7 Temmuz 2014 Pazartesi

Etgar Keret: Sıkılanların sesi


Bu çivisi çıkmış dünyada ikamet etmek zor, cidden zor. Hiç bitmeyecekmiş bir kötülüğün hükümranlığının ortasında sıkışıp kalıp yaşamaya çalışanlar için hakiki kaybeden tanımını yapmak herhalde yanlış olmaz. Son yılların en heyecan verici yazarlarından Etgar Keret öyküleriyle bir nevi hakiki kaybedenlerin sesi görevi görüyor.  

Keret,  dünyanın bu acıklı haline üzülüp de değiştiremeyecek olan insancıkların aşır acıklı hikayelerini fantastik ve gerçek üstü öğelere yer vererek anlatıyor.  Yaşamak zorunda kalınan bu sıkıcı yerkürede yolda yürürken muza basıp düşenlerin, pencere altından geçerken kafalarına saksı düşenlerin, yağmurlu havada yıldırım çarpanların, kısacası bahtsızların, kaybedenleri sesi Etgar Keret... Kendisinin öyküleri şimdiden 29 dile çevrilmiş durumda. Salman Rushdie'ye göre "Orta Doğu'nun en iyi yazarı ve yeni kuşağın sesi".  Keret'e yönelik bu beynelmilel ilgi kendisini sinema da göstermiş bulunuyor. Kendisinin "Kneller'in Mutluluk Kampı" isimli öyküsü 2009 yılında Goran Dukic  tarafından yönetilen ve Tom Waits'in de oyuncu kadrosunda yer aldığı  “Wristcutters: A Love Story” (Kesik Bilekler) adıyla uyarlanmıştı.Keret'in öyküleri genellikle bir iki sayfayı geçmiyor, söz oyunları ve uzun tasvirler yok metinlerinde yalın ve akıcı bir dili var. Siren Yayıncılık tarafından ve Avi Pardo'nun eşsiz çevirisiyle Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü, Nimrod Çıldırışları, Buzdolabının Üstündeki Kız, Gazze Blues, Kapı Birden Vuruldu ve Yedi Güzel Yıl kitapları Türkçeye çevrilmiş durumda. 

1967 Tel Aviv doğumlu Keret tansiyonun bir an olsun hiç düşmediği bir coğrafya da öykülerini anlatıyor. Öykülerinde ağırlıklı olarak görülen konulardan biri de savaşın bireyler üzerinde yaratmış olduğu tahribat ve askerlik travmaları üzerine.

Etgar Keret
Hiç Geçmeyecek Travma: Savaş

Gerilimin ve tansiyonun bir an olsun hiç düşmediği bir coğrafya da yaşıyoruz. Her gün gazetelerden okuduğumuz çatışma haberleri, sınırlara düşen bomba haberleri ve her geçen giderek normal bir durummuş hali alan bu durum hiç kuşku yok ki insanların üzerinden kolay kolay atamayacağı bir travma bırakıyor. Keret'in kitaplarında en çok karşılaştığımız öyküler de  askerlik ve savaş üzerine anlattığı olanlar. Keret zaten sürekli savaş halinde olmanın yaratmış olduğu halet-i ruhiye üzerine bir röportajında şöyle demiş: “İsrail’de bir kafeye gittiğimde pencere yanına oturmam, çünkü bir bomba patlarsa cam parçalarının yüzümü keseceğini biliyorum.”

Keret, İsrail ordusunda 3 yıl askerlik yapmış. Kendisini dünyanın en berbat askeri olarak tanımlıyor. Aynı zamanda ilk öyküsünü de askerliği sırasında yazmış. Askere en yakın arkadaşıyla birlikte gitmiş, yerin altında ışık görmeyen bir yerde zamanını geçirmek zorunda kalmışlar ve arkadaşı daha fazla dayanamayıp bir duygusal kriz sonrası intihar etmiş. Etgar Keret de, yakın arkadaşının intiharı sonrası, “Borular” isimli, kendine boru yapıp onun içine girip gerçek dünyadan kaçan bir karakterin hikâyesini yazmış. "Borular" hikayesinin oluşum hikayesini şöyle anlatıyor: "Askere en sevdiğim arkadaşımla birlikte gitmiştim. Kötü bir deneyimdi. Yerin altında ışıksız bir odada bulunuyorduk devamlı. Arkadaşım duygusal bir krize girmişti. Bir gün bana yaşamak için bir neden söylememi istedi. 6 saat boyunca konuşmuştuk; aklıma bir neden gelmemişti. Odadan çıktım ve intihar etti. Devamındaki günlerde o nedeni kendim için aradım. İki hafta sonra yazmayı denedim ve ‘Borular’ adlı şeyi yazdım."

Borular hikayesinde hayatla uyumsuzluk problemi çeken bir karakterin borular inşa ederek başka bir dünyaya gitmesini anlatıyor. Bu sıkıcı dünyadan ne kadar uzağa gidilirse o kadar mutlu olunabileceğini söylüyordu bize Keret. "Tanrı böyle bir karar vermeyecek kadar merhametli ve müşfik. Cennet dünyada gerçekten mutlu olamayanların yeri." Keret, aslında hiç bitmeyecek gibi duran savaş coğrafyasında yaşanların iç dünyalarını anlatmış aslında bu hikayesinde.  Bu coğrafyada artık neredeyse sıradan bir hale gelen savaş ölüm haberleri bir çoğumuz için akşam yemeği yerken televizyondan duyduğumuz bir kaç rakamdan ibaret. Böyle bir ortamda ölümün ve savaşın yaratmış olduğu yıkımların altında ezilenler için boruların içinden başka bir dünyaya kaçmak en güzel çözüm olabilir gerçekten. Hele söz konusu askerlik travmasıysa. Savaşın yaratmış olduğu travmalar bazen hiç geçmeyecek gibi olur. Keret'in bir başka öyküsü Nimrot Çıldırışları bu durumu anlatır. Öykü aynı yerde askerlik yapan üç arkadaşın askerlik sonrası sırayla delirmelerini konu alır. “Doktorlar, askerdeyken geçirdiği travmanın birden beyninde tekrar belirdiği görüşünde, sifonu çektikten çok sonra suyun yüzüne çıkan bok parçası gibi.”

