2 Kasım 2014 Pazar

Her şey geçer, hayat kalır



Hayata karşı gardınızı almazsanız her an nereden geldiği belli olmayan bir yumruk tarafından yere yıkılabilirsiniz. Gerçi hayat karşı, gelmiş geçmiş en iyi savunmayı yapsanız da, Rocky Balboa da olsanız, o yumruk suratınıza en az bir kere inecektir. Bundan kaçış yoktur; çünkü hayat galip gelinebilecek türden maçlardan değildir. Aylin Balboa, ilk kitabı Belki Bir Gün Uçarızda bu halet-i ruhiyeyi anlatıyor; küçük ve büyük yenilgileri sıralıyor. Motor kazası sonrası komada yatan ağabeyi, göçüp giden babayı, metropol ilişkilerini, rutinleri, delirmeleri, kısa ama etkileyici hikayelerle kaleme alıyor. Aylin Balboa’nın hikâyeleri günlük tadında, cümleleri samimi. Bazen öfke, bazen hüzün ve bazen kahkaha geziniyor metinlerde. Zamansız yağan yağmurlu bir havada sizin gitmek istediğiniz yeri alsa beğenmeyen taksiciler, Hulusi Kentmen babacanlığıyla uzaktan yakından alakası olmayan, hayattaki bütün işleri size kötü evleri beğendirmeye çalışan emlakçılar, mahşeri kalabalığın bir an olsun azalmadığı insanın ruhunu kemiren doğalgaz sırası, geçiş üstünlüğü her zaman devlet büyüklerinde olan yollar...
 Aylin Balboa’yla şehir içerisinde cinnet geçirmeye müsait şekilde dolaşıyoruz, ellerimiz arkamızda, kaşlarımız çatık. Balboa’nın öfkesi uzun sürmüyor, koyulaşmıyor, kendisi de anlatmış bir söyleşisinde. Soyadını ilham aldığı Rocky’nin sürekli dayak yediğini, son anda bir yumruk atarak maçı kazandığını anlatmış. Balboa, işte o son yumruğu atmaya çalışıyor genellikle. Dünyanın, özellikle İstanbul’un kaostan yaratıldığını ve bu kaosa karşı geliştirilen panzehirin gülümsek olduğunu iyi biliyor. “Gülmeyen insanlardan çok korkuyorum. Hayata katlanamadığımız için espri yapıyoruz” demiş biri... Kim demiş? Mühim değil, doğru demiş nihayetinde. Elbette mesele, mizah ya da ironi değil sadece.
Dünyanın bütün kalbi kırıkları birleşin
Aylin Balboa bize şunu hissettiriyor, bu dünyaya sıkı sıkıya sarılanlar var elbet ama bunu asıl yapması gerekenler galiba, kalbi kırıklar, feleğin sillesini yemiş olanlar. Maç bitmedi diyor bize. Tek tek, yan yana nasıl sıralarsak sıralayalım acı hikâyeler anlatsa da… İnsanı acılaştıran, başkalaştıran hatıralar… Ölümden daha ağır, daha vahim ne var ki bu dünyada? Balboa’nın anlattıkları kalbinizin üzerinden buldozer geçmiş gibi hissettiriyor. Zamansız ve kötü haber vereceği her çalışından belli olan telefonlar, hastanede bir yakınızın iyileşmesini beklerken karşınıza çıkan kafasında dikiş izleri olan çocuk… “Hiçbir şeye benzemeyen bir şey yaşadığınızı düşünürken benzer bir şey yaşayan biriyle karşılaştığınızda duyduğunuz sevinç neresinden baksanız acıklıdır.
Aylin Balboa (Kaynak: Hürriyet)
Orada durmuyor ama metin, balkona çıkıp bir sigara içip geri dönüyor eve. Genç olduğunu hatırlıyor, âşık oluyor, aşk acısı çekiyor, geçmişi hatırlıyor, yaşlandığını düşünüyor, herkese birbirine benzeten tüketim klişelerine kapılıyor, sürükleniyor... Sürükleniyor. Hayatın kendisi de hayal kırıklarının toplamı değil mi zaten? Aylin Balboa da bu durumu iyi biliyor olacak ki, insanlığı dünyanın acımasızlığına karşı uyarmayı eksik etmiyor: “Dünya derdi olan insanları taşıyacak kadar şefkatli değil. Silahlarımızı kuşanmak zorundayız.
Yakıcı yazın etkilerinin azaldığı, havanın erken kararmaya başladığı, dışarıya çıkarken üstümüze kalın bir şeyler aldığımız mevsimlerin sultanı sonbahara adımımız atmış bulunuyoruz. Sonbahar aynı zamanda okunmayı beklenen şahane kitapların, kendilerini göstermeye başladığı dönemdir. Balboa, bu tanıma uygun yazarlardan. İlk kitabıyla sıkı bir giriş yapıyor edebiyat dünyasına. Belki Bir Gün Uçarız, hayatın yıkıcılığı karşısında ne yapacağını bilemeyenlerin, hiç bitmeyecekmiş gibi duran kaosun içinde debelenenlerin, kalbi kırıkların hikâyesi...
Bitirirken, kesin bilgidir yayalım; “Hayat kitaplarda durduğu gibi durmuyor.”
Keşke dursa...
Can Öktemer
* Bu yazı, Cumhuriyet Kitap ekinin 30 Ekim 2014 tarihli 1289. sayısında yayınlanmıştır.

Azra Deniz Okyay: ‘Amacım, kadını Türkiye sinemasında daha farklı bir yere koymak’



Little Black Fishes isimli kısa filmiyle 2014 yılında !F İstanbul Bağımsız Film Festivali’nde “En İyi Kısa Film” ve Barcelona Film Festivali’nde “En İyi Sinematografi” ödüllerini alan Azra Deniz Okyay’la sinema dilini konuştuk.
