27 Mart 2012 Salı

Turgut Berkes: 'Müzik yapmak kişinin varoluşsal gerçeği ise sürünmeyi göze alacak'

- Rock müzik varoluşsal olarak yerleşik olana saldırır. Türkiye’de ise Rock müzik genelde sistemle barışık haldedir. Genel siyaset üzerine, sistem üzerine bir eleştiri getiren, bu durum üzerine kafa yoran grup sayısı çok az. Bunun sebebi ne olabilir?

‘Sistemle barışık’ tanımını gerçekten hak edenleri zaten konuya katmamak lazım. Öte yandan bu ülkedeki ‘yerleşik olan’, zaten her yeni şeye tepkili, bu bakıma ‘rock’ yapmanın kendisini bile bir saldırı niteliğinde algılıyor. Daha önce de söylemiştim, Duman’ın “Oje”si bile bu bağlamda politik. Politik ‘duruş’ illa sloganla olmayabilir; dürüst bir müzik yapıyorsanız dünya görüşünüz açık ya da örtülü bir biçimde kendini belli eder. Bence herkes sistem üstüne az-çok kafa yoruyor da, son on yılda pıtrak gibi çoğalan grup ya da solo müzisyenlerin büyük bir bölümünün esas kafa yorduğu şey, böyle bir ortamda müzik yaparak nasıl geçinecekleri. Yine büyük bir bölümü, bu nedenle, sistemle barışık olmaya çabalıyor. Sistem başka türlüsüyle barışmaya niyetli olmadığı için sonuçta kabul görenler rock falan değil, başka bir şeyler oluyor. Öte yandan samimiyetle kendini ifade etmek için müzik yapmaya çalışan azınlığın tek gerçek sorunsalı da – bu kez de sistemle barışık olmadıkları için – yine ekonomi. Örneğin çok genel olarak, iyi şarkı sözü yazmak için çok okumanız lazım, çok okumak için de yeterli eğitimi almanızı sağlayacak bir ekonomik altyapıya sahip olmanız vb. Ne yazık ki çok azımız binlerce yıllık doğruları süzüp de “Erişmek için menzile, gidiyorum gündüz-gece” gibi bir sözü söyleyebilecek köylü görgüsüne ve saflığına sahibiz.

- 2000 yılında çıkarttığınız “Karakutu” albümü, Türkiye standartlarının çok üzerindeydi. Fakat bu albümün devamı gelmedi. Karakutu projesi şu anda ne alemde, yeni parçalar  yazıyor musunuz?

Albümün devamı geldi ama herhalde pek duyulmadı. 2003’den bu yana arkadaşlarımın desteği sayesinde 5-6 parça daha kaydettik. Bildik formatta bir başka ‘albüm’ yapmak için finansör, sponsor, plak şirketi vb arayışına girmedim, zaten bana “aman gel sana albüm yapalım” diyen de yok! Yeni parçalar hep çıkıyor, ama İstanbul’dan uzağa taşınmamla bunları hayata geçirme olanağım da iyice zayıfladı. Yine de tek-tük bir şeyler çıkar zamanla.


- Albümünüzün ardından uzun yıllar boyunca karakutu.info üzerinden parçalarınızı paylaştınız ve müziğin bir ambalajla satın alınıp sahiplenilebilecek bir kavramdan öte olduğunu savundunuz. Son yıllarda Radiohead gibi birçok müzik grubu da parçalarını aynı mantıkla internette paylaşmayı tercih ediyor. Bununla birlikte son zamanlarda Grooveshark, Fizy gibi müzik dinleme servisleri ile dinlemek istediğimiz tüm müziklere ulaşmamız kolaylaştı. Müzisyenler ile dinleyiciler arasındaki endüstriyel katmanların azalması, sizce günümüz müziğini nasıl etkilemekte?

Seksenli yılların ortalarından itibaren müziği canlı performanstan uzaklaştırıp studyolara gömen bilişim teknolojisi, internetin ve ucuz kayıt olanaklarının hayatımıza girmesiyle doksanlardan itibaren beklenmedik bir şekilde ve boyutta bu süreci tersine çevirdi. İnternet öncesinin prodüksiyon denklemi artık geçerliliğini yitirdi.  Aynı anda ‘konsept’ dışında ‘albüm’ deyimi de anlamını yitirdi, aslında yeniden ‘single’ dönemine girdik. Eskiden sanatçılar albümlerini tanıtmak için konser yapardı, şimdi ise konserlerini tanıtmak için albüm ya da single yapıyorlar. Sonuçta asıl geçerli olan canlı müzik oldu. Bir yandan da internet ana müzik mecrası haline geldi, yakında sadece online müzik dinleyeceğiz. Sadece müzisyenler ile dinleyiciler arasındaki endüstriyel katmanlar azalmakla kalmadı, müzik ya da herhangi bir şey yapmak isteyen herkes için kaynak erişimi astronomik olarak çoğaldı. Bütün bunların kötü olduğu söylenemez. Ama eskisi gibi albüm yapıp geliriyle gül gibi geçinmek diye bir şey ortadan kalkıyor. Bu durumda ya biraz ter döküp canlı performansla para kazanmak, ya da ‘content’, yani reklam cıngılı veya dizi müziği yapmak lazım. Sonuçta bu durum işin gerçeğini ortaya çıkardığı için, bence çok yararlı; müzik yapmak kişinin varoluşsal gerçeğiyse, sürünmek pahasına bunu yapacaktır. 

- karakutu.info’nun haricinde, t-blog isimli ufak ama çok lezzetli bir blogunuz var. Bununla birlikte karakutu.info, t-blog ve kişisel web siteniz artık aktif değil. İnternetle aranıza son senelerde bir mesafe koymayı mı tercih ediyorsunuz?

Tersine, internetle fazla samimi oldum galiba. Şu anda bu mecradan kendimi ifade etmek için hazırdaki Facebook vb gibi ortamlar bana yeterli gelmeye başladı. Özel bir siteyi amatör olanaklarla sürdürmeye çalışmak zor iş. T-blog ise sanırım yine hayata geçecek, ama şu sırada çok kapsamlı bazı yazı projelerim var ve bunlar pek bloga sığacak şeyler değil. 

Bülent Ortaçgil bir söyleşisinde “Benimle Oynar Mısın” albümünün 2000 adet sattığını, bu durumun onda piyasa dinamiklerinin dışında müzikten para kazanamayacağına dair bir görüş kazandırdığını ve geçimini sürdürebilmek için mühendisliğe geri dönmek zorunda kaldığını aktarmıştı. Siz de aynı şekilde sadece müzikten para kazanamadığınızı, geçiminizi sürdürebilmek için çevirmenlik yaptığınızı söylemiştiniz. Sizce Türkiye’de piyasa dinamikleri haricinde kendi müziğini yapmaya çalışan insanlar müzik üretmeye devam edebilecekler mi?

