? Hikâyesi itibariyle gerçeğe dayanan bu yapıtlar, kuşkusuz sarsıcıdır; lakin Sontag’ın da belirttiği gibi, resimde “sanatçının el hüneri” vardır. Fakat fotoğraf, konu itibariyle savaşın ve dehşetin fotoğrafı anın kaydedicisidir ve özne, bizim gibi kanla, canla var olmuş kimsedir. Dikizciyi sarsan ilk etmen, tüm yan kimliklerden öte; kendi türünün acısına bakmaktır.
Judith Slaying Holofernes, Artemsia Gentileschi, 1611-1612
Savaş Fotoğrafçılığı

Ernst Jünger der ki: “Düşmanı bir anlığına durduran ölümcül bir silah ile büyük bir tarihsel olayı en ince ayrıntılarına kadar korumaya çalışan fotoğraf makinesi aynı aklın ürünüdür”. Susan Sontag’ın meşhur savaş esteti Jünger’den aktardığı bu cümle, fotoğrafın tüm görsel sanatlar içerisindeki biricikliğinin taahhüdüdür ve fotoğraf öncesi görsel sanat ürünlerine yüklenen önem ve özen, fotoğraftan elbette esirgenemez. İkinci Dünya Savaşı esnasında, Leica isimli meşhur fotoğraf makinelerinin üretim alanının –ısıtılmaya bırakılmış merceklerin- zarar görmesinden duyulan endişeden dolayı, Westlar eyaletinin askerlerce daha hafif araçlarla geçilişi buna örnektir.  Sontag’ın ahlaki olarak derinden sorguladığı ve savaş turistleri olarak adlandırdığı savaş fotoğrafçıları, bir kayıt vazifesiyle dehşeti kaydeden seleflerine nazaran ürünlerinin çoğaltılma, medyada yer bulma gibi avantajlar ve bir dezavantaj olarak dehşete tanıklık etme cüretlerinin yüceltilmesi vesilesiyle şöhretten nasiplerini almışlardır.

İspanya İç Savaşı’na kadar piyasaya sürülen savaş fotoğraflarının çoğu isimsizdir ve taşınabilir fotoğraf makinelerinin bu denli yaygınlaşmadığı dönemlerdeki ilk fotoğrafların pek çoğunun kasti tasarlandığı, malzemeleriyle oynandığı –sonraki dönemlerde anlaşılmışlardır- bugün bilinen bir gerçektir. Robert Capa’nın meşhur ‘Düşen Askeri’, bunların en bilinenidir. Sözgelimi Beato’nun meşhur ‘Sikandarbagh Sarayı’ fotoğrafı; zafer sarhoşu Britanyalı askerlerin Sepoy savunmasında esir düşen Hintlileri süngüden geçirip avluya yığması - burada bir çeşit estetik gözetilmiştir- sonucu çekilmiştir. aynı şekilde ‘1945 Reichstag Zaferi’nin Yevgeni Khaldei tarafından çekilen fotoğrafı, Sontag’ın da aktardığı üzere bir mizansendir. Fotoğrafın aslı, kolları öldürdüğü Nazi askerlerinden aldığı saatlerle dolu olan Gürcü bir Sovyet askerine aittir, bu estetik ve ‘ahlaki’ görülmemiş olacak ki, bir mizansen daha münasip görünmüştür.
Beato'nun Sikandarbagh Sarayı fotoğrafı
Eddie Adams’ın çektiği belki  savaş fotoğraflarının de en çarpıcılarından Vietnamlı bir polis şefinin (Nyugen Ngoc Loan) şüphelendiği genci beyninden vururken çekilmiş infaz fotoğrafı bizzat fotoğrafçı için sahnelenmiştir, zira infazlar bu şekilde fotoğrafçıların objektifleri önünde işlenmiyordu.  Bir benzeri olarak, Çanakkale Savaşı’nda Seyit Ali Onbaşı’nın 275 kiloluk top mermiyi sırtladığı gözlenen fotoğraf savaşın bitiminden bir gün sonra tekrar çekildiği bilinen bir gerçektir.
Nguyen Van Lem, Nguyen Ngoc Loan tarafından öldürülmeden hemen önce.

