12 Ocak 2014 Pazar

Utangaç, Naif ve Kırılgan Erkekler

Hiç kuşku yok ki Barış Bıçakçı son 20 yılda Türkiye edebiyatının başına gelmiş en güzel şey... Az kelimeyle dünya kadar şey anlatabilmesi ve edebiyat ile özellikle şiirle kurduğu müthiş uyumu, bütün kitaplarının satırlarına sindirebilmesiyle Türkiye edebiyatının daha şimdiden en önemli yazarlarından biri oldu. Bizim Büyük Çaresizliğimiz'in sinemaya uyarlanmasının ardından (buradan bir kez daha Seyfi Teoman'ı özlemle analım) Bıçakçı'nın kitaplarına yönelik yönelik müthiş bir ilgi söz konusu. Sosyal medyada kendisinin adına açılmış ve onun kitaplarındaki cümlelere yer veren Twitter hesaplarına yönelik ilgiye baktığımız zaman bile onun giderek artan popülaritesini görebiliriz.

Münvezi yaşamı, medyaya hiçbir röportaj vermemesi ile de ünlü Bıçakçı. Bu tercihinin imajlar çağında gayet garip hatta şaşkınlık verici olduğunu söylemek gerek. Günde yüzlerce tweet atan yazarlar karşısında kendisinin derin sessizlikte olması tıpkı kitaplarının birinde söylediği "İnsanın kendi dünyasını ve dilini susarak koruması ne tatlı paradoks!" gibi bir durum yaratmıyor değil. Edebiyat dünyamızın bazı yazarlarının sürekli röportaj verme ve görünür olma telaşında olduğu bir ortamda Barış Bıçakçı itina ile kendi dünyasını muhafaza etmekte. Medyada yayınlanmış herhangi bir fotoğrafının da olmaması, onun  dünyasına olan ilgiyi giderek arttırmakta. Bu durumun zaman zaman onu zorda bıraktığını da düşünüyorum. Uludağ Sözlük’te yer alan bir yorum onun okurlarıyla kurduğu sınırlı ilişkinin herkes tarafından pek de hoş karşılanmadığına dair iyi bir örnek olsa gerek:  "Kitabını imzalamayan yazar. Kendini saklar bir havası var. Belli ki sivrilmeyi sevmiyor ama okuru geri çevirmek de pek hoş değil doğrusu."
Kanımca medyada görünmeme gibi tercihlerinin dışında onu özel kılan bir durum da kitaplarında tasvir ettiği erkeklik halleri. Hemen hemen bütün kitaplarında başrolü verdiği erkek kahramanlar Türkiye'de eşine pek de sık rastlamadığımız türden. Malum, memleketi bir virüs gibi sarmış hegemonik erkeklik hayatımızın üzerine bir kabus gibi çökmekte. Neredeyse her gün gazetelerin sayfalarında yer alan kadın cinayetleri, dayak, taciz haberleri Türkiye'deki erkeklik hallerinin ne kadar vahim bir durumda olduğunun en somut kanıtı. Barış Bıçakçı'nın erkek karakterleri ise naif, kırılgan, feminen olarak tanımlanabilir. Bu sebeple hegemonik erkeklikliğin dışında yer almaktalar ve toplum tarafından onay görmeme tehlikesiyle karşı karşıyalar. Onların evlerinden pek dışarı çıkmamaları, insan ilişkileri bakımından biraz zayıf olmaları bu korkunun yaratmış olduğu bir durum olarak yorumlanabilir. Bununla beraber bütün erkeklik gösterilerinden çok uzaktalar. Araba kullanmıyorlar mesela. Futbolu seviyorlar fakat maç izlerken futbolculara küfür etmiyor, eşleri maçın en heyecanlı anında televizyonun önünden geçti diye bağırmıyorlardır büyük ihtimalle. Şiddetten uzaklar, evde oturuyorlar, onlara eşleri bakıyor. Hatta yemek yapabiliyorlar, ev temizliğinden bile anlıyorlar. Kanımca Barış Bıçakçı'nın erkek karakterlerinin bu farklı erkeklik halleri en çok kadınlarla olan ilişkilerinde belirginleşiyor.
Kadınlar Karşısında Suratları Kızaran Erkekler
Türkiyeli erkekler için çözülmesi en zor meselelerden biri kadınlarla olan ilişkileri olsa gerek. Ergenliğe giriş yıllarından itibaren erkekler için bir tür bilinmezdir karşı cins. Onlara nasıl yaklaşılacağı, onlarla nasıl muhabbet kurulacağı konusunda hep çuvallamaya müsait bir haldedirler. Fakat öyle bir memlekette yaşıyoruz ki aşkı da sevgiyi de orantısız güç kullanarak gösteriyoruz. Daha orta okuldan itibaren karşı cinse sevgimizi göstermek için onların saçlarını çekiştiriyoruz, tokalarını çöpe atıyoruz. Sevmek konusunda sıkıntı yaşamıyoruz da onu nasıl göstereceğimiz konusunda kafamız bir karışıyor galiba.  Sevme meselesi karşılıklı bir hal alınca da bu sefer karşı cinse nasıl yaşayacağını ve nasıl sevileceğini öğretmeye kalkışıyoruz. Çalıştırmıyoruz, kendimize olan güvensizliğimiz ortaya çıkmasın diye evden dışarı çıkartmıyoruz, onun eski dostu olan erkek arkadaşlarından nefret edip onlardan sevdiğimizi delicesine kıskanıyoruz. Bunları yerine getirmeyen kadınların da sırtından sopayı, karnından bıçağı eksik etmiyoruz. Aynı zamanda bu erkeklik gösterilerini yerine getirmiyorsak yarım erkek yaftasını yiyoruz. Barış Bıçakçı'nın erkek karakterleri ise Türkiye'deki  erkeklik kodlarına göre yarım erkekler olarak tanımlanabilir. Onun erkek karakterleri kadınlara salt bir cinsellik içeren bakış açısıyla yaklaşmıyor, aksine ilk başta onlara aşık olmaya çalışıyorlar, hatta uzun uzun konuşmak istiyorlar. Onlara aşık olmak istiyorlar. Bu durum  Sinek Isırıklarının Müellifi'ndeki Cemil'de daha belirginleşmiş bir haldedir: "Ben doğru dürüst konuşamadığım, konuşmaktan tat almadığım birine aşık olamam." Bıçakçı'nın utangaç erkek karakterleri kadınlar karşısında yanakları, kulakları hemencecik kızaran erkekler. Veciz Sözler'deki Sulhi mesela, sadece yanakları kızarmıyor heyecandan gözlükleri bile buğulanıyor. Yine Sulhi'den devam edecek olursak, Sulhi otobüste tesadüfen yanına oturduğu Nesteren'e hemen aşık oluyor. Fakat kadınlar karşısında ne yapacağını tam olarak bilemediğinden onunla yakınlaşabilmek için en güvendiği liman olan edebiyata sığınıyor. Ona bir sürü süslü edebi cümle kuruyor, bunları söylerken de kulakları kızarıyor, gözlük camları buğulanıyor ve bolca terliyor. Yolculuk boyunca aklında, ruhunda  edebiyata dair bildiği ne varsa dökülüyor ağızından Sulhi'nin. "Onun için varsa yoksa konuşmak, ruhunu döküp saçmak, varsa yoksa sözcükler."