Azra Deniz Okyay
(Fotoğraf: Engin Iriz)
- Jean-Luc Godard, Çinli Kız filmindeki karakterlerden birine şunları söyletir: ‘Lumière kardeşlerin belgesel çektikleri, buna karşılık Mèliès’in kurmaca filmler yaptığı söylenir. Yanlış! Lumière izlenimci filmler çekmiştir. Mèliès ise güncel olayları yeniden canlandırmıştır.’ Çektiğiniz filmler ve videolar izlenimci filmler ya da videolar mıdır? Yoksa güncel olayları yeniden canlandırma mı?
Yıllarca kadınların normalleşmiş ölüm haberlerini okudum. Batman women are heroes [Batman kadınları kahramandır] adlı videom, bu haberleri okuduktan sonra gerçekten de sahaya inerek/kendi gözlemlerimle çektiğim bir video oldu. Amerikan filmlerindeki vahşi/ aksiyon sahneleri benim için, Batman women are heroes’da anlatılan ve normalleşmiş intiharları dinlemekti. Olayları tekrar farklı canlandırdığınızda -yani benim videomdaki gibi- Batman kadınlarını, bir Amerikan filmi gibi karakterleri büründürürseniz aynı hikâyeden esinlenerek, kadınların kendine uyguladıklarını insanlarda daha farklı tepkilere yol açacağını düşünerek yol aldım. Hikâyeleri normalleştiren bir toplumdayız, kader”, “olabilir” gibi, korkunç hikâyeleri bir film gibi izleyip kapatmak, benim en büyük derdim. Şiddetin olduğu bir bölgedeki kadının üstündeki yük bin kez daha fazla. Bu konuya ışık tutmak lazım.
Bir de, 1 Mayis videosunda da helikopter sesini filmin müziğinde sürekli olarak kullandım. Son dönemlerde, özellikle Taksim’de oturuyorsanız, duyduğunuz bu ses çok normalleşti. Çok şiddetli olmasına karşın, bizdeki algı da o müzik kadar doğallaştı. Belgeselde kullanınca herkes aslında bu sesle yaşadığının farkına vardı. Bir katmanı tekrarlamak değil de, bir sinemacının, bunu tekrardan farklı bir yerde kullanması, o obje ve öğeye farklı ve günceldeki yerini daha da oraya çıkartıp değerini verir. Bu sesin, bu hikâyelerin bizde normalleşmesi zaten durumu çok net bir şekilde koyuyor.
-Abbas Kiarostami bir söyleşisinde, ‘Yeni bir sinema tasavvur etmenin tek yolu izleyicinin rolünü daha fazla kale almaktır. Bitmemiş ve tamamlanmamış bir sinema tasavvuru elzemdir, böylece izleyici müdahale edebilir ve bir boşluğu, eksiklikleri doldurabilir’ diyor. Kiarostami’ye katılıyor musunuz? Sizin sinemanızda izleyiciye biçtiğiniz rolü bizlere açıklar mısınız?
Kiarostami’nin söylediği gibi, seyirciyi elinden tutup bir yerde bırakırsanız ve o karar verip filmin anlamını çıkartır. O zaman herkes mutlu olur sanki. Küçük Kara Balıklar filminin sonunda bir cümle var. Seyirci bana gelip o soruyu tekrardan yöneltip, ‘Gerçekten Ermeni soykırımı olduğunu düşünüyor musunuz, tam anlayamadık” diye soruyor. Ben de her seferinde seyirciyi düşündürtmek istiyorum. Türkiye’de hâlâ soru soramama, cevabını anlamamazlıktan gelme veya cevabı hep değiştirme var. Ve bu soruyu hep soruyorlar. Bir de video artta kullandığım dili sinemada kullanmanın, yeni bir sinema oluşturduğuna inanıyorum. Seyircinin rolü olmazsa, zaten anlamayıp o filmden kaçar. Sinemada onlara soru sormak, izleyip nereye götürdüğünü görmek, seyircinin en güzel heyecanı benim için.
- Bir edebiyatçıyı anmak isterim. Andre Gide’i. Andre Gide önemli olanın bakılan değil, bakış olduğunu söyler. Sizce önemli olan bakılan mı? Yoksa bakış mı?
Annem ve babam mimardı ve küçüklüğümden itibaren bakmakla görmek arasındaki farkı anlatmışlardır aslında bana. Beni etkileyen başka bir isim de yazar Nezihe Meriç. Yazdığım her sahnenin bir anlamı olduğunu, o sahneleri neden koyduğumu sorgulamam gerektiğini anlattı. Bendeki gelişen sinema dili, videoların kurgusu da hayatta normalleşmiş “değerleri” tekrardan incelemeyi, tekrardan yazmayı gerektirdi. Sinemacı olmak, sizin o objeyi oraya koyma ve neden oraya koyup, ne anlatmanızla ilgili bir şeydir. Yarattığım filmlerde amacım, kadını Türkiye sinemasında daha farklı bir yere koymak. Yere bakan adamlar yerine, bir işlevi, bir amacı olan kadınları var. Gerçek karakterler var. Kadınlar, gerçekten sizlerin bakkalda gördüğü kadınlar veya kız arkadaşlarınız da olabilir. Bu yeni bakış açısını çok fazla film izleyerek kazandım. Dünya sinemasında, insan, etnik kavramları normalleştirdikçe, yeni bir dile ulaşıyor artık. Çok katmanlı, çok kültürlü, kendi içinde göçmen sayısı da çok olmalı ki, bizlere bir şeyler söyleyebilsin.
- There is no censorship in Turkey [Türkiye’de sansür yok] adlı video çalışmanızda, Türkiye’deki sansür meselesini ele alıyorsunuz. Sansürün gündelik yaşamdaki etkilerini hatırlatıyorsunuz. 6 stops [6 durak] isimli videonuzda ise Gezi direnişini ve polis şiddetini işliyorsunuz. Her iki videoyu mesafeli bir toplumsal eleştiriden öte ‘radikal bir eylem’ olarak ele alabilir miyiz?