Yemek masasındaki İntifada

Sontag’ın sorduğu soruyla başlamak icap ederse; “Savaşın ve dehşetin yüzünü sergileyen fotoğraflara bakmaya ne kadar dayanabilirsiniz?” Gerçekten dayanamıyor muyuz? Sontag, hususi olarak savaş fotoğrafçılarının ‘gerçeğin’ o iç kanırtıcı temsili uğruna yaptıkları bir yana, birer dikizci olarak bizlerde parçalanmış ve bozulmuş bedenleri sergileyen pornografik –bir dereceye kadar- görüntülerin uyandırdığı şehevi duyguları da anımsatır. İstediği kadar gerçeğin temsilini yaratmaya çalışsın; savaş, aksiyon, gerilim filmlerinde kesik bedenler, kana bulanmış insanlar ve savaş sahnelerini –elbette görece- konforla izleriz ve patlamış mısırımızı yeriz. İçimizi rahatlatan, onun bir ‘kurgu’ olduğudur. Aynı hatta belki daha az kanlı “gerçek” savaş görüntülerini izlerken, fotoğrafına bakarken, bu konfor yerini hiç değilse huzursuz edici bir sessizliğe bırakır. Fotoğrafın yükü tam da buradadır, fotoğrafçı ne kadar çarpıtırsa çarpıtsın insan elinin deklanşör dışında dokunamadığı o gerçekliktir rahatsız edici olan ve pause tuşu yoktur savaşların.

Türkiye’de kesintisiz olarak bir savaşın televizyondan geniş kitlelere sunumu Birinci Körfez Savaşı, İntifada, Bosna Savaşı’yla sırasıyla yaygınlaşmıştır. ‘80 neslinin rahatsız edici çocukluk hatıraları arasında bu savaşlar, çocukken akşam yemekleri eşliğinde izlenen sarsıcı görüntüler yığınıdır. 2000’lere gelindiğinde, kabaca İkinci İntifada, Güney Osetya Savaşı, Suriye Savaşı olarak bu seri devam etmiştir. Yemek masalarımızda cereyan eden bu savaşları izlemek, yani başkalarının acılarına bakmak bizim için “hâlâ” dayanılmaz mıdır? Kuşkusuz halen sarsıcıdır, sempati duyabildiğimiz, empati yapabildiğimiz ölçüde. Fakat Sontag, bize acının ve onu izlemenin alışılabilir bir şey olduğunu da anımsatıyor, zira insan uyumlu bir canlıdır ve bu sürekli uyarılan görsel hafızanın artık aralıklı/ilki kadar sarsıcı olmasına imkân var mıdır? Bu, bir sigara tiryakisi için sigara paketlerinin üzerine konulan akciğer kanseri bir hasta, solunun sorunu çeken bir bebek, cinsel istekleri azalmış bir çift fotoğrafları sigarayı bırakmak için ne kadar etkili olabildilerse o denli etkilidir.  Bunun yanı sıra elbette duyarlılığı yozlaştırmadan uyanık tutmak da mümkündür, her hafta kilisede gördüğü ve çarmıha gerilmiş İsa’yı gören bir mümin için, bu, daima iç acıtıcı, minneti anımsatıcı bir tasvir olabilir. Acıya, onu izlemeye alışmak, tıpkı bıçak gibi nasıl kullandığımızla alakalı.