Sulhi'nin bir başka özelliği de Nesteren'e kadar hiç bir kadınla bir ilişki yaşamamasıdır. "Sulhi kadınlar karşısında nasıl da savunmasızdır, bilemezsiniz. Diyeceğim, eline kadın eli değmemiş biriydi Sulhi. Hayata bu yoksunluğun ıraksak merceğinden baktığında her şey olduğundan daha uzak, daha farklı görünüyordu."
 Bu durum da Türkiye'de erkeklik kodları açısından sıkıntılı bir durumu işaret ediyor haliyle. Sulhi, okuldaki arkadaşları tarafından dalga konusu oluyor. "Şuna bakın! ‘... Hala nasıl bu kadar zayıf olduğu sınıfımızın erkekleri arasında ciddi tartışmalara yol açmaktadır.’ cümlesindeki "mastürbasyoncu" imasını fark ettiniz değil mi? Ah şu genç erkekler! Ah şu önlerinden sarkan şeyi varlıklarının muskası sananlar!"
Sulhi'nin bu halinin, elbette her an her dakika erkekliğin ispatlanması gereken bir toplumda garip ve dalga konusu olması kadar doğal bir şey olmasa gerek. Bu sebepten olsa  gerek onun kadınlar karşısındaki pasif tutumu okulda erkek arkadaşları tarafından alay konusu olabiliyor. Barış Bıçakçı'nın diğer karakterleri Sulhi kadar çekingen değil tabii ki de.
Bizim Büyük Çaresizliğimiz'deki Ender ve Çetin mesela, sevgilileri olması için Sulhi kadar uzun yıllar beklemiyorlar. Belki başarısız ilişkiler yaşıyorlar ama Sulhi’nin kadınlar karşısında yaşadığı tutukluğu da yaşamıyorlar. Sulhi ile ortak noktaları ise cinselliğin yine ikinci planda olması. Ama burada Ender ve Çetin arasında bir ayrım yapmak gerekiyor sanırım. Ender, Çetin'e göre daha duygusal, ruhunu edebiyatın büyülü kelimelerine teslim etmiş birisi. Bu anlamda Sulhi'yle bir nevi ruh kardeşliği var. Çetin ise biraz daha düz Türkiyeli, erkeklik normlarına göre daha tanıdık biridir. Kitaplarla arası iyi değildir. Ender ise daha suskundur, sürekli bir şeylerden sıkılıyormuş gibidir. Duygularını yoğun bir şekilde yaşıyor hali vardır ama bunu bir zaafmışçasına çok fazla konuşmayarak örtmeye çalışır. Çetin ise aşktan ziyade kuru cinselliğin peşindedir. Bu iki yakın dostun kadınlara bakış açılarının bu kadar farklı olmasının sonucu olarak birbirlerini eleştirmekten de geri kalmazlar.
Ender, Çetin'in kadınlar karşısında İngilizce şarkılar söylemeye çalışan bir bukalemuna dönüştüğünü söyler. Çetin ise Ender'i aslında kadınları değil de sadece kendisini sevmekle suçlar. Ender ve Çetin'in kitaptaki aşka olan bakış açılarında kırılma, üniversite öğrencisi Nihal'in evlerine taşınmasıyla olur. Ender ve Çetin, Nihal'in abisi ile yakın arkadaştır. Bir trafik kazasında Nihal ve abisi anne, babalarını kaybetmişlerdir. Ender ve Çetin evlerinde zamanla kalbi kırık, genç yaşta acılara tutunmak zorunda kalan Nihal'e aşık olurlar. Ona karşı hiçbir zaman açılamazlar ama ima yoluyla duygularını dile getirmeye çalışırlar. Ender mesela onun için şiir yazar:
"Uzaktakini çağırıyordu en uzaktakini
Mevsimlerin tekrar edemediği bir şeyi çağırıyordu,
gelmesi mümkün olmayanı.
Ve bir adım öne çıkıyordu mayıs."
Çetin ise espriler yaparak, komik hikayeler anlatarak Nihal'e yakınlaşmaya çalışır. İkisinin de zamanla Nihal'e olan aşkları derinlik kazanır ve onu arzulamaya başlarlar. Fakat Nihal'in pantolonundan taşan çiçekli iç çamaşırını görünce ona karşı hissettikleri derin duygular yerini masumiyete ve naifliğe bırakıyor. Nihal'in o hali akıllarından hiçbir zaman gitmiyor. Sinek Isırıklarının Müellifi'ndeki Cemil ise evine misafirliğe gelen üniversite öğrencisini arzular fakat onun arzuları bir noktadan sonra aşkla ilişkilenecektir. Ne de olsa Cemil uzun uzun konuşamadığı, anlaşamadığı kadınlara aşık olmakta zorlanmaktadır. Arkadaşlarına da altını çize çize bu durumu söyler, ben aşık olmak istiyorum der. Bu karakterlerin aşka ve karşı cinse olan bu bakış açılarının elbette hegemonik erkeklikte yeri yoktur. Ne de olsa bu topraklarda erkeğin duygularını açıkça göstermesi pek de hoş karşılanmaz. Erkekten ağır olması beklenir. Duygularını bu denli yoğun yaşaması beklenmez. Babalar mesela çocuğuna sevgisini ancak çocuğu uyuduktan sonra başını okşayarak gösterir. Belki çok sevdiği karısına dolu dolu  ve yüksek sesle seni seviyorum da diyemez. Seni seviyorum demek buralarda bir ayıpmış gibi bu duygular ruhun en derinliklerine saklanır. Cemil, Sulhi ve Ender pek de öyle değiller; edebiyata, şiire olan düşkünlükleri onların ruhlarını inceltmiştir biraz. Kadınlara seksüel olarak bakmayan, onlara hep aşık olmaya çalışan karakterler zaten. Sulhi'nin Nesteren'le ilk yaklaşmalarının hep edebiyat yordamıyla olmasının, Ender'in Nihal'e şiir yazmasının, Cemil'in Nazlı'ya yazdığı uzun mektupların da hep edebiyata bağlanmasını böyle açıklayabiliriz belki de. Ama bu meseleyi sanırım yine en iyi Cemil özetliyor: "Kadınlardan ne çok şey istiyoruz diye düşünüyor Cemil. Bizi affetsinler, bize memelerini göstersinler ve ölümsüzlük versinler.”
Barış Bıçakçı'nın erkek karakterlerini yerleşik erkeklik kodlarından ayıran bir başka durum da birbirleriyle kurdukları yakın dostluklar olabilir.

