26 Ağustos 2012 Pazar

Google’dan Aramalara Otomatik Sansür

Google Search, şu anda dünyanın en çok kullanılan ve muhtemelen en kullanışlı arama motoru. Oldukça karmaşık algoritmalardan faydalanan bu sistem, aradığımız bilgiye en ilgili kaynaktan ve en kolay şekilde ulaşmamızı sağlıyor. Fakat, bu haftadan itibaren arama motoruna pek de hoşumuza gitmeyebilecek otomatik bir özellik ekleniyor: sansür. 

Google, arama motorunun resmi blog sitesi olan http://insidesearch.blogspot.com’da, bu haftadan itibaren telif hakları ihlallerinin, arama algoritmalarının değerlendirdiği 200’den fazla kriter arasına konulduğunu açıkladı. Buna göre telif hakları yasalarını sıklıkla ihlal eden internet siteleri, aramalarda otomatik olarak alt sıralarda gösterilecek. Google, böylelikle internet kullanıcılarını müzikler, videolar ve yazılımlara yasal yollarla ulaşabileceği kaynaklara kolayca yönlendirebilmeyi hedefliyor.

Google’ın bu kararı almasının özünde ise şirketin telifle ilgili gelen şikayetlerle başedememeye başlaması yatıyor. Kurumlar veya kişiler telif hakları ihlalleri, pornografik içerik, nefret söylemi, özel hayatın gizliliği ve devlet sırları gibi çeşitli gerekçelerle Google’dan kendi servislerinde saklanan bilgileri kaldırmalarını veya bazı arama sonuçlarını gizlemelerini talep edebiliyorlar. Eğer Google incelenen şikayeti haklı bulursa, isteği genel ya da bölgesel olarak yerine getiriyor. Google geçtiğimiz ay sadece telif hakları ile ilgili 4.3 milyondan fazla şikayet aldı; bu da bir günde aldıkları şikayet sayısının, 2009 yılının tamamında aldıklarından daha fazla olması demek. 


Şikayetlerin haricinde, şirket uzun bir süredir kendi servislerine yüklenen ve telif hakkı sorunu oluşturabilecek (Youtube’a yüklenmek istenen ünlü bir film sahnesi gibi) içerikleri “parmak izi” diye adlandırılan teknolojiler sayesinde otomatik olarak tespit etmekte ve telif ile ilgili bir sorunu daha şikayet olmadan kaldırmakta. Yani Google, (her ne kadar bir çok talebi yerine getirmiyor olsa da) haklı veya haksız sansür isteklerini zaten yerine getiriyordu. Google, bundan böyle internette kendi saklamadığı içeriklerin de uygun olup olmadığına karar vererek sansürcülük rolünü başkalarının sırtından kendi üzerine yüklüyor. Üstelik sansürü algoritmik bir biçimde uygulayarak, arama sonuçlarını topluca “uysallaştırarak...”

Buradan karlı çıkanın ise, Google’ın iddia ettiğinin aksine, internet kullanıcısı olacağını söylemek kolay değil. Korsanın “sorun” olmaya başladığı 2000’lerden günümüze her yıl çıkarılan albüm sayısı ve satış rakamlarını incelersek, korsanın  satışları da, yaratıcılığı da öldürmediğini görüyoruz. Telif hakları yasalarının ve korsanı önlemeye yönelik çalışmaların asıl amacı, yaratıcı çalışmaları yaratıcıların haklarını gözetecek şekilde korumakla, toplumun bu çalışmalardan yararlanabilmesi ve/veya keyif alabilmesi arasında bir denge kurmaktır. Google’ın bu yeni uygulaması ise yaratıcı zihinlerin haklarını kollamaktan ziyade (özelikle de gelişmekte olan ülkelerde) bilginin özgür paylaşımına bir darbe olacak. SOPA ve PIPA gibi yasaların reddiyle isteklerini elde edememiş “kültür” endüstrisi ve sansürün Wikileaks gibi “sakıncalı” sitelere genişlemesini umabilecek yasal otoritelerin ise bu gelişmeden memnun olacağını tahmin etmemek mümkün değil.

Sertan Şentürk

Bu yazı, 16 Ağustos 2012 tarihli Agos gazetesinde yayınlanmıştır.

21 Ağustos 2012 Salı

Pop Basitliğin ve Gürültünün İçinde Kayboluyor


Ailelerimiz, bizlere çoğu zaman kendi zamanlarının müziklerinin daha dolu ve zengin olduğunu söyler durur. Onlara göre günümüzde, her şeyin bir nebze olduğu gibi, müzikler de kolaylaşmış, bir miktar tatsızlaşmış ve hatta kuru gürültüyle dolmuştur. Pek muhtemelen, onların ebeveynleri de ailelerimize kendilerinden emin bir biçimde aynı sözleri sarf etmişlerdi. Yalnız bu seferlik, kuşak çatışmasını suçlamadan, büyüklerimizin sözüne itimat etmemiz gerekebilir: çünkü Nature’da basılan bir makaleye göre günümüzün pop müziği gerçekten de her zamankinden daha yüksek ve basit!

Barcelona’da Joan Serrà’nın öncülüğünde bir grup araştırmacı bu sonuca EMI, Spotify, BBC gibi büyük şirketlere müzik altyapılarını sağlayan Echonest ile  Columbia Universitesi’nin ortaklaşa oluşturduğu dünyanin şu andaki en kapsamlı ücretsiz batı müziği bilgi bankası olan “Milyon Şarkılık Bilgi Bankası”nı kullanarak varıyor. Araştırmacılar bu bilgi bankasındaki son 50 yılın Batı pop müziği parçalarını çeşitli yapay zeka ve istatistik metodları ile analiz ediyor. Böylece müziğin zaman içerisinde nasıl değiştiği (ya da “evrim geçirdiği”) üzerine fikir sahibi olmaya çalışıyorlar. 

12 Nota ile Ne Kadar Müzik Yapılabilir ki?!
Araştırmacılar, ilk olarak son 50 yılda tercih edilen notalar, akorlar ve bunların kayıtlar içerisinde gösterdiği geçişlerle bakıyorlar: görülen o ki pop müzikte halen keşfedilmeyi bekleyen çok fazla sayıda yol var. Yani dünyadaki her kombinasyonun çalındığı ve yaratıcılığın imkansız hale geldiği gibi bir durumdan korkmamıza henüz gerek yok. Öte yandan, pop müzikte bizlere şaşkınlık hissi verebilecek, beklenmedik müzikal geçişler azalırken, sıklıkla tercih edilen melodik yürüyüşler daha da yaygınlaşmış. Bu da demek oluyor ki, günümüzün pop müzisyenleri yeni arayışlara girmektense aynı nağmeleri daha da sadeleştirerek tekrarlamayı tercih ediyorlar.

Gelişen İmkanlar İnsanları Keşfe Sevk Etmeyebilir
Bir sonraki adımda ise kayıtlarda kullanılan seslerin (bir kemanla bir gitardan çalınan ayn notanın farklı renklerinin olmasi gibi) çeşitliliğinde yıllar içerisinde bir değişiklik olup olmadığı incelenmiş. 1950’lerden bu yana, teknolojinin gelişimine paralel olarak genişleyen enstrüman ve kayıt seçenekleri sayesinde, müziğin çok daha fazla ses rengine yer vermesi gerektiğini düşünebilisiniz. Yapılan analizler, gerçekten de 65’li yıllara kadar genişleyen müzikal paletten hakkını vererek yararlanıldığını ortaya koyuyor. Fakat bu tarihten sonra pop müzik, gittikçe daralan ve döneminin çok tutulan ses renklerinin dışına fazla çıkmayan bir şekle giriyor. Yani 70, 80 ve 90’larin gerçekten de kendine ait bir “ses”leri var, ama her dönemin müziği, gittikçe artan bir muhafazakarlıkla, güvenli bölgelerinin dışına çıkmamaya başlıyor. Günümüzde ise ister R&B dinleyelim, isterse elektronik dans müziği, popüler müziğin sınırları içerisinde kaldığımız sürece ayni gitarlara,  synthesizerlara ve derinlerden gelen perküsyonlara mahkum oluyoruz...



... ve “Gürültü Savaşları”nın Müzmin Kaybedenleri
“Artık tüm müzikler yüksek çalınıyor: heyecanınızı da aktarmak isteseniz, hüznünüzü de bundan böyle bunu bağırarak yapmanız gerekiyor.” Bu ifade özellikle son 15 senenin kayıtlarına yöneltilen en büyük şikayetlerden birisi. Barcelonalı grup, son olarak “Gürültü Savaşları” olarak da adlandırılan bu durumun gerçekten var olup olmadığını kontrol ediyor. Sonuçlar ise kaybedenin kulaklarımız olduğunu gösteriyor, çünkü kayıtlardaki ses yüksekliği her sene düzenli olarak 0.13 dB artmakta. İlk başta bu rakam kulağa ufak gelse da 1955’ten günümüzde biriken bu 50 senelik artış, günümüzde her kayıtta kulaklarımıza indirilen bir balyoz olarak kendini gösteriyor. 

Bununla birlikte kayıtlardaki dinamiklerde, yani en yüksek ses ile en alçak ses arasında farkta, çok değişiklik olmamış. Elbette insanların yüksek seslerdeki değişimleri alçak seslerdeki kadar algılayamadıklarını belirtmekte fark var. Bu sebeple kendimizi gittikçe sağırlaşan kulaklara ifade etmek istiyorsak daha da çok bağırmamız gerekiyor. Ama araştırmacıların bizlere kötü bir haberi var: kayıtlardaki ses seviyeleri son süratle dijital teknolojilerin limitlerine dayanmakta. Eğer gürültü savaşları kaldığı yerden bu hızla devam ederse yakın zamanda dinlediğimiz tüm müzikler tekdüze bir haykırıştan ibaret olacak!


Popülerlik Peşindekilere Müzikal Öneriler
Dinleyiciler için hayat yine de devam ediyor, radyolar birbirine kardeş gibi benzeyen yaz hitlerini çalmaya devam ediyor. Peki eğer bir müzisyenseniz ne yapacaksınız? Sizden çok da farklı olmayan yüzbinlerce popçunun sıradan parçaları arasından kendi müziğinizi gösterebilmeniz mümkün mü? Aslında çözüm düşündüğünüzden de kolay; tek yapmanız gereken araştırmada elde edilen bulguları sırasıyla tekrarlamanız: 

1. Popüler bir nağmeyi alın ve onu basitleştirip “yeni ve orjinal” bir nağme yaratın.
2. Yeni nağmenizi o günün trendlerini yansıtan enstrümanlar ve alt yapılarla düzenleyin. 
3. Son olarak, ne yaparsanız yapın, kaydınızın başka kayıtlarından daha “net” duyulabildiğinden emin olun. 

Bunların üzerine çarpıcı bir imaj yapabilirseniz bir Justin Bieber, Lady Gaga, Serdar Ortaç ya da Demet Akalın olmanız işten bile değil!

Yoksa Müzik Ölüyor Mu?
Pekala, günümüzün pop müziğinin her zamankinden daha yalın, tatsız ve gürül gürül olduğunu biliyoruz. Son 50 yılın eğilimlerine bakılacak olursa işlerin değişebileceğine dair bir işaret yok. Peki yaratıcı müziğin birkaç on yıllık bir ömrü kaldığını varsayıp, şimdiden yas tutmaya mı başlamalıyız? 
Öncelikle dünyadaki tüm müzikler popüler müziklerden ibaret değil. Bunun da ötesinde pop müziğin tamamını aynı tornadan çıkmış, endüstriyel bir sürecin ürünü olarak görmek yanlış olur. Popüler olsun ya da olmasın güzel müziğin peşinde olan müzisyenler hep var olacak. Bakmayı ihmal ettiğimiz her köşede, keşfedilmeyi bekleyen sayısız ve farklı müzikler bizleri bekliyor. 