Fotoğraf-Kimlik

Fotoğraf bir sözleşmedir. Gerçekliği bozmamak koşuluyla, güzeli yansıtmasını istediğimiz bir sözleşme, güzellik gerçeklikten baskın gelirse bizler başkalarının acılarına bakarken gerçekçi olanı yeğleriz. Fotoğraf, Ara Güler’in de söylediği gibi, sanattan çok tarihtir. Objektifin nereye doğrulduğu, nereyi görmezden geldiği önemli olmakla birlikte karede çıplak bir gerçek vardır ve onu reddetmek olası değildir. Hafıza tetikleyicisi, saklayıcısı olarak fotoğraf; Yahudilerin Holocaust, Ermenilerin 1915, Kürtlerin maruz kaldıkları kıyımlar, Türklerin Çanakkale Zaferi, İspanya İç Savaşı, İkiz Kulele ’in bombalanması gibi her bölge-kimlik uyarınca, çeşitli ülkelerde, şehirlerde sergilenmekte ve bir hafıza merkezi işlevi görmektedir. Bununla birlikte, pek çok sivil toplum örgütü, resmi tarih tezlerinin yanlılığını ve başkalarının acılarını ortak bilince dâhil etmek için benzer bir yolu izlemektedirler.

Elbette fotoğrafa bakan, fotoğrafı çekilen kimselerin kimlikleri de asla önemsiz değildir. Sözgelimi Türkiye’de, ana-akım medya öldürülen Kürt gerillaların fotoğraflarını kahramanlıkla manşetten sergilerken, hemen akabinde televizyonlarda acıklı bir slayt eşliğinde şehit  olan Türk askerlerinin fotoğrafları -askerin ağlayan çocuğu, Türk bayrağına sarılı tabut, eşinin acı içindeki fotoğrafı/görüntüleri, ailesinin vatansever cümleleri- mümkün olan en sarsıcı nefret ve sempati hislerini uyandırmak için kaba bir özenle seçilir.

Evrensel boyutta ise, açlıktan ölmek üzere olan Afrikalı bir çocuğu bir ‘beyaz’ olarak izlemek, yanı başında duran akbabayı görmek, sorumluluk hissinin sarsıcı iğnesidir. Çünkü bizler, Afrika için bir şeyler yapma ‘kudretine’ sahip kimseler olarak, hiçbir şey yapmamışızdır, yahut yaptıklarımız yetersiz kalmıştır. Siyah, egzotik, daima kırımlar ve açlıklarla savaşan bu kimselerin fotoğrafı, artık içimizi kaldıracak denli sarsıcı olmalıdırlar ki, dikkatimizi çekebilsinler (Bir hayvanın dışkısını yiyen çocuk fotoğrafı, bir rahibin elinde kuru bir dal gibi duran Afrikalı çocuk fotoğrafı vb.).

Bunun yanı sıra, ana-akım medyanın bizde sürekli güçlendirdiği duyarlılıklarımız –bölgesel ve kimliksel faktörlerle değişkendirler- vardır ve bu duyarlılıklar bir araç olarak fotoğrafın sunumunda hayati önem taşır. Örneğin, Filistin’de öldürülen binlerce çocuk cesedinin fotoğrafları, Batı medyasında bomba seslerinden korkan ve ağlayan bir İsrailli annenin fotoğrafı kadar etkili olamamıştır.