Tercih meselesi. Sonuçta işletmecilik açısından bakarsanız, sanatsal herhangi bir eyleme yatırım yapmak dünyanın her yerinde riskli, ülkemizde de hem risk, hem maliyetler çok yüksek. Kendinize önünüzü görebileceğiniz, garantili bir yaşam sağlamak istiyorsanız, başka meslekleri düşünmelisiniz. Türkiye’nin 100 küsur yıllık modern sanat tarihçesine bakarsak, en güçlü ve evrenselliği yakalamış alanın şiir olduğunu görürüz. Neden? Çünkü şiir yazmak için sadece kağıt-kalem lazım – hatta o bile şart değil. İkinci sırada da çizgi var, çünkü yine gereken yatırım minimal. Oysa resim ya da müzik öyle değil, hele sinema! Bu dallarda oynamak için bile çok paralar gerekiyor; bu harcamaların dönüşü olacağı ise çok şüpheli. Ve bütün bunlar, ülkenin piyasa dinamiklerinin dahilinde kalsanız bile böyle.

Yavuz Çetin, Süleyman Bağcıoğlu, Batu Mutlugil, Ergin Altınel gibi örneklerle karşılaşınca bu topraklarda yetenek sorunu olmadığını görebiliyoruz. Aksine yetenek öğütücü ve hayal kırıklıkları üretim merkezi gibi bir ülkede yaşıyoruz. Sizce yetenekli sanatçılar bu ülkede ne zaman hak ettikleri değeri görecekler?

Genellikle öldükten sonra oluyor. Çok sonra da olabilir.

Metropollerin yoğunluğu, karmaşası sanatçıların üretimlerine engel olacak hale gelmiş durumda. Herkes birer ikişer sakinliğe kaçıyor, Ortaçgil Bozburun’da, siz Bodrum’da yaşıyorsunuz. Bodrum’un kış aylarındaki sakinliği size sanatsal üretim anlamında iyi geldi mi?

Elbette sessizlik ve doğa harika, ama dört yıl geçmesine rağmen kent peşimi bırakmıyor, asla bırakacağını da sanmam. Yazık ki köyde yaşamakla köylü olunmuyor. Orada yaşamak somut üretim anlamında iyi olmadı, sonuçta müzik ortaklarımdan ayrı kaldım örneğin. Ama çok düşünecek ve yazacak vakit buldum diyebilirim.

Müzik dışında, çevirmenlik ve ressamlık da yapıyorsunuz. Çevirmenlik işi nasıl başladı, bugüne kadar hangi kitapları çevirdiniz?

Aslında yurtdışında sinema eğitimi gördüm. 1978’de yurda döndüğümde ise ülke koşullarında Türkçe ve İngilizceye hayli hakim olmamın dışında geçimimi sağlayacak hiçbir yetkinliğim olmadığını kısa zamanda anladım. Türkiye’nin Sesi İngilizce Bölümünde, İngiliz Kütüphanesinde çalıştım, basın ajanslarında İngilizce editörlüğü yaptım. Bu arada eldeki olanaklar çerçevesinde resimle ve müzikle uğraştım. 1990-2000 yılları arasındaki studyoculuk serüveninde bile çeviri yapmaya devam ettim. Çok az kitap çevirdim, çünkü Türkçeden İngilizceye çok az kitap çevriliyor, diğer yönde ise yayıncılar çevirilere çok komik rakamlar öneriyor. Mesela bir ara sürünürken Gore Vidal’ın 500 sayfalık dev yapıtı “Creation”ı 1000 liraya çevirmeyi kabul ettim, ama yarısına kadar çevirdikten sonra para alamayınca bıraktım. Bu nedenle çeviri kitap da okumam, çünkü çevirilerin %90’ı bu gibi fiyatlara razı olan amatörler tarafından yapılıyor. Çok az sayıda kitap, işine aşık gerçek çevirmenler tarafından çevriliyor. Benim  İngilizceden Türkçeye tek başına çevirdiğim yayınlanmış tek kitap Camille Paglia’nın “Cinsellik ve Şiddet” adlı çalışmasını, örneğin, tamamen İngilizce bilmeyen arkadaşlarım okusun diye çevirdim; sonradan yayınlandı. Sonuçta asıl gelir kaynağımı başka türlü metinleri – özellikle de İngilizceye – çevirerek elde ediyorum. Teknik, hukusal, tıbbi vb gibi işlerin yanı sıra, son yıllarda da sıklıkla tarihi, kültürel, sanatsal metinler ve özellikle de film senaryoları çeviriyorum.

İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası’nı Türkçe’den İngilizceye çevirdiniz. İhsan Oktay’ın dili çoğu zaman Türk okuyucuları bile zorlarken siz onun kitabını İngilizceye çevirdiniz. Kitabı İngilizceye çevirirken zorlandınız mı? İhsan Oktay Anar’ın başka kitaplarını da çevirmeyi düşünüyor musunuz?

Atlas’ı çevirmek zaten böyle bir meraktan kaynaklandı. Yayıncı arkadaşım Osman Yener’le böyle bir dilin İngilizceye çevrilme olanağı üzerine söyleşiyorduk. Benim savım şuydu: Bize ağdalı Osmanlıca gibi gelen dilin İngilizcedeki karşılığı zaten yaşıyor, yani onlar kendi ‘Osmanlıcalarını’ bizim gibi dillerinden söküp atmamışlar, benzer sözcükler hala var. Elbette aynı nedenden dolayı, ne kadar antika ve ağdalı bir İngilizce kullansanız da, dildeki mizah çeviride zayıflıyor. Bu da Türkçe bilmeyen dostlarım okusun diye giriştiğim bir iş, zaten maalesef yurtdışında yayınlanma olanağı bulunamadı. Sayın Anar’ın bütün kitaplarının hayranıyım, özellikle “Suskunlar”ın ve tüm diğer yapıtlarının İngilizceye kazandırılması gerekir.

Muzır neşriyat kurulunun William S. Burroughs’un “Yumuşak Makine” ve Chuck Palahniuk’un “Ölüm Pornosu” adlı kitaplarının hem yayıncısına ve hem de çevirmenine dava açmasını nasıl  yorumluyorsunuz? Bu durum ileride çevirmenler bazında bir ürkeklik ve otosansüre yol açar mı?

Bu iklimde ürkek davranmak için çevirmen, yazar, gazeteci, sanatçı vb olmaya gerek yok. Her an her şey olabilir. Allah’a emanetiz.

Müzisyenlik, söz yazarlığı ve çevirmenlik dışında resimle de uğraşıyorsunuz. Ne tür resimler yapıyorsunuz?