There is no censorship in Turkey, Abdullah Gül’ün 2010 yılında ilk internet sansürüyle ilgili verdiği bir demeçti. Bu demeç, slogan şeklinde basına yansıdı. Sokaktaki sansür bizim için, “normalleşmiştir” mesela. Hayatımızda birayı siyah poşete koymakla başlayıp, kadın pedini hızlıca gazete kâğıdına sarmakla devam eden bir sansür var. Televizyondaki sansür de aynı mantık. Yeni sinemacılar, kadın göğsünü direkt gösteremiyor, korkuyor. Ben de There is no censorship in Turkey adlı videomda bir odanın içinde yok olan objeleri dönüştürdüm. Videoyu koyduktan sonra 1 ay sonra, Vimeo kapatıldı bir süre. Sonra biz de başka internet tünellerinden, başka yollar kazarak, izleyeceğimizi izledik. Kapıyı kullanacağımıza sürekli yan pencereden geçiyoruz. Artık bu durum eylemi geçti. 6 Stop’ın hikâyesi ise şöyle: Paris’te Fransız bir gruba bir çekim yapmaya gittim ve ormanlık bir bölgede dumanlı bir ortam yarattığımız anda, o duman ve kokusu bende şok etkisi yarattı ve kalakaldım. Fransızlar, ormanın ne kadar romantik gözüktüğünden bahsederken, benim konuşabilmem bile mümkün değildi, travması bütün bedenimi sarmıştı. 2 gün sonra bu videoyu orada çekip, Gezi direnişini yaşadıktan birkaç ay sonra, halen en ufak dumanın, koşunun, yaşanan olayları travmatik bir şekilde çıkartmamızdan yola çıkarak yaptım. Baktığımız hiçbir duman estetik olamayacaktı. Baktıkça videodaki “sakinleştirilmiş şiddet” halini yansıttığının, bir bakıma da sansür olduğunu düşünüyorum. Çekerken Paris’teki yetkililerden izin almadım. Sabahın ilk saatlerinde çekerken de yine bir eylemci gibiydik. Her yer eyleme dönüşüyor ama bu durum bir o kadar da normal artık bizim için.


K Ü Ç Ü K K A R A B A L I K L A R TRAILER from azra deniz okyay on Vimeo.

- Tayyip Erdoğan 4 yıl önce Türkiye’de yaşayan kaçak Ermeni göçmenleri kovmakla tehdit etmişti. Siz Little Black Fishes [Küçük Kara Balıklar] adlı filminizde kaçak bir Ermeni göçmenin hikâyesine de yer veriyorsunuz. Kaçak bir Ermeni göçmenin hikâyesine yer verme fikri nereden aklınıza geldi?
Little Black Fishes adlı kısa filmin karakterlerinden Maral, benim Fransa’dayken ve tam o ülkeden biraz farklı bir şekilde, kovularak ayrılmam gerektiğinde karşıma çıktı. Ailemin yanında Ermenistan’dan kaçak gelip, orada hemşirelik okumasına rağmen, para kazanmak için ev işçiliği yapıyordu. Konuştuğumuz konular, hayalleri hep aynıydı. Filmi sırf onun hikâyesini için çektim diyebilirim. Benim için müthiş bir kadın.
Filmin hiçbir yere ait olmamasını, tam bir “göçmen sineması” olmasını istedim. Hikâye Maral ile benden çıkınca tam istediğim gibi oldu. Paramız olmadığından, ekibi taşımak yerine iki ekip kurduk. Paris’te profesyonel bir ekip, Türkiye’den başka bir ekip. Hepsi aynı fikre inandılar. Film tahminimden daha çok uluslararası dostluk köprüleri, herkesin kimliksiz, ülkesiz olduğu bir filme dönüştü. Film, kısa film kategorisinde olmasına rağmen 70 kişi çalıştık.
- Little Black Fishes adlı filminizin bir diğer karakteri de Paris’te bürokrasi ile problemler yaşayıp kaçak konumuna düşen bir Türk. Fransa’ya baktığımız zaman Le Pen’in aldığı oy oranlarındaki artış, Paris’te göçmen mahallelerine yönelik polis şiddeti… Göçmen düşmanlığı sadece Türkiye’ye has değil. Türkiye’de her zaman göçmen düşmanlığı vardı. Fakat son 2-3 yıldır daha da arttı. Suriye’de süren iç savaş yüzünden Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan Suriyeli göçmenlere yönelik saldırılar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Yüzyıllardır göç ederek oluşmuş toplumlarız. En büyük ülkelerin kökleri göçmüş olan ailelerden geliyor. Benim ailemde iki tarafta göçmen. Göçmen olmak çok doğal ve bitmeyecek bir enerji gibi geliyor. Benim filmimde savaştan kaçan değil, umutları için göç eden insanlar var. Ama bunların kökleri de halen konuşulamayan, üçüncü kuşak, ülkelerin kendi aralarında cevap vermediği sorulara cevap arayan gençlik. Le Pen, Fransa’da kendilerinin kolonyalist bir toplum sayesinde oluştuklarını söylemedikçe, göçmenleri gereksiz görecek. Ve baskı, düşmanlık devam edecek bence. Şu anda belediye binalarında, artık Fransız olan üçüncü göçmen jenerasyonundan insanlar bizlere bağırıyor bir kâğıt eksik olunca. Türkiye’de herkesin, göçmen olmasına rağmen, üçüncü jenerasyonu, kendileri vermedikleri cevaptan dolayı düşman olarak kodladığını düşünüyorum. Irkçılık insanlığın en korkunç zehri benim için. Zaten bu düşman olan insanları başka bir yere koysanız, çırılçıplak kalırlar. Savunacakları hiçbir şey kalmaz. Bu algıyı değiştirmek gerek. Geçen sene Altın Portakal’da beyaz İstanbullu bir kısa filmci ile Diyarbakırlı bir çocuğu aynı masaya oturttum. Ve hadi konuşun dedim. O gece kavga ettiler çok. Diyarbakırlı çocuk, Kürt kimliğinin nasıl yaşanması gerektiğinden bahsetti. Sabah hep birlikte denize girdiğimizde, Diyarbakırlı’ya denize girmesinde İstanbullu ilk yardım edendi. Elini uzatıyordu. Bu benim için her şeyi açıklıyor. Konuşmadıkça, anlamaya çalışmadıkça, sınırları aşamazlar.