Acının istismarı


Türkiye gibi taraf/tarafgirlik saflarının katiyen boş kalmadığı acıyı tanıma, kabul etme, özür dileme gibi kavramların çokça sorunlu olduğu ülkelerde fotoğrafın bir başka işlevi de - başlıca işlevlerinden biridir- propagandadır.
Van Depremi'nde enkaz altında aldığı yaralar sebebiyle hayatını kaybeden Yunus Geray'ın sembol haline gelen fotoğrafının, 2012 AK Parti Van İl Kongresi'nde Recep Tayyip Erdoğan'a takdim edilişi.
Sontag’ın kaydı ile kitlelere ulaşma, sessizliği kırma noktasında fotoğraf, ilk olarak Bosna Savaşı sırasında uluslararası basının ve yardım kuruluşlarının ilgisini bölgeye çekerek rüştünü ispat etmiştir -müdahaleler elbette tartışmalıdır. Tahrir ayaklanmaları, Arap Baharı, Ukrayna ve Yunanistan’daki ayaklanmalar, Gezi Süreci, Kobanê’de yaşanan olaylar boyunca sunumu internet odaklı, ana-akım medyanın ilgisine mazhar olamayan/kısıtlı yer bulan çeşitli kitlesel olaylar, internette bir dalga gibi yükselmiş ve neticede ana-akım medyayı sessizliğini kırmaya zorlamış, uluslararası basına ulaşabilmiştir. Fotoğrafa kimlikle bakmak ise,  dezenformasyon ve propagandayı da beraberinde sürüklemekte  ve fotoğrafa yüklenen ‘tanıklık etme, tarihi dondurmak’ düsturu yerini, çokça kitlesel/kişisel/kimliksel hınçların haklılık belgesi olmaya bırakmaktadır. İnternet gibi ana-akım medyanın sansürcü, taraflı otoritesine alternatif olarak sunulan ‘özgür’ mecraların bile bir çeşit oto-sansüre tabi tutulduğunu ve dezenformasyona çok daha açık olduğunu biliyoruz.  Kişilerin, gazetecilerin ‘hür’ iradelerine ve sorumluluk bilinçlerinin insafına kalmış sunumlar, çoğu kez başkalarının acılarını bir propaganda malzemesi olarak kullanarak istismara açık bir konuma sürüklemektedir. Hatta öyle ki, bir başka yıkımın fotoğrafları –sözgelimi Tayland’da bir kaza fotoğrafının Gezi sürecinde polis şiddetini kanıtlamak maksadı ile sorumsuzca dağıtılması- güncel vakalar için araştırmaya tabi tutulmaksızın kullanılmaktadır. Savaşın ve yıkımın fotoğraflarının “savaşın gereksizliği, barışı sağlama özlemi”  gibi olumlu propagandaların bir saflık alameti olarak görüldüğü günümüzde fotoğrafın işlevi “unutmamak, anımsamak” –kitlelere yapılan kötülükler- başlıkları ile intikam ve hesap verilebilirlik öğelerini anımsatmaya yönelik olarak işlevselleştirilmiştir. Türkiye’de oldu bitti makus bir tarihi olan fotoğraf aracılığıyla başkalarının acısına bakmak, çoğu kez bir başkasını hesap vermeye çıkarılan açık bir davet olarak kalmıştır.

Gizem Asya Genç

23 Kasım 2014 Pazar

Bob Geldof'la Sözünü Sakınmadan

Türkiye'de müzik kitaplarına yönelik ilgisizlik bilinen bir gerçek. İlginç bir şekilde dünyayı kasıp, kavuran müzik kitapları Türkiye'de raflarda tozlanmaya bırakılıyor. Murat Meriç, bu durumun genel bir ilgisizlik olduğunu, yayınevlerinin para getirmediği için müzik kitaplarıyla ilgilenmediklerini, okuyucuların da ünlülerin hayatlarının daha çok magazinsel boyutlarıyla ilgilendiklerinden bahsetmişti. Bu saptamanın doğru olduğunu kabul etmek gerek. Türkiye'de rock müziğe bu kadar ilgi var denirken, müzik kanallarında klipleri dönen bunca rock grubu varken, rock müzik tarihine ilişkin, müzisyenlerin kişisel hatıralarına ilişkin kitaplara ilgisizlik gerçekten düşündürücü. Buna bağlı olarak, yakın zamanda yayınlanan Ahmet Ertegün'ün bir anlamda Rock'n Roll tarihinin anlatıldığı biyografisi, ne de Jimi Hendrix'in biyografisine yönelik okuyucunun yoğun bir ilgisi olmadığını söylemek mümkün. Bu durumun sadece okuyucu tercihleriyle alakalı olmadığını, başta kültür endüstrisinin yönlendirmeleriyle de alakalı olduğunu söyleyebiliriz.  