Erkek Dostlukları
Barış Bıçakçı'nın hemen hemen bütün kitaplarında rastladığımız durumlardan biridir erkek dostluğu. Onların dostlukları herhangi bir arkadaşlıktan öte, Ender'in deyimiyle bir tür aşktır. Birbirlerinin yoldaşı, tamamlayıcılarıdır bir nevi. Ender’le Çetin’in dostluğunun, kültürel kodlamadaki “erkek arkadaşlığı” kalıbında yeri yoktur, birbirlerine hasretle mektup yazar, gerektiğinde birbirlerinin sevgilileri, anneleri veya ablaları olurlar. Zaten Barış Bıçakçı kitaplarından erkek dostluğuna örnek verecek olursak bu kesinlikle Ender ve Çetin olur kanımca. Ender'in çok güzel bir şekilde anlattığı bu dostluk lise yıllarında başlıyor. Yıllar sonra kocaman adam olan ikilinin aynı eve taşınmalarıyla daha bir anlamlaşıyor. Onların dostlukları bir tür uyum, birbirlerinin sevgililerine aşık olma hayali kuracak kadar aşk dolu bir dostluk. Çetin mesela, bir adım daha ileri giderek sevgilisiyle yattığı odaya, Ender'in kendisini yalnız hissedeceği gerekçesiyle, yatağın yanına bir yatak da Ender için serer. Tabii ki onların bu durumlarının toplumda bir karşılığı yoktur. Onların bu halleri, çevreleri tarafından garip karşılanmaktadır. Örneğin Ender, Çetin ile dostluklarını büyük bir heyecanla anlattığında ve aramızda bir tür aşk var dediğinde Nihal şaşkın şaşkın bakarak "aşk mı?" diye sorar. Nihal, Ender'in “aramızda bir tür aşk var” ile ne demek istediğini anlayamaz; zaten Ender ve Çetin arasındaki dostluğu kendileri dışında kimse anlayamaz. Neredeyse 40 yaşına gelmiş olmalarına rağmen evli olmamaları, beraber yaşamaları birçok kişi için anlaşılmazdır. Apartmanda veya Çetin'in işyerinde arkalarından ne tür dedikodular yaptıklarını tahmin etmek güç olmasa gerek. Ender ve Çetin de zaten bu bakışlardan zaman zaman rahatsız olacaklardır. Gittikleri bir deniz kıyısı tatilinde birbirlerine güneş yağı sürerken bir sürü şaşkın göz de onları izler. "Birbirimize güneş kremi sürerken, dışarıdan birine nasıl göründüğümüzü düşündüm. Kıllı, göbekli iki koca adam. Bizim olduğumuzu hissettiğimizden farklı, çok farklı görünüyor olmalıydık. Bu acıklı gelmişti bana."
Barış Bıçakçı'nın kitaplarında erkek dostluklarının tamamlandığı bir başka nokta da kuşkusuz edebiyattır. Cemil mesela, daha sonra çok yakın arkadaş olacakları İlhan ve Metin  ile üniversitede tanışır. Dostluklarını edebiyat, müzik ve elbette şiir perçinleştirir. İlk tanıştıkları akşam toplandıkları öğrenci evinde bağıra çağıra şiirler okunur. Ya da üniversitede bir gösteri sırasında gözaltına alınan arkadaşları için mahkeme önünde  Turgut Uyar'dan Kırlardan Geliyorlar şiirini yüksek sesle okuyarak  protesto ederler.
Veciz Sözler'deki Sulhi ve Hasan'ın da dostlukları onlardan pek farklı değildir. Onların dostluklarının arasında da temeli edebiyat olan uyum ve ahenk vardır. "O günlerden sonra sıkça görüştüler. Tutkulu bir arkadaşlıktı bu şehrin sokaklarını arşınlıyor, parklarında oturuyor." 
Edebiyata, şiire düşkünlükleri olan bu karakterlerin nedense 80'li yıllarda ilk gençliklerini yaşayan kuşağa ait olduğunu düşünürüm. 12 Eylül karanlığında 80'li yıllar, öğrenci evleri, solculuk ve şiir... Barış Bıçakçı'nın nostalji seviciliği olsun diye değil, hoş birer hatıra niyetine anlattığı dönemin tanıkları ne de olsa bu karakterler. Bu anlamda da günümüz dünyasına pek ait değillermiş gibi dururlar. Aynı zamanda evlerinden pek dışarı çıkmayan mesai bitimi evlerine, kitaplarına, müziklerine ve sevgililerine koşarak giden karakterler. Ama zaman kavramı onlar için çok önemli bir yerde durur. Zaman onlar için dünyadan uzaklaşmak demek bir anlamda. Zaman ilerledikçe genç nesil tarafından anlaşılmayacakları için üzülürler, artık seslerinin dışarıdaki çocuk seslerine karışamayacak olmasından dolayı kendilerinin büyük çaresizliklerini yaşarlar.
Evde Oturan Erkekler
Bu topraklarda pek alışık olduğumuz ve hoş karşıladığımız bir durum değildir evde oturan ve çalışmayan erkek. Türkiye'de erkeğe verilen ödevlerden biridir çalışması, eve para getirmesi, eşine ve çocuklarına bakması... Barış Bıçakçı'nın karakterlerinin böyle dertleri yoktur. Cemil ve Ender mesela, evde otururlar. Bir mesaileri yoktur. Cemil mühendislikten istifa etmiş ve evde oturup kitap yazmaya karar vermiştir. Halbuki toplum ondan işinde daha da başarılı olmasını, iyi bir mühendis olup yüksek maaş almasını beklemektedir. Cemil bu idealleri elinin tersiyle itmiştir. Hayatın çok hızlı bir şekilde aktığı bir dönemde evde bir nevi zamanı yavaşlatmıştır. Hayatın gözden kaçan detaylarını gözlemleme şansını yakalamıştır. Banyoda otururken başında beliren örümceğin ördüğü ağlara hayranlıkla