(Azra Deniz Okyay’ın kısa filmleri ve video çalışmaları 23 Ekim ve 13 Kasım tarihleri arasında Prizma Space’te!)
İlker Cihan Biner

30 Ekim 2014 Perşembe

Orhan Uluca: ‘Türkiye, futboldaki gelişiminin çok uzağında’



Orhan Uluca, Almanya futbolu denilince akla gelen ilk isimlerden. Bundesliga üzerine engin bir bilgiye sahip olan Orhan Uluca, uzunca bir zamandır blogu üzerinden Bundesliga üzerine dikkat çekici analizler yapmakta. Çeşitli spor yayınlarında da yazılar yazan Uluca, vasatlığıyla meşhur Türkiye futbol kültürü içerisinde derinlikli analizleri ve yorumlarıyla futbol romantiklerinin ilgiyle takip ettikleri yazarlardan birisi. Orhan Uluca’yla son yılların gözde futbol ülkesi Almanya futbolunun başarısının ardındakileri ve son dönem Türkiye futbolu hakkında konuştuk.
Orhan Uluca
- Son yıllarda dikkat çekici bir şekilde futbolda Almanya’nın hegemonyasını görmekteyiz. Siz bu yükselişi neye bağlarsınız? Almanya futbolda hangi atılımları yaparak bu duruma geldi?
90’ların sonunda, otoriteler tarafından Almanya futbolunun kriz içerisinde olduğu konuşuluyordu. Oysa 1999 yılında, Bayern Münih, Şampiyonlar Ligi’nin o unutulmaz finalinde Manchester’a karşı son 1 dakikada kupayı ellerinden kaçırmış, 2001 yılında ise aynı kupayı kazanmayı başarmıştı. 2002 yılında ise bir başka Alman takımı Bayer Leverkusen, Şampiyonlar Ligi’nde yine final oynarken, Dünya Kupası’nda Almanya finale kalmıştı. Kulüp bazında başarılar bir yana Almanya’nın Dünya Kupası’nda final oynamasına rağmen, Almanlar, futbollarının bitme noktasına geldiğini sıklıkla dile getirmeye başladılar. Sorun Almanya’da geleceğe damga vuracak Sebastian Deisler hariç uluslarası bir yıldızın olmamasıydı. Amaçları yeni yetenekleri keşfetmek ve modern futbola uygun şekilde onları yetiştirmek oldu.
- Bunlar için neler yaptılar?
Almanya, her şeyden önce 2002 ve 2003 yılları içerisinde öz kaynak düzenini baştan aşağı değiştirdi. Önce yeni model oyuncu tanımı yapıldı. Çok yönlü, çok koşan, her iki ayağını da kullanan mevki ayrımı saha içerisinde gözetmeyecek farklı mentaliteye sahip bu yeni oyuncuların yetiştirileceği zirve futbolunun gerektirdiği şekilde eğitim için farklı metotları belirlediler. Eğitim farklılaştırıldı, yenilendi ve özellikle futbolcuların çok yönlülüğünün üzerinde duruldu. Örneğin Götze, Müller, Draxler, Kaan Ayhan vb.
Ülkenin 366 farklı yerinde kontrol noktası oluşturarak 11 ile 14 yaş arası 14 bin yetenek keşfedilecek şekilde “yetenek taraması” yapıldı. Yanlış hatırlamıyorsam, Deniz Naki de bu taramalar sonucu keşfedilmişti. Bu çocukların hemen hepsi, bir Bundesliga takımı çalıştırabilecek teknik direktör lisansına sahip antrenörler tarafından belirlenilen hedef doğrultusunda çağa uygun şekilde eğitildi. 2007’de, Matthias Sammer’in sportif direktör olmasıyla perspektif genişletildi. Kreşe giden çocuğa dahi müdahale ederken, 21 yaşına kadar olan süreç ayrıntılarıyla ele alınıldı. Bu verileri alındığında, toplam 600 bin insan yetenek taramasından geçirilmiş oluyordu.
Thomas Müller, Mario Götze ve Julian Draxler gibi ön alan oyuncularının sağ açık, sol açık gibi kavramlarla tanımanamayacak ölçüde çok yönlü olduğunu görürsünüz ama aynı zamanda bu oyuncuların hepsi maç başına 12 km koşabiliyor, Müller ise 13 km.
En önemli ayrıntı ise bu görevin başrolünde federasyonun olmasıdır. Kulüpler kendi çıkarlarına uygun şekilde hareket eden yapılardır. Gerek yetenekleri keşfetmek, gerekse de kulüplerin yetenekleri doğru şekilde eğitmesi için kimi yatırımları devreye sokmak federasyonun eylemidir. Bugün ülkede benzer bir metodoloji uygulanacaksa, burada Türkiye Futbol Federasyonu sorumlu ve baş aktör olmak zorundadır.
- Bundesliga, hem rekabet olarak hem de kalite olarak İngiltere Premier Lig’le yarışacak durumda olmasına rağmen, izlenirlik ve takip edilirlik konusunda hep geri kalmıştır. Siz bu durumu nasıl yorumlarsınız? Son yıllarda Almanya’nın futboldaki beynelmilel başarıları bu durumu dengelemiş midir?