Bu meselenin ayrı bir yazı konusu olduğundan, tartışmayı şimdilik burada kesip, geçtiğimiz günlerde tesadüfü bir şekilde okuma şansı bulduğum, 1988 yılında İletişim Yayınlarından çıkan Bob Geldof'un "Hepsi Bu Mu" kitabı hakkında bahsetmek istiyorum. Kitap, Geldof'un çocukluk günlerini geçirdiği zorlu İrlanda günlerinden, Live Aid konserinin gerçekleştiği güne kadar yaşadıklarını anlatıyor. Bob Geldof'un bizzat kendisinin kaleme aldığı biyografisi, çocukluk hatırlarının haricinde arka fonda rock müzik tarihinin 60'ların sonundan 80'lere varan sürecini anlatması bakımından ilginç bir tarihsellik sunuyor.  Bıyıkları yeni terlemiş U2'un solisti Bono'yla da karşılaşıyoruz satırlar arasında, Roxy Music'den bütün çekingenliğiyle Bryan Ferry de, bütün karizmasıyla Bruce Springsteen de arz-ı endam ediyor kitapta. 


Bob Geldof, müzik tarihinin nev-i şahsına münasır müzisyenlerinden. İrlanda doğumlu, kendisi memleketinin bütün özelliklerini taşıyor; inatçı, lafını esirgemeyen biri. Bugün kendisini müzisyen kimliğiyle değil aktivist kimliğiyle hatırlıyoruz daha çok. Bilindiği gibi, 1985'te Afrika'da ki açlığa dikkat çekmek için düzenlediği ve bir çok ünlü grup ve müzisyenin katıldığı Live Aid konseri onu küresel bir kahraman haline getirmişi. Geldof, zaman içerisinde  dünyadaki bir çok politikacıyla bir araya gelip fakir ülkelerinin sorunlarına dikkat çekmişti. Bununla beraber müzik dışında Alan Parker'ın meşhur The Wall filminde başrol oynamış ve kaşlarını jiletle kestiği sahne akıllara kazınmıştı.

İrlanda Günleri 

'Hepsi Bu Mu?' Live Aid konseri sırasında, Bob Geldof'un konser sırasındaki artık ikonlaşmış fotoğraf karesindeki yumruğunu havaya vurma anıyla başlıyor. "Kelimler havada asılı kaldı. Kaskatı kesilmiş bir şekilde durdum, elim başımın üstüne kalktı, yumruğum, bilinçsizce, halkı selamlamak için sıkıldı... Bugün Afrika'nın her yerinde insanlar açlıktan ölüyor. Ve benim için, bu özel anda, yaşamın tüm ipleri bir tek elde, havaya kaldırılmış o elde toplanmıştı.". Geldof, kitap boyunca bütün samimiyetiyle anlatıyor yaşadıklarını. Bir rock  yıldızından beklenmeyecek şekilde,  kendisine dair en mahrem detaylara bile girmekten çekinmiyor kitap boyunca. Kendine güvensiz olduğunu üstünü ve fiziksel olarak çekici birisi olmadığını bütün açık yürekliliğiyle söylüyor. Anlatım tarzının da gayet edebi olduğunu söyleyebilirim. Zor bir çocukluk geçirmiş Geldof'un İrlanda hatırlarının olduğu bölümler, James Joyce'un kitaplarında ki öyküler kadar etkileyici. Zaten kitapta kendisi sıklıkla Joyce'a atıfta bulunuyor. Annesini erkek yaşta kaybediyor, kız kardeşi kan kanseriyle boğuşuyor-neyse ki bu hastalıktan kurtuluyor- babasıyla ilişkisi oldukça kötü ve ekonomik zorluklar çekiyorlar. Yaşamış olduğu bu felaketler dizisinden, kendisinden bir yaşam çıkarmaya çalışıyor, umudunu hep taze tutmaya çalışıyor. Kendisine bu konuda en büyük desteği müzik veriyor. Yağmur ve puslu havanın bir an olsun eksilmediği İrlanda'da kendisini hayata bağlan yek şey; radyodan dinlediği Little Richard parçaları oluyor. Blues efsanesinin gitarından dökülen notalar, Geldof'un ruhuna işliyor. Geldof o günleri şu cümleyle özetliyor : "İnsanoğlu en umutsuz durumda genellikle en iyi durumdadır. Fiziki olan her şey çirkin bir tutarsızlığa düştüğünde kör edici insani güzellikler ortaya çıkar."