Ben sanatla uğraşımda belki ters bir yol izldeim. Genelde müzikten yorgun düşen ya da düş kırıklığı yaşayan müzisyenler biraz terapi anlamında resim yapmaya başlarlar. Benim için resimde düşünsel kaygılar ön plandaydı. Müziğe yaklaşımım ise tamamen duygusal. Müzik benim merhemim oldu, hala ayaktaysam onun sayesinde... On yıldan fazladır gerçek anlamda resim yapmadım, bunun da başlıca nedeni ekonomik tabii. Dediğim gibi, masraflı işler bunlar, bu ülkede her ikisini de yapmak için zengin olmak lazım. Yakında yeniden resme başlamak istiyorum, ama başka türlü, başka yerde... Ne tür resimler yaptığımı görmek için şimdilik https://www.facebook.com/pages/Turgut-Berkes-Artwork/391919984161255 var. Yakında kapsamlı bir sayfa yapacağım.

Turgut Berkes, "Kaçın Kurbağası?" 70 cm X 100 cm Schoeller üstüne Ecoline, 1988.

Son zamanlarda en beğendiniz kitaplar ve albümler var mı? Son olarak başucu kitabı ve albümleriniz nedir?

Son zamanlarda Jean-Paul Roux’un “Türklerin Tarihi” adlı çalışmasını zevk ve hayret duyguları içinde okuyorum. Herkes okumalı. Son yıllarda en beğendiğim yazarlardan hemen akla gelenler Martin Amis, Amin Malouf, Will Self... Maalesef istediğim kitaplara erişmekte zorlanıyorum, çünkü dediğim gibi Türkçe çeviri pek okumuyorum, İngilizce kitaba erişmek de zor, zaten kredi kartım falan yok. Borges, Burroughs, Eco’nun herşeyini okuyorum, sonra bir daha okuyorum. ‘Başucu’ kitaplarım ise tabii “Kuran-ı Kerim”, “Kitab-ı Mukaddes”, “I Ching”, “Türlerin Kökeni”, “Bhagavad Gita”, “Batı'ya Yolculuk” ve “Alice Harikalar Diyarında” denebilir.

Son zamanlarda ilgimi çeken yeni denebilecek müzikler Battles gibi post-progressive sanatçılarla Feist, Bone Iver gibi yeni folk-barok pop arasında geziniyor. Yerlilerden son yıllarda en beğendiğim albümler Aylin Aslım’ın ve Korhan Futacı’nın çalışmaları oldu, çıkmak üzere olan yeni Pentagram albümü ve Cem Kısmet’in “Behzat Ç.” müzikleri de kayda değer. Başucumda ise Dylan “Desire”, King Crimson “Starless”, Steely Dan “Royal Scam” ve binlerce daha albüm var.

Can Öktemer - Sertan Şentürk

12 Mart 2012 Pazartesi

Doğdum Ben Memlekette



Kesmeşeker, 20 yılı aşkın süredir var olan bir grup. Grup, 1991 yılındaki Dipten ve Derinden isimli ilk albümlerinden beri, Cenk Taner’in İzin Vermedi Yalnızlık isimli solo albümünü de katarsak, 8 tane albüm çıkardılar. Bununla birlikte Kesmeşeker, müziği dışında ön plana çıkmayı tercih etmemiş, belki de değeri tam anlamıyla bilinmeyen bir grup. Öte yandan Kesmeşeker'in İçinde İçindekiler Vardır albümlerinde "Uçsuz Bucaksız Azınlık" diye haklarını teslim ettiği sadık ve kuvvetli dinleyici kitlesini unutmamamız gerekiyor.

Grup, birkaç ay önce çıkardıkları Doğdum Ben Memlekette albümüyle 7 senelik uzun aralarına son verdi. Albümde, grubun tek değişmeyen elemanı ve kurucusu Cenk Taner’in vokaller ve gitarlarına, daha önce Tut Beni Düşmeden, İnsulin albümlerinde çalan Can Alper gitarlarla, İnsulin, İçinde İçindekiler Vardır ve İzin Vermedi Yalnızlık albümlerinden Tansu Kızılırmak bas gitarla ve İçinde İçindekiler Vardır albümünden Emre Sarıtunalılar da perküsyonla eşlik ediyor. Albümdeki tüm söz ve besteler Cenk Taner'e ait.

Albüm, belki de Türkiye'de son aylarda çıkan en iyi rock/alternatif albümlerinden birisi. Öncelikle albümün kayıtları temiz ve enstrümanlar/vokaller oldukça belirgin, yirmi dakika dinledikten sonra yüksek sıkışık seslerden bunaltan kayıtlardan değil. İsmail, Her Şey Sermaye İçin Sevgilim, Sıcak ve Kurak gibi rock sesi içerisinde kalan ama birbirinden oldukça farklı ve çarpıcı parçalara sahip. Bu haliyle 2 şarkısının sözü melodisi ezberlenip tüketilebilecek albümlerden çabucak ayrılıyor. Albüm, genellikle sade melodiler ve cambazlıktan uzak yapılar üzerine kurulmuş. Yalnız bu, üstün bir müzisyenlik olmadığı şeklinde anlaşılmasın: sadece tüm grubun katkıda bulunduğu düzenlemelerden bile parçaların müzikal açıdan ne derece özenli işlendiği belli.

Bununla birlikte albümün amiral gemisinin Cenk Taner'in sözleri olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. Cenk Taner, "yaşama sevinçli sandviçler," "sevişelim derim ben emek bu kadar ucuzken," "doğmasaysın sen de oralarda," "adam ol denen şu okulda bütün dersleri astım" gibi vurucu sözleriyle şarkıcı-şarkı yazarı tanımına harika oturuyor. Doğdum Ben Memlekette'de doğrularını dolgun bir yalınlıkla yaşayan birinin iç dünyasını hissederken, rahatlıkla bir Bülent Ortaçgil, Ezginin Günlüğü dinlemeye benzer bir hazzı bulabiliyorsunuz.


Ve gelelim albümün en anlamlı şarkısına: Metin Kurt Yanlızlığı. İnandıkları değerler için yaşayan ve savaş veren insanların yanlızlaşması hakkında olan bu şarkı, Türk futbolunun efsane olmayı hakeden fakat duruşu sebebiyle hakim vahşi futbol zihinlerinin mağduru olan Metin Kurt'u, grubun kendi deyimiyle, metafor olarak kullanıyor ve bu toprakların en özel sporcusuna saygı duruşunda bulunuyor. 70lerde futbolcu haklarını savunan, spor emekçilerini örgütlemeye ve onları sendika çatısı altında toparlamaya çalışan Metin Kurt, şaşılmayacak şekilde, oyunundan aforoz edilmiş ve yanlız bırakılmıştı. O ise bu oyun dışında kalmayı sahiplendi ve futbolun biraz daha insan gibi oynanabilmesi için çabalamaya devam etmekte. Metin Kurt Yanlızlığı kazanmak için başkalarını yiyemeyen, karşısındakinin gözünün içine aşık olduğu yalanını söyleyemeyen, sınıfta hocasına öğretemediğini haykıran, kendi çıkarı olunca değil herhangi birinin hakkı için ses çıkaran, basitçe ve sadece doğrusu bu olduğu için değirmenlerle savaşma tercihini yapabilmiş, ismi Lefter konulmamış ama yine de "bir rüyanın peşinden koşan" çocukların gururlu yanlızlıklarını anlatan belki de en güzel şarkı...