Son yıllarda en fazla çıkış yapan uluslararası lig olduğu gerçeği bir yana genel olarak Bundesliga’nın tanınırlığı ve uluslarası piyasası bir hayli düşüktür. Bunun en önemli nedeni ise ligde var olan yıldız oyuncularının azlığıdır. Bu da aslında Bundesliga kulüplerinin sağlıklı bir ekonomiye sahip olması nedeniyle transfere görece çok az para harcamasından da kaynaklıdır. Dünyanın en sağlıklı futbol kulüpleri Bundesliga’dadır. İngiltere’nin orta sıra takımı olan Tottenham’ın harcadığı para, Almanya’da harcadığı para açısından diğerleriyle arasında bir hayli fark olan Bayern Münih’e ancak denk düşüyor. Üstelik Almanya’da parası olan herhangi bir zengin kulübün hisselerinin en fazla yasa gereği yüzde 49’u alınabilir ve yüzde 51 hisse her zaman kulübün kendisinde kalır. Zenginler, kulübün sahibi olamaz. İtalya’da ise Serie A, B ve C’de bulunan kulüplerin yüzde 70’i iflasın eşiğinde. İngiltere ve son dönemde Fransa’da kulüplerin başına zenginler geçiyor. Bu, bana göre zararlı olan koşulların Bundesliga’da yaşanmamasının bir başka getirisi de yıldızların lige uzak kalışı oluyor. Bu yüzden, Bundesliga oyuncu yetiştirir. “Parasıyla sürekli yıldız alır” algısına sahip Bayern Münih’in en çok kazanan dört oyuncusundan üçü, Lahm, Schweinsteiger ve Mülller kendi altyapısında yetişmiştir.
Barcelona'daki sayısız başarının ardından Bayern Munich'i çalıştıran Pep Guardiola
- Türkiye’de yaygın bir anlayış olarak, Pep Guardiola’nın başarısını antrenörlük kabiliyetine değil de, sahip olduğu iyi futbolculara bağlanır. Bu görüş sizce ne kadar doğru? Pep Guardiola’nın başarısının sırrı nerede yatıyor sizce?
Bakın şunu söyleyebilirim: Pep Guardiola, dünyanın bana göre açık ara en iyi teknik direktörüdür. Geçtiğimiz günlerde, Barcelona’nın bugününe bakarak, Roma Teknik Direktörü Rudy Garcia, Pep için antrenörlüğün değerini gösteren adam olarak övgüde bulunmuştu. Çünkü o gittikten sonra, Barcelona kupaları toplamaya devam etse de, imzası silindikçe uzay takımı kimliğinden de sıyrılmıştır. Üstelik Guardiola, çok başarılı bir kulübe gelmesine rağmen, sahanın içerisinde imzasını net bir şekilde atar. 30 yaşındaki dünyanın en iyi bekini “defansif orta saha” yapar, en yüksek pas yüzdesi yine onun çalıştırdığı takımın olur. Üstelik bunların dışında oyunu okuma ve müdahale konusunda da son derece başarılıdır. Geçtiğimiz sezon Mainz, Hertha Berlin gibi Bayern’i ilk devrede etkisiz kılmayı başaran takımlar, onun doğru müdahaleleri sonucu sahadan boynu bükük ayrıldılar. NTV yorumcusu Önder Özen ile olan bir muhabbet içerisinde Real Madrid’in başındayken Mourinho’nun presi karşısında çaresiz kalan Barça’nın üçlüye geçerek, beşli hat içerisinde Real Madrid’in presini kırmasını gördüğü en büyük teknik direktör hamlelerinden birisi olarak anlatmıştı. Almanya’ya geldikten sonra yakından takip ettiğimde gördüm ki, Önder Özen bu konuda çok doğru bir tespitte bulumuş; zira Katalan teknik adam, kendisine özgü futbol anlayışı ve oyunu okuma ve müdahale konusunda gerçekten çok üst düzey. Aynı zamanda, topladığı kupaların dışında futbola “yeni” bir şeyler katan devrimci teknik direktörler arasında yer alır.
- Almanya’da, son yıllarda Sami Khedira, Boateng ve Mesut Özil gibi Alman olmayan futbolcuların yer alabildiklerini görüyoruz. Bu tip konularda katılığını bildiğimiz Almanya, bu sürece nasıl girdi? Sizce aynı durum Türkiye içinde uygulanabilir mi?
Başta da belirttiğim gibi, Almanya 90’ların sonunda krize girdi. Bu dönemde ise önlerindeki örnek, 1998 Dünya Kupası’nı kazanan ve 2000’de de Avrupa şampiyonu olan Fransa vardı. O dönem, Fransa’nın kadrosunda 5 farklı kıtadan oyuncu bulunuyordu ve bu başarısı göçmenlerinden aldığı verime de dayandırılıyordu. Bu nedenle, Fransa örnek alındı ve yeniden oyuncu taraması yaparak göçmenler üzerine daha fazla düştü. Nuri Şahin’in Türkiye’ye kaptırılmasının ardından, Türk oyuncularla en azından Türkiye’ye göre daha yakından bir ilgi göstererek, Mesut, Serdar ve İlkay gibi oyuncuları da milli takıma kazandırdılar.
Bu durum, Türkiye’de olsaydı, bu futbolcular, pek tabii milli takıma katılırdı ama asıl soru bence şudur: Milli takımdan davet alanlar, Almanya’daki göçmenlerin pek çoğu gibi milli marşı söylemeyi reddetselerdi, nasıl olurdu? Bunu yapabilirler miydi? Mesut, Khedira gibi milli marşı söylemeyerek, davet almaya devam edebilirler miydi? Löw gibi Terim de bu onların tercihi diyerek anlayış gösterir miydi? Sanmıyorum.