Wristcutters: A Love Story
Bu coğrafya da yaşamak aynı zamanda kafanızın içinde bir şüpheyle dolaşmak, her an patlayabilecek bir bomba ya da terör saldırısı ihtimali ile yaşamak demek bir anlamda  Bununla beraber bu travmatik durumun daha da ağrının Filistin'de yaşandığını söylemek gerek. Çok uzun zamandır bitmeyen bir savaşın ortasında ve her an patlayacak bombalar arasında yaşam filizlenmeye çalışıyor, çoğu zamanda başarısız oluyor Filistin topraklarında da. Gökten yağan bombalar ve kurşunlar arasında çocuklar çocuk olmaya çalışıyorlar. Zaten Naci Selim El Ali'nin yaratmış olduğu çizgi kahraman ve Filistin topraklarında yaşanan acılar yüzünden tüm insanlığa sırtını dönmüş Hanzala'nın sırtının hala bize dönük olmasının ana sebeplerinden biri Filistin'de bir türlü bitmek bilmeyen savaşın yaratmış olduğu acılar karşısında kayıtsız kalan tüm insanlara karşı bir protesto hali değil mi?

Savaş tüm o ölümlerin, acıların ortasında iki taraf içinde üzerlerinden hiç çıkmayacak gibi duran travmalar bırakmış durumda.  Keret tüm öykülerinde savaşın bu anlamsızlığını haykırmaya çalışıyor bu topraklarda yaşanan bu acılara dikkat çekmeye çalışıyor. Malum sadece Filistin ve İsrail'de değil tüm Orta doğu halklarında yaşanan bir durum bu ölümün tüm yıkıcılığı arasından yaşamaya çalışmak. Böyle bir ortamda Barış Bıçakçı'nın dediği gibi: " Bunca acıya rağmen hala hayatta olduğumuza göre ya üçkağıtçıyız ya da umudumuz var. Ben kendimi üçkağıtçı gibi hissediyorum.”

Türkiye'de de bu durumun çok farklı olmadığı da bir gerçek.  Kapalı alanlarda özellikle metro gibi yerlerde insanların akıllarının bir ucunda hep olası bir canlı bomba paniği yok mudur zaten? Metrodaki güvenlik görevlisinin özentisiz bir şekilde çantalara bakmasının ardından bir çok kişide tedirginliğin artması da muhtemel değil midir? Keret'in Süpriz Yumurta öyküsü tam da bu durumu anlatıyor. Otobüs durağında otobüs beklerken patlayan bir bomba sonrası hayatını kaybeden bir kadının öyküsü. Hikaye kanımca Keret'in en sert öykülerinden biri... Hikayenin devamında öğreniyoruz ki aslınca bomba patlamasa bile kadın bu sefer vücudunu sarmış kanser yüzünden hayatını kaybedecekmiş. "Yukarıdan gelen bir terörist saldırısından başka neydi ki kanser? Bir şeye karşı olduğu için bize terör uygulamak değilse ne bu Tanrı’nın yaptığı? Neye karşı olduğu için? Çok yüksek ve bizim kavrayamacağımız kadar aşkın bir şeye.” Aslında Keret bağıra bağıra ölümü hatırlatmaya çalışıyor bizlere. Yaşamın değersizleştiği insanların Bergman'ın Yedinci Mühür filmini hatırlatırcasına sürekli olarak ölümle satranç oynamak zorunda olduğu bir coğrafya burası netice de. Elbette Keret'in bütün öyküleri karamsarlık üzerine kurulmuş değil. Onun alametifarikası ölüm gibi ciddi meseleyi bile belirli bir mizah dozunda yazması. Bunun en güzel örneklerinden biri de kendi öz yaşamından izler taşıyan Yedi Güzel Yıl kitabından ki "Pastırma" öyküsüdür.  Keret, eşi ve çocuğu ile arabada seyahat etmektedirler, birden hava saldırısı siren sesi  duymalarının ardından hemen arabadan inip yolun kenarında çocukları Levi'nin endişesini biraz olsun azaltmak için birbirlerinin üzerine yatıp sandviç oyunu oynarlar. Öykü her ne kadar absürt gözükse de savaşın acımasız gerçekliğini yüzümüze vuruyor. Yolda arabanızla seyir halindeyken etrafa düşebilecek bomba korkusuyla yaşamak gerçekten tedirgine edici. Keret'in dikkat çektiği başka bir hüzünlü durum ise etrafa düşen bomba parçacıklarının çocukların oyuncakları haline gelmesi. "Of", diyor Lev, hayal kırıklığıyla, "şimdi Lahav bir parça bulacak muhtemelen. Dün son düşen füzenin bir parçasıyla geldi okula ve parçanın üzerinde imal eden şirketin amblemiyle Arapça adı yazılıydı.Neden bu kadar uzağa düştü ki?"

"Dünyadasın Bunun Tedavisi Yok"

Bu çağın ağızlara en çok pelesenk olmuş kelimelerinden, kavramlarından biri kaybeden olma üzerinedir. Özellikle 90'lı yılların sonunda Türkiye'de üst orta sınıfa mensup olanlar hem sistem çarklarını döndürüp aynı zamanda sistemin karşısında oldukları iddiasındadırlar. Aslında onların kullandığı tabirle kaybedenlik biraz içi boşaltılmış bir kavram halini almış durumdadır. Asıl kaybedenler için hayat zordur çoğu zaman dertlerini bile duyuramazlar insanlara. Hayatın acımasız gerçekliğiyle boğuşan ve çoğu zaman hayat karşısında en sert mağlubiyet yaşayan hakiki kaybedenler. Keret'in karakterleri biraz bu türden kaybedenler olarak tanımlanabilir. Keret'in kaybeden karakterleri karşılıksız aşkların içerisine giriyorlar, zaman karşısında çaresizliği sonuna kadar yaşıyorlar ve savaşın  gölgesinde hayatı her şey yolundaymış gibi yaşamaya çalışıyorlar. Hiçbir şekilde hakim olamadıkları bir dünya içerisinde çaresizlik içerisinde debelenip duruyorlar. Keret'in ifadesiyle açıklayacak olursak:  “İki tür insan vardır; duvar yanında uyuyanlar ve onları yataktan aşağı iten birinin yanında uyuyanlar.” Keret'in karakterlerinin tamamı için yataktan aşağıya itilenler olarak kabul edebiliriz.  Bu bağlamda  onlar biraz da anti kahraman olarak da tanımlanabilir.  Hiç bir zaman mutlu olamayacakları bir dünyada çaresizliklerini sonuna kadar yaşayanlar. Aynı zamanda içine tıkılıp kaldığımız bu dünyadan sıkılanlar ve yaşamın manasızlığı karşısında olanca çaresizliği yaşayan karakterler. Dünyada var olmanın vermiş olduğu sıkıntıyı en iyi anlatan öyküsü ise "Gur'un Sıkıntı Teroisi"dir. Keret bu öyküsünde sürekli teoriler üreten Gur'un geliştirdiği doğruluk olasılığı en yüksek teori olan sıkıntı teorisini anlatır. "Gur'un Sıkıntı Teorisi'ne göre bugün dünyada olup bitenlerin asıl nedeni; sevgi, savaş, keşifler, yapay şömineler-bütün bunların yüzde doksan beşi sıkıntından kaynaklanır." Bu anlamda Keret'in mutsuzluk olan öyküleri Beckett'in sözünü hatırlatıyor biraz da "Dünyadasın bunun tedavisi yok"  Sürekli tekrar eden bir kaosun içine sıkışmış gibiyiz ve bu anlamda hayatın manası da giderek kaybolmakta bir nevi...