Öte yandan müzik dinlemek sadece “kaliteli” olanı yüceltmek gibi görevsel bir kaygının içerisine sıkıştırılamayacak kadar kişisel bir deneyim. Bir konserde harika bir gitar solosu dinleyen bir kalabalığın, birbirlerinin gözlerine bakarak şarkı söyleyen iki aşığın ya da bir ayinde ney üfleyen bir neyzenin yaşadığı duygu yoğunluğunu bilimsel olarak ölçmeye ve karşılaştırmaya çalışmak anlamsız olur. O yüzden siz siz olun, sevdiğiniz müziklerin tadını çıkarmaya bakın. Çünkü belki de müzik hakkındaki en saf gerçek, sizin onu her dinlediğinizde yaşadığınız hislerdir...

Sertan Şentürk

Bu yazı, 9 Ağustos 2012 tarihli Agos gazetesinde yayınlanmıştır.

16 Temmuz 2012 Pazartesi

"Tarih Kadar Hayal, Rüya Kadar Gerçek"



25 Nisan 2009 Cumartesi günü İstanbul Bilgi Üniversitesi bünyesinde, bu isim altında bir sempozyum düzenlendi. Sempozyumun konusu, hepimizin hastası olduğu yazar İhsan Oktay Anar’dı. Anar’ın dünyasını paylaşmak için bir araya gelen birçok yazar, düşünür ve sanatçı arasında, köleniz de konuşmacı olarak yer aldı, daha önce bu blogda okumuş olabileceğiniz “Puslu Kıtalar Atlası” çevirisiyle ilgili kısaca ahkâm kesti. Bu konuşmanın tam metnini buraya naklediyorum, bunun zaten büyük ölçüde daha önce yazdıklarımdan harmanlanmış olduğunu da belirtelim.

Atlas'ı “Frenkçeye” Çevirmek
Sayın katılımcılar ve konuklar, öncelikle Sayın İhsan Oktay Anar’ın harika yapıtı “Puslu Kıtalar Atlası”nı İngilizceye çevirmek için yaptığım girişime değer vererek bugün burada bulunmama neden olan; Yazara, Bilgi Üniversitesine ve Sayın Akın Tek’e teşekkürlerimi sunarım.

Her ne kadar çoğunlukla hayatımı Türkçe ve İngilizce dilleri arasında çeviri yaparak kazansam da, çok fazla edebi çeviri yapmadım. Ama bugüne kadarki çalışmalarımın bir muhasebesini yaparsam, üzerinde çalıştığım en keyifli işlerin başında “Puslu Kıtalar Atlası”nı saymam gerekir.

1996 sularında kadim dostum Osman Yener ile birlikte, onun vasıtasıyla keşfettiğim Atlas’a hayran olmuştuk. Sıklıkla, bildiğim her iki dilden birinde yazılmış bir yazıya çok tutulunca, onu diğer dile çevirme arzusu uyanır. Zamanla, İletişim yayınları için editörlük ve çevirmenlik yapan Yener’le Atlas’ın çevrilebilirliğini tartıştık.

Bir 17. yüzyıl Fransız eleştirmeninin edebi çeviri üstüne söylediği bir söz var: "les belles infidèles". Buna göre bir çeviri, tıpkı bir kadın gibi; ya güzel, ya da sadakatli olabilir, ikisi birden olamaz. Çeviride, özellikle edebi çeviride, öncelikli sorun “sadakat” ile “saydamlık” arasındaki dengeyi bulmaktır. Genel olarak “iyi” çeviri, “saydam” çeviri olarak kabul edilir. Hele edebiyat dışı, örneğin bir tıp çevirisinde aranan “sadık çeviri” değil, “idiomatik” çeviridir. Edebi olmayan bir metni çevirirken, metnin yazarının seçtiği sözcükleri değil, anlatılan şeyin meali aktarılmaya çalışılır. Edebi çeviride de bunu yapmak olasıdır, ama cesaret ister!

Daha doğrusu, gerçek bir edebi yazarın eserini bir diğer dile idiomatik olarak aktarmak, kaynağınki kadar güçlü bir yazarlık gerektirir. Buna örnek olarak Can Yücel’in Shakespeare çevirileri gösterilebilir. Yücel’in 66. Sone çevirisi[1] “aşırı derecede saydam” denebilecek bir çeviridir. Yani İngilizceye geri çevrilse, Shakespeare ile alakası kalmayabilir. Birçoğumuz bunu yanlış bulabilir, ama bence bu, Can Yücel’in kötü bir çevirmen değil, Shakespeare kadar büyük bir yazar olduğunu gösterir!. Yücel Shakespeare’i çevirirken Ozan’ın seçtiği sözcüklere sadık kalmakla hiç uğraşmamış, ama anlattığı şeyi, Türkçe anlatmış; neredeyse denebilir ki, daha bile güzel olmuş.

Dolayısıyla, bence edebi bir çeviri yaparken tümüyle idiomatik çalışacağım diyorsanız, çevirdiğiniz yazara yakın düzeyde bir yazar olmanız gerekir. Kendimi asla gerçek bir yazarla aynı kefeye koyamayacağım için, benim seçtiğim yol ise tam tersi: olabildiğince sadık olmaya çalışmak. Hatta diyebilirim ki, bana çekici gelen de zaten böylesine bir sadakat gerektirdiğini düşündüğüm metinleri çevirmek. Elbette amaç kaynaktaki anlamı hedef dile aktarmak olmalı, ama bana heyecan veren, bunu yaparken yazarın söz seçimine azami sadık kalmaya çalışmak. Ya da, 19. yüzyıl Alman felsefeci Friedrich Schleiermacher’ın deyimiyle, “yazarı okuyucuya yaklaştıran” (yani saydam) bir çeviri değil de, “okuyucuyu yazara yaklaştıran” (yani kaynağına sadık) bir çeviri yapmak. Anar’ın yapıtına yaklaşımım da bu oldu.

Ancak buradaki özel sorunsal, yazarın nevi şahsına münhasır tarzından çok, kullandığı dilin kendisiydi. Anar Osmanlıca dağarcığına öyle bir sihirli çomak sokmuş ki, bu uykulu sözcükler Osmanlı’yı güncele taşıyan rengârenk bir mizahi örgü yaratmış. Aslında sorun İngilizcede bu sözcüklerin olmaması değil, olması! Yani bizim bugün yaşayan dilimizde artık pek var olmayan bu sözcükler, bazen en ağdalı biçimlerde bile, ve günlük dilde pek kullanılmasalar da, İngilizcede var.

Oysa normal okuyucu için Puslu Kıtalar Atlası’nın atmosferini canlı tutan şeylerden biri, bu ‘zor anlaşılırlığı’ belki de, bu gizemli sözcüklerin tozlarını üfleyip çözmekle uğraşmanın ayinsel, skolâstik havası. Biraz Eco’nun Salvatore’sinin konuştuğu karma dili deşifre etmenin keyfi gibi. Her iki yazar da kendi orta çağlarının gizemli karanlığını anlatırken bu aracı kullanıyor. Aynı aracın yarattığı mizahi tat da Anar’da daha yoğun. Nasıl olmasın ki? Gerçekten komik bir yolculuğa çıkacağımız romanın daha ilk cümlesinden bellidir, en Osmanlıcadan anlamayan okurun bile ilk cümlenin o ciddi – hatta ürkütücü – ağdasının içinde ‘ehli dubara’ gibi bir ifade görünce anlayacağı gibi. Sözlüğe başvurup, erbab-ı livata’nın da ne demek olduğunu öğrenen okur, artık bu kitabı bitirmeden elinden bırakamaz.

Dolayısıyla bu kitabın İngilizcesinin orijinali kadar komik ve gizemli olması beklenemez. Hatta İngilizcenin ‘aşırı anlaşılırlığı’ bir ölçüde yapıtın ‘anlaşılmazlık üstüne kurulu anlatımına’ ters düşebilir. Yine de kitabın tümünde olmasa bile, yazar upuzun cümlelerle, listelerle ve ağdalı sözcük seçimleriyle de aynı arkaik havayı yaratıyor, bunları İngilizcede yansıtmak da gayet mümkün.

O halde:

“Ulema, cühela ve ehli dubara; ehli namus, ehli işret ve erbab-ı livata rivayet ve ilan, hikâyet ve beyan etmişlerdir ki kun-ı Kâinattan 7079 yıl, İsa Mesih’ten 1681 ve Hicretten dahi 1092 yıl sonra, adına Kostaniniye derler tarrakası meşhur bir kent vardır.”

…cümlesi;

“Gnostics, agnostics, and masters of duplicity, keepers of chastity, experts of inebriation, and connoisseurs of sodomy all have rumoured and de­clared, narrated and revealed that, 7079 years after the origin of the universe, 1681 years after Jesus the Saviour and 1092 years after the Hegira there was a city by the name of Kostantiniye, notorious for its racket.”

…olarak ifade edilebilir. Ne denli bire bir çevirmeye çalışsak da bazı kayıplar engellenemiyor; örneğin ‘kun-ı Kâinat’ aslında ‘orifice of the universe’ olmalı belki de! Ayrıca kasıtlı mı, yoksa dizgi hatası mı bilmem, ama Konstantiniye’nin Kostantiniye diye yazılmış olması da bir ipucu bana göre, çünkü bugün bile etkili olan “dilbilgimizdeki delikler” de o arkaik ortaçağ karanlığının bir parçası sanki. Yine de Anar hicvinde sıkça duyulan bilgiç, ağdalı, yalan yanlış konuşan, doğruluğu bol kelime ve gereksiz ama rengarenk ayrıntı vermekten menkul o ses, bir ölçüde İngilizcede de tınlıyor sanki. Örneğin ‘connoisseurs of sodomy’, aynı ölçüde şaşırtıcı olmasa da, ‘ehli livata’ için fena bir karşılık değil.

İlk cümleyi aştıktan sonra üstüme vazife edinip kitabı çevirmeye başladım, durup dururken. İş “Daha ne kadar gidebilirim?” gibi bir çalışmaya dönüştü. Biraz ilerleyince Osman Yener ilk 15–20 sayfayı İletişim’e götürdü, onlar da bunu bir tanıtımlarına bastılar. Bu vesileyle Sayın Anar’da uğraşımdan haberdar oldu ve benimle temasa geçti, son derece nazik bir biçimde destek oldu. Böyle olunca da çeviriyi tamamlamak farz oldu. Bitirmeme 5–10 sayfa kala, Yapı Kredi Yayınları da bu işi desteklemeye karar verdi. Sonuçta, belki de hayatımda ilk ve son kez, tamamen zevk için yaptığım bir iş karşılığında bana para ödenmiş oldu!

Ama Puslu Kıtalar Atlası ne yazık ki hala “İngiliz okurla buluşamadı”. Sanırım bunun asıl nedeni de konuyla ilgili kişilerin kitap pazarlama işlerine pek kafa yormamaları. Umarım bir gün bu düş de gerçek olur.