bakar, gazetenin üzerine dökülen su damlacıklarının arasından eski haberleri okur. Kavanoza koyduğu fındıkların çıkardığı ahenkli sesleri büyük bir keyifle dinler. Bu küçük detayları çalışırken yakalayamadığını düşünür. Ve o evde bu detaylarları incelerken karısı çalışır, ona bakar. Bu durum Türkiye'de elbette pek hoş karşılanmaz. Zaten bize verilen toplumsal rollerde tam tersi olması beklenir, Cemil'in çalışıp karısı Nazlı'nın evde oturması gerekmektedir. Cemil bu durumu kendisine dert edinmez, keza Nazlı da... Ama akrabalar, komşular için eleştirilecek bir durumdur bu... Cemil'in maaşı artma noktasına gelmişken işten ayrılması kabul edilecek bir durum değildir. Cemil daha çok çalışmalı, çok iyi bir mühendis olup ev almalı, araba almalı topluma göre onun ilk görevi bu olmalı hayatın ince detaylarında kaybolması değil. Ender de farklı değildir, Cemil'in aksine çalışır, kitap çevirileri yapar ama o da evde oturur. İnsan içine pek çıkmaz, toplumun içine pek karışmaz. Evde yemek yapar, fasulye ayıklar, dolma doldurur, reçel yapar.
Cemil'in, Ender'in evde vakit geçirmelerini, toplumla kaynaşmamalarını dünyanın saldırganlığı karşısında kendilerini korumaya çalışmaları olarak yorumlayabiliriz. Zaten Cemil'in "Bütün eve dönme hissi yaratan anlar güzeldir" deyip İstanbul'dan Ankara'ya koşarak dönmesini bu duruma örnek olarak gösterebiliriz. Elbette Cemil'de eve dönme hissi yaratan Nazlı'dır. Beyoğlu'nda yürürken aklına bir anda düşen Nazlı'yı görme isteğiyle hemen otogara koşar ve Ankara'ya ilk giden otobüse binip Nazlı’sına kavuşur. Evden çıkmak istememelerinin ve sürekli eve dönme isteklerinin altında yatan başka bir durum da orta yaş krizi olarak yorumlanabilir sanki. Mevcut dünyaya ayak uyduramama korkusu da olabilir. Cemil, Ender, Çetin ve birçok Barış Bıçakçı karakteri 30 yaş üstüdür. Saçları dökülmeye başlamıştır, göbekleri iyice belirginleşmiştir. Yeni neslin onları anlayamayacaklarını düşünürler. İlk gençliklerini yaşadıkları 80'li yıllara methiye düzmezler ama o yıllarda öğrenci evlerinde geçirdikleri şiir ve edebiyat dolu günleri anmaktan geri durmazlar. Zaten son tahlilde Cemil bu konuyla alakalı tartışmaya bir son verir: “80’leri yaşamayan biri bizi nasıl anlayabilir ki, gerçi anlamasalar da olur o kadar mühim insanlar değiliz.”
Vicdanlı Erkekler
Ender, Cemil, Sulhi için vicdanen solcular demek doğru olur sanırım. Ezberci zihin kalıplarından uzaklar. Fakat 1 Mayıs törenlerini kaçırmıyorlar, haksız yere tutuklanan arkadaşları için günlerce mahkeme önlerinde protesto eyleminde bulunuyorlar. Bütün bunları zamanın ruhu olduğu gerekçesiyle veya gençlik hevesi olarak yapmıyorlar. Doğru olduğuna inandıkları için yapıyorlar. Cemil mesela, anket yapmak için kapısını çalan yüzü kan ter içinde kalmış olan üniversite öğrencisinin haline çok üzülüyor. Çocukluğu ekonomik zorluklar içinde geçmiş karısı Nazlı'nın ve Nazlı ile benzer durumda olan küçük kız çocuklarının bir daha aynı zorlukları çekmemesi için sosyalizm gelmeli diyor. Haline üzüldükleri dünyanın düzelmesi ve insanların omuzlarının kaldıramayacağı yükü üstlenmek için yüksek sesle sosyalizm gelmeli diye bağırıyorlar neticede.
Bitirirken Barış Bıçakçı'nın kitaplarının başrollerinde yer alan Ankara'dan bahsetmemek olmaz. Sanırım insanlar su misali yaşadıkları yerin şeklini alıyorlar.  Edip Cansever'in de dediği gibi:
" insan yaşadığı yere benzer
o yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
suyunda yüzen balığa
toprağını iten çiçeğe
dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine"
Ender, Çetin, Sulhi ve Cemil de Ankara'nın şeklini almış görünüyorlar. Olabildiğince sakinler, aceleleri yok ve ancak bir Ankaralının alabileceği keyifleri alıyorlar. Sonbaharda Konur Sokak’ta yürümek, kışın Kuğulu Park’ta gezinmek gibi...  
Barış Bıçakçı'nın kitaplarının tamamına sinmiş olan naifliğin, onun şair elinden çıkma cümlelerinin yanı sıra yaratmış olduğu bu karakterler ile de ilgili olduğunu düşünüyorum. Çevremizde pek sık rastlamadığımız fakat bir yerlerden tanıyormuşuz hissi yaratan karakterler bunlar. Bütün gün evlerinde oturup balkonlarından bakıp önce Ankara'nın sonra dünyanın haline üzülen tipler. Bu halleriyle dünyanın bütün yükünü omuzlamış gibidirler. Bu bezgin hallerinin de sırtlarına yüklendikleri bu yükten kaynaklandığını söyleyebiliriz. "Gençliklerini, onlar gibi göğüs kafesleri açık yaşayanlar da hastalanıyordu sonunda." Barış Bıçakçı'yı sırf yaratmış olduğu, insanda iki kadeh içme isteği uyandıran, dertlerine ortak olma hissi yaratan naif, kırılgan karakterleri için de sevmiyor muyuz biraz da...
Can Öktemer