... ya da belki hayatın kendisi güzel. Her şeyin sonunda yanlış biriyseniz ve kula kulluk etmiyorsanız, siz de her an ceza sahasındasınız. Topunuz bir kerecik tümseğe çarpsın...

Sertan Şentürk

10 Mart 2012 Cumartesi

Haftanın Çok Bilmişi #9: Ataol Behramoğlu


27 Şubat-4 Mart 2012- Geçtiğimiz hafta da çok bilmiş adayları konusunda sıkıntı yaşamadık. 13 Mart tarihinde Sivas Katliamı davasının zaman aşımına uğrayacak olmasıyla bu topraklarda adaletin hiç de adil olmadığını bir kez daha görmemizi sağladı. Adıyaman’da Alevi ailelerinin kapılarının işaretlenmesi ve “çocuklar boyamış” gibi ancak bu ülkeyi tanımayacak insanların inanacağı bir açıklamayla geçiştirildi. İdris Naim Şahin ise geçen haftaki Hocalı mitinginde içindekileri yeterince dökememiş olacak ki, (sanki yaşamlarımız nefret söylemi, ırkçılık ve resmi yalanlardan arınmış, sağlıklı yürüyormuş gibi) “AKP’nin üşümesi halinde Türkiye’nin zatürre olacağını” söyledi. Hızını biraz daha alamazsa Güneş Sistemi’nin merkezini AKP olarak tanımlayacak İdris Naim Şahin’e, ne yazık ki, bir bere yollayamıyoruz. Fakat bakanımız 3. kez mansiyon ödülüne hak kazanarak, şimdiye dek “Haftanın Çok Bilmişi’nde en çok anılan kişi” olarak kendini önemli bir konuma yükseltiyor.

Ama geçtiğimiz hafta yaşanan en büyük hayal kırıklığını  “Bu aşk burada biter ve ben çeker giderim“ dizelerinin sahibi Ataol Behramoğlu’ndan geldi. CNN Türk’teki 5N1K programında Cüneyt Özdemir’e konuk olan Behramoğlu, 28 Şubat post modern darbesini “28 Şubat 1997’de askerler Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin o dönemdeki iktidarı tarafından başta eğitim olmak üzere yıkılmasına bozulmasına engel oldular.” sözleriyle destek vererek büyük bir şaşkınlık yarattı.  1980 darbesinde Barış Derneği’nin kurucusu olduğu için tutuklanarak Maltepe Askeri cezaevine kapatılan Behramoğlu’nun “Ben darbe iyidir, demokrasi kötüdür demiyorum. Asla böyle bir şeyi savunmuyorum. Ama gerekirse olabilir” diyerek 28 Şubat’ı desteklemesi içine düştüğü karmaşayı gösteriyor. Kendisinin zamanında mağduriyet yaşatmış askeri darbeyi bu gün savunacak duruma gelmiş. Mesleği şairlik olan Behramoğlu şairlerin sivil olduğunu unutuyor ve “Halk örgütlü değilse buna bir şekilde buna bir şekilde asker karar verebilir. Askerin yaptığına sivil toplum sahip çıkabilseydi, toplum bambaşka bir yere gidebilirdi” diyerek bütün demokratik çözümlere sırtını dönerek askeri çözümlere sığınıyor. Ayrıca kendi hayatını, soyut değerler üzerinden, kendisinden daha “iyi” düzenleyebilecek birilerinin olduğuna inanarak, Behramoğlu sadece içindeki karmaşayı göstermiyor; aynı zamanda elinin altından giden o arkaik Cumhuriyet ideallerinin paniği içinde bir sivil olarak kendi iradesini yok sayıyor.

Peki bu buhran sadece Ataol Behramoğlu’nda mı gözüküyor? Rutkay Aziz, Tarık Akan, Ferhan Şensoy gibi kimi aydınlarda, mevcut siyasi iktidarı ancak askeri yollarla defedebileceklerine inanıyorlar. Cumhuriyet güç birliği gibi artık adı bile antik kalmış oluşumların toplantılarında inatla korumayı çalıştıkları Kemalizm ve Cumhuriyetin tek partili anti demokratik dönemini yüceltiyorlar. 1980 darbesinin mağdurları olarak, mağdur oldukları anti demokratik düzenin tam kendisi oluyorlar. Ataol Behramoğlu’un yaptığı açıklamalarla düştüğü durumu görünce  Türkiye edebiyatının belki de en "sivil şairi" Ece Ayhan’ı bir kez daha anmak farz oluyor:

Bir Sivil Şairin Ölümü
Beyoğlu’nda. Sakızağacı Caddesi’nde, devletin hem dışında, hem de karşısında olarak, bir pezevengin ve bir orospunun oğlu olarak, biz de diyoruz ki:
“Şiir, şiirde kalmaz efendiler! Kalmamıştır da! Evet, bir şiirde dizgi yanlışı olabilir! Ama, baba düşüncede? Asla!“

1 Mart 2012 Perşembe

Kanı değil canı savunalım

“Ermeni yalanına sessiz kalma” diyen billboardlarla gelen dip dalga, 26 Şubat Pazar günü Taksim Meydanı’nı vurdu. Bu slogana bakıp Hocalı Katliamı’nın acısına varmak mümkün değildi; meydanı dolduranlar da, maalesef, acıda ortaklıktan çok, ‘Ermeni’ye yönelik nefrete adanmışlıkta buluştular.

En çok da o büyük acının kendisine ayıp oldu. Hocalı’da 20 yıl önce Ermeni milislerin sivil Azerilere yönelik saldırısında can verenlere. Ermenistan açısından Sumgayit veya Bakü Katliamı ile eşleşen karşılıklı yıkımlar, Türkiye’ye hep Ermeni düşmanlığını körükleme fırsatı olarak yansıdı. Ermenistan ile sınır kapatıldı. Siyasi sorun yaşanan hiçbir ülkeyle kesilmeyen bağ kesildi; nineleri dedeleri Anadolu toprağının çocuğu olan Ermenistan en uzak komşu olarak kaldı.