[1] Sonnet 66 

Tired with all these, for restful death I cry, 
As, to behold desert a beggar born, 
And needy nothing trimm'd in jollity, 
And purest faith unhappily forsworn, 
And guilded honour shamefully misplaced, 
And maiden virtue rudely strumpeted, 
And right perfection wrongfully disgraced, 
And strength by limping sway disabled, 
And art made tongue-tied by authority, 
And folly doctor-like controlling skill, 
And simple truth miscall'd simplicity, 
And captive good attending captain ill: 
Tired with all these, from these would I be gone, 
Save that, to die, I leave my love alone. 

66. Sone 

Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni, 
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez. 
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini, 
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz, 
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru, 
O kız oğlan kız erdem dağlara kaldırılmış, 
Ezilmiş, hor görülmüş el emeği, göz nuru, 
Ödlekler geçmiş basa, derken mertlik bozulmuş, 
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın, 
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene, 
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adin, 
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen'e 
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama 
Seni yalnız komak var ya, o koyuyor adama.

Turgut Berkes - 28.04.2009 tarihli bu yazı t-blog'tan Turgur Berkes'in izniyle alınmıştır.

26 Haziran 2012 Salı

Tibet Ağırtan: 'Mavi Sakal ile iki akşam arka arkaya Wembley Arena'da konser verdik'


- Rock’n Roll’a nasıl bulaştınız. İlk dinlediğiniz müzisyen ve gruplar kimlerdi?
Babamın plakları sayesinde rhythm and blues ile tanıştım. Daha sonra Beatles ve Elvis Presley dinlemeye başladım. Sonra da Chuck Berry'yi keşfettim.

- 1979 - 1994 arası Türkiye rock tarihinde çok özel bir yerde olan Mavi Sakal grubundaydınız. Mavi Sakal’ın hikayesinden bahsedebilir misiniz?
Mavi Sakalın hikayesi uzun: Ortaokul yıllarında kurdugumuz hayallerin peşinden gittik diyebilirim, Orta 3 ten bu yana sadece istedigimiz müziği yaptık, İstanbul'a taşındık ve kendi konserlerimizi düzenlemeye başladık, sonra grup patladı. Zaman zaman faaliyetlerine ara verse de 2000'li yılların ortasına kadar gedik.


- 90’lı yıllarda Mavi Sakal grubu olarak efsanevi Wembley Arena’da konser vermiştiniz. Bize bu konserin hikayesini anlatabilir misiniz?
Status Quonun menajeri ile Kan Kokusu albümünün prodüktörü tanışyorlar. Bu sayede teklif geldi ve biz de iki akşam arka arkaya Wembley Arena'da çıktık. Gerçekten bir grubu batıracak ya da çıkartacak güçte bir mekan. Alnımızın akı ile çıktık.

- 70’li ve 90’lı yıllar hem üretim hem de izleyicinin ilgisi sebebiyle Türkiye rock müzik tarihinde çok özel biri yer vardı. O yılların genel havasından ve o yıllarda Rock müzik yapmanın zorluklarından bahsedebilir misiniz? 
Örnek alacağımız grup yoktu. Enstrüman sıkıntısı çekiyorduk. Piyasayı elinde tutanlar rock müziğe yatırım yapmıyordu. Kamuoyu oluşturamıyorduk. Bütün bu zorluklar olaya daha duygusal yaklaşıp bağlanmamızı sağladı...


- Türkiye’de uzun yıllar Türkçe sözlü Rock müziğe ön yargıyla yaklaşılmıştı. Başta Mavi Sakal ve Bulutsuzluk Özlemi bu ön yargıyı kırmayı başardı. Siz bu konuda neler demek istersiniz?
O zaman da anlamamıştım hala anlamıyorum... O yargılarda bulunan arkadaşlara o zaman da gülüyordum, şimdi de gülüyorum. Özentilik işte..

- Başucu albümleriniz nelerdir? Son zamanlarda kimleri dinliyorsunuz?
Başucu albümüm çok. Son zamanlarda Mana, tüm zamanlarda da Status Quo dinlerim..

Can Öktemer

Ferdi Merter Fosforoğlu: 'Birçok sanatçımız dünyanın en güzel mesleğini yanlış ülkede seçmiştir'

- Türkiye sinemasında bir kült olan “Turist Ömer Uzay Yolunda” filminde Dr. McCoy karakterini canlandırdınız ve aynı zamanda filmin senaristliğini yaptınız. Bu filmin öyküsünü anlatabilir misiniz?
O dönem Ankara’da TRT’de orijinal Uzay Yolu filminin dublajlarını yapıyorduk, ben de Dr. McCoy’u, Erol Amaç Mr. Spock’ı, Oytun Şanal Captain Cork’u konuşuyordu. Saner Film’in sahibi Hulki Saner, bizim o donem magazindeki popularitemizden yararlanmak için bu 3’lü ıle Turist Ömer‘i mix ederek, kaynaştırarak, Turist Ömer bakış açısıyla bir Uzay Yolu filmi yapmak istedi. Ben devamlı olarak Hulki Saner’in yardımcı yönetmenliğini yaptığım için, yıllardır seslendirmesini yaptığım bu dizinin yerli senaryosunu benden yazmamı istedi. Daha önce seslendirmesini yaptığımız Uzay Yolu’nun bır bölümüyle Turist Ömer bakış açısını birleştirerek senaryoyu ortaya koydum ve hem oyuncu, hem de yardımcı yönetmen olarak filmin çekilmesini sagladım. Dr. Spock rolünü Erol Amaç oynadı ve Captain Cork rolünü ise o sıralarda bir yarışmada 1. olmuş olan Cemil Şahbaz üstlendi. Oytun Şanal ise senaryodaki bir başka rolü canlandırdı.

- “Turist Ömer Uzay Yolunda” filmi günümüzde halen güncelliğini koruyan bir mizah anlayışına sahip, hatta birçok filme referans olmakta. Filmin mizahının bu denli güncel kalmasını neye bağlıyorsunuz?
Bu güncelliğe neden sanırım benim ve Sadri Alışık’ın Türk toplumunu yeterince tanımamızdan geliyor.


- Türkiye’de özellikle 60’lı, 70’li yıllarda Yılmaz Atadeniz ve Çetin İnanç’ın bayraktarlığında,  yoğun bir fantastik türü film üretimi vardı.  Geçmişten bugüne fantastik Türk sinemasını nasıl değerlendirirsiniz?
Zor bir değerlendirme, çünkü gerçekçi fantastik sinema yapımı tekniğe dayanır, fakat o teknik ise Yeşilçam’a henüz gelmedi. Cem Yılmaz, elindeki ve dışardan aldığı olanakları kullanarak Gora’yı yaptı. Seyirci memnun kaldı. Bizde Uzay Yolu’ndan, Killing’ten ve Superman’den çok örnekler yapıldı ama sözünü ettiğimiz teknik eksiklikler onları yalnız bizim seyircimizin izlemesine neden oldu.

- Seslendirme alanında Türkiye’nin dünya çapında çok önemli bir yerde olduğu iddia edilir. Siz de bir seslendirme sanatçısı olarak, bu iddiaya katılır mısınız? Seslendirme sanatçıları hak ettikleri değeri görüyorlar mı?
Çok iyi bir yerde olduğumuz iddia edilirdi. Çünkü başlangıç dönemlerinde, salt tiyatrocular, bu görevi üstlenirlerdi. Daha sonraları şöyle böyle kurslar bitirmiş kişiler, bu seslendirme işlerine soyundukları için yılların seslendirmecileri ellerini ayaklarını bu işten çektiler ve maalesef ki seslendirmenin gerçek değeri sadece lafta kaldığı için ekonomik olarak gereken değerlendirme yapılamamıştır.


- Türkiye sinemasına oyunculuk olarak büyük emek vermiş olan Kayhan Yıldızoğlu, Danyal Topatan gibi nice önemli oyuncular hakkında bugüne kadar kapsamlı biyografiler bir türlü yazılmadı. Siz bu ilgisizlik için ne demek istersiniz?
Film-San Vakfı’nın benim başkanlığım döneminde çıkarılmış olan Yeşilçam’dan Serpintiler adlı ansiklopedik kitapta, bu sanatçılar gibi ismi unutulmuş ya da bilinmeyen birçok sanatçının biyografilerine yer verilmiştir. Teknık aksaklıklar nedeniyle kitaplar şimdilik toplatılmış ve okuyucusuna henüz ulaşamamıştır, fakat 14 Kasım 2012 tarihinde yeniden bunun hazırlığında olduğumuzun müjdesini verebiliriz…

- Film-San Vakfı’nın Yönetim Kurulu Başkanlığı’nı yürütmektesiniz. Vakfınızın ne gibi faaliyetleri bulunuyor. Metin Erksan ve Ömer Kavur gibi yönetmenlerin filmlerinin kopyalarını, yeniden banyo edilmiş hallerini piyasada bulabilmek neredeyse imkansız, Film-San Vakfı olarak sizin bu filmleri restore etme gibi düşünceniz var mı? Bu filmlerin tekrar gün ışığına çıkması ve korunması için neler yapılabilir?
Sizlerin dediği olaylar, ekonomik olaylardır. Bir vakıf, sponsor olmadan böyle bir çalışma yapamaz ama tabi ki de yapmak isterdi. Bu filmlerin çoğu, Sayın Sami Şeker’in laboratuarında bulunmaktadır. Ekonomik koşullar oluşursa, yapılmaması için hiçbir neden yok.

- Türkiye’nin en değerli oyuncularından biri olan Sadri Alışık’la -kaldı ki bence yetenek olarak dünya çapında bir oyuncuydu- beraber çalışmış bir oyuncu olarak ondan ve onun oyunculuk sanatından bahsedebilir misiniz?
Sadri Alışık’ın ilk filmi 1945 yılında oynadığı “Günahsızlar”dır. O filmde sevgili Sadri Abimizin çocukluğunu oynamıştım. Kendisi her zaman sabırla çalışmalarını yürütmüştür. Yalnız Türkiye çapında değil, dünya çapında da yerini bulmasını arzularız. Birçok sanatçımız dünyanın en güzel mesleğini yanlış ülkede seçmiştir.

Can Öktemer

24 Haziran 2012 Pazar

Akın Eldes: 'Enstrümanlarını seven, onlara hakim müzisyenler yeterince ilgi görmüyor'


- Siz 20 yılı aşkın bir süredir Türkiye müzik piyasasının içerisindesiniz. Bize biraz müzik hayatınızdan söz edebilir misiniz? 
1980-81 den beri müzik piyasasındayım. İlk solo albümüm 2002 de yayınlandı. 2006'dan beri de Pinhani grubundayım. 2011'de de 6. solo albümüm yayınlandı. Umarım devamı gelir, hala istekliyim. 

- Geçtiğimiz aylarda Sinan Cem Eroğlu ile birlikte Hane-i Akustik adlı bir albüm yayınladınız. Bize biraz bu albümün oluşum sürecinden ve genel olarak albümden bahsedebilir misiniz? 
Hane-i Akustik 6. albümüm. Sinan ile bir Telvin konserinde tanıştık. Çok yetenekli birisi ve onunla bir kimya oluşturmaya başladık. Umarım geliştirmeye fırsatımız olur. Albüm ise bu başlangıcın stüdyoda şipşak, ama audiofil dinleyicilerin bile ilgilenebileceği kalitede çekilmiş bir fotoğrafı...