Keret'in bir başka öyküsü  "9.90"da yaşamın manasızlığı üzerinedir.  Hikaye gazete ilanından 9.90'a satın aldığı hayatın anlamını öğrenen Nahum’un ölüm karşısındaki çaresizliğini anlatıyor: “Ondan sonra hayatın anlamının insanlığın bütününe açıklaması uzun sürmedi… Dünyanın bütün ülkeleri silahsızlanma anlaşması imzaladılar, bazı ülkeler kılıçlarını saban demirine çevirdi… Nahum zamanının büyük kısmını ailesinin evinin küçük bahçesinde domates yetiştirerek geçiriyor, bütün dünyanın mutluluğunda pay sahibi olmanın tadını çıkarıyordu. Onu kaygılandırmaya devam eden bir mesele vardı ama ölüm…”

Keret'in tasvir ettiği dünyaya neticede gerçek dışı bir dünya tasviri değil. Yaşadığımız dünya özellikle bu coğrafya ölüm kavramının baskın olduğu ve yaşamın ikinci planda olduğu bir coğrafya. Her an patlayacak bombaların ya da silahların gölgesinde yaşam  yaşamamaktadır birazda. Haliyle bu ruh hali Keret'in bütün öykülerinde baskın bir durumda. Özellikle ölüm fikri. Yedi Güzel Yıl kitabında mesela hikayelerinin hemen hemen tamamı Keret'in kişisel hikayesinden oluşmakta. Çocuğuyla olan ilişkisi onu büyütürken yaşadığı zorluklar, beynelmilel bir şöhrete sahip olmanın getirisi uzun seyahatler de yaşadığı komik anlardan oluşuyor kitap. Fakat kitabı okurken bir anda Keret'in babasını kanserden kaybettiği öyküye sıra geliyor ve tabiri caizse midenize okkalı bir yumruk yemiş gibi  hissediyorsunuz. "İyi bir babam var. Şanslıyım, biliyorum. Bütün babalar iyi değil. Geçen hafta rutin bir muayene için onunla hastaneye gittim ve doktorlar onun öleceğini söylediler. Dilinin gerisinde ileri safhada kanser var.  Tedavisi olmayan türden."

Bana kalırsa Keret'in yapmaya çalıştığı modern insanın unuttuğu ya da hatırlamak istemediği ölüm kavramını hayatımızın önemli bir parçası olduğunu bizlere hatırlatmak. Keret bu durumu şöyle açıklamış Notos'a vermiş olduğu röportajda: "Kabaca bakarsak hepimiz günün birinde öleceğiz ve bu gerçeğin bilincindeyiz, yine de sürdürüyoruz yaşamlarımızı... ölümle oynadığımız bir oyunsa bu, sonuçta kazanacak olanın kim olduğu baştan belli. bize düşen, oyunun tadını çıkarmak ve yenilgimizi zarafetle kabullenerek performansımızdan gurur duyarak sahadan ayrılmak."

Ölümün her daim baskın geldiği bir coğrafya da Keret'in kaleminden aşırı neşeli şeyler çıkmıyor belki ama öykülerinin içerisinde barındırdığı mizahı tonla okuyucuları karanlığa hapsetmiyor aklımızın bir köşesine umudu yerleştiriyor.

Her an patlayacak bir bombanın korkusuyla ya da vücudun içinde gizlice pusuya yatmış kanser tehdidiyle  yaşamanın insana vermiş olduğu çaresizlikler ve sıkıntıların öykücüsü bir nevi Keret. Kaybedenler Kulübü ile hayatımıza giren o meşhur cümleyi "Ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir" hatırlatıyor onun öyküleri birazda.

Barış Hala İhtimaller Dahilinde

Etgar Keret uzun zamandır uluslarası mecralarda barış çağrısı yapıyor. Sürekli savaş halinde olmanın vermiş olduğu travmanın artık bir an önce sonlanması gerektiğini savunuyor. İsrail'in, Filistin'i işgalinin ardından bu durumu protesto etmek için alışılmışın dışında bir şeyler denemeyerek Filistinli yazar Samir El-Youssef'la birlikte kitap çıkarmaya karar vermişler ve bu birliktelikten Gazze Blues çıkmış. Keret, kitabın öyküsünü şöyle anlatıyor: "Bomba saldırısından sonra Samir beni aradı ve, 'Bir şeyler yapmamız gerek,' dedi. 'Evet ama hiçbir işe yaramayacak bir imza kampanyası daha başlatmak istemiyorum,' dedim. Bunun üzerine, 'Hayır, bir fikrim var,'dedi. 'Birlikte bir kitap yapalım. Seni okuyan ve beni hiçbir zaman okumayacak o kadar insan  var ki... İki tarafı da insanlıktan çıkarmanın çok kolay olduğu bir konuda tarafları insancıllaştırmak için bir çaba göstermiş oluruz."

Bu anlamda hem aynı coğrafyada hem de benzer ruh hallerinde olduğumuzdan dolayı Keret'i en iyi biz anlayabiliriz gibime geliyor. Keret gündelik hayatın içerisinde sürekli başrolde olan savaşın yaratmış olduğu tahribatlar üzerine yazıyor hemen hemen bütün öykülerinde.

Öykülerin konu olarak ağır meseleleri içerse de içinde barındırdığı mizahla Keret bir bakıma bu durumu protesto ediyor bir nevi. Yedi Güzel Yıl kitabında ki "Kibrit Çöpü Savaşı" öyküsü bir bakıma bu durumun absürtlüğünü anlatıyor. Öykü üniversitede hocalık yapan Keret'in artık rutine bağlamış bomba saldırıları esnasında hatta bombalar çevrelerine doğru yağarken üniversitenin sığınağında eski okul arkadaşı Kobi'yle karşılaşmasını anlatıyor. "Şu füze büyük şans dedi Kobi."Düşünsene; şu Kassam füzesi olmasaydı birbirimizin yanından geçsek de karşılaşmayabilirdik."