Pazar günü asıl dayatılan da, ‘Ermeni yalanı’ olarak ötelenmek istenen 1915’in konuşulmasını engellemekti. Oysa ne 1915 sadece Ermenilerin, ne de Kürt Sorunu sadece Kürtlerin meselesi. Geleceğimizi ipotek altına alan bu koca uçurumlar, ortak hayatımızı, nefret yüklü sloganların yankısına terk edilemeyecek kadar belirliyor.

Meydandan yükselen sloganlar “Dişe diş, kana kan, intikam!” dedi. “Bozkurtlar burada, Hrantlar nerede?” diye sordu. “Kuzey güney bir olsun, Ermenistan yok olsun” diye dilekte bulundu. “Hepiniz Ermeni’siniz, hepiniz piçsiniz” diyerek 19 Ocak anmasına katılanlara selam etti. Ve o tanıdık nağmeyle hedef belirtti: “Bugün Taksim, yarın Erivan, bir gece ansızın gelebiliriz.”

Başbakan’ın, geçmişte kendi hükümetini hedefe koyan darbe destekçisi bu milliyetçi-ulusalcı söylemin o derin anlamını kayda geçip tavır alması çok şeyi değiştirebilirdi. Ama maalesef o, “Marjinal ve münferit birkaç pankart Hocalı Katliamı’na dair acımızı gölgelemeye yetmez” demeyi tercih etti. Dahası, İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in kan dolu ve intikama davet eden söylemini de sahiplenmiş oldu.

Oysa yakın tarihimiz, darbe hazırlıklarının parçası olduğu bilinen sayısız münferit cinayetle ve katliamla dolu. Bu marjinal ve münferit pankartlar Hocalı Katliamı’nı unutturmazken, Türkiye Ermenileri kendilerini vatandaşlığın hangi klasmanında gördü dersiniz? Ya bu ülkede çalışan ve her siyasi kriz döneminde kapı dışarı edilmekle tehdit edilen Ermenistanlılar?

Agos olarak en çok, nefret istikrarının gösterdiği çıkmazdan ürperdik. “Bir gece ansızın gelebiliriz” diye inletilen caddede, hedef tahtasına oturtulmuş genel yayın yönetmenimiz Hrant Dink’in, güpegündüz arkasından vurularak öldürüldüğünü bilerek baktık meydana.

Orada yaşananlar sadece siyasi erki değil, basını da sınava tabi tutuyor. Nefret söyleminin varacağı noktaların bilincinde olanlar, sorumluları göreve çağıran yayınlar yaptılar. Biz de sesimizi onlarla birleştiriyor, aleni nefret gösterisini “protesto yürüyüşü” olarak taçlandıran basın kuruluşlarını bu yayınların vebali konusunda uyarıyoruz. Tekrarlanan hatalara kasıt denir ve o kasıt, canlara kast etmeye dek varabilir.

Hatırlayalım, TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı AKP’li Ayhan Sefer Üstün, savcıları, ayrımcılık yapanlar için TCK hükümlerini uygulamaya davet etti. Gün, savcıların, bu nefret dolu söylemlerin takipçisi olma günüdür. Devletin denetleme kurulu devlet görevlilerinin soruşturulmasını salık vermişken, gün, Hrant Dink davasına, gerçek demokrasi adına sahip çıkma günüdür.

Pazar günü, Hrant Dink’in katillerini öven bir grubun Agos’a yürümesi son anda önlenmişse, Ermenilik piçlikle eşleşmişse, tarihi bugünden okumaktan öte yol kalmaz. Dahası, başka türlü bir gelecek yazmaya talip olanların kalemi kırılır. Çünkü kanın üstüne söz yazamazsınız.

Gelin, kanı değil canı savunalım. Can hayattır ve hepimizin hakkıdır. Bir gün o meydanda, hep birlikte vakarla durup acıya ortak olabildiğimizde birbirimizi yaşatabilmiş olacağız. Biz işte o günün talibiyiz ve o günü de ancak birlikte yaratabiliriz. Gelin, birbirimizde can bulalım.

AGOS (2 Mart 2012 tarihli sayısının başyazısı)

28 Şubat 2012 Salı

Haftanın Çok Bilmişi #8 yerine Bize Zulmeden "Erkeklik"


20-26 Şubat 2012- Türklük, milliyetçilik, ırkçılık… İstemesen de üstüne yapışan imtiyazlar silsilesine haiz bir kimlikten, kendi dışındakilerin hepsine nefret besleyen bir ideolojiye giderek daralan kümeler dizisi… Evrensel kümeleri olarak da erkeklik, hatta belki de en büyük derdimiz erkeklik… Geçtiğimiz hafta bulduğu her mecrada karşımıza çıktı yine. Önce belki bilerek, belki sehven bir seks işçisi yakıştırması ile Nur Serter aşağılanmaya çalışıldı bir dizide. Bir seks işçisine ismi verilerek aşağıladığını düşünmek ne kadar izansızlıksa, karşılığında bununla aşağılandığını düşünmekse o kadar büyük izansızlıktı. AKP milletvekillerinin yanı sıra, Sırrı Süreyya Önder ve Mazlum-Der de bu akıl tutulmasına kapıldı. Onlara göre, hayatın belki de en çileli yolundan yürüyen, çalışırken emeğini değil, bizzat kendi bedenini kiralayan ve toplumsal baskıya ve her türlü şiddete açık halde yaşamaya çalışan bu insanlar, ahlaksızdı…

Pazar günü Hocalı katliamının 20. yıl dönümü “kutlamaları” vesilesiyle Taksim’de düzenlenen bir mitingle bu kez en görünür ve köşeli haliyle çıkageldi erkeklik. Gerek tüm gazetelerde -ertesinde tüm toparlama çabasına rağmen Radikal gazetesi de bu günahın ortaklarındandır- ve billboardlarda, normal ilan ücretinin 10 katı para verilerek yapılan duyurudaki nefret dolu tavır, gerekse miting alanındaki ırkçı ve hakaret içerikli söylemler, mitingin adını andığı gün katledilen 613 insanı anmaktan çok daha farklı bir boyutta olacağının göstergesi gibiydi. Derdi, inkâra devam etmeyi bile bir yana bırakıp bir etnik kökeni toptan suçlu ilan etmekti.

O gün orada toplanan kalabalık Hocalı katliamını sözde vicdani bir tavırla anmaya çalışıyor gözükse de, asıl amaç 19 Ocak’ta Hrant Dink için biraraya gelen kitleye cevap vermek ve 1915 soykırımının koca bir yalan olduğunu göstermeye çalışmaktı. Bir üst kimlik olarak “erkek Türklük”, kendisine vurulan darbelerin intikamını almak için boy gösteriyordu Taksim’de. Bu zihniyet, Hocalı’da ölen sivillerin acısını paylaşmak ve herhangi bir vahşetin karşısında duruş sergileyeceğine, ölülerin üzerinden daha çok nefret ve ölüm isteyen bir tavır takınıyor ve katliamcıların eylemlerine ve günahlarına ortak oluyorlardı.