- Bildiğimiz gibi geçtiğimiz günlerde yaşadığımız Gökhan Töre krizi çok konuşuldu, çok tartışıldı. Sizin bu konu hakkında görüşleriniz neler? Sizce bu kriz doğru yönetilebildi mi?
Birkaç farklı açıdan bakıp değerlendirebiliriz bu konuyu. Etik ve ahlaki değerden yoksun bir şekilde sadece pragmatist açıdan bakarak, milli takıma vereceği zarar ya da fayda üzerinden ele alındığında net bir hata yapıldığı görülüyor. Gökhan Töre, Hakan Çalhanoğlu ve Ömer Toprak arasında geçen bir olayda, yetkililer, üç oyuncu arasında bir hukukun gelişmesini başaramadılar. Bu, Fatih Terim’in başarısızlığıdır. Nihayetinde, bu olay basının kaşıması neticesinde değil, verilen cezayı yeterli bulmayan Ömer ve Hakan’ın gösterdiği tepki sonrası gündeme oturdu. Belki de ne ceza verildiğinin dışında oluşan korkunun giderilememesidir tüm mesele. Dolayısıyla, bu krizin yönetilemeyişinin bir başka mağduru da cezayı belki de çok daha ağır bir şekilde çekmek zorunda kalan Gökhan Töre oldu. Riera ve Melo kavgasında da adaletli davranılıp davranılmadığı konusunda basın bir tartışmaya girmedi, zira Riera, o dönem bu olayı büyütmedi. Eğer Riera, o dönem ikinci maça isteksiz çıksa ya da çıkmayı reddetseydi, basın bu olayı da uzun süre gündemde tutar ve cezanın adil olup olmadığı konusu uzunca süre tartışılırdı. Belki de tartışılması gerekiyordu. Burada nasıl bir yönetim başarısı varsa, bu olayda da başarısızlık söz konusu ama bu bakılması gereken nokta değil.
Diğer açıdan, ben sade bir vatandaş olarak yanıma silahlı bir arkadaşı alarak bir odayı basıp hedefimdeki insanın yanındakileri yere yatırıp korkutarak bir vatandaşa kanlar akıtacak şekilde girişsem, bunun cezai bir yaptırımı olmaz mı? Milli takım kampında sınırları bu denli aşan bir oyuncunun gerçekten cezası 6’sı özel olan 7 maç milli takıma çağrılmamak mıdır? Aynı zamanda, böyle bir davranışta bulunan oyuncuya psikolojik yardımı esirgeyerek silahlı olayların devamını hem milli takım yetkililieri hem de Beşiktaş kulübü sağlamış olmuyor mu? Gökhan Töre’nin yerine oraya ben oğlumu koyuyorum. Ne yaparsınız? Bir daha yaşamasından ve oğlumun kötü bir sona doğru gitmesinden korkmaz mıyım? Bir sonraki silahlı olayda kurşun sekerek omzuna denk geldi, ya beynine denk gelseydi? Ya o yanında getirdiği silahlı adamın elinden çıkan kurşun Hakan ya da Ömer’e ölümcül bir yara açsaydı, o zaman mı bu konulara gereken önemi gösterecektik? Bu ihtimal, Çek maçında alınacak olan 3 puandan daha mı az önemli? Konu buysa, milli takımın maçının ne önemli var?
Milli takım yoluyla Gökhan Töre, bu olaylar sonrası çok önemli Çek maçında son saniyede galibiyet golü atmış olsaydı, eğer bu oyuncunun yaptığı bu hareket toplumda nasıl algılanırdı? Gökhan Töre’nin milli takımın rezervasyonunu yaptırdığı otele silah sokması ayrı bir suç. Silahlı bir adam sokmak çok daha başka bir suç. Silahlı adamla milli takım arkadaşlarına saldırmak, kan akıtmak ve onları elinde silahla tehdit etmek ise çok başka bir suç. Hakan benim oğlum olsaydı eğer, ben asla ve asla Gökhan’ın olduğu takıma oğlumu göndermezdim. Bir garanti isterdim. Hakan’ın babasının verdiği tepkinin içeriği de budur. Zira Gökhan iyi niyetli olsa dahi, çevresinde silahın patlaması an meselesidir.
Almanya’da, İvan Rakitic evine hırsız girdiği için günlerce uyuyamadı. Evini taşıdı, psikologa gitti ve yine de psikolojisi düzelmedi, ülkeyi terk etti. Hakan’ın annesi, bu olaydan haberdar olduktan sonra günlerce ağlamış. Hakan bunu anlatırken gözü doldu ZDF ekranında. Söylenenlere göre, Ömer Toprak bu olaydan sonra oynayacağı ilk maçı için teknik direktörden izin istemiş, psikolojisi iyi değilmiş. Kendinizi bir başkasının yerine koyarak, her zaman doğruya ulaşamazsınız. Çok başka koşullarda yetişmiş olan bu çocukların psikolojisi çok fazla düşünülmedi. Hakan ve Ömer, hak iddia ediyorsa yüzde yüz haklıdır ve tüm bu sorunların altında, aynı zamanda Fatih Terim’in “Ben ceza verdim, yeterli olması gerekir, itiraz istemez” egosu da yatıyor.
 
Borussia Dortmund Teknik Direktörü Jurgen Klopp
- Jurgen Klopp, son Galatasaray-Borussia Dortmund maçından sonra, çok ilginç bir açıklama yaparak, ‘Başkanım, Türk mantalitesine sahip olsaydı bugüne kadar gelemezdim’ dedi. Klopp’un bu açıklamaları için neler demek istersiniz? Klopp’un Türkiye’de futbol zihnini tek cümleyle özetleyebilmesini neye bağlarsınız?