Böyle bir ortamda kalıcı barış sağlanabilir, belki edebiyat ya da genel olarak sanat bu konuda yardımcı olabilir bize, neden olmasın.  Edebiyat  bize çoğu zaman karşımızdakini anlamaya onunla empati kurmamızı sağlayabilir. Keret'de barış konusunda iyimser görünüyor: "Barışın getirmesi gereken kaynağın kahramanlık değil işlevsellik olduğuna inanıyorum. Bu yüzden, barışı önemli ve ahlaklı bir kavram olarak “satma” derdinde değilim. Önemli ve ahlaklı olmadığından değil elbette; ama kimselerin zaten o tarafıyla ilgilendiği yok. İnsanların hayatlarını güzelleştireceği iddiasıyla “satmak” çabasındayım barışı. Barış her iki taraf için de gerekli. Uzlaşma gerektiriyor ama sonuçta, çocuklarınız öleceklerine sağ kalıyorlar. Bence bu, gayet güzel bir çözüm."

Gülmeyi ve kalıcı huzuru uzun süredir unutmuş bir coğrafyada barış olasılığına inanmak zorudnayım diyen Keret gibi yazarlar her zaman için bize iyi gelecektir. Özellikle Türkiye gibi antisemitizmin çok yaygın olduğu bir yerde üretilen her komplo teorisinin altından illa ki Yahudileri sorumlu tutan sorunlu yaklaşıma karşı Keret'in öyküleri bir nebze olsun ön yargıları kırmaya yarayabilir. Ailesi Yahudi soykırımına uğramış Keret'in öykülerinde ki kırılganlığı ya da bu durumun daha belirgin hale geldiği "Ayakkabılar" öyküsünde Adidas marka ayakkabı giyerken kafa karışıklığı yaşayan çocuğun da hissiyatını anlamamız sağlayabilir. Karşı tarafı ne kadar anlarsak kalıcı barışa o kadar yaklaşmaz mıyız zaten? 

* Bu yazı, Duvar Dergisi'nin Mayıs-Haziran 2014 tarihli 14. sayısında yayınlanmıştır.

Can Öktemer

12 Ocak 2014 Pazar

Utangaç, Naif ve Kırılgan Erkekler

Hiç kuşku yok ki Barış Bıçakçı son 20 yılda Türkiye edebiyatının başına gelmiş en güzel şey... Az kelimeyle dünya kadar şey anlatabilmesi ve edebiyat ile özellikle şiirle kurduğu müthiş uyumu, bütün kitaplarının satırlarına sindirebilmesiyle Türkiye edebiyatının daha şimdiden en önemli yazarlarından biri oldu. Bizim Büyük Çaresizliğimiz'in sinemaya uyarlanmasının ardından (buradan bir kez daha Seyfi Teoman'ı özlemle analım) Bıçakçı'nın kitaplarına yönelik yönelik müthiş bir ilgi söz konusu. Sosyal medyada kendisinin adına açılmış ve onun kitaplarındaki cümlelere yer veren Twitter hesaplarına yönelik ilgiye baktığımız zaman bile onun giderek artan popülaritesini görebiliriz.