* Bu yazı, Duvar Dergisi'nin Kasım-Aralık 2013 tarihli 11. sayısında yayınlanmıştır.

14 Eylül 2013 Cumartesi

Ecdadından bihaber dizi: Fatih




Filmleri kaç kişinin izlediğinin sayılamadığı Yeşilçam dönemlerine haksızlık etmemek için tüm zamanların diyemesek de, bilinen “en çok izlenen filmler”in ilk sırasında “Fetih 1453” var artık. 2012 Nisan ayı itibariyle 6 milyondan fazla kişinin bu filmi izlediği söyleniyor. Yapımcı Fatih Aksoy, bu sezon filmi dizi olarak televizyona taşımaya karar verdi ve “Fatih” ismiyle dizinin çekimlerine başlandı. Filmin gişe başarısının yanı sıra, konunun popülerliği ve tarihi dizilerin, özellikle “Muhteşem Yüzyıl”ın izlenme oranları da elbette ki bu kararda pay sahibi. 

Yaklaşık üç hafta önce dizinin ilk fragmanı dönmeye başladı ekranlarda, bu hafta da ikincisi... Fragmanlardaki garipliklerden önce cast seçimine değinelim. Filmde Fatih’i canlandıran Devrim Evin’in de, dizideki Mehmet Akif Alakurt’un da maşallah boyları posları gayet yerinde. Hâlbuki Fatih’in yaklaşık 1,65 boyunda ve çelimsiz olduğu rivayet edilir. Böylesi bir “büyütme” ve mitleştirme anlayışı, Türkiye’de bir alışkanlık... Hatırlarsanız Mustafa Kemal’in boyu da epey bir tartışma konusu olmuştu. Nedense “büyük Türk”ler cismen küçük olamıyorlar. 

Gelelim fragmanlara... İlk fragmanda, Fatih atının sırtında tahminen İstanbul’a giriyor ve ekrana bir anda koca puntolarla “Büyük Türk” ibaresi yansıyor. İlk olarak İttihatçılarla başlayan Fatih’i milliyetçi tarih yazımının en büyük muzafferi olarak konumlandırmanın bariz bir dışavurumu akıyor ekranlardan. Avrupa’da zikredildiği söylenegelen bu hitap şekli gururla kullanılırken, Fatih’in kendi kullandığı Kayser-i Rum (Roma İmparatoru) unvanının hep arkada bırakılması da açık bir zihniyet tercihi. Aynı fetihten sonraki üç günlük yağmanın “büyük anlatı”da hiç yer almaması gibi…

İkinci fragman ise bir fecaat... Uzak çekime yansıyan Tarihi Yarımada’ya giderek yaklaşıyoruz. Bir bakıyoruz ki, bugünkü Sultanahmet Meydanı’nda koca bir hipodrom... Hâlbuki 300’lerde kurulan bu devasa yapı, 1200’lerde Haçlı Seferleri sırasında Latinlerin Konstantinopolis’i istilası sonucu kaderine terk edilmişti diye yazıyor tarih kitapları. Yani 1453’te İstanbul’da bu yapıdan eser yok.


Gariplikler bununla da kalmıyor. Ayasofya’da Fatih’le birlikte cemaatin kıldığı namaza odaklanırken, Ayasofya’yı bugünkü haliyle, yani dört minareli olarak görüyoruz. Fakat biliyoruz ki Fatih, Ayasofya’yı camiye çevirdikten sonra sadece tuğladan minareyi ekletmiştir. Hatta Fatih’in bu minareyi aceleyle ahşaptan yaptırdığı, oğlu II. Beyazıt’ın bu minare yerine tuğlalı minareyi ve de ikinci minareyi yaptırdığı söylenir. Birbirinin aynısı olan diğer iki minare ise II. Selim, Mimar Sinan’a Ayasofya’nın bakım çalışmalarını yaptırırken, inşa edilmiştir. Zira Ayasofya’nın dört minaresi farklı zamanlarda yapıldığı için birbirinden farklıdır. Aynı fragmanda, imamdan yani padişahtan önce davranarak cemaatin secdeye yatması ise başka bir ‘gariplik’ olarak duruyor önümüzde.

O zaman, dizinin yapım ekibine sormak gerekir: Milliyetçi hamasete kolayca konu ettiğiniz “ecdadınız”ın tarihinden bu kadar mı bihabersiniz? O kadar para verip böyle bir tarihi dizi çekerken, bu tür çok bariz hataları engelleyebilecek bir tarih danışmanı bulamadınız mı? Yoksa tanıtıma koyduğunuz “Büyük Türk” paranteziyle birlikte alt metinde “buralar hep bizimdi” mesajı mı vermek istiyorsunuz?

* Bu yazı, 15-22 Eylül 2013 tarihli Agos Derkenar sayfasında yayınlanmıştır. 
Sevag Beşiktaşlıyan