Öncelikle o röportajda soru da önemlidir. “Galatasaray bir sezonda 3 teknik adam değiştirdi” ile başlıyor soru. Klopp da bu mentalite olsaydı diye çok doğru bir tespit yapıyor. Nihayetinde bugün dünyayı kendisine futbolu ve tarzı ile hayran bırakan Dortmund, öncesinde küme düşme potasına kadar gerilemiştir. Nihayetinde, bu büyük çıkış için, şampiyonluk hedefi olmayan yılları geçirmeyi göze aldılar. Türkiye’de büyük bir takımın Dortmund’u örnek alması çok kolay değil. 3 büyüklerin hepsi her sezon şampiyonluk istiyor. Bu her şeyden önce matematiksel olarak mümkün değil. Dolayısıyla yılda 2 hoca değişimi, en azından düne kadar kaçınılmazdı. Bir şeyleri oluşturmak için zaman gerekir, bunu kavramak gerekir.
-Türkiye’de teknik direktörlük mesleğinin pek ciddiye alınmadığı bir gerçek. Gençlerbirliği, daha sezon ortasına gelmeden dört hoca değiştirdi, hatta İlhan Cavcav, Mustafa Kaplan’ın görevine son verdikten sonra bir sonraki maça kendisinin çıkacağını duyurdu. Türkiye’deki bu garip futbol anlayışının değişmesi için neler gerekiyor sizce? Sizce teknik direktörlerin, bu anlayışa dur demek için, Aziz Yıldırım ve İlhan Cavcav gibi başkanlara ne gibi tavırlar alabilir?
Bu iki başkanın yaptığı açıklamalar sonrası ben Antrenörler Derneği’nin bir tepki koymasını bekledim. Antrenörler bir açıdan sahipsiz. Çok zor koşullarda iş buluyorlar ve bunu kaybetmemek için çok fazla taviz vermek zorunda kalıyorlar. Bir röportaj esnasında, bir teknik direktöre sözleşmedeki hakkınızı neden talep etmediğini sorduğum zaman, bu “uygunsuz” davranışın sonucunda bir daha iş bulamayacakları korkusunun yattığını söylemişti. Benzer şekilde pek çok tavizi bu nedenle veriyorlar.
Kişisel isteğim, bu tarz yaklaşımda bulunan bütün başkanların başarısız olması. Başarısızlık, ancak antrenörlere yapılan bu saygısızlığı anlatır. Öte yandan iki başkanın da çok uzun süre başkanlık yapması da böyle bir aymazlık içerisinde bulunmalarına imkân veriyor. TFF’nin “Bir kulüp bir sezonda sadece bir kez teknik direktör değiştirebilir” gibi koşullandırmaları kısmen bu sorunu çözebilir. Toplum algısında bu açıklamaların absürtlüğünün anlaşılması için gereken tek şey ise başarısızlık.
Real Madrid'i çalıştırdığı dönemde 4 yılda 7 kupa kazanan Vincente Del Bosque, 2004'te başına geçtiği Beşiktaş'ta bir yılı bile doldurmadan kovuldu. Daha sonra yönettiği İspanya'yla bir Avrupa Şampiyonası ve bir Dünya Kupası kazandı.
- Bildiğiniz üzere, Frank Rijkaard, Roberto Mancini, Vincente Del Bosque gibi oldukça kariyerli hocaların Türkiye maceraları oldukça kötü hatıralarla bitti. Bu büyük isimlerin Türkiye’de başarısızlıkların sebebi neydi?
Çok bilinen cevabı ülkedeki futbol anlayışının yetersizliği. Lakin ben, 2-3 yıl önce Avrupa’nın beş büyük ligini kapsayan bir araştırma yapmıştım. Gördüm ki, Avrupa’da beş büyük lig kendi dilini konuşamayan teknik direktöre iş vermiyor. Premier Lig’de,  Avusturya veya İsviçre liglerinde başarı yakalamış teknik direktörler görev almıyor ya da Bundesliga’da Galli veya İskoç hocalar iş bulamıyor. Uruguaylı ve Arjantinli hocalar, dil birliği nedeniyle İngiltere ya da Almanya değil, İspanya’da başlıyor çalışmaya. Çünkü teknik direktör, tercüman aracılığıyla potansiyelinin yüzde 70’ini ancak sonuçlara yansıtabiliyor. Elbette beş büyük lig ile kalite farkı açılmış olan ligler, yabancının bu dezavantajında dahi fayda sağlayabiliyor. İstisnalar da her zaman mevcuttur.
Löw için konuşmak gerekirse Almanya’ya dönüşünde de başarısızlıkları oldu. Adana’da olduğu gibi Karlsruhe’de de 18 maçta 1 galibiyet alarak kovulmuştu. Aradan çok zaman geçti. Del Bosque’nin de İspanya dışında ne kadar başarılı olacağını bilemeyebiliriz. Rijkaard da keza Türkiye tecrübesi sonrası Arabistan’da da başarısız oldu. Özetlersek, tercüman aracılığıyla kendilerini ifade ederken, motive edici etkilerini kaybetmeleri ve futbolculara istediklerini yaptırma konusunda başarısız olmalarının yanı sıra, kültürel uzaklık ve ligler arası yapısal farklılık da önemli bir etken.
Eski model bir Alman teknik direktör, (Magath, Daum, Feldkamp) istediği disiplin ve fizik futbolunun geçişini dünyanın her yerindeki oyuncuya sağlayabilir. Fakat bugünün Almanyası’nda, 2000 sonrası farklı şekilde eğitilmiş yeni model oyuncularla çalışmaya alışmış, video analizleri ve yeniden oluşturulan taktiksel terminoloji ile derdini anlatarak başarı kazanmış teknik direktörlerin oyunculara istediklerini yaptırmaları güç. Almanya’da artık “geçersiz” olarak görülen Magath’lar, Daum’lar, belki Türkiye’de başarı kazanabilirler. İlk soruya dönersek, Almanlar oyuncularını farklı şekilde eğiterek, aynı zamanda bu yeni model teknik adamların başarısının da önünü açmış oldu. Türkiye, oyuncularına altyapıda ortalama eğitimi doğru bir şekilde vermediği sürece, İtalyan, yeni model Alman teknik adamların gelip de burada başarı kazanması çok zor. Dürüst olmak gerekirse, Prandelli’nin pragmatist zekasına güvenmiş ve başarılı olacağını düşünmüştüm ama İngilizce dahi konuşamaması, söylediklerinin aynı anda pek çok dile çevirmesi ve Sneijder’in betimlediği gibi soyunma odasının arı kovanına dönmesi sonucu başarılı olması zor.