Münvezi yaşamı, medyaya hiçbir röportaj vermemesi ile de ünlü Bıçakçı. Bu tercihinin imajlar çağında gayet garip hatta şaşkınlık verici olduğunu söylemek gerek. Günde yüzlerce tweet atan yazarlar karşısında kendisinin derin sessizlikte olması tıpkı kitaplarının birinde söylediği "İnsanın kendi dünyasını ve dilini susarak koruması ne tatlı paradoks!" gibi bir durum yaratmıyor değil. Edebiyat dünyamızın bazı yazarlarının sürekli röportaj verme ve görünür olma telaşında olduğu bir ortamda Barış Bıçakçı itina ile kendi dünyasını muhafaza etmekte. Medyada yayınlanmış herhangi bir fotoğrafının da olmaması, onun  dünyasına olan ilgiyi giderek arttırmakta. Bu durumun zaman zaman onu zorda bıraktığını da düşünüyorum. Uludağ Sözlük’te yer alan bir yorum onun okurlarıyla kurduğu sınırlı ilişkinin herkes tarafından pek de hoş karşılanmadığına dair iyi bir örnek olsa gerek:  "Kitabını imzalamayan yazar. Kendini saklar bir havası var. Belli ki sivrilmeyi sevmiyor ama okuru geri çevirmek de pek hoş değil doğrusu."
Kanımca medyada görünmeme gibi tercihlerinin dışında onu özel kılan bir durum da kitaplarında tasvir ettiği erkeklik halleri. Hemen hemen bütün kitaplarında başrolü verdiği erkek kahramanlar Türkiye'de eşine pek de sık rastlamadığımız türden. Malum, memleketi bir virüs gibi sarmış hegemonik erkeklik hayatımızın üzerine bir kabus gibi çökmekte. Neredeyse her gün gazetelerin sayfalarında yer alan kadın cinayetleri, dayak, taciz haberleri Türkiye'deki erkeklik hallerinin ne kadar vahim bir durumda olduğunun en somut kanıtı. Barış Bıçakçı'nın erkek karakterleri ise naif, kırılgan, feminen olarak tanımlanabilir. Bu sebeple hegemonik erkeklikliğin dışında yer almaktalar ve toplum tarafından onay görmeme tehlikesiyle karşı karşıyalar. Onların evlerinden pek dışarı çıkmamaları, insan ilişkileri bakımından biraz zayıf olmaları bu korkunun yaratmış olduğu bir durum olarak yorumlanabilir. Bununla beraber bütün erkeklik gösterilerinden çok uzaktalar. Araba kullanmıyorlar mesela. Futbolu seviyorlar fakat maç izlerken futbolculara küfür etmiyor, eşleri maçın en heyecanlı anında televizyonun önünden geçti diye bağırmıyorlardır büyük ihtimalle. Şiddetten uzaklar, evde oturuyorlar, onlara eşleri bakıyor. Hatta yemek yapabiliyorlar, ev temizliğinden bile anlıyorlar. Kanımca Barış Bıçakçı'nın erkek karakterlerinin bu farklı erkeklik halleri en çok kadınlarla olan ilişkilerinde belirginleşiyor.
Kadınlar Karşısında Suratları Kızaran Erkekler
Türkiyeli erkekler için çözülmesi en zor meselelerden biri kadınlarla olan ilişkileri olsa gerek. Ergenliğe giriş yıllarından itibaren erkekler için bir tür bilinmezdir karşı cins. Onlara nasıl yaklaşılacağı, onlarla nasıl muhabbet kurulacağı konusunda hep çuvallamaya müsait bir haldedirler. Fakat öyle bir memlekette yaşıyoruz ki aşkı da sevgiyi de orantısız güç kullanarak gösteriyoruz. Daha orta okuldan itibaren karşı cinse sevgimizi göstermek için onların saçlarını çekiştiriyoruz, tokalarını çöpe atıyoruz. Sevmek konusunda sıkıntı yaşamıyoruz da onu nasıl göstereceğimiz konusunda kafamız bir karışıyor galiba.  Sevme meselesi karşılıklı bir hal alınca da bu sefer karşı cinse nasıl yaşayacağını ve nasıl sevileceğini öğretmeye kalkışıyoruz. Çalıştırmıyoruz, kendimize olan güvensizliğimiz ortaya çıkmasın diye evden dışarı çıkartmıyoruz, onun eski dostu olan erkek arkadaşlarından nefret edip onlardan sevdiğimizi delicesine kıskanıyoruz. Bunları yerine getirmeyen kadınların da sırtından sopayı, karnından bıçağı eksik etmiyoruz. Aynı zamanda bu erkeklik gösterilerini yerine getirmiyorsak yarım erkek yaftasını yiyoruz. Barış Bıçakçı'nın erkek karakterleri ise Türkiye'deki  erkeklik kodlarına göre yarım erkekler olarak tanımlanabilir. Onun erkek karakterleri kadınlara salt bir cinsellik içeren bakış açısıyla yaklaşmıyor, aksine ilk başta onlara aşık olmaya çalışıyorlar, hatta uzun uzun konuşmak istiyorlar. Onlara aşık olmak istiyorlar. Bu durum  Sinek Isırıklarının Müellifi'ndeki Cemil'de daha belirginleşmiş bir haldedir: "Ben doğru dürüst konuşamadığım, konuşmaktan tat almadığım birine aşık olamam." Bıçakçı'nın utangaç erkek karakterleri kadınlar karşısında yanakları, kulakları hemencecik kızaran erkekler. Veciz Sözler'deki Sulhi mesela, sadece yanakları kızarmıyor heyecandan gözlükleri bile buğulanıyor. Yine Sulhi'den devam edecek olursak, Sulhi otobüste tesadüfen yanına oturduğu Nesteren'e hemen aşık oluyor. Fakat kadınlar karşısında ne yapacağını tam olarak bilemediğinden onunla yakınlaşabilmek için en güvendiği liman olan edebiyata sığınıyor. Ona bir sürü süslü edebi cümle kuruyor, bunları söylerken de kulakları kızarıyor, gözlük camları buğulanıyor ve bolca terliyor. Yolculuk boyunca aklında, ruhunda  edebiyata dair bildiği ne varsa dökülüyor ağızından Sulhi'nin. "Onun için varsa yoksa konuşmak, ruhunu döküp saçmak, varsa yoksa sözcükler."