9 Ağustos 2013 Cuma

Tufan’dan öncesi



Türkiye tarihinin “ötekiler”i tartışmasına bir katkı kabilinde Tanıl Bora, Cumhuriyetin “kurucu öteki” olarak kendi “tarih”ini gördüğünü söyler. Bu tarihe büyük anlamda rengini vermiş olan İslam’ın bu ötekileştirmeden nasibini çokça aldığı artık büyük ölçüde kabul ediliyor. Fakat İslam’la özdeşleştirildiği için Arapların bu aşağılayıcı ve dışlayıcı tavra maruz kalmaları halen gölgede kalan bir vakıa. Bu mevzuda İlhan Arsel’in Arap Milliyetçiliği ve Türkler gibi bir magnum opus’u olmasına rağmen bu çerçevedeki Kemalist oryantalizm hâlâ tartışmaya açılmış değil.  
Çok yaşanan bu durumun son örneğini geçtiğimiz hafta Mısır’da yaşanan gelişmeler üzerine Tufan Türenç, “arab'ın demokrasisi bu kadar olur” tvitiyle verdi. Sosyal medyada yoğun tepki görmesine rağmen geri adım atmayan Türenç’in Hürriyet gazetesindeki köşe yazılarından, bu zihniyeti üreten Kemalizm’in önde koşan bayraktarlarından olduğu malum. Bu sebeple, esas tartışılması gereken nokta, “Tufan’dan öncesi”. Yani Türkiye’de resmi tarihin yalanlarının ve bu zihniyetin arazlarının özellikle Kürt ve azınlık meselelerinde ortaya çıkarılmasına büyük katkı sunan sol ve liberal entelektüellerin, Araplar söz konusu olduğunda susmalarının çok da tesadüf olmamasından bahsediyorum.
Bu cenahta Arapça veya Farsça bilen ve bu coğrafyayla ilgilenen, diktatörlüklere karşı isyanlar başladıktan sonra bile çok az sayıda isim var. Türkiye’de en bilineni Necip Mahfuz olan Arapça edebiyatın en seçkin ürünleri bile Türkçeye halen Avrupa dillerinden çevriliyor. Hatta hâlâ Avrupa’nın benmerkezci haritacılık anlayışının sonucu olan “Orta Doğu” ismi bile tartışmaya açılmış değil. Türkiye siyasi tarihine denk gelecek biçimde Türkçenin Türkler dışında kalan tüm etnik gruplarla ilgili nefret söyleminin Araplarla ilgili “güzide” örneklerinden birisi olan “mal bulmuş Mağribi gibi” deyiminin kullanımında, bahsettiğim entelektüeller hiçbir beis görmüyorlar. Örneğin Murat Belge, Bülent Somay ve Halil Berktay gibi akademisyenler, bu deyimi çeşitli zamanlarda defalarca köşe yazılarında kullanabildiler. Pek tepki görmediklerine de neredeyse eminim.
Evet, sürekli olarak Arap kadınları belki de bir fantezi unsuru olarak tamamen örtülü ve cahil; erkekleri ise çapkın, kurnaz, “sahte Müslüman”, çok eşli ve “entari” giyen insanlar olarak karikatürize edilmesine çok gülünüyor. En çok okunan karikatür dergilerinden Penguen, Arapların aşağılanmasına parmak basan Başbakan’ı şu ırkçı kapakla resmedebiliyor halen. Fakat kimse kusura bakmasın, zaten iyice göze batan bu durumu pek de ses yükseltmeden eleştirmek çok kolaycı bir tavır. Hele ki, Kemalizm’le bağını çoktan koparmış olduğunu varsaydığımız yakın cenahımızın bile tipik “beyaz Oryantalist” tavrı bu kadar yaygınken…
* Bu yazı, 12-19 Temmuz 2013 tarihli Agos Derkenar sayfasında yayınlanmıştır.
Sevag Beşiktaşlıyan

14 Temmuz 2013 Pazar

Heba, Rüyanın Delindiği Yerden



Ankara’da, daha çok popüler kitaplar ile süreli yayınların satıldığı bir kitapçıda yığılı Heba’ları gördüğümde önce şaşırdım, sonra da bu duruma oldukça sevindim. Gerçek edebiyatın okunmaya başlanması, talep görmesindendi sevincim. Hasan Ali Toptaş’ın bu coğrafyada çok satmaya başladığını görmek, ister istemez edebiyatseverleri şaşırtır. Kitapları böyle çok sayıda görünce hemen çalışanlardan birine yaklaşıp, Heba’ya ilginin nasıl olduğunu sordum. “Oldukça iyi,” dedi, “Çıktığında on tane getirtmiştik ama birkaç gün içinde bitince elli tane daha getirttik.” Genç, yüzümde beliren memnuniyet ifadesini görünce sohbeti uzattı. “Bir arkadaşım, onun bütün kitaplarını okudu. Çok değişik bir yazar, diyor, onun için. Ben de Heba’yı yeni okumaya başladım, evet oldukça farklı.  Duyduğuma göre Denizli’de yaşıyormuş.” Gülümsedim, “Hayır,” dedim, “Eryaman’da yaşıyor.”


Bana kalırsa, bu kısa diyalog, Hasan Ali Toptaş’ın otuz yıldan biraz daha fazla olan yazarlık hayatının özetidir. Birincisi, ondan coşkuyla söz eden genç, onun daha bir kitabını dahi okumamıştır, şu an sadece buna meylettiğini, belki birkaç sayfa okuduğunu söylemiştir sadece: Hasan Ali Toptaş’ın genel okur profilinin oluşum evresidir bu. HAT’tan etkilenmek, onun okuru olmak için onu okumaya başlamış olmak yeterlidir. İkincisi, genç, Hasan Ali Toptaş hakkındaki ilk bilgilerini bir arkadaşından almıştır: Bir ilan, bir eleştirmen veya başka bir otorite aracılığıyla onun kitaplarına ulaşmamıştır. Böyle olduğu için en etkili tanıtım aracı olan ‘okur tavsiyesi’ yoluyla HAT’ın yeni okurlarına eklenmiştir. İlk kitaplarını kendi imkânlarıyla bastıran, aldığı ödüllere rağmen Bin Hüzünlü Haz gibi muhteşem bir kitabı bastırmak için yayınevi yayınevi dolaşmış bir yazardan söz ettiğimizi göz önünde bulundurduğumuzda bugünkü okur sayısının ulaştığı noktayı oldukça önemsememiz gerektiğini düşünüyorum. Üçüncüsü, genç, Hasan Ali Toptaş’ın Denizli’de yaşadığını söyleyerek onu merkeze koymamıştır: Bunun nedeni onun merkeze yakıştırılmaması değil, merkezin ona yakıştırılmamasıdır. Hasan Ali Toptaş, büyük ve küçük bütün merkezlerin dışında yaşamaya devam ediyor ama unutulmamalı ki kitaplarının merkez yayınevleri tarafından kabul görmesi bile çok uzun yıllar almıştır. Buna en güzel örneklerden biri, Kültür Bakanlığı Roman Yarışmasında mansiyon alan Sonsuzluğa Nokta romanının basımında yaşadıklarıdır. Fethi Naci’nin Aydınlık’taki köşesinde iki yayıncı arkadaşına Hasan Ali Toptaş’ın romanıyla ilgilenmelerini önerir. Bu iki yayınevinden Ankara’dakinin kapısını çalar HAT. Fethi Naci’nin yayıncı arkadaşı gerçekten de öneriyi dikkate almış ve yazıyı kesip çekmecesine koymuştur, bunu ona da gösterir. HAT, dosyasının yayımlanacağını düşünür ama uzun bir zaman sonra romanın basılmayacağı söylenir kendisine. Romanın basılmama nedeni, edebiyatımızın önemsenen yazarlarından birinin yazdığı editöryel rapordur. Rapora göre, “Cümleler oldukça uzundur ve okur bunları anlayamaz.” İyice hayal kırıklığına kapılır HAT. Hatta köşesine çekilir ve edebiyat dünyasına küser. Bundan sonra sadece kendi için yazacaktır. Sonunda yazdıklarının basılması için hiçbir yayınevinin kapısını çalmayacağı kararını alır. Zaten onun yazın hayatı bir talihsizlikler zinciri gibi uzar gider, ta ki son yıllara kadar.
           