Bob Gendof ve Rahibe Teresa
Bob Geldof'un hayatının tümüne sirayet eden inatçılığı ve umutsuzluğa karşı direnmesinin şifreleri sanki bu cümle altında yatıyor. Geldof'un çocukluğunda karşılaştığı hayatın soğuk yüzü, onun peşini gençliğinde de bırakmıyor. Başarısız bir öğrenci olan Geldof'un ilgisini en çok çeken küçük yaşta kanına giren rock müzik ve kitaplar oluyor. Geldof'un gençliği rock'n roll dünyayı kasıp kavurduğu yıllara denk düşüyor. Beatles'ın altını çağını yaşadığı, Rolling Stones'un, The Who'nun ortalığı kasıp kavurduğu yıllar. (Kendisinin o yıllarda en beğendiği rock grupları ise; Rolling Stones, Small Faces ve The Who'ymuş.) Zaten bu yıllarda eline gitar almaya başlıyor. Hayatındaki ilk  aktivist eylem olan, Nükleer Silahsızlanma İçin Güney Dublin Gençlik Kampanyası'na katılarak gerçekleştiriyor.

Kanada Günleri ve İlk Müzikal Çalışmalar

Bob Geldof, yatılı okul zamanlarından sonra İrlanda'da kalırsa sıkışmış olduğu çemberden kurtulamayacağı dürtüsüyle Kanada'ya gidiyor. Burada türlü işlerle meşgale oluyor. Rock gruplarının fotoğraflarını çekiyor, müzik dergilerine yazılar yazıyor, Beatniklerle geziyor, Allen Ginsberg'le tanışma şerefine eriyor. Hayatın içerisinde inatla tutunmaya çalışıyor, kendisine bir yön bulmaya çalışıyor. Onu müzik dünyasında başarıya götürecek Boomtown Rats'in kurulması ise bu zorlu dönemde gerçekleşiyor. Geldof, grubun ismini Woody Guthrie'nin kitabından esinlenerek buluyor. Geldof'un grubun ilk performans anını şöyle anlatıyor: "İlk saniyelerde tam bir panik vardı. Yanlış başlamış kiraladığımız P.A'den acayip sesler çıkmıştı. Toparlanıp kendimizi müziğimize verdik ve insanların dans ettiklerini gördüğümüzde inanamadık. Dans ediyorlardı ve bundan zevk aldıkları açıkça belliydi. İnanamıyordum. Bir grupta çalıyordum. Bu olağanüstü bir şeydi." Boomtown Rats, beklenmedik bir şekilde ünlü oluyor ve başarı basamaklarını hızlı bir şekilde tırmanmaya başlıyor.
Geldof, biraz  garip tesadüflerin adamı, çocukluğunda veya ilk gençliğinde rock grubu kurup ortalığı kasıp, kavurma hayalleri kurmuyor; onun hayatla mücadelesi hep ayakta kalmak olmuş. Bu süre zarfında müzikten yine para kazanamıyorlar ek iş yapmak durumunda kalıyor. Bu ekonomik zorluluğa rağmen, grubun ünü giderek yayılmaya müzik listelerinin üst sıralarını zorluyorlar. Grubun, ünlü olmaya başladığı dönemde dünyada 60'ların rock müzik etkisinin giderek etkisini yitirdiği, Punk müziğin ön plana çıktığı, Sex Pistols'un müzik listelerini alt-üst ettiği dönem aynı zamanda. Punk müzikten pek hoşlanmayan Geldof, dönemin müziği için hiç sözünü sakınmadan şu tanımlamayı yapıyor: "Joyce'un ana kuralını unutmuştum. Başarılı olmak için bir İrlandalının üç şeye ihtiyacı vardı: sessizlik, kurnazlık ve sürgün. İngiliz pop endüstrisinin saçmalıkları beni daha da aklı başında olmayan yorumlar yapmaya kışkırtıyordu." Boomtown Rats, Punk'ın hükümranlığı arasından sıyrılmaya çalışıyor. Geldof ve grup arkadaşları listelerde üst sıralara tırmanırken Sex Pistols ve Queen'le tanışma imkanı yakalıyor. Bu arada Geldof'un Sex Pistols üyelerinden pek hazletmediğini kitapta onun anlatımından öğrenmiş oluyoruz. 