Sulhi'nin bir başka özelliği de Nesteren'e kadar hiç bir kadınla bir ilişki yaşamamasıdır. "Sulhi kadınlar karşısında nasıl da savunmasızdır, bilemezsiniz. Diyeceğim, eline kadın eli değmemiş biriydi Sulhi. Hayata bu yoksunluğun ıraksak merceğinden baktığında her şey olduğundan daha uzak, daha farklı görünüyordu."
 Bu durum da Türkiye'de erkeklik kodları açısından sıkıntılı bir durumu işaret ediyor haliyle. Sulhi, okuldaki arkadaşları tarafından dalga konusu oluyor. "Şuna bakın! ‘... Hala nasıl bu kadar zayıf olduğu sınıfımızın erkekleri arasında ciddi tartışmalara yol açmaktadır.’ cümlesindeki "mastürbasyoncu" imasını fark ettiniz değil mi? Ah şu genç erkekler! Ah şu önlerinden sarkan şeyi varlıklarının muskası sananlar!"
Sulhi'nin bu halinin, elbette her an her dakika erkekliğin ispatlanması gereken bir toplumda garip ve dalga konusu olması kadar doğal bir şey olmasa gerek. Bu sebepten olsa  gerek onun kadınlar karşısındaki pasif tutumu okulda erkek arkadaşları tarafından alay konusu olabiliyor. Barış Bıçakçı'nın diğer karakterleri Sulhi kadar çekingen değil tabii ki de.
Bizim Büyük Çaresizliğimiz'deki Ender ve Çetin mesela, sevgilileri olması için Sulhi kadar uzun yıllar beklemiyorlar. Belki başarısız ilişkiler yaşıyorlar ama Sulhi’nin kadınlar karşısında yaşadığı tutukluğu da yaşamıyorlar. Sulhi ile ortak noktaları ise cinselliğin yine ikinci planda olması. Ama burada Ender ve Çetin arasında bir ayrım yapmak gerekiyor sanırım. Ender, Çetin'e göre daha duygusal, ruhunu edebiyatın büyülü kelimelerine teslim etmiş birisi. Bu anlamda Sulhi'yle bir nevi ruh kardeşliği var. Çetin ise biraz daha düz Türkiyeli, erkeklik normlarına göre daha tanıdık biridir. Kitaplarla arası iyi değildir. Ender ise daha suskundur, sürekli bir şeylerden sıkılıyormuş gibidir. Duygularını yoğun bir şekilde yaşıyor hali vardır ama bunu bir zaafmışçasına çok fazla konuşmayarak örtmeye çalışır. Çetin ise aşktan ziyade kuru cinselliğin peşindedir. Bu iki yakın dostun kadınlara bakış açılarının bu kadar farklı olmasının sonucu olarak birbirlerini eleştirmekten de geri kalmazlar.
Ender, Çetin'in kadınlar karşısında İngilizce şarkılar söylemeye çalışan bir bukalemuna dönüştüğünü söyler. Çetin ise Ender'i aslında kadınları değil de sadece kendisini sevmekle suçlar. Ender ve Çetin'in kitaptaki aşka olan bakış açılarında kırılma, üniversite öğrencisi Nihal'in evlerine taşınmasıyla olur. Ender ve Çetin, Nihal'in abisi ile yakın arkadaştır. Bir trafik kazasında Nihal ve abisi anne, babalarını kaybetmişlerdir. Ender ve Çetin evlerinde zamanla kalbi kırık, genç yaşta acılara tutunmak zorunda kalan Nihal'e aşık olurlar. Ona karşı hiçbir zaman açılamazlar ama ima yoluyla duygularını dile getirmeye çalışırlar. Ender mesela onun için şiir yazar:
"Uzaktakini çağırıyordu en uzaktakini
Mevsimlerin tekrar edemediği bir şeyi çağırıyordu,
gelmesi mümkün olmayanı.
Ve bir adım öne çıkıyordu mayıs."
Çetin ise espriler yaparak, komik hikayeler anlatarak Nihal'e yakınlaşmaya çalışır. İkisinin de zamanla Nihal'e olan aşkları derinlik kazanır ve onu arzulamaya başlarlar. Fakat Nihal'in pantolonundan taşan çiçekli iç çamaşırını görünce ona karşı hissettikleri derin duygular yerini masumiyete ve naifliğe bırakıyor. Nihal'in o hali akıllarından hiçbir zaman gitmiyor. Sinek Isırıklarının Müellifi'ndeki Cemil ise evine misafirliğe gelen üniversite öğrencisini arzular fakat onun arzuları bir noktadan sonra aşkla ilişkilenecektir. Ne de olsa Cemil uzun uzun konuşamadığı, anlaşamadığı kadınlara aşık olmakta zorlanmaktadır. Arkadaşlarına da altını çize çize bu durumu söyler, ben aşık olmak istiyorum der. Bu karakterlerin aşka ve karşı cinse olan bu bakış açılarının elbette hegemonik erkeklikte yeri yoktur. Ne de olsa bu topraklarda erkeğin duygularını açıkça göstermesi pek de hoş karşılanmaz. Erkekten ağır olması beklenir. Duygularını bu denli yoğun yaşaması beklenmez. Babalar mesela çocuğuna sevgisini ancak çocuğu uyuduktan sonra başını okşayarak gösterir. Belki çok sevdiği karısına dolu dolu  ve yüksek sesle seni seviyorum da diyemez. Seni seviyorum demek buralarda bir ayıpmış gibi bu duygular ruhun en derinliklerine saklanır. Cemil, Sulhi ve Ender pek de öyle değiller; edebiyata, şiire olan düşkünlükleri onların ruhlarını inceltmiştir biraz. Kadınlara seksüel olarak bakmayan, onlara hep aşık olmaya çalışan karakterler zaten. Sulhi'nin Nesteren'le ilk yaklaşmalarının hep edebiyat yordamıyla olmasının, Ender'in Nihal'e şiir yazmasının, Cemil'in Nazlı'ya yazdığı uzun mektupların da hep edebiyata bağlanmasını böyle açıklayabiliriz belki de. Ama bu meseleyi sanırım yine en iyi Cemil özetliyor: "Kadınlardan ne çok şey istiyoruz diye düşünüyor Cemil. Bizi affetsinler, bize memelerini göstersinler ve ölümsüzlük versinler.”
Barış Bıçakçı'nın erkek karakterlerini yerleşik erkeklik kodlarından ayıran bir başka durum da birbirleriyle kurdukları yakın dostluklar olabilir.