Heba, Hasan Ali Toptaş’ın merakla beklenen yeni romanı. Uykuların Doğusu’ndan uzunca bir süre sonra geldi. Heba’yı önceki romanlarından ayrı bir yere koymakta fayda var. Özellikle Bin Hüzünlü Haz ve Uykuların Doğusu’nda anlatılanlar bir belirsizliğin içinde akar. Belirsizlik öyle baskındır ki akıntının nereye doğru olduğu da romanın sonuna kadar okurun kafasında sürekli bir sorun teşkil eder.  Olaylar, hareketler ve tepkiler; yoğun imgeler aracılığıyla ve sembollerle, neden sonuç ilişkisi iyice silikleştirilerek hatta bazı durumlarda hiç kurulmayarak, zaman ve mekânsal yapı bozularak, bulanık, belirsiz bir görüntü içinde cereyan eder. En uzun bölüm olan ‘Sınır’ı saymasak Heba da birçok açıdan HAT’ın önceki romanlarına benzemektedir. Ancak ‘Sınır’da olaylar, anlatılar, gerçek bir mekân ve zaman algısıyla veriliyor çoğu yerde. Romanın orta yerinde uzayıp giden bu bölümde geçen yer adları (il, ilçe vs.) sonuna kadar gerçektir. Zaman da hatta Mehdi Zana, Koçero gibi bazı kişi adları da doğrudur. Bu açıdan bakıldığında ‘Sınır’ bölümünü Heba’nın içinde, Heba’yı da bütün Hasan Ali Toptaş romanlarının içinde delinmiş bir rüya olarak görebiliriz. “Muhtemelen öyle olmuştur, Ebecik’in sesi sana uykunun delinen yerinden akıp gelmiştir.” (s. 83). Bu yüzden Heba’da anlatılanlar, bize, önceki Hasan Ali Toptaş romanlarında olduğu gibi bazen eğlenceli, bazen moral bozucu bir oyunun içinde olduğumuzu düşündürtmüyor, Binnaz Hanım’ın betimlediği apartman sakinlerinden başlayarak neredeyse romanın son sayfalarına kadar, yürek sızlatan, ağır, sancılı birçok olayın içinde buluruz kendimizi. Bu nedenle romanın sonunda Ziya’ya kapısını açan kişiye minnet besleriz. Bu noktada şunu özellikle vurgulamakta yarar var sanıyorum: Heba’nın her bölümü ayrı bir okuma gerektiriyor. Örneğin ‘Sınır’ bölümü sosyolojik bir okuma gerektirirken son bölüm olan ‘Fena’, tasavvufî,  ‘Anahtar’ bölümü Freudcu bir yaklaşımla okunmayı gerektirir. Bu bölümler nasıl okunursa okunsun hepsinin öbeğinde minnet duygusu var, diyebiliriz. Böyle olduğu için minnet duygusu romandaki en hareketli unsurlardan biri; kahramanların büyük çoğunluğu minnet duygusuyla varlığını hissettiriyor, hatta bu duygu, çoğu zaman kişiden kişiye geçerek romanın akışına ayrı bir hareketlilik getiriyor. Romanın giriş bölümü olan Anahtar’da Binnaz Hanım’ın dile getirdiği, “Minnet duygusu feci bir şey Ziya Bey, onun insanda nasıl bir tahribata yol açtığını bana kalırsa ancak yaşayan bilir.” (s.44) sözü bir şekilde romanın yaslandığı temel düşüncelerden biridir. Ziya’nın o karanlık, yalnız, kirli şehir hayatından kurtulup tabiata gitme isteği bu duygudan ayrıymış gibi gelişse de aslında çok da ayrı değildir. ‘Rüya’ bölümünde Ziya’nın kime, neden bu duyguyu beslediğini çok net bir biçimde görürüz. Bu bölümde Ziya’ya bir şeyler anlatma derdinde olan bir güvercin peyda olur. Bu kuş roman boyunca özellikle Ziya’ya bakışıyla birçok kez karşımıza çıkacaktır. Uykuların Doğusu’nda Cebrail’in peşine takıldığı, şekilden şekle giren kuştur bu bana kalırsa, hatta Gölgesizler’deki Güvercin’in ta kendisidir. Ne var ki kuşun kaderi, Gölgesizler’deki Güvercin’in kaderiyle aynıdır.  Ziya bu kuşun kendine bakan gözlerinin aynısını kırk iki yıl sonra farklı bir canlıda yeniden gördüğü zaman, Güvercin’in de kuşun da yaşamaya devam ettiğini anlarız. Heba’daki sarmal yapı diğer Hasan Ali Toptaş romanlarından oldukça farklılaşmış, genişlemiştir diyebiliriz bu örnekten yola çıkarak. Heba’daki bu yapı, bütün Hasan Ali Toptaş kitaplarını içine alacak kadar genişlemiştir hatta. 1990 yılında basımı yapılan Yoklar Fısıltısı öykü kitabında yer alan ‘Yabu’ öyküsündeki baş karakterin izine Heba’da da rastlarız. O öyküde Enver’e, Yabu’nun ne olduğu sorusunu soran anlatıcıya cevap Heba’da verilir. Bu ilişkilendirme sadece ‘Yabu’ üzerinden değil, o dönemki Hasan Ali Toptaş’ın yazar kişiliği üzerinden de yapılır. Yabu’nun aslında bir hikâye olduğunu söyleyen Seyfettin, hikâyenin yer aldığı kitabın adını ve yazarını hatırlamadığını söyler Ziya’ya. “Hatta yazarı hatırlamadığıma göre demek ki önemli bir yazar da değildi,” der. İlk kitaplarını kendi imkânlarıyla bastıran, yaşadığı hayal kırıklığından dolayı bir köşeye çekilip sadece kendi için yazmaya koyulan (Yalnızlıklar böyle bir dönemde yazıldı.), ne Oğuz Atay gibi okuruna seslenme ihtiyacı hisseden ne de Ahmet Hamdi Tanpınar gibi uğradığı sükût suikastından şikâyet eden o dönemki Hasan Ali Toptaş’ı görmeyen, yok sayan edebiyat çevrelerine bir göndermedir bu aynı zamanda. Yani bu döngüsel yapı, yazarın ilk kitaplarından son kitabına kadar sayfalar dolusu yazılanları ve yazarın yaşadıklarını içine almıştır. “Hamaz ortalıkta şöyle bir gezindi ve gezinirken dağınıklığın sisleri altında yatan kasabanın ruhundan hayata dair çeşitli parçaları topladı da, işte burada olup bitenlerin geçmişini, şimdisini ve geleceğini gösteren işaretler bunlardır diye getirip hepsini oracığa bırakıverdi sanki.” (s. 71). Gölgesizler’deki sarmal yapı, nasıl Cennet’in oğlunun beline dolanan yılanla açıklanabilirse, Heba’nın sarmal yapısı da hamazla açıklanabilir. Hatta, Heba’daki Karcı Ali, Gölgesizler’deki Cennetin Oğlu’nun sorduğu  “Kar neden yağar kar?” sorusunun cevabını vererek sarmal yapının döngülerini fazlalaştırır. 