Uzun yıllar Bulutsuzluk Özlemi ile çaldınız. Bize 90’lı yıllarda Türkiye’deki Rock müziği ve diğer müzikleri, hem de Bulutsuzluk Özlemi döneminizi anlatabilir misiniz? Sizce bu süre zarfında Türkiye’de müzikal olarak neler gelişti ve değişti? 
Bulutsuzluk Özlemi ile 1986 yılında çalmaya başladım. Sahne deneyimimi o dönemde edindim. Elbette müzikal olarak olgunlaşmaya başlamam da o döneme denk geliyor. Bu dönemin bendeki etkilerini, izlerini zaman zaman hissediyorum. 90'lı yıllar aynen sorunuzda betimlediğiniz gibi idi. Günümüzde hızlı iletişim  imkanları ve bilgiye, müziğe ve aslında bir çok şeye kolay ulaşılabilirlik, dönemimizi şekillendiren ve eskiye göre farklı kılan faktörler..

- Türkiye’de gitar virtüözü denilince akla ilk gelenlerdensiniz. Sizce Türkiye’de iyi gitaristler hak ettiği değeri görüyorlar mı? 
İltifatınız için teşekkür ederim, ama kendimi hiç virtüöz gibi hissetmiyorum... Enstrümanlarını seven, onlara hakim müzisyenler gerçekten yeterince ilgi görmüyor. Yurt dışında durum biraz daha olumlu gibi görünse de, genel olarak pek fark yok bence..


- Hem grup hem de solo projelerinde sıkça yer alan bir müzisyensiniz. Sizce solo çalışmalar ile grup müziğinin ne gibi getirileri veya kısıtlamaları var? Sizin için özel yerde bulunan bir çalışmanız var mı?
Ben müzik yaparken patronluk yapılmasını pek sevmem aslında ve dolayısı ile kendi müziğimde de öyle değilim. Fakat sözlü müzikte iş ister istemez biraz değişiyor. Biraz mantığım çerçevesinde tolere edebiliyorum. Yine de fazlası fazla tabii Her çalışmamın kendine göre bir özelliği var. Hepsini yeri geliyor seviyor veya bazen de nefret ediyorum.

- Özellkle solo albümlerinizde yoğun bir caz etkileri görünüyor. Pinhani ve Bulutsuzluk Özlemi kayıtlarında ise daha farklı bir anlayışınız oluyor. Siz kendi gitar çalma stilinizi nasıl tanımlarsınız? Farklı çalışmalarınızda ton, teknik ya da stil olarak ne tür kaygılarınız oluyor?
Aslında solo albümlerimde yoğun olan caz etkileri değil, doğaçlamalar. Az da olsa çalabildiğim stilleri farkına varmadan bir tencereye koymuşum. Çorba pişiriyorum sanırım. Sadece iştah kaçırmaması için bulanık görünmesin istiyorum. Ton ile ilgili bir kaygım pek kalmadı artık. Onu geçtim bitirdim anlamında değil, sadece oraya artık enerji ve vakit sarfetmek istemiyorum. Sonu yok çünkü. Sesim çıktığı sürece kendimi idare edebiliyorum gibi...

- Siz analog kayıtların son dönemlerini görmüş bir müzisyensiniz. Sizce kayıt teknolojilerinin dijitalleşmesi sizin kendinizi ifade etme biçiminize bir etki yaptı mı?
Dijitalde tabii ki imkanlar ve kolaylıklar neredeyse sonsuz. Bunlardan anlayabildiğim kadarı ile ben de faydalanıyorum. Ama Hane-i Akustik albümünün kayıt ve özellikle de miks süreci ile birlikte eski sisteme dönmeli mi diye düşünmeye başladım doğrusu. Daha zevkli bence...



-  Kullandığınız gitarlar, pedallar, tel markası ve anfiler nelerdir? Kullandığınız ekipman sizce müziğinize ne şekilde ve ne kadar katkıda bulunuyor?
Artık kullandığım ekipmanlar daha standart. Aslında güzel pedallarım (özellikle drive ve delayler) var ama, ton konusunda da belirttiğim gibi bunun sonu yok...

- Türkiye’de ve dünyadan sizin özellikle dinlemekten büyük keyif aldığınız gitarislter ve müzisyenler kimlerdir? Başucu albümleriniz nelerdir? Son zamanlarda kimleri dinliyorsunuz? 
Başucumda epey albüm birikti. Artık müzik dinlemek için Mezzo kanalını açıyorum. Güzel konserler oluyor. Ayrıca Youtube izlemeyi çok seviyorum. Kim denk düşerse. Sonucunda bir sürü iyi müzisyen var. X gitaristinin, 2011'deki Y bar konserinde Z parçasını açmak, sonda da değişik zamanlardaki ve mekanlardaki farklı yorumlarını izlemek, akabinde kullandığı ekipmanlar veya hakkında değişik bilgiler için başka bir sayfayı tıklamak, oldukça heyecan verici şeyler. Fakat bu benim için veya meraklısı için böyle. Laf olsun diye veya öylesine müzik dinleyen, hiç para vermeden bilmemkaç mp3'ü, bilmem nereden dinleyen veya sizin hayranınızım diyip, "nee solo albüm mü yaptınız," hem de 6 tane mi diye şaşıran, dolayısı ile her ne kadar iyi niyetli olsa da, müziği anlaşılan bir şekilde yüzeysel olarak takip ediyor olanlar (elbette uzman olmak zorunda değiller..) bu zevki ıskalıyorlar tabii olarak.

Böylelikle soru kapsamından çıkmış oldum biraz. Hayranınızım deyip solo albümler çıkarttığımı bilmeyenlere biraz içerlemişim sanırım. Olsun o kadarcık..

İlginiz için teşekkür ediyorum. Herkese sevgiler.

Can Öktemer - Sertan Şentürk

20 Haziran 2012 Çarşamba

Hakan Küçükçınar: 'Mali müşavirlik ile geçinip müzisyenlikle yapmaya çalışıyorum'


- “Aşk Merdivenleri” isimli albümünüzü geçtiğimiz aylarda yayınladınız. Bize bu albümün öyküsünü anlatabilir misiniz? Şarkıları ne zaman yazmaya başladınız?
Gitar akorlarını öğrendiğim ilk günden beridir içimde hep bir şeyler yazma isteği oldu. Önce, ünlü şairlerin şiirlerini bestelemeye çalıştım. 20 yaşımdayken de bu albümde de yer alan “Kaybettiklerim” adlı şarkıyı yazdım ki sözleri de müziği de bana ait olan ilk şarkımdır. “Aşk Merdivenleri” albümündeki 6-7 şarkıyı bu dönemde yazdığım ilk şarkılar arasından seçtim. Çok dikkatlice elden geçirdim tabii şarkıları ancak ilk yazıldığı anki duygusunu ve duyarlılığını korumaya da özen gösterdim. Geri kalan 3-4 şarkıyı ise son birkaç yıl içinde yazdıklarım içinden seçtim. Aslında bu albüm için, son 20-25 yılda yaptığım işler arasından yaptığım bir seçki ya da antoloji demek de mümkün.

- Aşk Merdivenleri’nde yoğun bir melankoli hakim ve müzikal olarak da Bülent Ortaçgil’in müziğine yakın duruyor. Siz albümü genel olarak nasıl tanımlarsınız?


Albümü ve müzik tarzımı isimlendirirken biraz zorlanıyorum açıkçası. Ne desem tam karşılamıyor gibi geliyor. Alternatif akustik pop müzik gibi bir tanım bulduk yapımcımla son olarak. Hiç bilmeyen birine anlatırken gözünde canlansın diye Ortaçgil gibi, Kızılok gibi Mazhar gibi filan demek zorunda kalıyorum. Bu saydığım adamların müziğine hem benziyor hem benzemiyor gibi. Muhakkak ki beslendiğim kaynaklar bunlar ancak kendi özgün sesim ve tınımın da olduğuna inanıyorum. Genel olarak melankolik bir albüm denebilir de denmeyebilir de, zira melankoli deyince akla yenilenmiş arabesk tınıları da gelebilir… En azından bu albümde o tatta bir hüzün yok diyelim ki hiç bilmeyen kişilere yanlış bir imaj vermiş olmayayım. Bülent Ortaçgil’in müziğine de yakın duruyor denmesi benim için güzel bir iltifat olur doğrusu, katılabilirim de bu saptamaya. Bu arada Ortaçgil’in tüm şarkılarını özellikle eski şarkılarını çok iyi bilirim ve çok değerli bir şarkı yazarıdır nazarımda.

- Albüme genel olarak baktığımız zaman, sözler daha ön planda gibi gözüküyor. Şarkı sözü yazmaya ne zaman başladınız? Bir şarkı sözü yazarı olarak, sizin en çok beğendiniz şarkı sözü yazarları ve şairler kimlerdir?
Bu bir şarkı yazarı albümü olarak tanımlanabilir. Paul Simon, John Lennon, Dylan, Cohen gibi şarkı yazarlarından aldığım ilhamla onların yolunda yürüyerek bir şeyler üretmeye çalışıyorum. Dolayısıyla beslendiğim kaynak bu tip adamlar olunca işin içine daha yoğun şiir ve hikaye anlatıcısı konumuna gelmiş bir şarkı yazarı tipi oluşuyor. Seçtiğim tarz bu olduğu için sözler biraz yoğun, umarım dinleyene anlamlı ve güzel geliyordur. Şarkı yazarları dışında tabii ki en çok şairler ve roman yazarlarından etkilendim. Şiir tabii ki daha önemli ve doğrudan etkileyen edebi tür. Edip Cansever, Turgut Uyar, Cemal Süreya, Murathan Mungan, Nazım Hikmet, Metin Altıok gibi şairlerin yeri ayrıdır bende. Ancak bu iş sadece şiir okuyarak da olmaz, edebiyatı bütün olarak görmeye ve almaya çalışmak lazım bence. Roman, hikaye başta olmak üzere tüm türlere yakın durmak şart.

Çünkü sadece şiir gibi birkaç satır yazmıyorsunuz kendinize ait bir dil ve dünya inşa etme işine giriyorsunuz. En kolay ve en ucuz tüketilen sanat müzik oldu artık, ancak üretimi tüketiminden çok daha sancılı ve maliyetli. Ortaçgil son  albümü için 7 yıl çalışmış. Harcanan emeği kafanızda canlandırın buna göre. Tabii acıklı olan bu kadar zahmetle üretilmiş ürünün bedelsiz olarak MP3 halinde insanlar tarafından tüketiliyor olması.

- Mehmet Tez geçenlerde köşesinde sizin Altınoluk’da grubunuzdan bahsetmişti. Bize o dönemin atmosferinden bahsedebilir misiniz? 


O grup Altınoluk’ta 1993 yazında Experience adlı bir rock barda çalmıştı ve o yaz tanışmıştık Mehmet ile. Bizim  grubun adı bile yoktu sanırım. Mehmet’in de elemanı olduğu 3 kişilik bir grupları vardı. Şu anki yapımcım olan Haluk Polat klavye, Mehmet bas çalıyordu ve bir de solistleri vardı. O dönemde olmayacak bir yerde olmayacak bir müzik yapan bir gruptuk. Rock’n rolldan bu kadar uzak bir aile beldesinde klasik rock çalacak mekanın olması ve hatta bizim de orada çalmamız filan çok rastlanacak şeyler değildi. Hendrix, Beatles, Rolling Stones, Led Zeppelin, Dire Straits çalardık, güzel gruptu. Ben yine bas gitar çalıyordum o grupta, şu an albümün konserlerini verdiğimiz grupta akustik gitar bek vokal yapan Alp Dündar, sonradan Trip adındaki grupta yıllarca çalacağım Özgür Şener elektro gitar vokalde ve davulda Güray Mumcu ‘dan oluşan enteresan bir gruptu. Altınoluk o tarihlerde kasaba havasında çok güzel bir doğası ve havası suyu olan,  hayran olunacak bir yer idi, sonradan maalesef şehirleşti ve o güzelim Kaz Dağı ormanlarına da kıyıldı. Yıllardır gitmedim görmedim, anılarımdaki gibi hatırlamak istiyorum oraları. Sonuçta hayatımın en güzel yazlarından birini geçirdim o yaz ve bu albümde yer alan “Mavi Yaz Akşamlarımız” adlı şarkıyı yaşadığım masum bir aşkı ve o güzel yazı resmetmeye çalışmak üzere yazdım.