Erkek Dostlukları
Barış Bıçakçı'nın hemen hemen bütün kitaplarında rastladığımız durumlardan biridir erkek dostluğu. Onların dostlukları herhangi bir arkadaşlıktan öte, Ender'in deyimiyle bir tür aşktır. Birbirlerinin yoldaşı, tamamlayıcılarıdır bir nevi. Ender’le Çetin’in dostluğunun, kültürel kodlamadaki “erkek arkadaşlığı” kalıbında yeri yoktur, birbirlerine hasretle mektup yazar, gerektiğinde birbirlerinin sevgilileri, anneleri veya ablaları olurlar. Zaten Barış Bıçakçı kitaplarından erkek dostluğuna örnek verecek olursak bu kesinlikle Ender ve Çetin olur kanımca. Ender'in çok güzel bir şekilde anlattığı bu dostluk lise yıllarında başlıyor. Yıllar sonra kocaman adam olan ikilinin aynı eve taşınmalarıyla daha bir anlamlaşıyor. Onların dostlukları bir tür uyum, birbirlerinin sevgililerine aşık olma hayali kuracak kadar aşk dolu bir dostluk. Çetin mesela, bir adım daha ileri giderek sevgilisiyle yattığı odaya, Ender'in kendisini yalnız hissedeceği gerekçesiyle, yatağın yanına bir yatak da Ender için serer. Tabii ki onların bu durumlarının toplumda bir karşılığı yoktur. Onların bu halleri, çevreleri tarafından garip karşılanmaktadır. Örneğin Ender, Çetin ile dostluklarını büyük bir heyecanla anlattığında ve aramızda bir tür aşk var dediğinde Nihal şaşkın şaşkın bakarak "aşk mı?" diye sorar. Nihal, Ender'in “aramızda bir tür aşk var” ile ne demek istediğini anlayamaz; zaten Ender ve Çetin arasındaki dostluğu kendileri dışında kimse anlayamaz. Neredeyse 40 yaşına gelmiş olmalarına rağmen evli olmamaları, beraber yaşamaları birçok kişi için anlaşılmazdır. Apartmanda veya Çetin'in işyerinde arkalarından ne tür dedikodular yaptıklarını tahmin etmek güç olmasa gerek. Ender ve Çetin de zaten bu bakışlardan zaman zaman rahatsız olacaklardır. Gittikleri bir deniz kıyısı tatilinde birbirlerine güneş yağı sürerken bir sürü şaşkın göz de onları izler. "Birbirimize güneş kremi sürerken, dışarıdan birine nasıl göründüğümüzü düşündüm. Kıllı, göbekli iki koca adam. Bizim olduğumuzu hissettiğimizden farklı, çok farklı görünüyor olmalıydık. Bu acıklı gelmişti bana."
Barış Bıçakçı'nın kitaplarında erkek dostluklarının tamamlandığı bir başka nokta da kuşkusuz edebiyattır. Cemil mesela, daha sonra çok yakın arkadaş olacakları İlhan ve Metin  ile üniversitede tanışır. Dostluklarını edebiyat, müzik ve elbette şiir perçinleştirir. İlk tanıştıkları akşam toplandıkları öğrenci evinde bağıra çağıra şiirler okunur. Ya da üniversitede bir gösteri sırasında gözaltına alınan arkadaşları için mahkeme önünde  Turgut Uyar'dan Kırlardan Geliyorlar şiirini yüksek sesle okuyarak  protesto ederler.
Veciz Sözler'deki Sulhi ve Hasan'ın da dostlukları onlardan pek farklı değildir. Onların dostluklarının arasında da temeli edebiyat olan uyum ve ahenk vardır. "O günlerden sonra sıkça görüştüler. Tutkulu bir arkadaşlıktı bu şehrin sokaklarını arşınlıyor, parklarında oturuyor." 
Edebiyata, şiire düşkünlükleri olan bu karakterlerin nedense 80'li yıllarda ilk gençliklerini yaşayan kuşağa ait olduğunu düşünürüm. 12 Eylül karanlığında 80'li yıllar, öğrenci evleri, solculuk ve şiir... Barış Bıçakçı'nın nostalji seviciliği olsun diye değil, hoş birer hatıra niyetine anlattığı dönemin tanıkları ne de olsa bu karakterler. Bu anlamda da günümüz dünyasına pek ait değillermiş gibi dururlar. Aynı zamanda evlerinden pek dışarı çıkmayan mesai bitimi evlerine, kitaplarına, müziklerine ve sevgililerine koşarak giden karakterler. Ama zaman kavramı onlar için çok önemli bir yerde durur. Zaman onlar için dünyadan uzaklaşmak demek bir anlamda. Zaman ilerledikçe genç nesil tarafından anlaşılmayacakları için üzülürler, artık seslerinin dışarıdaki çocuk seslerine karışamayacak olmasından dolayı kendilerinin büyük çaresizliklerini yaşarlar.
Evde Oturan Erkekler
Bu topraklarda pek alışık olduğumuz ve hoş karşıladığımız bir durum değildir evde oturan ve çalışmayan erkek. Türkiye'de erkeğe verilen ödevlerden biridir çalışması, eve para getirmesi, eşine ve çocuklarına bakması... Barış Bıçakçı'nın karakterlerinin böyle dertleri yoktur. Cemil ve Ender mesela, evde otururlar. Bir mesaileri yoktur. Cemil mühendislikten istifa etmiş ve evde oturup kitap yazmaya karar vermiştir. Halbuki toplum ondan işinde daha da başarılı olmasını, iyi bir mühendis olup yüksek maaş almasını beklemektedir. Cemil bu idealleri elinin tersiyle itmiştir. Hayatın çok hızlı bir şekilde aktığı bir dönemde evde bir nevi zamanı yavaşlatmıştır. Hayatın gözden kaçan detaylarını gözlemleme şansını yakalamıştır. Banyoda otururken başında beliren örümceğin ördüğü ağlara hayranlıkla bakar, gazetenin üzerine dökülen su damlacıklarının arasından eski haberleri okur. Kavanoza koyduğu fındıkların çıkardığı ahenkli sesleri büyük bir keyifle dinler. Bu küçük detayları çalışırken yakalayamadığını düşünür. Ve o evde bu detaylarları incelerken karısı çalışır, ona bakar. Bu durum Türkiye'de elbette pek hoş karşılanmaz. Zaten bize verilen toplumsal rollerde tam tersi olması beklenir, Cemil'in çalışıp karısı Nazlı'nın evde oturması gerekmektedir. Cemil bu durumu kendisine dert edinmez, keza Nazlı da... Ama akrabalar, komşular için eleştirilecek bir durumdur bu... Cemil'in maaşı artma noktasına gelmişken işten ayrılması kabul edilecek bir durum değildir. Cemil daha çok çalışmalı, çok iyi bir mühendis olup ev almalı, araba almalı topluma göre onun ilk görevi bu olmalı hayatın ince detaylarında kaybolması değil. Ender de farklı değildir, Cemil'in aksine çalışır, kitap çevirileri yapar ama o da evde oturur. İnsan içine pek çıkmaz, toplumun içine pek karışmaz. Evde yemek yapar, fasulye ayıklar, dolma doldurur, reçel yapar.
Cemil'in, Ender'in evde vakit geçirmelerini, toplumla kaynaşmamalarını dünyanın saldırganlığı karşısında kendilerini korumaya çalışmaları olarak yorumlayabiliriz. Zaten Cemil'in "Bütün eve dönme hissi yaratan anlar güzeldir" deyip İstanbul'dan Ankara'ya koşarak dönmesini bu duruma örnek olarak gösterebiliriz. Elbette Cemil'de eve dönme hissi yaratan Nazlı'dır. Beyoğlu'nda yürürken aklına bir anda düşen Nazlı'yı görme isteğiyle hemen otogara koşar ve Ankara'ya ilk giden otobüse binip Nazlı’sına kavuşur. Evden çıkmak istememelerinin ve sürekli eve dönme isteklerinin altında yatan başka bir durum da orta yaş krizi olarak yorumlanabilir sanki. Mevcut dünyaya ayak uyduramama korkusu da olabilir. Cemil, Ender, Çetin ve birçok Barış Bıçakçı karakteri 30 yaş üstüdür. Saçları dökülmeye başlamıştır, göbekleri iyice belirginleşmiştir. Yeni neslin onları anlayamayacaklarını düşünürler. İlk gençliklerini yaşadıkları 80'li yıllara methiye düzmezler ama o yıllarda öğrenci evlerinde geçirdikleri şiir ve edebiyat dolu günleri anmaktan geri durmazlar. Zaten son tahlilde Cemil bu konuyla alakalı tartışmaya bir son verir: “80’leri yaşamayan biri bizi nasıl anlayabilir ki, gerçi anlamasalar da olur o kadar mühim insanlar değiliz.”
Vicdanlı Erkekler
Ender, Cemil, Sulhi için vicdanen solcular demek doğru olur sanırım. Ezberci zihin kalıplarından uzaklar. Fakat 1 Mayıs törenlerini kaçırmıyorlar, haksız yere tutuklanan arkadaşları için günlerce mahkeme önlerinde protesto eyleminde bulunuyorlar. Bütün bunları zamanın ruhu olduğu gerekçesiyle veya gençlik hevesi olarak yapmıyorlar. Doğru olduğuna inandıkları için yapıyorlar. Cemil mesela, anket yapmak için kapısını çalan yüzü kan ter içinde kalmış olan üniversite öğrencisinin haline çok üzülüyor. Çocukluğu ekonomik zorluklar içinde geçmiş karısı Nazlı'nın ve Nazlı ile benzer durumda olan küçük kız çocuklarının bir daha aynı zorlukları çekmemesi için sosyalizm gelmeli diyor. Haline üzüldükleri dünyanın düzelmesi ve insanların omuzlarının kaldıramayacağı yükü üstlenmek için yüksek sesle sosyalizm gelmeli diye bağırıyorlar neticede.
Bitirirken Barış Bıçakçı'nın kitaplarının başrollerinde yer alan Ankara'dan bahsetmemek olmaz. Sanırım insanlar su misali yaşadıkları yerin şeklini alıyorlar.  Edip Cansever'in de dediği gibi:
" insan yaşadığı yere benzer
o yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
suyunda yüzen balığa
toprağını iten çiçeğe
dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine"
Ender, Çetin, Sulhi ve Cemil de Ankara'nın şeklini almış görünüyorlar. Olabildiğince sakinler, aceleleri yok ve ancak bir Ankaralının alabileceği keyifleri alıyorlar. Sonbaharda Konur Sokak’ta yürümek, kışın Kuğulu Park’ta gezinmek gibi...  
Barış Bıçakçı'nın kitaplarının tamamına sinmiş olan naifliğin, onun şair elinden çıkma cümlelerinin yanı sıra yaratmış olduğu bu karakterler ile de ilgili olduğunu düşünüyorum. Çevremizde pek sık rastlamadığımız fakat bir yerlerden tanıyormuşuz hissi yaratan karakterler bunlar. Bütün gün evlerinde oturup balkonlarından bakıp önce Ankara'nın sonra dünyanın haline üzülen tipler. Bu halleriyle dünyanın bütün yükünü omuzlamış gibidirler. Bu bezgin hallerinin de sırtlarına yüklendikleri bu yükten kaynaklandığını söyleyebiliriz. "Gençliklerini, onlar gibi göğüs kafesleri açık yaşayanlar da hastalanıyordu sonunda." Barış Bıçakçı'yı sırf yaratmış olduğu, insanda iki kadeh içme isteği uyandıran, dertlerine ortak olma hissi yaratan naif, kırılgan karakterleri için de sevmiyor muyuz biraz da...
Can Öktemer