Eyleme çeşitli sendikaların, sivil toplum kuruluşlarının, parti örgütlerinin ve belediyenin de destek vermesiyle buradaki milliyetçi söylemi, resmi organlar ve sivil toplum örgütleri de bir anlamda onaylamış oldular. Bunun yanında, İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in “Hepiniz Ermenisiniz, Hepiniz Piçsiniz” pankartlarının ve beyaz bereleriyle katillere selam duranların, “Bozkurt Ogün, Bozkurt Çatlı” sloganlarının arasında “Bu kanın hesabı sorulacaktır” açıklaması ile devleti yüksek düzeyde ve en vahşi şekilde temsil ediyordu. Sonrasında da Başbakan, bu eyleme de, Bakan’a da sahip çıkmayı ihmal etmedi. Bundan birkaç ay önce, “zararlı sanatsal ürünlerin”, "terör örgütleri"ne yardakçılık olduğunu savunan Şahin‘in, AKP’nin devletleşen ve acımasızlaşan zihniyetinin katmerleyici bir dışavurumu oldu. Paradoksal biçimde (bizzat Başbakan tarafından) azınlık mülklerini geri veren iktidar partisinin, milliyetçi bir maske altında, azınlıkların devlet eliyle yapılan tarihsel mağduriyetleri karşısında, yüzsüzce başka kurbanların mağduriyetliğini kullanması, onlar adına büyük bir eksi olarak hanelerine eklenmiş oldu. Basının tavrı da, aynı şekilde ürkütücüydü: Sözcü ve HaberTürk gazeteleri attıkları başlıklarla mitinge destek veren şekildeydi. Hürriyet gazetesi ise yarı çıplak bir mankenin fotoğrafının yanında dev puntolarla ve İdris Naim Şahin’in açıklamalarına geniş yer vererek bilindik tavrını yinelemiş oldu. Van depremi, ardından Roboski katliamı, ardından en basitinden empati yoksunu yüzüyle yüzeye çıkan eril söylem, bu mitingle en üst noktasına çıktı.

Velev ki hepimiz seks işçiyiz veya piçiz. Devletin bize karşı olan yok etme güdüsü anlaşılır da, peki, bizleri, yani ötekileri, dünyanın her tarafında, komşularımız, eşimiz, dostumuz, akrabamız, yanı başımızdakiler nasıl bu kadar kolay aşağılıyorlar, öldürüyorlar veya öldürebilmeye hazır duruyorlar? Neden bu bizi yok eden “erkeklik”e sahip çıkıyor ve onu sürekli yeniden üretiyorlar? Bizce esas cevap verilmesi gereken soru budur. Bu sorulara, "ama" ile cevap vererek, bu zulmü edenleri meşru kılacak herkes için "çok bilmişlik" payesi belki de devede kulak...

21 Şubat 2012 Salı

Haftanın Çok Bilmişi #7: Egemen Bağış


13-19 Şubat 2012- Egemen Bağış, geçen hafta içerisinde azınlıkların ileri gelenleriyle yaptığı toplantıda, bir anlamda Türkiye’nin devlet geleneğini değiştiren bir mesaj verdi. Fakat attığı adım, devlet geleneğinden hiç de uzağa düşmedi. Salona toplanan azınlık gruplarına, KPSS’ye girmelerini salık vererek, bir anlamda “devletle bütünleşin” uyarısı yaptı. Cumhuriyet’le birlikte çok net olarak ortaya konan ve tüm sarihliğiyle Mois Kohen’in (Munis Tekinalp) hayal kırıklığıyla dolu hikâyesinden okunabilecek politika, azınlıkları, ne kadar Türkleşseler de, asla “vatandaş” olamayacağıydı. Bağış ise bu politikaya bir tutam “kapsayıcılık” katarak, politikayı, “vatandaş” olabilirsiniz ama “devletle bütünleşirseniz” haline çeviriyordu.

Hızını alamıyordu Bağış, “Bu ülkenin hiçbir vatandaşı diğerinden üstün değildir. Bu ülkeye vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes bu ülkenin değeridir” diyerek, “teori”de çok sağlam ama “pratik”te bir hayli zayıf olduğunu gösteriyordu. Hrant Dink Davası’nın hukuksuzlukları da bu ülkedeki “eşitlik”in bir sembolü (!) olarak hafızalara kazınmıştı, örneğin. Azınlık okullarının durumu, halen “yabancı” veya “şüpheli” olarak görülmelerinin birer nişanesi olan azınlık okullarındaki “Türk” müdür yardımcıları ve “milli” edebiyat, tarih ve coğrafya öğretmenleri, her gün bir yenisi zuhur eden nefret söylemi ve hatta nefret söyleminin temelini oluşturan ders kitapları, ülkedeki azınlıkların dış politikanın blöf aracı olması, devletin kendi kurucu anlaşmasının ilkelerini çiğneyerek hiç ettiği haklar, her “kritik” meselede “görüş” değil “biat” isteyen anlayış, kayıplarına ağlayan insanlardan bile esirgenen empati ve Gagavuzca, Ladino, Süryanice, Hemşince ve Ermenicenin de aralarında bulunduğu tehlikedeki 15 dil, ne kadar da eşit (!) olduğumuzun göstergeleri aslında.

Egemen Bağış’ın bu sorunlara çözümü de, Levent Yılmaz’ın onun için yazdığı “tersten enformatör” sıfatına çok uygun: “3 çocuk yapın!” Peki, siz o çocuklara, 1915’te katledilen büyük dedesi Artin’in, başkasına gelin giden ve zorla Müslümanlaştırılarak ismi değiştirilen büyük ninesi Ani’nin, Cumhuriyet’le birlikte Anadolu’dan zorla gönderilen akrabası Rena’nın, elindekini avucundakini almak için Varlık Vergisi’yle sırtına bindirilen yükü kaldıramadığı için çalışma kampına yollanan büyük amcası Mois’in, 6-7 Eylül’de dükkânı başına yıkılan müdavimi olacağı lokantanın sahibi Pandeli’nin, 1964’te çok sevdiği İstanbul’u terk etmek zorunda kalan amcası Niko’nun, dilini çocuklarına öğretemeyen dedesi Zekka'nın veya kimliğini gizlemenin acısını hep yüreğinde taşıyacak olan teyzesi Mıryanne’nin hikâyesini dürüstçe anlatabilecek misiniz? Belki de çocuk yaptıkça çoğalacağını zannettiğiniz azınlıkları devletle bütünleşmeye çağırarak, yani bir şekilde o şiddetli ateşin üstünde kaynayan aynı kazanda eriterek bir eşitlik sağlayabileceğini düşünüyorsunuz ama bilmiyorsunuz ki, “sefalette eşitlik olmaz.” 