- Üniversite yıllarlarınızdan beri Ortanca, Çekirdek ve Trip gibi Ankara’nın önemli rock gruplarını kurup bu gruplarda çaldınız. Bu dönemlerinizi ve 90’ların başında Ankara’da Rock müzik ortamından bahsedebilir misiniz?
90’ların başında bugün bildiğimiz ve hatta bıktığımız anlamdaki rock barlar yeni yeni görülmeye başlıyordu. İstanbul’daki eski ve yeni Kemancılar’ın yarattığı rüzgar Ankara’yı da etkiledi. Ankara’dan Metropolis, Flu, Blues Express gibi gruplar gidip İstanbul’da Hayal Kahvesi’nde ya da o civarlarda biryerlerde çalıp geri dönüyorlardı. Sonra burada da A Bar, Grafitti, Manhattan, Gölge Bar gibi barlar açıldı ve hepsi de kendine özgü müşterisini yarattı. O zaman bütün barlar dolup taşıyordu. Hakikaten rock barların altın çağı 1990’lar boyu o 10-15  yıllık dönemdir. O dönem çalan gruplar şimdiki gruplardan daha iyiydi ve ayrıca onları izleyen yapılan müziği tüketen dinleyiciler de daha dikkatli, seçici ve müzikten anlayan kişilerdi. Bugün içki fiyatlarının yüksekliği, sigara yasağı,  ve işletme sahiplerinin acilen vıcık vıcık eğlence anlayışını ticari başarı saymaları nedeniyle klasik rock bar dönemi sona erdi diyebiliriz.

Bu açılmış kapanmış barlar arasında en çok çaldığım ve sahnesinde, içerisinde bulunmaktan zevk aldığım mekan Gölge Bar’dır. Trip ile bu mekanda efsanevi performanslara imza attık. Hayatım boyu unutamayacağım Trip ile yaptığımız işleri.

- Uzun yıllardan beri “ Kendinden Prensli At” isimli grubunuzla Süleyman Bağcıoğlu ile beraber klasik rock parçalarını yorumluyorsunuz. Süleyman Bağcıoğlu bugün Türkiye Rock camiasının en çok saygı duyulan gitaristlerin başında geliyor. Siz neler demek istersiniz Süleyman Bağcıoğlu hakkında? 
Süleyman Bağcıoğlu beni belki de bu işlere iten adamlardan birisidir. Yine 1990 başları gibi ki bara girme yaşımızın tuttuğu tarihtir aşağı yukarı, (o zaman henüz tanışmıyorduk ve uzaktan o olağanüstü gruplarını hayranlıkla dinliyorduk) Sahne adabı ile grubun nasıl ses çıkarması gerektiğiyle ilgili filan çok şey öğrendim, örnek aldım, hayran oldum. Trip çaldığında ben de biryerlerde sahne alır ve görünür olunca tanıştık, “ Kendinden Prensli At” grubunu birlikte kurmaya kadar vardı sonra iş. Rock bar gitaristliği konusunda sadece benim ve Ankara çevresinin değil, tüm memleket insanının feyz aldığı ve hayran olduğu üstün bir gitaristtir kendisi. Kendine özgü bir tuşesi ve tonu vardır her şeyden önce. Ayrıca çalmayı bu kadar delirmişçesine seven adam da az görülür, bıraksan ya da solist yorulmasa sabaha kadar kesinlikle çalar. Bu işlerde çok büyük emek harcamıştır, çok kapılar açmıştır Süleyman. Tanışmış olmaktan, birlikte müzik yapmaktan çok keyif aldığım ve hem müzikle ilgili hem de müzik dışında çok şey öğrendiğim biridir. Bir zamanlar hayran olduğunuz biriyle çalmak çok enteresan cidden.

- Dinlemekten asla bıkmadığınız gruplar ve müzisyenler kimler? Son dönemde kimleri dinliyorsunuz?
Müzik neden dinlenir sorusunu çok sorarım kendime. Yani birkez dinledik, anladık, geçtik diye bir şey yok müzikte. Belki hiçbir sanat türünde yok.Ancak en çok müzikte yok gibi geliyor bana. Kimilerine göre zamanında dinlediğin bir şeyleri halen dinliyor olmak müzik dinlemek değil filan gibi değerlendirmeler okuyorum. Kimdi Replikas idi sanırım böyle bir şeyler demişler bir röportajlarında. Bence böyle bir şey yok. Nasıl müzik dinleneceği ile ilgili kimsenin ders vermesine ihtiyaç da yok isteyen istediği gibi dinler.İnsanın canı istiyorsa aynı şarkıyı yıllarca dinler, kendi sıkılmasıyla ya da merakıyla ilgili bu. Benim her daim vazgeçemediğim gruplarım filan var elbette. Bunlara klasik rock janrının tüm gruplarını koyabiliriz, az önce bazı vesilelerle saydığım gruplar ve sanatçılar bu kategoride.


Beatles’ın yeri biraz ayrı, sadece müzik yapmadılar, konuşmaları, giyimleri, kimsenin cesaret edemeyeceği müzik türlerini ve yaşam tarzlarını denemeleri filan bu adamları bir müzik grubu olmaktan öteye  taşıdı. Ben de sadece bir müzik grubu olarak görmüyorum adamları. Sadece güzel şarkı nasıl yazılır, nasıl söyleniri değil hayatı anlatmışlar şarkılarında. Ayrıca kendi aralarındaki ilişkilerin ilk olarak başladığı ve sonra vardığı yerleri izleyerek bir tek müzik grubu üzerinden çok daha genel bir rock tarihini anlamak da mümkün. Sonraki tüm gruplar aşağı yukarı benzer süreçleri yaşadılar ya da hiç yaşamayanlar da oldu. Ancak yaptıkları albümlerle, Vietnam savaşına ve İngiliz sömürgeci tarihine karşı çıkmalarıyla (Paul’ün sir ünvanını kabul etmesi hariç), yaptıkları hatalarla ve çocukluklarıyla ayrı, yetişkinlikleriyle ayrı bir şekilde insanlık tarihini etkilemiş adamlardır sevin veya sevmeyin. Gorbaçov glasnostu anlatırken SSCB’nin yıkılmasına neden olanlardan birini de Beatles’ın müziğini ve yarattığı etkileri göstermiştir. Neyse çok uzattım lafı ama önemliydi.

Son dönemde yeni grup veya müzisyen dinlemiyorum.Bir tek sixpense none the richer grubu var bu aralar dikkatimi çeken. Cohen gibi Dylan gibi Mccartney gibi adamların çıkardığı albümlerle de her zaman ilgilenirim. Bir de Johnny Cash en büyük idollerimden biridir. Yeniliklere açık olmak lazım farkındayım ancak belki de vücudumun merak etme eşiği düşmüştür, yeni grup keşfetme güdüm zayıf bu aralar.

- Ankara Rock müzik özelinde Türkiye’de çok özel bir noktada duruyor.  Yıllar içerisinde birçok Rock müzisyeninin, Ankara çıkışlı olduğunu gördük. Sizce Ankara’yı Rock müzik özelinde bu kadar verimli kılan sebep nedir?
Açıkçası hiçbir fikrim yok bu konuda. Tahminlerim olabilir. Sosyologlara sorulsa daha güzel cevaplar da alınabilir bir ihtimal. Her kentin kendine özgü bir ritmi, doğası ve güzelliği-çirkinliği var. Şehirler de ve özellikle merkez olabilen şehirler dünya sanat tarihini derinden etkilemiştir.Floransa, Barcelona, Moskova, Prag gibi şehirleri düşünün. Ankara aslında Mustafa Kemal’in seçimiyle ve siyasi ve jeopolitik başkent olmuş bir yer. Geçmişi yok yani kısaca.  Yüz yıl önce kasaba olan bir yer. Tarihi olmayan nadir başkentlerden olmalı herhalde. Bir tane kale bir tane de Roma Hamamı dışında ben bir yapı görmedim. İstanbul ise insanlık tarihince bilinen en eski metropol. Ankara’dan müzisyen çıkar gider İstanbul'a yerleşir klişesi var.İzmir ve Adana’dan da çok müzisyen çıkar bu arada.

Ankara’yı bu konuda özel kılan şey muhtemelen bu şehrin yaşam ritminde olabilir. Sıkıntılı mekanlardan daha derin adamlar ve sanatçılar çıkar. Çünkü yoksunluk yaratıcılığı kışkırtan bir şeydir. Ben burada doğdum ve büyüdüm, en basitinden denize uzak yaşıyoruz ve bir Ankaralı için denizin, vapurun manası, her gün gören birine göre daha derin olabilir. Seattle, Liverpool gibi kasvetli şehirlerin ikliminden üstün yetenekli grup ve sanatçılar çıktı ve rock tarihini değiştirdi. Ankara da belki biraz böyle bir konumda olabilir. Doğal ve tarihi güzelliklerden yıkılan bir şehir değil burası. Vakit geçirecek ve keyifle takılınacak yerlerin sayısı İstanbul ve İzmir’e göre çok daha sınırlıdır.Biz de aradaki farkı iyi müzisyen yetiştirerek kapatmaya çalışıyoruzdur belki.

- Müzisyenlik dışında mali müşavirlik de yapıyorsunuz. Bu iki farklı dünyayı nasıl idare ediyorsunuz. Müzikal servüveniniz ne zaman ve nasıl başladı?
Mali müşavirlik ile geçinip müzisyenlikle de müzikal ve edebi birikimlerimi ortaya koymaya çalışıyorum. İkisi de dediğin gibi çok başka dünyalar.Ancak her iki dünyayı da tanımak ve yaşamak güzel bir deneyim. Müzisyen olduğumu bilmeyen müşterilerim var misal. Sadece muhasebeci olarak tanıyorlar ve zihinlerinde oraya yerleştirmişler. Hiç bozmuyorum bu algılarını ve sade bir mali müşavir olarak tanınmak ve değerlendirilmek deneyimini de yaşıyorum öte yandan rock star gibi tanıyan davranan kişiler de var hayatımda. Hayatın bir başka yüzünü görmüş ve tanımış oluyorum böylece. Tek kartvizit taşımak sıkıcı bir şey ya da ben çok alıştım çift kimlikli-kişilikli yaşamaya. İşlerimi çok arttırmıyorum, ( serbest olarak çalıştığım için böyle bir imkanım var ) bir tane çalışanım var, ikimizi geçindiriyor işte işlerin hacmi. Genelde sorunsuz götürüyorum işlerimi de müzik faaliyetlerimi de . Tarihleri mali müşavirlik işlerine göre ayarlayınca sorun olmuyor şimdilik. Bazen çok zor olduğu da oluyor tabii. Herşey her zaman kolay olsa tadı kalmazdı yapılan işin öte yandan.