* Bu yazı, Duvar Dergisi'nin Kasım-Aralık 2013 tarihli 11. sayısında yayınlanmıştır.

14 Eylül 2013 Cumartesi

Ecdadından bihaber dizi: Fatih




Filmleri kaç kişinin izlediğinin sayılamadığı Yeşilçam dönemlerine haksızlık etmemek için tüm zamanların diyemesek de, bilinen “en çok izlenen filmler”in ilk sırasında “Fetih 1453” var artık. 2012 Nisan ayı itibariyle 6 milyondan fazla kişinin bu filmi izlediği söyleniyor. Yapımcı Fatih Aksoy, bu sezon filmi dizi olarak televizyona taşımaya karar verdi ve “Fatih” ismiyle dizinin çekimlerine başlandı. Filmin gişe başarısının yanı sıra, konunun popülerliği ve tarihi dizilerin, özellikle “Muhteşem Yüzyıl”ın izlenme oranları da elbette ki bu kararda pay sahibi. 

Yaklaşık üç hafta önce dizinin ilk fragmanı dönmeye başladı ekranlarda, bu hafta da ikincisi... Fragmanlardaki garipliklerden önce cast seçimine değinelim. Filmde Fatih’i canlandıran Devrim Evin’in de, dizideki Mehmet Akif Alakurt’un da maşallah boyları posları gayet yerinde. Hâlbuki Fatih’in yaklaşık 1,65 boyunda ve çelimsiz olduğu rivayet edilir. Böylesi bir “büyütme” ve mitleştirme anlayışı, Türkiye’de bir alışkanlık... Hatırlarsanız Mustafa Kemal’in boyu da epey bir tartışma konusu olmuştu. Nedense “büyük Türk”ler cismen küçük olamıyorlar. 

Gelelim fragmanlara... İlk fragmanda, Fatih atının sırtında tahminen İstanbul’a giriyor ve ekrana bir anda koca puntolarla “Büyük Türk” ibaresi yansıyor. İlk olarak İttihatçılarla başlayan Fatih’i milliyetçi tarih yazımının en büyük muzafferi olarak konumlandırmanın bariz bir dışavurumu akıyor ekranlardan. Avrupa’da zikredildiği söylenegelen bu hitap şekli gururla kullanılırken, Fatih’in kendi kullandığı Kayser-i Rum (Roma İmparatoru) unvanının hep arkada bırakılması da açık bir zihniyet tercihi. Aynı fetihten sonraki üç günlük yağmanın “büyük anlatı”da hiç yer almaması gibi…

İkinci fragman ise bir fecaat... Uzak çekime yansıyan Tarihi Yarımada’ya giderek yaklaşıyoruz. Bir bakıyoruz ki, bugünkü Sultanahmet Meydanı’nda koca bir hipodrom... Hâlbuki 300’lerde kurulan bu devasa yapı, 1200’lerde Haçlı Seferleri sırasında Latinlerin Konstantinopolis’i istilası sonucu kaderine terk edilmişti diye yazıyor tarih kitapları. Yani 1453’te İstanbul’da bu yapıdan eser yok.


Gariplikler bununla da kalmıyor. Ayasofya’da Fatih’le birlikte cemaatin kıldığı namaza odaklanırken, Ayasofya’yı bugünkü haliyle, yani dört minareli olarak görüyoruz. Fakat biliyoruz ki Fatih, Ayasofya’yı camiye çevirdikten sonra sadece tuğladan minareyi ekletmiştir. Hatta Fatih’in bu minareyi aceleyle ahşaptan yaptırdığı, oğlu II. Beyazıt’ın bu minare yerine tuğlalı minareyi ve de ikinci minareyi yaptırdığı söylenir. Birbirinin aynısı olan diğer iki minare ise II. Selim, Mimar Sinan’a Ayasofya’nın bakım çalışmalarını yaptırırken, inşa edilmiştir. Zira Ayasofya’nın dört minaresi farklı zamanlarda yapıldığı için birbirinden farklıdır. Aynı fragmanda, imamdan yani padişahtan önce davranarak cemaatin secdeye yatması ise başka bir ‘gariplik’ olarak duruyor önümüzde.

O zaman, dizinin yapım ekibine sormak gerekir: Milliyetçi hamasete kolayca konu ettiğiniz “ecdadınız”ın tarihinden bu kadar mı bihabersiniz? O kadar para verip böyle bir tarihi dizi çekerken, bu tür çok bariz hataları engelleyebilecek bir tarih danışmanı bulamadınız mı? Yoksa tanıtıma koyduğunuz “Büyük Türk” paranteziyle birlikte alt metinde “buralar hep bizimdi” mesajı mı vermek istiyorsunuz?

* Bu yazı, 15-22 Eylül 2013 tarihli Agos Derkenar sayfasında yayınlanmıştır. 
Sevag Beşiktaşlıyan