 
Heba’daki dilin üzerinde de ayrıca durmakta yarar var. Hasan Ali Toptaş’ın zengin bir kelime dağarcığıyla yazdığı bilinmektedir. Bu romanda dil daha zenginleşmiş, artık neredeyse pek de kullanılmayan büvelek, horata, duluk, hamaz, tahra, hitam gibi pek çok kelime, romanın kelime dağarcığına eklenmiştir. “İyi yazılmış bir sayfada bütün sözcükler aynı yöne dönük olmalı,” diyen Stevenson’u haklı çıkarırcasına bu kelimeler oldukça özenli ve güçlü anlamlarıyla kullanılmışlardır. Bu kelimelerin nasıl gün yüzüne çıktığının ilk tanıklarındanım. Hatta, Heba’daki bazı cümlelerin, üzerinde nasıl çalışılarak yeniden kurulduğunun da. “Sadece Suriye topraklarından değil, mevzideki nöbetçilerin üzerine belki yedi sekiz Kalaşnikofla Türkiye tarafından da ateş ediliyordu.” (s. 240) cümlesi, hatırladığım kadarıyla “Mevzideki nöbetçilerin üzerine sadece Suriye topraklarından değil, belki yedi sekiz Kalaşnikofla Türkiye tarafından da ateş ediliyordu.” şeklindeydi. Ancak bu cümle son derece doğru olmasına karşın, yazarı rahatsız etmiştir. Askerlerin iki ateş arasında kaldığını sadece anlatımla söylemekle kalmayıp biçimsel olarak göstermek için cümleyi bozup, romandaki haliyle yeniden kurmuştur. Sadece bu cümle için değil romandaki her bir cümle için bu özeni göstermiştir, diyebilirim. Bu nedenle Heba, altı çizilecek sarsıcı ve birçoğu felsefi olan cümlelerden meydana gelmiştir.    

Hem Heba hem de Hasan Ali Toptaş için çok şey söylenebilir kuşkusuz. Ne söylenirse söylensin mutlaka eksik bir tarafı olacaktır söylenenlerin. Heba, her okuyanın onda farklı şeyler bulduğu, bir kimsenin farklı okumalarında bile kendini çoğaltan bir roman. O kadar çok şey söylüyor ki bunlardan genel olanları bile açıklamak sayfalar dolusu yazmayı gerektirir neredeyse. Hallac-ı Mansur’a yapılan atıflardan, tasavvufî açıdan tanrıya ulaşmaya, asker intiharlarından şehirleşmeye, köylülükten, bombalanan kitabevi üzerinden Türkiye’nin belli bir dönemine bakış açısına, çok katmanlı yapısından, üst kurmaca özelliklerine kadar birçok okuma gerektirebilir. Ama nasıl bir okuma yapılırsa yapılsın, Hasan Ali Toptaş’ın kelimelerle kurduğu bir âlemde yaşadığını pekala biliriz biz. Bu nedenle Ziya’nın yerleştiği köyün adı Yazıköydür, ve buraya Kenan Eli, der Ziya. Köye en yakın köyün adı da Ovaköy’dür. Bu nedenle alnından vurulan yazıcının yerine geçecek yeni yazıcının durduğu yazıhane, yan yana sıralanmış altısı küçük, biri büyük yedi pencereden oluşmaktadır. Yazıhanenin sütbeyaz duvarlarının sessizliği ortasında uzun boylu bir asker olarak vardır, yazıcı. Bu nedenle Rüya’nın büyük bir delikle yırtıldığı yerde, yani, ‘Sınır’ bölümünde, Resul’e Ziya, “Bu yaşadıklarımız bana gerçek değilmiş gibi geliyor.” der. Resul de ona, “Gerçek fazlasıyla hissedildiğinde insana her vakit gerçek değilmiş gibi gelir,” diye cevap verir.

Heba’yı bitirdikten sonra, Hasan Ali Toptaş’ın, “Sanatçının hiçbir önemi yoktur, yazdığı önemlidir,” diyen Faulkner’la, “Gerçekte iyi bir kitap yazabilmek için gerçeğin biraz da farkında olmamak lazım,” diyerek sezgiyle yazmayı önemseyen Borges’le, Silahlara Veda romanının son sayfasını otuz dokuz kez yazan Hemingway’le, Kafka kadar olmazsa bile yakın akraba olduğunu düşündüm. 

Abdullah Ataşçı

Bu yazı, Agos Kirk'in Mayıs 2013 sayısında yayınlanmıştır.