Müzik serüvenim çocukken oyun oynadığım oyuncak müzik aletleriyle başladı sanırım. Oyuncak gitarım, akordeonum, mızıkam aklımda yer etmiş. İlkokul 4-5 gibi ailemin teşvikiyle saz çalmaya başladım. Ortaokulda Beatles dinleyince  sazı bıraktım gitara başladım, sonra lisenin müzik grubundaki basçının ayrılmasıyla okulun grubuna bas gitarist olarak girdim. Sonra da bas gitar üzerine çalışmaya başladım ve halen de bas gitar çalışıyorum. Şarkı yazmak ise müziğin ayrı bir katmanı. Gitar akorlarını öğrenince içimden derhal kendime ait bir şeyler yazmak söylemek geldi. İçgüdüsel bir şey midir nedir bilemiyorum.  İlk sorunun cevabı da bu kısma denk geliyor.

Halen iyi bas gitar çalmaya ve güzel şarkılar yazmaya çabalıyorum.Elim ayağım tuttuğu sürece de sürdürme niyetindeyim.

Can Öktemer

19 Haziran 2012 Salı

Cüneyt Cebenoyan: 'Kendi ülkesinin filmlerini daha çok seyreden ender ülkelerden biriyiz'

Cüneyt Cebenoyan

- Uzun yıllardan beri, sinema eleştirmenliği yapıyorsunuz. Siz genel olarak Türkiye’deki sinema eleştirmenliğini nasıl değerlendirirsiniz?
Genel olarak değerlendirmek çok zor. Bence üst düzeyde eleştirmenler var Türkiye’de. Tabii yazdıklarını hiçbir şekilde merak etmediğim eleştirmenler de var. Gazetelerin eleştiriye verdikleri yeri çok yetersiz buluyorum. Radikal ve Birgün dışında benim okuduğum gazeteler içinde sinema eleştirisine iyi bir yer ayıran gazete yok. Sinema ve Altyazı dergilerini takip ediyorum ve kendi kulvarlarında başarılı buluyorum. 

- Türkiye’de 2000’li yıllardan itibaren hem sinemada dijital teknolojinin yaygınlaşması hem de televizyon dizilerinin getirmiş olduğu bir hareketle, film üretiminin arttığını görüyoruz. Siz son dönem Türkiye sineması için neler söylemek istersiniz? Dünyada ki yerini nasıl konumlandırırsınız?
Kendi ülkesinin filmlerini daha çok seyreden ender ülkelerden biriyiz. Bu olumlu ama çok seyredilen filmlere bakınca sevinmek çok zor. “1453”e giden insan sayısına sevinmek bir yana, sinirleniyorum! Daha sanatsal işler yapmak isteyen yönetmenler finans ve dağıtım sorunlarını aşamıyorlar. Çiğdem Vitrinel Antalya’da Geriye Kalan’la en iyi yönetmen seçildi geçen yıl ama filmi hala gösterime girmedi.
Sinemamızın dünyadaki yeri çok güçlü değil. Bir ara daha çok ilgi vardı Yeni Türk Sineması adı da verilen son dönem filmlerimize. Ama bu ilgide biraz azalma var gibi. Yine de Türkiye sinemasının düzeyi fena değil kanımca. Güney Kore, İran ya da Meksika kadar değiliz ama fena da değiliz. Dünyada da çok iyi filmler çekilmiyor. Bu yıl Cannes’ın da Berlin’in de düzeyleri düşüktü.  

- Günlük hayatın bir yansıması olarak Türkiye’de milliyetçiliği,  televizyon dizilerinde ve sinema filmlerimizde sıklıkla görmekteyiz. İzlenme rekoru kıran filmlerimizin başında milliyetçiliği işleyen ve yücelten filmler başı çekiyor. Siz seyircinin bu tutumu için neler söylemek istersiniz?
12 Eylül’le başlayan, cemaatlerin çabalarıyla ve iktidarların katkılarıyla süren çabalar sonuç verdi. Milliyetçi ve muhafazakar nesiller yetişti. Milliyetçilik ilkel kimliklere sığınmak, hiçbir çaba harcamadan edinilen bir özelliğe yücelik atfetmek demek kanımca. Rahatlatıcı bir şey. Özellikle bu iktidar döneminde “elit” düşmanlığı başlığı altında aydınlar aşağılandı, aşağılanıyor. Gariptir bu çabaya liberal elitler de su taşıdılar. Elbette halktan kopuk, züppe bir aydın kesimine ihtiyacımız yok. Ama aydınların öncülüğüne de her zaman ihtiyaç var. Çoğunluk ne yazık ki çoğu zaman vasatı temsil edebiliyor. Vasat da milliyetçilikte kıvanç buluyor.

Bir de tabii, Orta Doğu'daki kanlı tablo ve bölgeye emperyalizmin korkunç müdahaleleri var. Bu tabloya ve Batı’da yeşeren İslamofobiye ve Ortadoğulu düşmanlığına karşı da bir tepki var. Bu da insanları milliyetçiliğe savurabiliyor.

- Bir dönem gerek medyanın gerek oyuncuların desteğiyle “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyasına benzer bir tutumla, seyirciyi yerli film izletmeye yönelik çabalar vardı.  Sizce sanata bu şekilde bakmak ne kadar sağlıklı? Seyircinin sadece yerli filmlere olan ilgisi ileride iyi,  kaliteli yabancı filmlerin ülkemize uğramamasına yol açar mı?
Kaliteli yabancı filmlerin önünde seyirci ilgisizliği ve sinema salonlarının tekelleşmesi gibi engeller var. “Bir Ayrılık”ı topu topu 5.000 kişi izledi! “Ömrümüzden Bir Sene”yi daha da az. Bu filmler bence geçen yılın en iyi yabancı filmleriydi. Bu rakamlarla “Fetih 1453”ün rakamları karşılaştırılınca acıklı bir tablo çıkıyor ortaya. Türkiye’de her şeyin seviyesi düşüyor. Eğitim kalitemiz dünya sıralamasında çok gerilerde yer alıyor. İnsan kalitesi çok düşük Türkiye’de. Bu bir gerçek. Yerli film izlemeye yöneltmek deyince hangi yerli film diye de sormak lazım. İyi yerli filmler iş yapmıyor ki!
  
-Türkiye’de popüler içerikli olmayan, politik duruşu olan müzik dergileri birer ikişer kapanıyor. Roll dergisi de bu dergilerden biriydi. Sizde bir dönem Roll dergisinde çalışmıştınız. Hem Roll dergisini hem de Türkiye’de ki müzik dergiciliğini nasıl yorumlarsınız. Bu bağlamda iyi müzik blogları, müzikler dergiciliğinde oluşan boşlukları kapatabilir mi?
Müzik bloglarını takip etmiyorum, bu yüzden cevap vermem güç sorunuza. Roll dergisi hem katkıda bulunduğum hem de benim de eğitim aldığım bir dergiydi.  Roll’un açıkça sol bir çizgisi vardı. İyi popüler müzikte ayrım yapmazdı. Arabesk de, az kişinin tanıdığı indie bir topluluk da yer bulabilirdi. Ciguli’yi, satmayacağını bile bile kapağına taşıyacak kadar da cüretkardı.

Roll’dan önce Ankara bazlı Müzük diye de bir dergide çalışmıştım ama o dergi kısa süreli oldu. Daha öncelerden Hey dergisi vardı tabii. Roll benzeri başka bir dergi bilmiyorum ama. Yıllar içinde satışı artmak yerine azaldı. Acıklı bir durumdu. İşin doğrusu Roll’un son dönemlerinde ben de artık sinemaya yönelmiştim ve dergiye pek katkıda bulunmuyordum. 

Can Öktemer

22 Mayıs 2012 Salı

Kenan Başaran: 'Gün gelir, belki yeniden borsadan arsaya şutlar çekmeye başlarız'

- Geçen yazdan beri Türkiye futbolunda birçok olaylar gelişti ve (zaten fazlaca şişirilmiş olan) futbolumuz kalite ve prestij anlamında çok ciddi yaralar aldı. Bağış Erten de bu hafta şampiyonluk maçı ve ligi değerlendirdiği yazısına “Ve futbolumuz dibe vurdu” diye başlıyordu. Siz bu görüşe katılır mısınız? Bu sezonki Türkiye Liginin kısa bir değerlendirmesini yapabilir misiniz? Şampiyonluk maçını ve Galatasaray’ın şampiyonluğunu nasıl yorumlarsınız?

Bu sezonki Süper Lig, bu memleketin bir özeti oldu. Susurluk Davası süreciyle çok paralellikler var esasında. O meşhur ‘kamyon kazası’ olduğunda “Artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak” denildi ancak biz sonrasında Hrant Dink’i kaybettik. O kazanın aktörlerinin temsil ettiği hukuk dışı yöntemlerinin bedeli de ‘kurumlar’ ve ‘kişiler’ ayrımı yapılarak üç-beş kişiye göstermelik cezalarla örtüldü. 3 Temmuz da futbolumuzun Susurluk’u olarak sunuldu. Yıllardır şike ve teşvik söylentilerinin eksik olmadığı her sezonun ikinci yarısının sadece bu tür iddialarla geçildiği Türkiye’de, açıkçası 3 Temmuz operasyonu ‘temizlik’ isteyenleri umutlandırmıştı. Çünkü bir değil 8 takımın adı geçiyordu. Ceza yargısı bir yana, spor yargısını işletmekle mükellef TFF, karar alma süreçleri öteleyerek, öncelikle hem suçlanan kulüplere yargılanarak aklanma hakkı tanımadı, hem de bugün gelinen noktada aldığı kararlarla kamuoyunu ikna etmeyi başaramadı. Ne yargılananlar, ne de oyunlarına halel getirilenler kararlardan memnun değil. 3 Temmuz’dan sonra kararlılıkla konuyu sonuçlandırmak yerine sürekli ‘arkadan dolanarak’ vakit kazanmaya çalışan TFF, böylece iddia ettiklerinin aksine ‘değersiz’ bir ligle bizi başbaşa getirdiler. Futbol bildiğimiz anlamdan bir oyun olmanın çok ötesinde; bizim oyuna getirildiğimiz bir oyuna dönüştürüldü. 34 haftalık bir ‘oyun’un yaratacağı gerilimler de tıpkı kararlar gibi ötelenerek ‘Süper Final’ adı altında ambalajlandı. Neyse ki, son sahnede kurgucuların istediği gibi bir mutlu son oluşmadı.

Diğer yandan elbette yeşil saha üzerinde akıtılan alınterine hürmet edilmeli ve bu anlamada lig şampiyonu Galatasaray ile kupa şampiyonu Fenerbahçe’yi tebrik etmeli. Aslında, bu saçmalığa dayanabilen herkesi tebrik etmeli. Bir yandan da kınamak lazım. Çünkü adaletin sağlanmasının istendiği bir sezonda oyun daha da adil olmayan bir formata sokularak onun temel aktörlerinin boynuna bir vebal olarak yüklendi. Ancak, acı olan bu vebali taşımaya kimsenin fiilen itiraz etmemiş olmasıdır. Evet özellikle bazı hocalardan itirazlar yükseldi fakat bunlar ‘çatlak ses’ olmanın ötesine geçemedi. Bırakın bu şartlarda bir ligi oynamayı reddetmeyi, bir maçın bir dakikası bile bir protesto tertipleyemediler. Oyunun temel aktörlerinin söz sahibi olma anlamında ayağını uzatamadığı bu oyunda ‘adalet’ ve ‘haysiyet’ aramak nafile bir uğraşa dönüşüyor daha baştan... Hasılı, spor yargısının olumlu veya olumsuz ama bir karar veremeden bu sezonu bu şekilde tamamlamış olması bize özgü. Patagonya’da olurdu diyerek onlara haksızlık etmek istemem...