70'lerin sonuna doğru, grup en başarılı dönemini geçiriyor. Gençliğinde ekonomik olarak zor günler geçiren Geldof'un müzikal başarısı gerçek bir başarısı hikayesine dönüşüyor. Tersanede, mezbahanelerde çalışmak durumunda kalan Geldof, Beatles efsanesi Paul McCarteney'le de tanışıyor. " O'nun Let it Be'de tekrar tekrar görmüştüm. Burada şimdi bana bir sabah Chessington'daki yatak odamda yazdığım şarkıyı soruyordu. İki yıl öncesine kadar et fabrikasında çalışıyordum."

The Wall 

Geldof'un müzikal başarısı ona başka kapılarda açıyor, kendisini bir anda film setinin ortasında buluyor. İngiliz yönetmen Alan Parker, O'nu Pink Floyd'un Wall albümünden uyarlanacak bir filmde başrolü vermek için arıyor. Geldof, ilk başta Pink Floyd'tan hoşlanmadığı için filmde oynamak istemiyor. Hatta grubu, bar solcusu olarak yaftalıyor. "Tamam konu kapandı. We don't need no education. Allah kahretsin, toplumsal bilinç hastalığına tutulmuş, milyoner pop şarkıcılar tarafından yazılabilir sadece. Bar, salon solculuğu." Bugün, halen müzik tarihinin en önemli gruplarından biri olarak kabul edilen ve el üstünde tutulan Pink Floyd elemanları için Geldof'un sarf ettiği sözler ise kitabın en ilginç ayrıntısı oluyor. Fakat,  Parker'ın ısrarlarına dayanamayarak filmde oynamaya ikna oluyor. Geldof, çekim sırasında sette ego patlamaları yaşandığını, Roger Waters ve Alan Parker arasında ciddi tartışmalar yaşandığından bahsediyor. Geldof, utangaçlığı sebebiyle, kendini perde de görmek istediğinden ötürü, filmi izleyememiş.

Live Aid

Live Aid 

Geldof, şöhretin zirvesindeyken uzun süredir birlikte olduğu ve çok sevdiği Paula ile evleniyor. Kısa bir ABD turu yapıyor. Grup ise yakaladığı büyük başarılardan sonra gerileme dönemine giriyor. Albümleri satmamaya başlıyor. Zor günler geçirmeye başlıyorlar. Bu zorlu süreçte sırasında, Geldof televizyonda Etiyopya halkının yaşadığı sefalet ve açlık ilgili bir haber görüyor. Etiyopyalıların, yaşadığı büyük acı ve çaresizlik Geldof'un kalbine bolyoz gibi iniyor. "İsa'dan 2000 yıl sonra, modern teknoloji çağında, insanın çevreyi etkilemiş ve kontrol altına alması konusunda bir arpa boyu yol gidilememiş gibi, böyle bir şeyin olmasına izin verilmiş korkunçtu." Bu konu da bir şey yapmak için çareler düşünüyor. İlk aklına gelen pop yıldızlarından oluşan bir plak yapmak oluyor. Sting'i arıyor ilk olarak, ondan onay alınca diğer müzisyenlere ulaşıyor. Albüm iyi satış rakamı elde ediyor. Geldof bu girişiminin sadece albüm yapmakla kalınmamasını gerektiğini düşünüyor ve pop yıldızlarının bir araya geleceği bir konser için kolları sıvıyor. Geldof'un o ana kadar yaşayabileceği en zorlu süreç başlıyor; Yapımcılarla, yüksek egolu müzisyenlere yapılan trafiği, ikna süreci. Her şey tamam denirken, bir sürü engelle karşılaşıyor. Geldof, bütün sorunların,  üstesinden başarıyla geliyor. "Nasıl olduysa bir şey doğru olmuştu. Menfaatperestlik, aç gözlülük, bencillik bir an için ortadan kaldırılmıştı." Geldof, tüm İrlandalı inatçılığıyla, imkansızı başararak   dünyanın gözlerini Afrika'ya çevirmeyi başarmıştı ve bunu müzikle yapmıştı. Bütün o, yüksek egolu müzisyenleri bir günlüğüne bir araya getirmeye başarıyor. " Live Aid konserini düzenlerken daha bilinçli olarak düşününce şunu fark ettim, Rock müzik yirminci yüzyılın en büyük sanat formlarından biri ayrıca uluslararası yanı da çok büyük."