19 Şubat 2012 Pazar

InRock Canlı Performans

InRock Canlı Performans @ Yolcu Bar ve InRock Röportajı

17.12.2011

Cem Malak - Bas Gitar
F. Fatih Korkmaz - Vokal
Kemal Ayvalık - Klavye
Süleyman Bağcıoğlu - Gitar
Barış Menküer - Davul
---
Tan Özaslan - Mastering
Sertan Şentürk - Kayıt

Uçak Kazasından Çıkan Şampiyon

Gabon ve Ekvator Ginesi’nin ev sahipliklerinde 28.’si düzenlenen Afrika Uluslar Kupası boyunca, tüm izleyicileri şaşırtarak finale kadar gelen küçük Zambiya’nın yaşadığı en kritik an belki de final maçının 69. dakikasıydı. Afrika futbolu deyince ilk akla gelen ülkelerden Kamerun, Nijerya ve Güney Afrika’nın yokluğunda herkesin işaret ettiği takım olarak gol dahi yemeden finale gelen Fildişi Sahilleri’nin futbolun beşiği Ada’yı kendisine hayran bırakan dev golcüsü Didier Drogba, Zambiya kalecisi Kennedy Mweene ile artık baş başaydı. Uzun adımlarla ceza sahasına girdiğinde Zambiyalı Chansa tarafından düşürülerek, ülkesine penaltıyı kazandıran Gervinho büyük bir sevinçle kaptan Drogba’ya sarıldığında, Kaptan’ın yüzündeki soğuk ifade bir şeylerin ters gittiğini hissettiriyordu. Kaptan topun başına geçti ve 94 Dünya Kupası finalinde Roberto Baggio’nun kaçırdığı penaltıyı andıran bir vuruşla topu direğin üstünden auta vurdu. Aynı 2006’da Mısır’la oynadıkları finalde yaptığı gibi…


Normal süresi 0-0 sonuçlanan maçta, uzatmalardan da gol çıkmayacak ve seri penaltı atışlarında 9. penaltılarda bu sefer Gervinho penaltıyı kaçırınca, 1974 Mısır ve 1994 Tunus’tan sonra üçüncü kez finale çıkan Zambiya, tarihinde ilk defa Afrika’nın şampiyonu olacaktı. Hem de Gabon’un başkenti Libreville’de, 27 Nisan 1993’te, 94 Dünya Kupası elemesi maçı için Senegal’e giden takımı taşıyan uçağın düştüğü yere yalnızca birkaç kilometre mesafedeki Angondje Stadı’nda… Kazadan uçaktaki 25 kişiden hiç kimse kurtulamamıştı. Yeni bir kadroyla elemelerde mücadele etmeye devam etmek isteyen Zambiya’yı, Gabonlu Jean-Fidel Diramba’nın reddetmesi üzerine, Gabon artık Zambiyalılar için “güvenilmez, sahtekâr” anlamına gelmeye başlamıştı. Motor arızası sebebiyle gerçekleştiği ortaya çıkan kaza için Zambiyalılar, Gabon ordusunu suçluyorlardı. Bu tarihten yaklaşık 19 yıl sonra, yine Gabon’da bu kez Afrika Kupası’nı, şans eseri o uçakta bulunmayan Afrika futbolunun en büyük isimlerinden Kalusha Bwalya, Chipolopolo (Bakır başlı kurşunlar anlamına gelen Zambiya takımının lakabı) adına kaldırıyordu. Saha içinde elden ele dolaşan kupa, Pazartesi günü Zambiya’nın başkenti Lusaka’ya turnuva boyunca takımı hiç yalnız bırakmayan ülkenin eski lideri Kenneth Kaunda’nın elinde indi. Afrika kıtasında siyahların hak mücadelesiyle özdeşleşen Nelson Mandela’nın Afrika Ulusal Konseyi’ne (ANC), baskı ortamında hiç çekinmeden kapılarını açan Kaunda, siyah Afrika adına bu kupaya en çok yakışan isimlerden biriydi hiç kuşkusuz.

Nüfusunun %40’ı yoksulluk sınırında yaşayan ve yaklaşık 600 bin AIDS yetimine sahip olan bir ülke için, aynı zamanda “futbolun en büyük filozoflarından biri olan” Liverpool’un efsanevi teknik direktörü Bill Shankly’nin dediği gibi, “futbol hayat memat meselesi değil, ondan çok daha önemliydi.” Takımın saha içindeki lideri ve turnuvanın “en değerli oyuncusu” Christopher Katongo’nun dediği gibi, bu kupayı kazanarak, Zambiya halkının acılarını biraz olsun dindirmişlerdi. Binlerce insanın gündelik hayatlarında giderek yeşeren sevinçleri, bu kupayla biraz daha büyümüştü. 1993’te bir kazayla kaybettikleri umutları, futbol sahasında taçlandırdıkları başarıyla dirilmişti artık. Kupayı kazandıktan sonra kendisine uzatılan mikrofonlara, turnuvanın yıldızlarından Emmanuel Mayuka, “Onların (1993 Zambiya’sının) yarım bıraktığı işi, biz tamamladık” diye haykırıyordu.

Sevag Beşiktaşlıyan 

* Bu yazı, 16-22 Şubat 2012 tarihli Agos'ta yayınlandı.

16 Şubat 2012 Perşembe

Bakalım… Ne görüyoruz?

 Bu aralar hep Bandista’nın “İnkârın Şarkısı” kulağımda, “bir hikâye anlatmamız gerekiyorsa eğer, 1915’ten başlamamız lâzım” diyorlar. Bugün Türkiye’de yaşadıklarımızın dönüp dolaşıp dayandığı zihniyeti görmek istiyorsak, evet 1915’te başlayan ve hiç durmadan devam eden sürece bakmamız lâzım. Bunun için gündelik hayat kâfi, ne tarihçilere, ne de tarih kitaplarına ihtiyacımız yok. Hele de resmî tarih tezlerine karnımız gerçekten tok…

Ermenilerle ilgili bir mesele konuşulduğunda dile getirilen “canavar Ermeni diasporasından” bahsederken, dünyadaki Ermeni nüfusuna, yaşadıkları coğrafyalara bakalım, “yaratılan” diasporanın Türkiye’deki Ermenilerin akrabaları olduğundan bahsedelim biraz da.

20. yüzyılın başlarında, Anadolu’daki nüfusa, oradaki okulların seviyesine, öğrencilerinin isimlerine, farklı dillerde çıkan günlük gazetelerin çeşitliliğine bakıp, sonra dönüp bugün İstanbul’daki azınlık okullarının halini, öğrencilerin isim ve özellikle de soyadlarını, çıkan günlük gazetelerin garibanlığını görelim.