- Play-off süresince taraftarlar arası kamplaşma ve nefret söylemleri tavan yaptı. Sadece kadınların ve çocukların izlediği maçlarda bile küfür edildiğine şahit olduk.  Türkiye'de taraftarlık kültüründe çok ayrı bir yeri olan Beşiktaş taraftarları bile Eboue'ye ırkçı söylemlerde bulunup, sahaya atlayıp onu dövmeye bile kalktı. Şampiyonu belirleyen maçtan sonra tavan yapan bu ürkütücü futbol atmosferini nasıl yorumlarsınız. Bu nefret söylemi ileride daha ciddi boyutlara ulaşabilir mi?
Bu tablonun temel sebebi futbolu yöneten ve adı değişse de zihniyeti aynı kalan yönetenlerdir. Futbolda nefret söylemi yeni değil. Hep vardı ama nedense biz kendimize pek konduramayız. Bunun için de ‘münferit’ diye İngiliz anahtarı kabilinden bir kelimemiz var. Kendimize yakıştıramadığımız ne varsa bu kelimeyle örtbas edilir. Toplumsal olaylarda da böyledir, sporda da. Elim bir olay yaşanır ama yönetenlerin kılıf hazırdır: Bu bütün bir şehre maledilemez! Şehir yerine alın ‘camia’, ‘taraftar’ veya ‘polis’i koyun... Herşey münferittir. Oysa Yeşilçam’dan sıkça aşina olduğumuz ve suçun nedenlerini bize gösteren bir replik de vardı: Asıl suçlu cemiyettir! Şimdi cemiyet pak, birey kirli! Doğru ya, kapitalizm bireycidir!

Her şeyin kazanmaya kurgulandığı ligimizde taraftarın davranışlarını da iddia durumu belirliyor. Şampiyonluğa oynuyorsa, son haftaya kadar bütün duygularını bastırıyor, “aman sahamız kapanmasın” diye. Ama işte kaybedince son maçta bütün bir sezon kazanılan iltifatlar bir çırpıda yakılıyor, yıkılıyor. (Bunu Kadıköy’deki son maçtan azade söylüyorum zira orada başka bir durum var). Evet, Çarşı “Hepimiz Eto’o’yuz” der, sonra Ebou vakaasını yaşatır. Trabzonlular Fenerlileri ‘Papazın çayırından gelenler’ diyerek ötekileştirir sonra Zokora olayında ayağa kalkar. Topyekûn olarak statlarımızda Diyarbakırspor’a yapılanlar da ortadadır...

Küfür ve kadın meselesine gelince... Şike iddianamesinin tapelerini okuyanlar bilir ki statlarda yapılan küfürler çok hafif kalır. Ha nedir mesele, tribün küfürü umuma açık. Bu neyi değiştirir. Tıpkı ırkçılık gibi galiz küfürcülük de günlük dilden nemalanmaz mı? Birbirileriyle münasabetlerinde ana avrat düz giden yönetenlerin statlarda küfürü üstelik kadınları ‘manken’ niyetine kullanıp çözmek istedikleri düşünülebilir mi? Taraftarı oyunun temel unsuru görmek yerine sürekli cezalandırılması gereken bir ‘baştan suçlular topluluğu’ olarak gören bir anlayışla karşı karşıyayız. Şiddet Yasası bile taraftara ‘gününü göstermek için’ çıkartılmıştı da. Ama yasa gelip önce yönetenleri vurdu. Kadınları, erkelerin suçlarının bir cezası olarak gören bir sistemden bahsediyoruz. Hollanda benzer bir uygulamayı kadın-erkek eşitliğine aykırı buldu ve reddetti. Bizim kadınlarımız ise koşa koşa gidip o statları doldurdular; “Bizim neyimiz eksik” hesabına. Bu anlamda kadınların küfürden ötürü ceza aldırmalarını olumlu buluyorum. Erkek küfür eder kadın edemez, öyle mi?

Bizatihi futbolu yönetenlerce oyundaki ‘ötekileştirmeler’ sürdükçe nefret de her geçen gün büyüyecektir. Önce yarı yarıya paylaşılan tribünleri elimizden aldılar sonra deplasman hakkımızı... Herşeyi yasakla halletmeye çalıştıkça sorunlar daha da büyüdü. Bu çıkmaz sürdükçe nefret büyüyecektir...

- Bu sene Süper lige federasyonun, şirketlerin ve medyanın taraftara yönelik "Artık futbol konuşulsun" sloganları ile girdik. Ardından ligimizin kalitesini ve heyecanını arttırmak için playoff uygulaması konuldu. Pratikte bu gelişmelerin taraftarlarla ilişkisi nasıl oldu? Sizce, futbola gerçek bir katkı oldu mu?
Bu sezon oynanan ligin gerçek şampiyonu yayıncı kuruluştur. Süreci kendi lehine çevirmeyi başaran tek kurumdur. Şampiyon olanlar olmayanlar bugün hâlihazırda birbirlerine girişmeye devam ederken yayıncı kuruluş, oynanır mı oynanmaz mı denilen bir ligden 40 haftalık bir ‘para lig’i çıkardı. “Artık futbol konuşulsun” söylemi de utanmızlığın sloganıdır. Bir çok noktasına itiraz edebilirsiniz ama her ay Aziz Yıldırım gibi güçlü bir fenomenin hâkim karşısına çıktığı, Türkiye’nin en büyük kulüplerinden birinin şike yapmakla suçlandığı bir ortamda yargılama sürecini olumlu-olumsuz sonuçlandırmak amacıyla da doğru düzgün ve hızlı bir şekilde hareket de etmeden bizim sadece futbol konuşmamızı istiyorlar. Asıl ahlaksızlık buydu ve maalesef büyük oranda da istediklerini aldılar. Herkes isyanı diline doladı ama paşa paşa da televizyondan ve tribünden bu ‘kurgulanmış ticari oyun’u izlemeyi sürdürdü. Bunun futbola hiçbir katkısı olmadı, sadece yayıncı kuruluşa oldu...

- 3 Temmuz’da başlayan şike davasının sonuna yaklaştık. Sizde bu davayı yakından takip eden bir gazeteci olarak genel olarak dava sürecini nasıl değerlendirirsiniz? Mahkemeden nasıl bir sonuç çıkmasını bekliyorsunuz?
Mahkemedeki yargılamayla sportif yargılamayı birbirinden ayırmak gerekir. Ancak sezon başından bu yana bu iki durum ya bilerek ya da cehaletten ötürü sürekli birbirine karıştırıldı.  Bunu bir kenara bırakırsak, ceza yargılamasında başından beri benim de haklı bulduğum önemli itirazlar var. Sanıklar hem örgüt kurmaktan, hem nitelikli dolandırıclıktan hem de şike ve teşvik eylemlerinden yargılanıyor. İddianameyi okuyan ve davaya izleyen biri olarak aklımın erdiğince söylemeliyim ki ben örgüt iddiasını anlamlı bulmuyorum. Kulüp yapısı zaten bir örgüttür ve orada karar alma süreçleri hiyerarşiktir. Benim gördüğüm sanıklar arasındaki ilişkiler bunun dışında bir yapılanma çerçevesine oturmuyor. Ha bu kişiler şike veya teşvik girişimlerinde bulunmuş mudur? Ceza yargısı yüzde yüz kesinlik ister. Spor yargısı ise kanaatle bile karar alabilir. İddianamenin mantığıyla hareket ettiğimde suçlamalar çok iyi delillendirilmiş değil. Bu konuda ciddi sıkıntılar var. Herşey telefon konuşmalarıyla kotarılmaya çalışılmış. Sportif yargı açısından ise bu telefon kayıtları önemli veridir. Toplamda benim kafamda bir iki maça dair henüz tam yanıtlanmamış sorular var. Bu da ay sonunda yapılacak çapraz sorgulamada netleşebilir. Davanın temmuzda sona erme ihtimali bulunuyor. Davada yargılananlar şike ve teşvikle yargılanıyor. Suçlu bile olsalar çoktan tahliye olmaları gerekiyordu zira yattıkları süre bunu gerektiriyor. Ancak, örgüt ve nitelikli dolandırıcılıktan da yargılandıkları için hala bırakılmayanlar var. Bir türlü açıklanamayan durum şu: Şike artık bir yasa ile suç olarak tanımlanmış durumda. Yani bir eylemi hem şike hem de nitelikli dolandırıcılık olarak tanımlayıp bir suçtan iki ayrı suçlamada bulunamazsınız... Bu davanın en büyük açmazı bu. Sanıklar yasa 14 Nisan 2010’a kadar dolandırıcı sonrasında ise şikeci olmakla suçlanıyor. Oysa kanunlara göre sanığın lehine olan kanun uygulanır.

Aziz Yıldırım tahliye olur mu? Kendisinin iddia ettiği gibi bu iş bir şike davası değilse bırakmayacaklar. Ama bu bir basit şike davasıysa bırakılacak, hatta geç bile kalındı...

- Futbol federasyonun bir gece yarısı ansızın değiştirdiği maddeler ile bir bakıma şikenin önü açılmış oldu. Birçok kişi bu noktadan sonra UEFA'nın Türkiye'ye büyük cezalar vermesini ve takımların önümüzdeki senelerde kendi aralarında oynamaya mahkum olmasını bekliyor. Genel olarak federasyonun almış olduğu bu kararları nasıl yorumlarsınız? Uefa’dan nasıl bir karar bekliyorsunuz?
Gerek Şiddet Yasası gerekse de Futbol Disiplin Talimatı, parmak ısırtan cinsten çok sertti.  Avrupalıların bile çok önündeydi. Bırakın şike yapmayı, düşünmeyi bile ağır şekilde cezlandırıyordu. Futbol Disiplin Talimatı 2009’da değiştirildi ve bugün 58 olarak bildiğimiz meşhur madde teşvik primi girişimi bile ağır cezalara muhatap kılındı. Çünkü artık kulüplerin birbirlerine yönelik suçlamalarından gına gelmişti. Ninayet taraftar olaylarından da gına geldi ki bir de bu işin kanunu çıkartıldı. Fakat, futbolu yönetenler bu kanunları uygulamak zorunda kalacaklarını hiç akıllarına bile getirmediler. Onlar sadece Şiddet Yasası’nı taraftara uygulamının iştah ve heyecanını taşıyorlardı. 3 Temmuz soruşturması –haklılığı haksızlığı bir yana-, bu talimat ve kanunların özellikle büyük kulüpler söz konusu olunca uygulanamayacağını bize bir kez daha ayan beyan gösterdi. Davanın konusu zayıf kulüpler olsaydı bu talimat ve kanunlar çatır çatır uygulanırdı, yedi aleme nispet olsun denilerek. Bir yandan yasa ve talimatları değiştirerek yargılanan kulüpleri kafadan mahkum ettiler bir yandan da onları cezadan kurtardılar. Bunun böyle olacağını ben daha temmuzda söyledim. Talimatı değiştirip bu işi bağıtlayacaklar dedim ve öyle de oldu. Özerk olsa da siyasete göbekten bağlı bir futbol yönetiminden başka bir şey beklenemezdi. Genel kurulunda bir siyasetçinin şike konusunda ne yapılması gerektiği konusunda konuşmasına izin veren diğer yandan da siyaset futbola karışamaz diyerek federasyonlara ‘Ana Statü’ dayatan UEFA’nın nasıl kararlar alacağını kestirmekte açıkçası artık güçlük çekiyorum. Euro 2020’ye karşılık CAS’tan dava çektirdiği iddialarını en azından yalanma ihtiyacı bile duymayan bir kurum galiba suyun akışan göre hareket edecektir.