Geldof'un yapmayı çalıştığı şeyin medyatik ve magazin boyutu olduğundan hep samimiyet testinden geçmek durumunda kalmış. U2'un solisti Bono'nun bugün düşmüş olduğu duruma düşme tehlikesini hep hissetmiş. "Band Aid'in parasının değerini arttırmak değil. Sorun, Rahibe Tereza'nın da yaptığı gibi sadece buraya para harcanmasını sağlamak da değildi. Amaç Batı'nın Afrika'daki bu durumu sonu gelmez bir döngüye sokan politik tutumunu değiştirmesini sağlamaktı." Geldof, Etiyopya'yı ziyaret etmeye gittiğinde peşinden gelen ve kendisini Afrikalı bir çocukla fotoğraf çektirmek için yanıp tutuşan gazetecilerle kavga etmiş. Kendisini elinden geldiğince arka plana atıp, sorunu öne çıkarmaya çalışmış. Samimiyet sorunu, insanların bu konuda bilinçlenip bilinçlenmeyeceği aklının bir köşesinde hep kalmış. Özellikle o dönem, grubun müzikal olarak geriye gitmesi, insanların gözünde Bob Geldof'un albümlerini daha çok sattırma çabası olarak algılanmış. Geldof'ta, hep bu algıyı kırmaya çalışmış.


Geldof'un çabası için, sistemin kendisini sorgulamadan eksikleri kapatma çabası olarak görülebilir. Kendisine getirilen bu eleştiri bir  yerde haklı olabilir. İsteseler, hemen çözebilecekleri bir sorun için kılını kıpırdatmayan siyasetçilerden yardım dilenmesi eleştirilebilir. Fakat, halen çok ciddi bir insanlık sorunu olarak duran açlık, yoksulluk, yoksun bırakılmanın çözümü için hiç bir şey yapılmadığı dünyada, Geldof'un hayranlık uyandırıcı bir çabayla mevzunun çözümü için uğraşması cidden takdir edilesi. Modern insanın, olumsuzluklar konusunda sürekli şikayet edip kılını kıpırdatmağı bir ortamda, Geldof, sorunun çözümü için en azından mücadele etmiş, en azından denemiş... Bu bile kendisine saygı duyulmasına yeter...

Sonuç olarak, Geldof'un bizzat kendisinin kaleme almış olduğu biyografisi gerçekten çarpıcı bir çalışma. Geldof, kafasını meşgul eden her şey için sözünü sakınmadan, direk topa giriyor, hiç kimseden lafını esirgemiyor. Margaret Thatcher'in karşısına dikilip ona yaptığı yanlışları da söylüyor, İrlanda'nın baskıcı toplum yapısını da kıyasıya eleştirmekten çekinmiyor. Müzik konusunda da benzer tavır içerisinde; yeri geldi mi Sex Pistols'da, Pink Floyd'da en ağır eleştirileri alıyor Geldof'dan. Kitabı da çarpıcı yapan unsurlarda bunlar zaten, sözünü sakınmayan bir rock yıldızının samimi portresi olması.

Can Öktemer