20 Kura Askerlik, Varlık Vergisi gibi zulüm politikalarından sonra bile, İstanbul’da çıkan farklı dillerdeki gazetelerde döne(bile)n siyasi tartışmalara, Nor Or gibi halen Ermenice tavır alan gazetelere bakalım. Sonra da dönüp, bugün sadece birileri Soykırım’la ilgili bir şeyler gündeme getirdiğinde söz hakkı “verilen” Ermenileri hatırlayalım.


Devletin (ve devletlu zihniyetin) Hagop Martayan’daki tahammülsüzlüğüne karşın, A. Dilaçar derkenki gururuna bakalım. Buna bakarken, neden “Hepimiz Ermeniyiz” diyemediklerinden bahsedelim.

Mütekabiliyetçi zihniyetleri gözden geçirelim. “Hepimiz Ermeniyiz” demeden önce ‘karşı’sındakinin “Hepimiz Mehmet’iz” deme bekleyişlerini görelim. Yaşanan “kötü olayları” kınayabilmek için, önce bir Ermeni’nin ASALA’yı kınayıp kınamadığını öğrenmekteki arzusunu görüp, bütün bunları söyleyip, kınadıkları takdirde yaşadıkları tatminin sebeplerine inelim.

Baştan sorunlu kardeşlik metaforunda, aynı zihniyetin üstlenmek için canla başla mücadele ettiği ve hep kafamıza kaktığı, hem büyük, hem de gerekirse “sapına kadar erkek” ağabey rolüne bakalım ve kardeşleri olmak için çırpınanlardan bahsedelim.

Sonucunda ne kalacak elimizde? Yapılan etnisite mühendislikleri, uygulanan zulüm politikaları, gelişiminin durdurulması başarılan kültürler, eşit olmayan yurttaşlıklar, söz almaya çalışan ama söz hakkı “verilmeyen” insanlar, hiçbir şeyin farkında bile olmayan bir sürü insanın yanında (çoğunluk), bu kokuşmuş zihniyete ve onun çürük tezlerine karşı mücadele eden bir kitle (azınlık). Bugüne kadar, bu zihniyetin birçok şeyi başardığı doğrudur, peki ya bundan sonra? Bunların hâlâ devam edebileceğine inanıyor musunuz? Bir gün tarih kitaplarının yaptıkları katliamları yazmayacağını düşünüyorlarsa, fena halde yanılıyorlar. Doğrudur, her şeyi daha geç konuşmaya başlıyoruz ama bir gün geliyor, konuşuyoruz işte! Şimdilik dimdik ayaktalar ya da öyleymiş gibi yapmaya çalışıyorlar ama unutmasınlar ki, “eğer hâlâ başınız dik yaşayabiliyorsanız, bu boğazınıza kadar boka battığınız içindir!”*

Tamar Nalcı

*Dario Fo

15 Şubat 2012 Çarşamba

Haftanın Çok Bilmişi #6 yerine Bir Saldırı Üzerine


6-12 Şubat 2012- Türkiye’nin her haftasında olduğu gibi bu hafta da “çok bilmiş” adayları ziyadesiyle boldu. Ece Temelkuran’ı korumak adına içinden çıkılmaz çelişkilere düşen Nuray Mert ve Koray Çalışkan, bir yandan sokakta yaşamak zorunda kalan veya bırakılan gençleri, tüm dertlerinden muaf bir şekilde “madde bağımlısı” konuma indirgeyerek dışlayan ve bir yandan Cüneyt Özdemir’e “gazetecilik” öğretmeye çalışan Recep Tayyip Erdoğan bu isimlerden yalnızca birkaçı oldu. Fakat bu hafta “çok bilmiş”likten çok öteye giden ve kendisini “sol” olarak tanımlayan kamuoyu tarafından dahi yeterince ilgi gösterilmeyen vahim bir olay yaşandı: Aralarında Birgün gazetesi çalışanlarının da olduğu bir grup ÖDPli, EDP’yle alakası olmayan Gökhan Kaya’nın 8 Şubat’ta turnusol.biz’de yayınlanan “İki Melih, iki sefil…” yazısını bahane ederek, iki EDPli gence şiddetle saldırıldı. Bu, planlanmış bir şiddet eylemiydi!

Savunulan pozisyonların her ne kadar solun “evrensel” tahayyülünde bir yere oturduğu düşünülse de, esas ve eleştiriye her daim açık olan, yapılanlarla ortaya konulan “tarihsel” pozisyonlardır. Bu bağlamda, kendini “solcu” olarak nitelemek, her zaman olumlu anlamıyla “muhalif” demek ve “doğru” pozisyonu almak değildir. Dolayısıyla, solcu veya devrimci sıfatıyla tanımlanmak, yapılanların sorumluluğunu üstlenmemek hakkını kimseye vermez. Bu yüzden, şiddetin, “sol içi” veya “devrimci” gibi bir sıfatla meşrulaştırılması ve haklı kılınması düşünülemez. Bir de, girişilen eylemin ardından nedamet getirmek bir yana, her şekilde “üste çıkmaya” çalışılıyorsa, bu, kelimenin en hafif anlamıyla aymazlığa delalettir. 

Türkiye “sol”unun birleşmesi umuduyla ortaya çıkmasından, “devlet”le bağı çok açık şekilde ortaya çıkan İP ile dayanışmaya giden uzun bir yol kat etti, ÖDP. Bu yolda kazandığı “milliyetçi ve devletçi” sıfatlarının yanı sıra, kendileri gibi düşünmeyen bir “solcu”ya, Roni Marguiles’e karşı girişilen şiddet eylemlerini “demokrasi”nin içinde sayarak birçok şeyi kaybettiklerini de ortaya koydular. Dahası, son olarak EDPli gençlere karşı yapılan saldırıdan sonra, “AKP, EDP'ye geçmiş olsun ziyaretinde bulunsun!” pişkinliğine başvurulması ve hatta saldırıların görüntüleri yayınlanacak haberinden sonra, “Galasına biz de gelelim” veya “Bu gala, daşlı gala” diyerek dalga geçilmesi ise aslında muhatap dahi alınmayacak bir seviyeye gelindiğini gösteriyor. Elbette ki, bu saldırı, tüm ÖDP ve Birgün kadrolarını bağlamaz, fakat daha önceki saldırılarda yaptıkları gibi sadece üzüntülerini sunmakla yetineceklerse, bu şiddete göz yumduklarını varsaymak hiç de yanlış olmayacaktır.

Bundan sonrası için tek ümidimiz, kamuoyunun büründüğü bu saçma suskunluk halinde sıyrılarak ses çıkarmasıdır.  Saldırıya maruz kalan tüm EDPlilere geçmiş olsun dileklerimizle…