- Şike skandalının ardından az sayıda futbolsever bu durumu futbolu kirlilikten arındırma adına büyük bir fırsat olarak gördü. Öte yandan, başta İstanbul büyükleri olmak üzere birçok kulüp ve taraftarı, takımlarının ısrarla tertemiz olduğunun iddiasında bulundular. İronik olarak şu anda şikenin “bilindiği fakat sahaya yansımadığına” karara verildiği bir ortamdayız. Bu kadar kirliyken ve kirli kalmayı tercih etmişken Türkiye futbolundan herhangi bir temizlenme refleksi bekleyebilir miyiz? Sizce, UEFA gibi dışarıdan bir kurumun yaptırımlar uygulaması ne kadar anlamlı olacak?
UEFA’nın bizim de uymakla yükümlü olduğumuz Ana Statü’sü çok açık sıfır toleranstan söz eder ve yerel federasyonların uluslararası yönetmeliklere bağlı olduğunu söyler. Bizim bugün yapmaya çalıştığımız süreci doğru bir şekilde işletip sonucu neyse katlanmak yerine yargılamadan kaçınmak. Aziz Yıldırım, ister blöf yapıyor deyin ister demeyin ama herkesten daha tutarlı davranıyor talimatın değiştirilmesine karşı çıkarken. Çünkü, talimat değişikliğiyle ‘Fenerbahçe kurtarıldı’ algısının yaratılacağını çok iyi biliyordu. Peki neyden kurtarıldı? Bunu cezası bu şartlardı şike cezasından; yani küme düşürülmekten. Yıldırım, bu algının oluşmasına karşı çıktığı için ısrar etti, “Talımatı değiştirme, yargıla ve suçluysam düşür” demekte. Ama futbolu yönetenler, onu suçlu bulmaları halinde düşüremeyeceklerini bildikleri için yarım ağızla ‘suçlu’ deyip ellerinde tutmayı seçtiler çünkü Fenerbahçe’nin etinden sütünden faydalanmak lazım yoksa bu decoderler nasıl satar?

Talimat değişikliği yapılarak zaten bundan sonra sahaya yansısa bile, suçüstü bile yapılsa takımın büyüklüğüne göre ‘yorumlama’ olanağı veren bir değişiklik yapıldı. ‘Ağır ihlal’ koşulu, TFF’ye duruma göre şerbet verme olanağı sunuyor. UEFA, dere geçilirken at değiştirildiği için bu değişikliğe karşı çıkmazsa, bundan sonra kendisinin de tutarlılığı tartışma konusu olur...

- Yıldırım Demirören, Beşiktaş Jimnastik Kulübü'nün başına geçtiğinden beri gerek kulüp gerekse taraftarlar içerisinde büyük olaylara ve tartışmalara yol açtı. Benzer bir şekilde, Kulüpler Birliği'nde verdiği demeçlerle başlayan, oradan federasyon başkanlığına uzanan olaylı bir süreçle Türkiye futbolunun başına oturdu. Bu süreci siz nasıl yorumluyorsunuz? Demirören'in Beşiktaş'ı Avrupa Kulübü yapma gayesiyle başladığı Türk futbolununu tekrar düzene kavuşturma hedefiyle devam eden futbol yöneticiliği macerası sizce futbolumuzu nerelere götürecek?
Demirören, ailesi tarafından Beşiktaş’a, siyaset tarafından da TFF’nin başına bir nevi tayin edildi.  ‘Beşiktaşlı duruşu’ diye diye bir zamanların Fenerbahçesi’ni yarattı. İş öyle noktaya geldi ki maddi ve manevi olarak kulübün ayakta duracak hali kalmadı. Beşiktaş’ın kimyasını bozan Demirören’in TFF Başkanlığını reddetme şansı yoktu çünkü siyaset öyle istedi. Neticede ticari hayatında son yıllarda en büyük hamleleri yapan gruplardan birinin mensubu. Zaten daha sürecin başında da “Önemli olan decoder satışı” diyerek, tavrını düzenin devamından yana koyduğunu ilan etmişti. 3 Temmuz’un en büyük kazananı bu anlamad Beşiktaş olmuştur ki, bu sayede Demirören başkanlıktan ayrılmıştır. Böyle bakınca bu bile büyük bir kazanım. Çünkü böylece belki Siyah-Beyazlı kulüp eski yapısına kavuşur. Çünkü futbolumuz ne yasalarla  ne yönetmeliklerle temizlenebilir. Futbolumuz ancak ikinciliklerle de gurur duyan kulüplerin varlığıyla temizlenir...

- Şike davası süresince entellektüel Fenerbahçe'li köşe yazarlarından, sıradan taraftara kadar bu davanın şike davası olmadığının, Fenerbahçe'yi ele geçirme davası olduğu yönündeydi. Fenerbahçe’li taraftarları bu yargıya götüren sebepler sizce ne oldu?
Fenerbahçe taraftarını bu yargıya götüren Aziz Yıldırım’ın açıklamaları ve yaptığı savunmadır. Verdiği ipuçlarını takip eden taraftarlar  davanın Fenerbahçe’yi ele geçirme operasyonu olduğuna inandılar. Bazı köşe yazarları ise büyük bir çelişkiye düştüler. Aynı yargı sisteminin diğer siyasi davalarda yazdıkları iddianamelere koşulsuz iman ederken, söz konusu Fenerbahçe olunca bunu yargı operasyonu olarak görmeye başladılar. Burada derin bir tutarsızlık ve ikna etme sorunu var bu yazarların. Diğer yandan Aziz Yıldırım, nedense işaret ettiği yerlerin adını açıkta söylemeye yanaşmadı. Kaç kere konuşacağını söylese de son dakikada bundan hep kaçındı. Bu da beraberinde Yıldırım’ın kendisini kurtarmak için böyle bir stratejik söylem tutturduğu iddialarına neden oldu. Bu işin adını medyanın koymasını istiyorlar. Oysa suçlanan sizsiniz ve adını da siz koyun ki biz de ona göre fikrimizi beyan edelim...


- Sene boyunca süregelen Türk futbolunu kurtarma çalışmalarında Yıldırım Demirören’in TBMM'de gerçekleştirdiği kulis çalışmalarından, iktidar partisinin spor yazarları, teknik direktörler ve kulüp başkanlarıyla yaptıkları görüşmelere ve son olarak başbakanın talimat vermesiyle teslim edilen şampiyonluk kupasına kadar aktörlerin devletle gittikçe daha iç içe bir ilişki içerisine girdiğini gözlemledik. Stadyum isimlerininin çoğunun devlet büyüklerinden geldiği ve transferde askeri uçakların kaldırıldığı futbol kültürümüzden alışık olduğumuz bu çarpık ilişki için neler demek istersiniz? Bu ilişkiden en fazla kimler zarar görüyor?
Bu topraklarda futbol siyaset ilişkisi İttihat ve Terakki’ye kadar uzanır. Örneğin Fenerbahçe, maddi olanaksızlıklardan kapanmanın eşiğine gelmişken İttihatçılar el atmıştır. Tek parti döneminde malum, bütün spor kulüpleri doğrudan CHP’ye bağlanmış, adeta birer il örgütü olmuştur. Keza sonrasında Demokrat Partili’yi başkan yapmayanı dövüyorlardı. Askerin futbola ilgisi sır değildir. 12 Eylül darbecilerinin ilk arzuları Fenerbahçeli futbolcularla tanışmak olmuştur. Semra Özal’ın Beşiktaş aşkı da dillere destandır, Mesut Yılmaz ve Mehmet Ağar’ın Aslanlığı da... Elbette bir de bunun mafya ayağı vardı.  Görüldüğü üzere bu cenahta değişen bir şey yok. Şimdi olan şu: Siyaset topa toptan giriyor. Sadece bir kulübe değil bütüne yön veriyor. Herkese ayar veriyor. Yani mahalle futbolundaki metaforla, kuralları topun sahibi çocuk belirliyor. Kulüpler ve futbol yıllarca bu ilişkiden karşılıklı olarak yarar sağladılar. Şimdi siyaset bu yararın biçimini tek başına belirler hale doğru gidiyor.

- Geçenlerde attığınız bir tweet’te Galatasaray’ın son şampiyonluğundan sonra medyada futbolcular yerine neden yöneticilerin boy gösterdiğini eleştirmiştiniz. Futbolumuzun bence en önemli sorunlarından biri olarak görülen yöneticiye ve güce biat kültürü hakkında neler söylemek istersiniz?
Bakın Ünal Aysal, başkan seçildiğinde “Beni çok fazla ortalıkta görmeyeceksiniz” demişti. Öyle ya iş hayatı yurtdışındaydı daha çok. Öyle ki bu durum endişe yaratmıştı, başkan kulüple fazla ilgilenmeyecek diye... Aysal’ın konuşmadığı yayın organı kaldı mı?

İşadamları için futbol bir nevi boşalma alanı. İş dünyasında bastırmak zorunda oldukları kimliklerini futbol adamı kimliğiyle rahat rahat ortaya koyuyorlar. Firma sahibi olarak misal Mehmet Bey, gazeteciye çok kibar davranmak zorundayken kulüp yöneticisi olarak yeri geldiğinde kaba davranabiliyor. Gerçek kimliğini kulüp yöneticisi olarak gösteriyor. Yöneticinin içinde yatan esas gerçek ise bir futbol yıldızı olma arzusu. Çoğu bunu başaramadığı için bu tür kutlamalarda futbolculardan da haha heveskar oluyorlar podyuma çıkmakta. Hepsinin Aykut Kocaman’ın son kupa töreninden öğreneceği çok şey var. Diğer yandan, hiçbir sevinç şeref turu atılan o eski samimi sevinçlerin yerini tutmuyor. Beni konfetiler coşturmuyor....

- La Liga, Bundesliga gibi üst düzey futbol liglerini açık kanallar vermeye başladıktan sonra, ülke futbolunun çağın çok gerisinde kaldığını açıkça görüldü. Futbolseverlerin bu liglerde ki takımlara ilgisi yoğun bir biçimde arttı. Sosyal medyada Barcelona-Real Madrid maçı için kavga eden, bu takımları delice sahiplenenleri bile gördük. Sizce gelecek nesiller ülke futboluna tamamen sırtlarını dönüp, bu takımlara daha da bağlanabilirler mi?
Küreselleşme tartışmalarının sularına girmiş oluyoruz bu soruyla. İlitişimin getirdiği yakınlaşma illaki bu oyunla kurduğumuz ilişkiyi değiştirecektir. Şimdilik çabuk haberdar olma olanağı bulduğumuz bu kulüplere yerinde ulaşma olanağı da kolaylaşınca gerçek değişim yaşanacaktır. Endüstriyel bir oyuna dönüşen futbol, bugün Real Madrid’e Uzakdoğu pazarı için sabahın köründe maç oynatıyorsa yarın öbür gün de üç beş maçını ciddi ciddi o ülkelerde oynamayı dayatacak. Uluslararası taraftar olacağız ama bu ‘mahalle’deki rekabetin verdiği tadı verir mi, işte ondan şüpheliyim... Gün gelir belki yeniden borsadan arsaya şutlar çekmeye başlarız....

Can Öktemer - Sertan Şentürk