- Geçten yıllarda BirGün gazetesi için Türkiye’deki teknik direktörlerle röportajlar yapmıştınız. Yapmış olduğunuz, röportajlarda sizi en çok şaşırtan detay ne olmuştu? Sizce Türkiyeli teknik direktörlerin başarı anlamında yurtdışındaki meslektaşlarına oranla geride kalmalarının en büyük sebebi nedir?
Tek ve net bir cevabı bence şudur: Kibir. O kadar çok kendilerine güveniyorlar ki, kendilerini yenileme ihtiyacını hissetmiyorlar. Hikmet Karaman, “olumlu” anlamda beni şaşırtmıştı, yeni bilgiye olan açlığı ve buna ulaşmak için çaba sarfetmesiyle. Maalesef pek çokları benim beklediğimin çok altında bir taktiksel içeriğe sahiptiler. Onlar için çok önemli olacağını düşündüğüm ayrıntılar söz konusu olduğunda, dillerinin dahi kabalaştığını görüyordum konuya karşı. İçten içe “Bırak bunları. Para yok, oyuncu disiplinsiz” gibi oyuncuların özel yaşamına dair yazılamayacak tonla ayrıntı sunuyor ve çok şeyi de buna bağlıyorlardı. Onlara üst düzey takımları başarıya götüren ayrıntılardan bahsettiğim zaman, neredeyse hepsi “Zaten tam da biz onu yapıyoruz” diyerek var olan bilgiyi deşmektense, aslında kendilerinin de o seviyede olduklarını anlatma çabası içerisindeydiler.
Oysa bugün Gladbach ile başarıdan başarıya koşan Lucien Favre, Hertha Berlin macerası sonrası kurslara gidiyor, Premier Lig kulüplerinde yeniden stajyer gibi antrenmanlarına ilgi duyup hafta hafta önemli teknik adamlarını ziyaret ediyor ve gelen teklifleri ise kendisini geliştirmek için bir yıl kabul etmiyor. Guardiola, Bielsa gibi teknik direktörlerin odaları kitaplarla dolu ve boş günlerinde dahi kendilerini geliştirmek için var güçleriyle çalışıyorlar. Türkiye’deki yerli antrenörlerin yüzde 95’i, abartmadan ifade etmek gerekirse, dünyanın değilse de Avrupa’nın en iyi teknik direktörü olarak görüyor, tek eksikleri büyük kulüplerin onlara yeteri kadar şans vermemesi. Ertuğrul Sağlam gibi beğendiğim teknik adamları saymazsak, bir kez olsun orta sıra bir Anadolu kulübü ile neden şampiyonluk yarışına giremediklerini kendilerine sormuyorlar. Gelişime kapalılar.
-Türkiyeli futbol yorumcuların Türkiye’de hocalık yapan kariyerli yabancı teknik adamlar için sıklıkla kullandıkları argüman ‘Futbolu bilmiyor’ olmuyor. Futbol yorumcularının bu sığ yorumlarının futbol kültürüne ciddi zarar verdiğini düşünüyor musunuz? Bu bağlamda iyi futbol bloglarının futbol kültürüne katkı sağlayabilir mi?
Bence bloglar kendilerine bir misyon biçmediler ama ülke futbol kültüründe bir eksikliği kapatarak, kendilerine sonradan biçilen misyonlarını yerine getirdiler. “Futbolu bilmiyor” tarzı açıklamalar, biraz da teknik adamların “yabancı” olduklarından dolayı kolay bir şekilde dile getiriliyor. Yerli-yabancı futbolcularda da bunu görürsünüz. Lincoln, Diego ya da Sneijder için rahatlıkla “Bunun neresi yıldız!” diyenini görürsünüz ama iki yıldır oynamayan Selçuk için olumsuz eleştiri olsa da, “Bunun neresi futbolcu!” yorumu yapılmaz. Eleştiri olsa da, nezaket elden bırakılmaz. İki gün sonra, bir mekânda karşılarına çıkıp o futbolcu hesap sorabilir çünkü. Her ikisine de yapılmamalıdır, o başka bir konu. Bir yorumcunun Melo’ya karşı olan öfkesine şahit olurken, aynı zamanda Emre’yi sarıp sarmaladığına da çokça kez şahit olduk. Melo da, Emre de gerçekten çok iyi futbolcular ve fakat karakter yapıları benzer. İki futbolcuya karşı olan yaklaşımdaki farklılık, hocalar konusunda da görülebilir. Çünkü yerliler, açar telefonu, hesap sorar, yabancıların pek çoğu o yorumu duymaz.
Genel olarak Türkiye’deki futbol yorumcularının eksikliği Avrupa futboluna olan uzaklıktan kaynaklanır. Oysa senin takımların her sezon en az 5 yabancı oyuncu transfer ediyor ve sıklıkla yabancı teknik direktörlerle çalışıyorsa, işinin sorumluluğu gereği Avrupa futbolu’na ilgi duymak zorundasın.
Aynı zamanda futbol yorumcularının neredeyse tamamı, bu işi en iyi kendilerinin yaptıklarını düşünürler. Bu “kibir” de yine gelişiminin önündeki en büyük sorundur. Bloglardan ziyade sosyal medyanın aracısız ve pervasız hesap soran dili, biraz olsun yorumcuları farklı maçları izlemeleri için ekran başına oturttuğunu da düşünüyorum.
Can Öktemer